
Duyuru!
bu bölümümüzden sonra minik bir araya gideceğiz maalesef :(
sınav zamanıma az kaldı ve bol bol çalışıp test çözmem gerek. Ailem de bu kitaplara çok fazla zaman harcadığım için kızıyorlar. İkisini de bir arada götürmeye çalışsam da, aklım hep kitap yazmakta kalıyorrr... Bu yüzden sınav bittiği an da buraya yeniden geleceğim, o zamana kadar vakit buldukça bölüm yazmaya devam edeceğimmm. Şimdiden teşekkür ederim <3
Keyifli okumalar :)
ÖLÜ RUHLAR DÖNGÜSÜ
19.BÖLÜM
♪Starset- My Demons
Nefes nefeseydik.
Dinlenmeden koşmak ve tüm vücudumuza etki eden soğuk hem göğüs kafesimizi zorlamış hem de boğazımı ve burun deliklerimizi feci halde yakıvermişti. Bembeyaz karın içinde saf kötülükten oluşmuş ve insanın içini ürperten kaleden epey uzaklaşsak da hiçbirimizin o korkuyu atamadığına adım kadar emindim. Şimdi neredeydik bilmiyordum ama sonsuzluğa uzanan sadece ve sadece kar vardı.
“Yvonne,” dedi Edwin. Tek bir saniye bile bırakmadan tuttuğu elim, avuç içinde terlemiş vaziyetteydi. En önde, Otis vardı. Onların arkasında ise bizim gibi el ele tutuşan Yvonne ve Myron vardı. “Neredeyiz?” diye sorduğunda, hiçbirimizin dizlerinde derman kalmamıştı. Karın üzerinde koşmak eziyetti.
Fakat o yerden uzaklaştıkça göz gözü görmeyecek olan tipi yavaş yavaş azalmış, hatta bu yerlerde sakinliğini korumaya başlamıştı etraf.
Yvonne ve Myron durduğunda, Otis arkasını dönüp bize baktı ve o da durdu. Edwin ile bende durduğumda, iki elimi de diz kapağıma yaslayıp üst bedenimi aşağıya eğdim. Soluk borum yanıyordu. Burnum tıkanmış, diş etlerim soğuk yüzünden sızlıyordu. Yanaklarımın kızardığına adım kadar emindim fakat orası da yanıyordu.
Diğerleri de benim gibi pozisyonu aldığında daire oluşturmuştuk. Hepimizin hızlanan nefesi birbirine karıştı. Düzensiz ve kesik kesikti.
Başımı kaldırdığımda Myron’ a baktım ilk. Orada yaşananlar yüzünden turkuaz rengindeki gözleri hâlâ şok içindeydi. Yuvalarından fırlayacakmış gibi kocaman açılmıştı. Üzerine su atılması onu ve diğerlerini niye bu kadar telaşlandırmıştı bilmiyorum ama, baya önem arz ettiği kesindi.
Gözlerimin önünde yer cücesinin kesilmiş boğazı geldiğinde irkilmemek için kendimi zor tuttum. Elinde sımsıkı tuttuğu kılıcın keskin parlak tarafı kana bulanmıştı. Ucundan zemine doğru kan yavaş yavaş dökülüyordu. Bu görüntüyü silmek için gözlerimi sıkıca yumup açtım. Yvonne’nin hiç düşünmeden onu öldürmesi, tüylerimi diken diken özelliklerden biriydi.
Yvonne doğruldu. “Önümüzü kesen o iblislere neler olduğunu anlayan var mı?” nefes alış verişi kesik kesikti. Herkesin aklının karıştığının farkındaydım, fakat onların yok olduğunu bile anlayamamıştım. O kişinin varlığı tüm dikkatimi dağıtıvermişti bir anda.
Başımı arkaya çevirdim. Geldiğimiz yöne doğru. Keskin kahveleri olan adam. Ya da iblis. Sanki bir daha onu tam burada, karşımda görecekmişim gibi bir hisse kapılı vermiştim. Ama değil onu şu anda burada görmek, anlamadığım bir şekilde onu yaralamış, acı çekmesine neden olmuştum.
Beni lanetledin!
Yılan kalbime, oraya ulaşmaması gerek!
Minik Sürüngen, düzelt lanetini!
Acı çekerek söylediği cümleleri kulağımda çınladı. Neden bilmiyorum ama acı çekmesi hoşuma gitmemişti. Ama nasıl yaptığımı bile bilmiyordum. Ve ne laneti? Onu nasıl lanetlemiş olabilirdim ki? Ona sadece parmak uçlarımda dokunmuştum. Bir anda yukarı fırlamış, duvarın dibine yığılı vermişti. Nasıl? Nasıl? Nasıl?
“Bilmiyorum,” dedi Edwin, Yvonne’nin cevabına karşılık. “Hepsi bir anda kül oldu.”
“Biri bize yardım mı etti?” diye soran Otis’in sorusuyla herkes birbirine baktı. Herkesin bakışlarındaki ifade korkuydu! Biri bize yardım mı etti? Yardım eden o’muydu? Airen! Hepimizin etrafı iblisler tarafından sarılırken, demir kapının önünde belirişi ve bir anda dizlerinin üzerine çöker çökmez duyulan patlama ile etrafa saçılan kül parçaları… Ve keskin kahvelerinin geriye doğru çekilip akının görünmesi. Korkunçtu!
Olabilir miydi?
“Oradaki hiç kimse bize yardım etmez.” Dedi Yvonne.
Başını iki yana salladı Edwin. “Biri yardım etti. Yoksa hiçbiri yok olmazdı.” Her birimize baktı. “Eğer yok olmasalardı orada olduğumuzu herkes bilirdi. Özellikle Ateş’in Evladı Aamon.” Sırtım gerildi.
“Adını anma!” dedi Yvonne sert ve kısık sesle. “Hâlâ onun bölgesindeyiz.” Çok kısa etrafına bakındı. “Haber götürecek çok adamı vardır!” acıyan boğazıma rağmen yutkundum. Adı bile insana korku verirken, oğlu, ki eğer gerçekten onun oğlu ise bize yardım etmiş demektir. Ne zıt bir olay değil mi?
Onlara kimi gördüğümü ya da ne yaşadığımı söylemek istiyordum ama şimdi değil. Eve sağ salim vardığımız da söyleyecektim.
“Neredeyiz Yvonne? Haritaya bak.” Dediğinde Edwin, Yvonne, başı önünde gözleri ise zeminde olan Myron’a çok kısa bakıp elini giydiği postun içine sokup haritayı çıkardı. “Çok hızlı eve varmamız gerekiyor!” dedi Yvonne ve dizlerinin üzerine çöküp haritayı yere serdi.
Haritanın üzerindeki her şekil yine oradan oraya hareket ediyor, asla bir yerde durmuyordu.
Yvonne, “üzerine çık Edwin.” Dedi. Edwin hiç beklemeden dediğini yapıp, iki ayağında haritanın üzerine koydu. O anda tüm her şey yerine geçti ve durdu. İyice eğildim haritaya bakmak için. Yvonne işaret parmağıyla bir dağ gösterdi. Dağın arkasında ise bir dere vardı ve üzerinde ise bir şelale akıyordu. “Şu dağ,” parmağını kaldırdı ve arkasını dönüp ileriyi gösterdi. “O dağ tam karşıda. Çok az bir mesafe kalmadı.” Deyip önüne döndü ve bu sefer karşıya ben baktım ama karşıda dağın emaresi değil, dağ namına hiçbir şey yoktu.
Önüme döndüm. Yvonne haritayı bastırdığı parmağını dağın üzerinden çekmeden sürüdü ve çok az bir boşluk bırakarak durdurdu. “Biz de buralarda bir yerde olmalıyız.” Başını bize kaldırdı. “Yani dağa ulaşana kadar neyin bizi beklediğini bilmiyorum.”
Göğsüm sıkıştı. “Hiç buralardan geçmedin değil mi Yvonne?” diye sordum. İki yana salladı başını, yüzü üzüntüye bulanırken. “Umarım,” yutkundu. “Haritadaki gibi bizi bekleyen tehlikelerde yer değiştirmiyordur!”
Anlamayarak yüzüne baktım. “Nasıl?” diye sordum. Yvonne, ayaklarını haritanın üzerine koymuş olan Edwin’e baktı. “Buralar tehlikeli yaratıklarla kaynıyor. Çoğu da Ateş’in Evladının yaptığı büyü yüzünden yer değiştirip duruyor. Ama onlar da farkında değil.”
Bende Edwin’e baktım. Pür dikkat haritaya bakıyordu. “O zaman dua edelim de en kötüsüne denk gelmeyelim.” Dedi düz bir sesle.
Bir yerden bir yere taşınan tehlikeli yaratıklar ve bundan asla haberleri olmuyordu. Ki, bize en uysalı gelmesi için dua etmemiz gerekiyordu. Hepsinin ismi yaratık olmasına rağmen!
Korkum bine katlandı. İstemeden ellerim, giydiğim postun iki yakasından tutup kendime sardım. Ne göreceğimiz meçhuldü ve bu bilinmezlik daha da kötüydü.
“Gidelim.” Dedi Edwin ve elini uzattı tutmam için. Geri çekilip haritanın üzerinden indi. Şekiller yeniden yer değiştirmeye başladı. Yvonne’de hemen haritayı rulo şekline sokup postunun içine koydu doğrulurken.
Hiç beklemeden uzattığı elinin içine elimi bıraktım. Yvonne’de koştuğumuz bu zamana kadar tek bir kelime etmeyen Myron’un elinden tuttu. Onu ilk defa bu kadar sessiz ve korkmuş görüyordum. Otis ise kılıcının başını daha sert asılıp önüne döndü.
Bu sefer koşmadan sessiz ve sakince yürümeye başladık birbirimize yakın bir mesafe ile. Ortalık insanı huzursuz edecek bir biçimde sakindi. Korkunç bir sessizlik hüküm sürüyordu. Hepimizin gözleri ise her yerdeydi. Ufacık bir ses için bile tetikteydik. Fakat tek duyulan ses, ayağımızın altında hunharca ezilen karın sesiydi. Çıkardığı sesler, kulak tırmalıyordu.
Peşimize kimse düşmemişti. Etrafımızı saranları ise bir anda küle döndüren biri vardı. Yardım eden biri! Ve istemeden de olsa birini feci bir şekilde yaralamış, lanetlemiştim. Eğer buradan sağ salim kurtulursam, günlüğüme yazacaktım bunları. Trajikomik olaylar içindeydim!
On dakika yürüdük ya da yürümedik bilmiyorum ama en önde yürüyen Otis’in durmasıyla, Yvonne ve Myron’da durdu. Edwin’de durunca, adımlarımı beklettim ve karşıya baktım. Ve tam karşıda duran şeylere başımı ağır yukarı kaldırdım, bir adım korkuyla gerilerken.
Tam karışımızda, yirmi metrelik, belki daha uzun bilmiyordum devasa büyüklükte insanlar oturuyordu. Ama insan değillerdi. İnsan görünümlüydüler. Kocaman başları, elleri ve ayakları vardı. Yüzlerini kaplayan kocaman gözleri ve ağızları bulunuyordu, ama asıl şey hepsinin saydam olmasıydı. Evet hepsi saydamdı. Bedenlerinin her yerinden karşı taraf görünüyordu. İç organları falan yoktu! Nasıl?
Yan yana oturanlar, karşı karşıya oturanlar ve ayakta gezenlerle doluydu. İlerisi onlardan kaynıyordu.
Dilim tutulmuştu gördüklerim yüzünden. Öyle ki, gözlerimi bile kırpmıyordum. “B-bunlar da ne?” diye sordum kekeleyerek. Yvonne omuzunun üzerinden bana baktı ve kısık sesle, “Haligornlar!” dedi.
“Hali ne?” dedim anlamayarak. Myron, yanımda duran Edwin hatta Otis bile kafalarını kaldırmış, gördükleri şeyleri inceliyorlardı şaşkınlıkla. O anda hepimizin bir adım gitmesine neden olacak –isimlerini az önce öğrendiğim şeyler- Haligornlar’dan biri büyük adımlarla, ayakta öylece dikilen diğer Haligorn’u ittirerek sırt üstü yere düşürdü. Yer gümbürdedi. Birkaç santim zıplayıp indik sanki zemine.
Edwin elimi daha sıkı tuttu. Yvonne’nin de parmak boğumlarının beyaza çaldığını gördüm, demek ki o da Myron’un elini daha sıkı tutmaya başlamıştı.
Yere düşen devasa saydam Haligorn ayaklandı ve kavgaya tutuştular bir anda. Dudaklarım gördüğüm görüntüyle aralanırken, gözlerim inanamayarak bakmaya devam ediyordu.
Az önce ittiren Haligorn, karşısında kavgaya tutuşmuş olan Haligorn’un kolunu kopardığında, dehşetle açılan gözlerimi saniyesinde kapatıvermiştim, fakat kopardığı kolu kenara attığını görebilmiştim. Çığlığımı ise son anda yutuvermiştim.
Midem bulanmıştı, içimin titremesine engel olamazken. Yavaş yavaş araladığımda gözlerimi, kolu kopan Haligorn’un dizlerini karnına kadar çekip oturduğunu gördüm. Kan yoktu, ağlama yoktu, sızlama yoktu.
“Başka,” dedi Myron. “Başka yol yok mu?” diye sorup dehşetle açılmış gözlerini Yvonne’ye çevirdi. Sesini sonunda bize bahşettiği için az daha gülümseyecektim. Ama şu anda değil gülmek, tüm iyi duygular beni terk etmiş vaziyetteydi. Yvonne Myron’a baktı ve onunda benim gibi aynı hislerde olduğunu bakışlarında gördüm. Konuştuğuna o da memnundu. Yvonne başını iki yana salladı. “Dümdüz devam etmemiz gerek. Dağ tam karşıda.”
“Zarar veriyorlar mı?” diye soran bu sefer Edwin’di. Büyük ve kocamanlardı ve az önce kendisinden olan birinin kolunu koparmıştı, nasıl zarar vermezdi ki?
“Haligornlar,” dedi Yvonne. “Kendi türüyle anlaşabilen fakat kendi türüyle de feci sonuçları doğuracak bir şekilde de kavgaya tutuşan yaratıklardır.” Örneğini az önce göstermişlerdi. Sessiz sakin oturuyorlardı ama bir anda tehlikeli olabileceğini göstermişlerdi.
“Peki bizlere?” diye sordu Edwin. Yvonne bize döndü yüzünü. Öyle olmamasını çok istiyordum ama bakışlarını tam tersi olmadığını gösteriyordu. “Tek yapmanız gereken, zihninize onların gerçek olmadığına inandırın.” Dedi.
“Nasıl?” diyen Myron’du. En az bende Myron kadar şaşırmıştım.
Derin bir nefes aldı Yvonne. “Eğer onların gerçek olmadığını kendinize inandırırsanız, bedenlerinin içinden kolayca geçebilirsiniz.” Sonra bize döndü yeniden bakışları. “Fakat, sakın ama sakın gözlerinin içine bakmayın. Yoksa tehlikenin içinde olduklarını sanıp saldırıya geçebilirler.”
“Ya inandıramazsak?” diye soran Edwin’di. Yvonne yanağının içini ısırdı. “İçinden geçemezsin!” bana baktı sonra. “Ve sadece göz teması kurmaktan çekinin!”
Uyarıcı gibiydi bakışları, çünkü buraya ilk geldiğim de sözlerini dikkate almamış, küçük kız çocuğunu kurtarmaya çalışmıştım, kumların arasından. Ama en vahşi yaratığa dönüşüvermişti. Lanet, Aamon’un laneti! Onun yüzünden olmuştu her şey. Kız çocuğunun gözlerindeki açlık, yeniden zihnime düşünce iliklerime kadar korktum, bu sefer korkudan çok hüzün ve acımak vardı.
“B-ben,” dedi Myron kekeleyerek. “Şu anda onu yapamam!”
“Zihnini boşalt.” Dedi Yvonne gözlerinin içine bakarken. Dudakları titredi Myron’un, sonrada su atılmış kıyafetlerine indi gözleri. Zihninin şu anda dolu olduğuna emindim. Su haber götürdü. Sirena burada olduğumu biliyor. Bu su bizim! Sirena’yı birkaç kez dile getirmişti ama kim olduğunu ya da nerede olduğunu bilmiyordum ama Myron’un korktuğunu net bir şekilde görüp hissediyordum. Ama söylediği cümleler hiçbir şekilde anlamlı gelmiyordu.
Yvonne çok kısa Myron’un elini bıraktı fakat bu sefer parmaklarının arasına geçirdi parmaklarını ve daha sıkı tuttu. “Buradayım, merak etme. Bir şey olmayacak.” Dedi sözleri bir yemin niteliğinde. Myron yutkundu ama dik durmaya çabaladı. O sözlerdeki yemini, o da hissetmiş olmalıydı.
“Gidelim.” Dedi Otis.
Hepimiz derin bir nefes aldık. Sırtımız gerilmiş, göğüs kafesimiz ağırlık yapıyordu bedenimize. Fakat ilerlemekten başka çaremiz yoktu.
Devasa Holigornların içine adımlarımızı atmaya başladık. Ayak tabanlarım ağırlaşmıştı. Sanki bot değil de, bir demir taşıyordum.
“Gözlerinin içine bakmayın!” diye mırıldandı dudağının kenarıyla Yvonne. Başımı eğdim. Minik adımlarla yürüsek de, hızlıydık. Ortam daha da sessizleşti. Kulak kabartsam hepimizin kalplerinin sesini duyabilecektim.
Gerçek değil! Gerçek değil! Gerçek değil!
Beynimin içinde durmadan Holigornların gerçek olmadığına inandırmaya çalışıyordum kendimi, ama fazlasıyla zordu onları görüp varlıklarına şahit olduğum için.
Holigornlardan birinin bizim tarafa doğru geldiğini, ayağımızın altında sallanana zeminden anladım. Edwin’e yapıştım o anda. Göz ucuyla yan tarafıma baktım ve kocaman ayakları kadrajıma girdiğinde, nefesimi tuttum. Ama bizi yok sayarak yanımdan hızla yürüyüp geçti, rüzgarı bir kasırga yaratırken yüzümde.
“Ne kadar kaldı?” diye sordu Myron. “Az!” dedi Yvonne’de başı yerdeyken.
Onlar gerçek değil! Onlar yalan! Onlar aldatma!
Kafamı azıcık kaldırıp öndeki kişilere bakmaya çalışacaktım ki, Otis’in içinden geçtiği, Yvonne ve Myron’un ise üzerinden bize doğru gelen Holigorn’la, şaşırmama bile fırsat vermeden, içime yayılan bir his dalgasıyla aldığım nefes tam genzimde asılı kaldı. Ve o his saliseler içinde kayboldu. Elim direkt boğazıma sarıldı. Holigornlardan birinin içinden geçivermiştim! Omuzumun üzerinden geriye baktım. Holigorn büyük adımlarla ilerliyordu geldiğimiz yöne doğru. Siktir!
Bizi fark etmemiş, gerçek olmadığını da kendime inandırarak, içinden geçivermiştim.
“Başardın.” Dedi Yvonne, Myron’a bakıp belli belirsiz gülerken. Myron ise gergince gülümseye çalıştı ama başarılı olduğu söylenemezdi. En fazla korkan oydu, üstelik orada yaşadığı yüzünden daha çok gergindi.
Biri daha bize doğru geliyordu ama bu sefer daha hızlıydı.
Gerçek değil! Onlar gerçek değil! İnanma!
Beynim saniyeler içinde telkinler vermeye başladı. Ve hızlıca üzerimize gelen Holigor’nun da içinden geçerken, az önceki hissi yaşatıvermişti bana. Sanki baş aşağı doğru bırakılan bir arabanın içindeymişim gibi midemi gıdıklamıştı. İçinden geçmeyi başarmıştık.
Göz ucuyla hepsine bakmaya çalıştım. Bizi görüyorlar ve izliyorlardı ama bir tepki vermiyor, aynı umursamazlıkla başlarını başka yöne çeviriyorlardı. Göz göze gelmemeye dikkat ediyor, durmadan içimde onların gerçek olmadığına inandırmaya çalışıyordum.
“Yvonne!” diyen Myron’un soluk soluğa sesini duyduğumda, önüme döndüm, başım yerdeyken. Yvonne korkuyla ona baktı, Myron’da ona. “Sanırım yapamayacağım!” dedi.
Yvonne başını iki yana salladı. “Dayan az kaldı!” dedi.
“Olmuyor, zihnimi boşaltamıyorum!” dedi Myron ağlamaklı bir tonla.
Edwin’e baktım. Gözleri Myron’un üzerindeydi. Ne yapacaktık ona? Yardım etmemiz gerekiyordu, ama nasıl?
Üzerimize doğru bir Holigorn daha geliyordu.
“Lütfen,” dedi Yvonne yalvarır gibi. “Sadece dayan!”
Myron ağır ağır başını üzerine doğru gelen Holigorn’a çevirdiğinde, Yvonne ile parmaklarını birbirine kenetledikleri elini çekmeye başladı. “Deniyorum Yvonne, deniyorum. Olmuyor!”
Gözlerim dehşetle onları izledi. Ne yapacağımı ne tepki vereceğimi bilemiyordum şu anda.
Yvonne izin vermese de bu harekete, Myron elini çekmişti ondan. Fakat Holigorn bize doğru geldiği anda, Yvonne Myron’un kolundan tuttu. Hızla kendine doğru çekip yan tarafa doğru götürdü. Fakat Yvonne yan tarafında kendisini bekleyen Haligorn’dan haberi yoktu. Kendisi içinden geçerken, Myron Holigorn’un bacağına çarpmış, içinden geçememişti. Lanet olsun!
“Myron!” dedi Edwin.
Otis put kesildi.
Yvonne korkuyla Myron gözlerinin içine baktı diğer taraftan. İkisinin ortasında Holigorn duruyordu.
Holigorn bacağına çarpan kişiye bakmak için durdu ve bakışlarını ağır ağır aşağı indirdi ve Myron’da titreye titreye başını yukarı kaldırdı. Göz göze geldiler.
Bizi fark etmişlerdi! Myron’u fark etmişti!
“Myron!” diye bağıran Yvonne oldu. Bize doğru gelmek için seğirtti. Edwin elimi bıraktı o anda Myron’a doğru atılırken. Kolundan tutup kendine doğru çekmeyi amaçlamıştı ki, hepimizin önünde duran Holigorn bizden önce davrandı ve büyük eliyle Myron’un belini kavrayıp yukarı kaldırdı. Myron’un çığlığı, o anda içimi sızlattı.
Olduğum yerde irkildim ve ellerim dudaklarımın üzerine kapandı, gözlerim dehşetle patlamak üzereyken. Myron şu anda Holigorn’un avuç içinde çırpınıyordu.
“Yvonne!” diye bağırdı.
Diğer yerde oturan Holigornlar ayaklandı. Dikkatleri bize yoğunlaştı.
“Gerçek değiller, gerçek değiller, gerçek değiller!” dedim sesli bir şekilde. Fakat bize doğru gelmeye başlayan Holigornların sayısının arttığını gördüğümde, kalbim deli çırpmaya, ayaklarım altımda esmeye başladı.
Yvonne, Myron’u tutan Holigorn’un içinde geçip bize doğru geldi ve hiç beklemeden Otis’in belinin kenarında asılı duran kının içindeki kılıcın başından tuttuğu gibi çekip çıkardı. Bir iki kere havada mükemmel bir şekilde salladıktan sonra, gözlerini Myron’a dikti. İfadesi sert, gözleri yerle bir edecek gibi açılmıştı. Avucunun içindeki kılıç asla eğreti durmuyordu.
“Nasıl kurtaracağız?” diye bağırdım. Deli gibi titremeye başlamıştım, Myron’un acı çığlıkları kulağıma geldikçe. Holigorn onu sıktırıyor olmalıydı.
“Holigorn’u yaralayarak!” dedi Yvonne dişlerinin arasından. Peki nasıl?
Holigorn bir anda hareket etmeye başladı ve gideceğimiz yöne doğru yürümeye başladı. Bizde durmadık ve arkasından koşmaya başladık. Bizim koşmamız onun bir büyük adımı bile etmiyordu.
Koşarken, etrafıma bakındım. Holigornların hepsi ayaktaydı. Zikzak çizerek ortalarından geçmeye çalışıyorduk, fakat asla göz teması kurmuyorduk.
İçlerinden biri tam önümüzde diz çöktü. Avuç içini bize doğru tuttu. Bizi yakalamaya çalışıyordu.
“Kendini inandır gerçek olmadığına!” diye bağırdı Edwin. Başım ile onayladım. Gözlerimi kapattığımda, içime baskı uygulayan o hissi yeniden her yerimde hissettim. Gözlerimi araladığımda, dizlerinin üzerine çökmüş bizi yakalamaya çalışan Holigorn’u arkamızda bıraktığımızı gördüm. İstemeden gülümsemiştim.
Önüme döndüm. Yvonne en öndeydi, elindeki kılıcı sımsıkı tutarken. Aralarından geçmeye devam ederken Holigornların, Myron’un bizden yardım dileyen çığlıklarını ve çırpınışlarını duyup görebiliyordum.
Birinin daha dizlerinin üzerine çöktüğünü gördüm az ilerde. Yvonne hızlandı. Bir vampirden daha hızlı koştuğuna yemin edebilirdim. Ve o anda Yvonne’nin, “sen gerçek değilsin!” dediğini duydum ve dizlerinin üzerine çökmüş olan Holigorn’un koluna zıpladı. İçinden geçmek yerine koluna doğru tırmanan Yvonne; hiç beklemeden kafasına doğru ilerleyip, aynı saniyeler için de ona doğru büyük adımlarla gelen Holigorn’un koluna zıplayıp tek elle asıldı. Myron’u sıkıca tutan Holigorn’du!
O anda üçümüzün de tek yapabildiği adımlarımızın bir bıçak gibi kesilip olduğumuz yerde kalakalmak ve şaşkınlıkla Yvonne’yi izlemek olmuştu.
Yvonne, asıldığı Holigorn’un koluna bir bacağını attı ve üzerine çıkıp oturdu. Holigorn Yvonne’yi görür görmez durdu. Yvonne yüzünü Myron’a, sırtını ise Holigorn’a dönmüştü. “Sıkı tutun!” dedi Yvonne Myron’a bakıp bağırarak. Myron’un acı çeken yüz ifadesini buradan görüyordum fakat gözleri, Yvonne’nin onu kurtarmak için oraya geldiğini görmesi, çektiği acıyı hafifletiyordu.
Holigorn kolunu sallamaya başladı Yvonne’nin düşmesi için. Parmaklarım, yanımda kaskatı kesilmiş olan Edwin’in koluna saplandı.
Yvonne kılıcı yukarı kaldırdı. Myron’a yeniden bakıp, “Ve sakın ölme!” dedi. Oturduğu kolun avuç içinde şaşkınlıktan ifadesi buza dönmüş olan Myron varken, hiç düşünmeden Yvonne kılıcı Holigorn’un koluna sapladı. Holigorn acı bir feryatla kafasını göğe kaldırdı. Ellerimi kulaklarıma bastırdım. Zarını patlatacak derece de gür bir sese sahipti.
Yvonne kılıcı çekti ve bir kez daha sapladığında, kol dirsek kısmından ikiye ayrıldı. Yukardan düşen kolun bir tarafında Yvonne, avuç içinde ise Myron vardı.
Ve onları yukardan aşağı düşerken izlemekle yetindik!
Gözlerimi kapadım. Onları düşerken görmek istemiyordum.
Sonra ise bir ses. Güm!
Sanki göğüs kafesim patlamışçasına çıkan ses ile dişlerimin birbirine geçti sıktırmaktan.
“Yvonne, Myron!” diye haykırdı Edwin.
Ölmesinler!
Ölmesinler!
Gözlerimi korka korka araladım. Tam karşıda yan yana düşen iki bedenle, sırtıma iğneler batmışçasına ağrı doldu. Yüzü bize doğru dönük olan Myron’du, Yvonne’nin yüzü ise ona dönüktü. Kopan kol ise başka bir yere düşmüştü. Yvonne’nin avucunda ise az önce bir kolu saniyeler içinde koparmasına yardımcı olan kılıç vardı, bırakmamıştı.
Gözümden bir yaş, yanağıma düştü.
Hareket etmiyorlardı!
Sessizlerdi.
Aramızdaki tek ses, çığlık atan kolu kopmuş Holigorn’du.
Bir dakika ya da daha fazla bilmiyorum ama yerimizden kıpırdayamadık, karşıdaki kişilerin bedenlerini izlemekten başka hiçbir şey yapamadan.
Derken Myron’un hareket ettiğini gördüm. Elim dudaklarımın üzerine kapandı, içimdeki mutluluk dışa yansıyıp dudaklarıma gülümseme olarak yerleşti.
“Yardım edin, salak salak durmayın!” diyen Yvonne’nin sesiyle, dudaklarımdan kıkırtılar döküldü sevinçten.
Yaşıyorlardı! Şükürler olsun ki yaşıyorlardı!
Üçümüz de onlara doğru koştuk hiç beklemeden. Myron gözlerini açtı sıktırdığı dişlerinin arasından acı acı inlemeye başlarken. Yvonne’de hareket etmeye başladı. Edwin ile yanlarına diz çökerken, Otis ise ayakta bekleyip izlemeyi tercih etmişti. Ama gözlerindeki ışıltı, onların yaşadığına sevindiğinin en büyük kanıtıydı.
Ben Yvonne’yi tuttum, Edwin’de Myron’u.
Yvonne’de gözlerini açarken, ikisi göz göze geldi. Myron acı çekiyordu ama gözleri… İşte onlar Yvonne’ye hayranlıkla bakmaya başladı. “Hayatımı kurtardın Tarafsız.” Dedi. “Hayatımı kurtardın Yvonne.” Gülümsedi.
Yvonne’de gülümsedi. “Bana bir can borcun var artık.” dedi. Ama beli yay gibi gerilmesi uzun sürmedi. Acı hızla nüksetmişti bedenine.
“Öldünüz sandım!” dedim göz yaşlarıma hakim olamadan. Yanaklarımdan süzülüp çeneme doğru ilerliyordu. “Kurtulmanız bir mucize!” dedi Edwin’de inanamayarak.
“Belim kırıldı, bu mucize sayılıyorsa tabi.” dedi Myron elini bel boşluğuna yaslarken. İkisi de hâlâ sırt üstü uzanıyordu. Yvonne bana baktı. “Bir Tarafsız için ağlandığını ilk defa gördüm.” dedi.
Kolundan tutup kaldırmaya çalıştık. İkisi de acıyla inledi. Hiç beklemeden Yvonne’nin boynuna sarıldım. “Tarafsız değilsin,” dedim kısık sesle. “Arkadaşımsın.” Yvonne’nin kaskatı kesildiğini hissettim kollarımın arasında, ama aynı saniyelerde boşta kalan elini belime yasladı ve o da bana sarıldı.
Onlara hissettiğim duygu tarifsizdi. Kısa zaman içinde onlara bu kadar bağlanmış olmak… Bilmiyordum. Buraya mı aittim? Burası evim miydi? Taş bana mı aitti? Tanrıça Rhea annem miydi? Hissettiklerim, karmakarışıktı fakat onlara olan görünmez bağ gerçekti.
Yvonne geri çekilirken, bakışlarındaki ifade duygu yüklüydü. Renkli göz bebekleri titriyordu. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliyordu. Çünkü kendisi Tarafsız’dı. Tanrı’nın onları bir gün affedeceğine inandığı ırk. Bile isteye, taraf olmamayı seçen ırk. Ama Yvonne onlardan değildi. Bu sevgiyi hak ediyordu. Hızla gözyaşlarımı elimin tersi ile silip burnumu çektim. “Teşekkürler Karina.” Dedi Yvonne minnetle gözlerimin içine bakarken. Gülümseyerek karşılık verdim.
“Sen de bana sarıl Edwin.” Diyen Myron’un kollarını iki yana açıp Edwin’e sarılmasını gördüğümüz de kahkaha atmamız uzun sürmedi. Edwin hızla geri çekildi. “Olmaz.” Dedi tiksinerek. Myron bir çocuk gibi dudağını büzdü. Edwin ise sarılmak yerine omuzuna dokunup pat pat yaptı.
“Duydunuz mu?” diye soran Otis dikkatimi dağıttığında, “Neyi?” diye sordu Myron. Ayakta dikilen Otis’e döndüm. Gözleri ilerdeydi. Ve iyi bir şey duymadığına kalıbı basardım. Gülüşüm, anında yüzümden solmaya başladı.
Önüme dönüp baktığı yöne çevirdim bakışlarımı. Holigorn’un çığlığı kesilmiş, bir yere oturarak başını dizlerinin arasına yaslamıştı. Diğerlerinin de dikkati başka yöne yoğunlaşmıştı. Artık umurlarında değildik.
Hepimiz sessizleştik. Otis’in duyduğu şeyi duymaya çalıştık. Derken bir uluma sesiyle, gerim gerim gerindim. Ve bir uluma daha… ve art arda duyulmaya başlandı.
“Worhmlar!” dedi Yvonne dehşetle açılmış gözleri boşluktayken. Kalbimin korkuyla atması uzun sürmedi. “Çok yakındalar!” dediğinde Edwin, kırpmadığı gözlerinin zeminde olduğunu gördüm.
“Onlarda ne?” diye sordum.
“Umarım öğrenmezsin!” dedi Yvonne, dişlerini sıktırıp acıyla, ayağı kalkmaya çalışırken. Hızla elinden tutup yardım ettim. Edwin’de Myron’a yardım edip kaldırdığında, “koşabilecek misin?” diye sordu ikisine de bakarak. “Başka çaremiz yok!” dedi Yvonne.
“Koşun!” dedi Otis. Nefes alışlarım hızlandı.
Uluma sesleri arttı. Bir kurt muydu? Ya da daha kötüsü?
Koşmaya başladık ileriye doğru, arkama arada bakarken. “Holigorn’un çığlığını duymuş olmalılar!” dedi Edwin. Bir anda Yvonne ve Myron aynı anda inleyip durdular. “Edwin, sen Myron’un elinden tut, Otis sende Yvonne’nin.” Dedim soluklanmadan. “Yardım edin onlara!”
Otis ve Edwin bana bakıp aynı anda başlarıyla onaylayıp, dediğimi uyguladılar.
Hepsinin tam ortasındaydım. Var gücümüzle karın üzerinden koşmaya devam ettik. Ulumalar arttıkça, kalbimin frekansı da onu takip ediyordu. “Ne onlar?” diye bağırdım.
“Tehlikeyi fark ettiler!” dedi Yvonne. “Buralarda bir şey olduğunu biliyorlar artık!” Arka arkaya yutkundum fakat yanmaya başlayan genzim daha da acıdı, fayda vermedi.
Arkamı kontrol ettim. Holigornları geride bırakmıştık fakat uluma sesleri, daha yakından gelmeye başladı. Biraz daha kulak kabartınca, birbirine sürttükleri sivri dişlerinden çıkan takırtıyı bile duyabiliyordum. Açtılar! Yırtıcıydılar!
Uzun ve yakından gelen uluma ile adımlarımız çivi gibi yere çakıldı. Çok yakındı. Fazlasıyla.
Usulca başımı arkaya çevirdim. Ayak izlerimiz karda belli oluyordu. Fakat sislerin arasından parlak bir çift göz belirdiğinde, nefesimin soluk borumda asılı kalmasına neden oldu. Ağır ağır sislerinden arasından çıktı. Bir kurt? Hayır! Kurda benziyordu ama hayır, daha kötüsü.
Zayıf, siyah, kaburga kemikleri derisinin altında sayılacak kadar belirginleşmiş, kafatasının üzerinden çıkmış iki sivri boynuz, sırtının üzerinde ise aynı hizada fırlamış sivri dikenleriyle tam şu anda gözlerimin içine bakıyordu. Dört ayağında ise tırnak yerine sivri uzun pençeler yer alıyordu. Korkunçtu, çok korkunçtu.
Derken sislerin arasında onun gibi birden fazlası belirerek yan yana durdu, fakat onların üzerinde çirkin, zayıf yaratıklar oturuyordu. Ellerinde yularlar vardı ve oturdukları yaratıkların ağızlarından geçirdikleri demirlerle onlara komut veriyordu.
“Lanet olsun!” diye soludum. “Koşun!” diye bağırdım. İleriye atılırken, onlarda hırladılar ve karın üzerinde bize doğru seğirtmeleri uzun sürmedi. Üzerindeki yaratıklar ise garip garip sesler çıkarıyorlardı. Hem genizlerinden hem de dişlerinin arasından.
“Onlar de ne? Ney onlar?” diye korkuyla bağırdım. Bacaklarım bir dal gibi altımda esiyordu. Kalbim boğazımdan çıkacak kadar göğüs kafesimi zorluyordu.
Ayak seslerinden çıkan sesler, bizimkilerinden yüksekti. Tam arkamızda, ne oldukları belli olmayan yaratık sürüsü vardı. Buraya gelmek büyük hataydı! Onları nasıl atlatacaktık, hiçbir fikrim yoktu.
Gözlerimin içi yanmaya başlarken, omuzumun üzerinden geriye baktım ve sanki her biriyle göz göze gelmişçesine dizlerimin bağları çözüldü. Öyle hızlıydılar ki, bize yetişmek üzereydiler.
“Ah!” acı bir inleme geldi peş peşe. Önüme döndüğümde, Edwin ve Myron’a saldırmış, Worhmlardan biri olduğunu gördüm. İkisi de sırt üstü yere düşmüş, kollarını yüzlerine siper etmiş bir vaziyette, kendilerini parçalayacak olan sivri dişlerden korunmaya çalışıyorlardı.
Yvonne, ikisinin de adını haykırdı. Otis durmadı ve Yvonne’nin elindeki kılıcı kaptığı gibi Worhm’un alnına sapladı. Worhm inleyerek Edwin ve Myron’un üzerine yığıldı. Oracıkta can verdi. Otis kılıcı yaratığın alnından çekip çıkardığında, et ve kemiğin parçalanma sesleri, midemden boğazıma doğru bir sıvı yükselmesine neden oldu. Elimi dudaklarıma bastırdım.
“Karina’yı koru Otis!” diye bağırdı Edwin, Myron’u da tutup Worhm’un koca cüssesi altından çıkmaya çalışırken. İkisi de ayaklandı fakat ikisi de yara almıştı. Kolları parçalanmış, koca bir pençe izi vardı. Yvonne hızla Myron’u tuttu. Otis ise çoktan Edwin’in dediğini yapmış, kendisini bana siper etmişti.
Fakat kulağımın dibinden gelen hırlama sesi ve bedenime çarpan kuvvetle kendimi bir anda yere yığılırken buldum. Aynı ağırlık göğüs kafesime yüklendi. Edwin ve Otis adımı haykırdı. Efendi diye. Amaris diye.
Art arda duyulan köpek havlaması ile gözlerimi araladım ve tam üzerimde Worhmlardan birini gördüm. Sivri pençelerinin olduğu iki ön ayağı tam göğsümün üzerindeydi. Kuduz olmuş bir hayvan gibi yüzüme yüzüme havlıyor, sivri dişlerinin arasından çıkan salyalar üzerime akıyordu. Kollarım ise aramızdaki tek bariyerdi. Giydiğim posta dişlerini geçirdi ve sağa sola sallamaya başladı kollarımı.
Ve üzerinde oturan iğrenç yaratıklar. Dehşetle açılmış gözlerim, üzerimde baskı uygulayan Worhm’a rağmen onları inceleyebildi. Sivri çürük dişleri ağızlarının içinden fırlamıştı. Delik deşik olmuş yağ bezesi suratlarının içinden kurtçuklar çıkıyor, diğer delikten derilerinin altına giriyordu. Bana bakıp gülerek bedenini eğiyordu. İğrençti ve çok korkunçtu.
İfadem buz kesti. Bakışlarım kalakaldı öylece. Tek hareket belirtisi, aldığım sık nefeslerdi. Otis niye öldürmüyordu? Başımı yana çevirdim, sivri dişleri parçalamak istercesine yüzüme doğru seğirtirken. Ve onlarında ben de kalır yanı olmadığını gördüm.
Worhmlardan ikisi Otis’e saldırmıştı. Kılıcı sağa sola salladığı için yaklaşmaya pek cesaretleri yoktu. Yvonne ve Myron’un önünde ise bir tane daha vardı. Avını kıstırmış bir avcı gibi doğru zamanı kolluyordu. Ama Yvonne’nin dudakları hareket ediyordu. Büyü mü yapıyordu? Çünkü renkli göz bebekleri yeniden ışıldamıştı. Ama yaptığı büyü çok işe yaradığı söylenemezdi çünkü Worhm durmadan üzerine seğirtiyordu.
Ve Edwin. O da sırt üstü yere düşmüş, üzerinde Worhmlardan biri vardı. Başını bana çevirdi, göz göze geldik. O an korkuyu hissettim. Tüm damarlarıma yayıldı. Ama Edwin’in korkusu kendisine değil, benim için gibiydi.
İliklerime işleyen korkuyla tüm uzuvlarım anında titremeye başladı. Önüme döndüm, gözlerimi yumarken ve boğazımı yırtan bir çığlık attım. Ayaklarım altında çırpındı. Tekme atmaya çalıştım. Ama üzerimdeki hayvan daha da öfkelendi. Kollarımı hareket ettiremiyordum, tek çare onlardı. Worhm’un yüzü, dişleri, iğrenç nefesi çok yakındı. Ölü gibi kokuyordu.
Worhm iki ayağının üzerinden yükseldi ve sertçe göğüs kafesime indiğinde, büyük bir çatırdama sesiyle kemiklerimden çıktığını sandım. Nefesim oracıkta tıkandı. Kollarımı yüzümden çekmedim. Sivri dişlerini göstererek hırladı yüzüme doğru. Bir çatırdama sesi daha geldi kulaklarıma. Yan gözle zemine baktım. Yer çatlamıştı.
Worhm’un üzerindeki yaratık yuları yukarı doğru çektiğinde, iki ayağının üzerinde bir at gibi şahlandı. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu. Dudaklarım aralanırken korkuyla, hızla kendimi yan tarafa doğru yuvarlayıp yüz üstü pozisyon aldım. Worhm yere öyle sert indi ki, yer olduğu gibi ikiye ayrıldı. Üzerindeki yaratıkla beraber yarığın içine düşen Worhm, yavru köpek gibi inledi. Pençesini zemine sapladı Worhm, kendisini yukarıya doğru çekmek için.
Başımı biraz yarığın içine uzattım. Gördüğüm şey, Worhm ve üzerindeki şeyden daha korkunçtu.
Zift karası bir şeyin, Worhm’un beline sarıldı sıkıca. Yarığın içine çekti. Başım durduramadığım bir şekilde titrerken zihnim, görüntüyü idrak etmeye çalışıyordu. Ne sonu görünüyordu ne de başı. Bedeni bir kolondan daha genişti. Siyah derisi pas parlaktı. Yılan, o yılan mıydı? Fakat çok büyüktü. Worhm’u sıktırdı, sıktırdıkça Worhm ve üzerindeki yaratık acıyla inledi. Sonra kemik kırılma sesleriyle, Worhm ve yaratığın dili eşikte kalacak şekilde can verdiler. Zift karası şey ikisini de yer altına doğru götürürken, kırılma sesleri ve fışkırın kan yarığı kırmızıya boyadı. Ama sonu gelmiyordu, çok uzundu çok. Lanet olsun, neydi o?
Şaşkınlığım ve gördüklerimin ne olduğunu daha idrak edememişken, giydiğim pantolona geçirilen sivri dişlerle, aşağıya doğru çekiştirildim. Sırtımı yeniden zemine buluşturduğum da, Worhmlardan birinin olduğunu gördüm. Yeniden üzerime zıpladı. İki elimi de aynı anda, çenesinin altına yerleştirdim, üzerime daha fazla gelmesine diye. Ama çok güçlüydü. Çıkardığı sesler, üzerindeki yaratığın gülmesi, direncimi kırıyordu.
Bir çığlık daha attım. Burada, şu anda onlar yüzünden ölmek istemiyordum.
Sırtımı, zeminin üzerinde hareket ettirdim sağa sola doğru. O anda bir şey battı tenime. Bir şey vardı. Sol elim hâlâ çenesinin altına yaslıyken, nefesimi tuttum ve sağ elimi sırtıma götürdüm. Parmaklarım sert bir şeye dokundu. Oraya bir şey koymamıştım. Ne varsa orada, hızla parmaklarımı etrafına sardım ve çıkardım. Bir hançer! Yakut kırmızısı renginde bir sapı vardı. Keskin tarafı ayna gibi parlıyordu. Kendi yansımamı gördüm orada. Korkan gözlerimi gördüm. Bu hançerin orada ne işi vardı?
Ve beklemedim. Sol elimi hızla çektim çenesinden. Yüzüme doğru saldırıya geçti o anda. Ve aynı hızla durmadım, Worhm’un çenesinin altına sapladım hançeri. Köpek yavrusu gibi inledi. Hançeri hızla oradan çektim ve kan olduğu gibi yüzüme fışkırdı. Gözlerimi kapamak zorunda kaldım.
Sıcak kan, buz tutmuş olan tenimin ne kadar soğuk olduğunu gösterdi. Worhm’un bedeni yanıma düştü büyük bir gümbürtüyle. Üzerindeki yaratığında boğazından kan fışkırmıştı ona bir şey yapmadığım halde. O ise küle dönüşüvermişti.
İğrenmedim kandan. Tereddüt etmedim öldürmekten.
Sımsıkı tuttuğum hançeri bırakmadan, göz kapaklarıma kadar kana bulanan gözlerimi araladım. Bakışlarımı ilk karşılayan Worhm’un üzerinde beni izleyen kişi oldu. O kimdi? Diğerlerinden farklıydı. Siyahlar içinde, ruh gibi beyaz tenli, buzz kesim saçları ve bir tilki gibi bakan gözlere sahip erkek. Normaldi. Bizim gibi.
Baktı baktı ve dudağının bir kenarında müphem bir tebessüm belirdi. Tilki gözleri keskinleşti. Worhm’un sırtında beliren dikenlerin arasında oturuyordu diğerleri gibi fakat yular değil, dikenlerden birinin başını kavramıştı. Oturduğu Worhm ise siyah değil, griydi.
Edwin’in acı haykırışı geldiğinde kulaklarıma, ona döndüm, yanağım sızlarken. Worhm’un altında sıkı sıkıya yumduğu gözleriyle yüzünü ondan kaçırmaya çalışıyordu sağa sola doğru götürerek. Yvonne ve Myron’un çığlığı geldi, sonra da Otis’in. Hepsi Worhmların saldırısına uğramış, pençelerinin altında debeleniyordu.
Çıkış yoktu. Kaçış yoktu. Ölüm mü? En yakın oydu!
Worhmların sayısı giderek artmıştı.
O kişi ise gülerek bizi izliyordu.
Derken, ıslık sesine benzeyen bir ses karşıdan geldi. Yvonne ve Myron’un üzerindeki Worhm yere yığıldı. Alnının ortasında bir ok ile.
Bir tane daha geldi ve o da Edwin’in üzerindeki Worhm’un bel boşluğuna saplandı. O da yere yığıldı. O kişi de dahil, hepimiz şaşkınlığa uğradık. Sonra da neşeli bir çığlık sardığında derinlerden, karşıya baktık. Fakat Yvonne’nin gülümseyerek karşısındaki yığılan Worhm’un alnına saplanan oka baktığını gördüm göz ucuyla.
Sislerinin içinden ışık hızıyla bir şey fırladı.
Atı ve kızağıyla beliren kişi, kızakla aldığı viraj yüzünden üzerimize karın gelmesine neden oldu. Hiç beklemeden elindeki yay ve oku, Otis’in üzerindeki Worhm’a çevirdi. Yayından ayrılan ok Worhm’un alnın ortasına saplandı. Üzerindeki yaratıklar da küle döndü.
“Saldırın!” dedi Worhm’un üzerindeki kişi sertçe.
Sırtına astığı sadağın içinden seri hareketlerle ok çıkardı, yüzünün yarısını kapattığı peçe yüzünden sadece gözleri görünen kişi, kızağına gelen her bir Worhm’u ok ile yere serdi. Gözlerine baktım dikkatlice. Gözleri renkliydi. Yvonne gibi. O Valentino’ydu.
Hançere daha çok sarıldı parmaklarım gülme isteğimi bastıramadan. Bize yardıma gelmişti. Gezgin!
“Binin!” diye haykırdı, okları atmaya devam ederken. Tanıdık sesiyle, artık onun Valentino olduğunu kesinlikle anlamıştım.
Edwin ayaklandı ve elimi tuttu. Yvonne ve Myron’da ayaklandığı gibi kızağın üzerine atladılar. Otis’e baktım. O da arkamızdan geldiğinde, Myron bana yardım etti çıkmam için. Bir köşeye sindim hemen. Üçümüz de bindiğimiz de, “atı sür Otis!” diye bağırdı Yvonne. Kızağın içinde duran yayı aldı. Bir köşede duran sadağın içinde de ok vardı. Onu da sırtına astı. Otis’de denileni yapıp kızağı sürmek için atı devraldı. Myron ve Edwin’de kızağın kenarına oturdular.
Ve Yvonne’de yayı kaptığı gibi ok atmaya başladı.
Ne Valentino ne de Yvonne, peşimizden gelen Worhmların hiçbirini ıskalamıyor, bir bir yere seriyordu.
Ve ona baktım. Worhm’un üzerindeki kişiye. Kaşları çatılmış, çene kemiği seğiriyordu sinirden. Ayaklarını Worhm’un yanlarına vurdu ve sislerin arasına karıştı. Hızlandıkça onlar geride kaldı. Geri de kalanlarda sislerin arasına karışan diğer kişiyi takip etmeye başladı.
Karın üzerinde son sürat giden atın aldığı soluklar ve çıkardığı nal sesleriyle, onları geride bırakmış, az önce büyük bir savaş verdiğimiz yer, yavaş yavaş gri sislere bırakıyordu kendisini.
Ne yaşamıştık az önce bilmiyordum. Soyutlanmışım gibi gerçek algım kayboldu.
Yanağım sızladı.. Parmak uçlarım ile yanağıma dokundum. Dokunur dokunmaz, acı daha da arttı. Minik bir inleme döküldü dişlerimin arasından. Parmaklarımı yanağımdan çekip göz hizama getirdim. Kan. Sadece kan vardı parmak uçlarımda. Diğer elimde tuttuğum hançere baktım bu sefer; keskin tarafı ve parmak boğumlarım da kandı. Oraya nasıl girmişti bilmiyorum ama bana epey yardımı dokunmuştu.
“Val!” dedi Yvonne nefesinin altından. Karşıya baktım. İkisi de ayakta, yaylarını sıkıca tutuyordu. Valentino peçesini indirdi. Sinir küpüne dönmüş bakışlarını her birimizin üzerinde dolandırdı. “Buraya gelmeniz saçmalıktı!” dedi dişlerinin arasından.
“Sen de geldin ama,” dedi Edwin, yeni yeni soluklanırken. “İyi ki de geldim, yoksa ölmüş olurdunuz!” dedi Valentino. “Nerden bildin?” diye sordu Yvonne. Aldığı nefesler yüzünden omuzları inip kalkıyordu. “Başımızın dertte olduğunu?”
Tarafsız Valentino, bize yardıma gelmişti.
Bana baktı Valentino. “Taşı bulmadığınızı anladım. Yoksa kıyamet çoktan kopmuştu.” Dedi.
Ve bu yüzden imdadımıza yetişmişti.
Bacaklarımı kendime daha çok çektim. Cehennemin bir diğer yüzünü yaşamış gibiydim saniyeler önce. Bu cümlesiyle de daha kendimi kötü hissettim. Taşı hissedememiş, birden fazla da ölümden dönmüştük.
“Söylediğin şeyleri tek tek gördük.” Dedi Yvonne. At arabasının kenarına oturdu. “Talimatlarını uygulamaya çalıştım ama,” dediğinde yutkundu. Yorulmuştu. Konuşamıyordu bile. “İyi iş çıkardık.”
“Onları sana Valentino mu dedi?” diye sordu Edwin.
Başıyla onayladı Yvonne. “Holigornları, Worhmları…” Soluklandı. “Hepsini.”
“Çünkü o bir Gezgin.” Dedim bir anda. Bunları anlatmasına şaşırmamıştım, tabii ki bilirdi.. Belki de bu yüzden Edwin yanımızda istemişti onu.
Kirpiklerimin üzerindeki kan pıhtısı ağırlık yapıyordu
Yvonne, Edwin’e baktı, minik bir hayal kırıklığı bakışlarında hissederken. Bana söylemesine hem şaşırmış, hem de bekliyormuş gibi bir hali vardı.
Valentino ise birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra dudağının kenarı alayla kıvrıldı. “O zaman görevimi de biliyorsun, Amaris.” Dedi son kelimeyi bastırarak. Aamon’a haber götüren biriydi. Sessiz kaldım, yüzüne öylece bakarken. “Ve,” dedi Valentino kaşlarını havaya kaldırırken. “Şu anda size yardım ettiğim için öldürülme ihtimalimi de.”
İçim kötü oldu. Tabii ki öldürülmesini asla istemezdim.
Valentino başını iki yana salladı. Sonra bir şey daha diyecekti ama yuttu. Edwin’in sorusuyla da dudaklarını geri kapadı.
“Bizi görmediler! Yani fark etmemişlerdir.” Dedi Edwin.
“Aamon’un yiyeni de oradaydı.” Dedi Valentino. Kaşlarım çatıldı. Lafa girmedim, devam etmesini bekledim. Valentino, Yvonne’ye döndü bunları yaptığımız için öfke ile dolup taşarken. “Sammeal!” dedi.
“Worhmlara yön veren. Aamon’un sadık yaveri. Buraların koruyucusu.” Dedi Yvonne’de mırıldanarak. Sırtıma battı, at arabasının kıymıkları.
Valentino başını salladı. “Evet, tam olarak o!” dedi.
Demek gördüğüm kişi oydu. Sammeal! Aamon’un yiyeni.
“Worhmların nereden haberi oldu?” diye sordu Valentino her birimize bakarken. “Holigornların saldırısı yüzünden.” Dedi Yvonne. Göz ucuyla Myrona’ baktım. Tam yanımda, köşeye sinmiş, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırarak oturuyordu. Başı ise önüne düşmüştü.
Valentino anlamayarak yüzünü buruşturdu. “Nasıl saldırısı. O salak yaratıkların nasıl saldırısına uğradınız?” dedi.
Yvonne çok kısa Myron’a baktı ve hemen önüne döndü. “Boş ver. Şimdi eve hızlıca dönmemiz gerek.” Dedi.
“Üzerindeki yaratıklar da neydi peki?” diye sordum. Kirpiklerimin üzerindeki kan pıhtısı ağırlık yapıyordu.
Derin bir nefes aldı Yvonne, bana bakarak. “Belial. Çirkin ve değersiz yaratıkların ta kendisidir. Efendinin en salak ve en sadık hizmetkarlarıdır.” Dedi.
Yüzlerini ve seslerini aklıma getirmemeye çalıştım ama zordu.
Hepimizin arasında sessizlik birkaç saniye uçurum olurken, Valentino karşıya bakıp, “Sammeal çoktan haberi uçurmuştur.” Deyip sessizliği yok etti. Yayını tek omuzundan geçirip sırtına astı.
Yüzümdeki kan kokusun adeta burnumun direğini sızlatmıştı. Buram buram o anda hissedivermiştim. Midem alt üst olmuştu.
Herkes ileriye baktı. Omuzumun üzerinden geriye dönüp baktığımda, dağı gördüm. Alçaktı ve fakat zirvesi de dahil tüm yamacı karla kaplıydı. Otis at arabasını durduğunda, hepimiz üzerinden indik.
Velentino atı çözdü. Kalçasına bir tane yapıştırdığında, at kişneyerek uzaklaştı. Sonrasın da arabanın içinden bir meşale çıkarıp ucunu ateşleyerek at arabasına tuttu. O anda alev alan araba yanmaya başladı.
“Bundan sonrası evimiz.” Dediğinde Edwin elimi tuttu. Yüzünde hüznün bir parçası olan gülümseme vardı. Kan olan yüzümü incelediğinde, yüzü daha da düştü. “Eve vardığımız da tüm kandan arınacaksın.” Dedi. Derin bir nefes alıp, kanı düşünmemeye çalıştım. Sakin olmam lazımdı.
“Tırmanın!” dedi Valentino.
Yorgun ve bir o kadar güçlü durmaya çalışan bu grup, dağa tırmanmaya başladı. Büyük ve dik yamacı yoktu. Kolaylıkla tırmana biliyorduk fakat yine de bacaklarımızın ağırlaşması kaçınılmazdı. Sessizce tırmandığımız dağın zirvesine vardığımız da, büyük bir huzursuzluğun tam ortasına düşmüşüm gibi içim daraldı. Kar yoktu burada.
Gök griydi. İçimize çektiğimiz hava griydi. Su griydi.
Sağ tarafta geniş fakat alçak bir şelale vardı. Altındaki büyük kayalara çarpıp yukarıya doğru büyük buharlara dönüşüyordu. Çıkardığı hırçın sesler, içimdeki korkuyu arttırıyordu. Şelaleden akan su, bir sınırdan sonra aşağıya doğru akmıyordu. Dağın altında ve ilerisinde su yoktu fakat toprağı fazlasıyla nemliydi. Sanki su buradan çekilmiş gibiydi. Koca koca kayalar fışkırmıştı, suyun olmadığı yerlerden.
Karşıya baktım. Uzakta olsa ufacık bir güneş parlaması görüyordum. Ama burası, soğuk ve kasvetliydi.
Soluma döndüm. Dilimi yutacağımı düşündüm. Bir okyanus büyüklüğünde, geniş ve ucu bucağı görünmeyen kapkara sular yer alıyordu. Dingindi. Üzerinde tek bir dalga belirtisi yoktu. Fakat soğuk ve iç bunaltıcısı olduğu kesindi.
“İkiye bölünmüş sular.” Dedi Myron kısık sesle. Hepimiz yan yana duruyorduk. Hepsinin bakışları ise dağın altındaki yerdeydi. At arabasında saklanıp Aamon’un bölgesine gittiğimiz vakit söylemişlerdi. Myron devam etti. “Bizden ayrılan sular.” Soluna baktı.
Bizden ayrılan sular mı?
“Şu anda geri çekilmiş, hızlıca gidelim.” Dedi Valentino. “Birazdan her yer sular altında kalır.”
Sakin ol Karina, sakin ol.
Durmadık, hızlıca dağın zirvesinden aşağıya doğru koşar adımlarla indik. Zemine ayağım bastığı anda geriye baktım. Dağın zirvesinden birkaç basamak, belirginleşmiş izler vardı. Yosun bağlamış ve kararmıştı. Su izi gibiydi. Bu kadar mı yükseliyordu?
Ya da sular geri geldiğin de iki yer birleşiyor muydu? Çünkü iki yerin arasında büyük bir alan vardı.
Dikkatimi oradan çekmeme neden olacak boğuk bir kadın sesi uzaklardan geldi. Edwin kolunun arkasına aldı beni duyar duymaz. Sadece gözlerimi çıkardım, karşıya bakmak için.
“Myron, Myron, Myron…” güldü. Kadını aramaya başladım suyun bittiği yerden itibaren. Ama göremedim. Derken, yeniden sesini duyurdu. “Kalbinin lanetlenmesine hazır mısın?” Sığ suyun ortasındaki büyük kayanın arkasından bir kadın yüzü belirdi. Hızla inceledim. Simsiyah saçlarını bir omuzunun aşağı dökmüştü. Masmavi gözleri, karanlık suların içinde bir inci misali gibi parlıyordu. Keskin yüz hatları, öldürücü bakışlarına eşlik ediyordu.
“Rowena!” dedi Myron mırıldanarak. Hepsi bir adım geri çekildi, kadın kayanın arkasından usulca yan tarafa doğru kayarken. Küçük dilim içime kaçacak sandım o an. Kuyruğu vardı. Lanet olsun kadının kuyruğu vardı. Deniz kızı mıydı o?
Olduğum yerde hareketlendim.
“Sirena, kız kardeşim seni biliyor.” Dedi ve suyun içinden olduğumuz yere doğru geldi. Göğüsleri ve teninin üzeri çokta olmasa, ikinci bir deri varmış gibi gizlenmiş, üzerin de ise siyah parıltılar vardı. Siyah kuyruğu parlak taşlarla bezenmişti. Titredi tüm uzuvlarım.
Kadın sinsice tebessüm etti. “Lanetine hazır mısın?” kıkırdadı. “Çığlıklarını burada bile duydum onun!” dediğinde, Yvonne Myron’a yapıştı. Sığ suyun içinden biraz daha yaklaştı yakınımıza ama devam etmedi, ondan sonrası su yoktu. Siyah kuyruğunu yanına getirdi.
Başını iki yana salladı. Güldü. Çok korkunçtu gülümsemesi. “Seni mahvedecek.” Dedi.
“Seni bile öldürmedi.” Dedi Myron çatallaşan sesiyle. “İhanetine rağmen. Bana da bir şey yapmaz!”
Kadın zehirli bir kahkaha attı. İrkilmemek için zor tuttum kendimi. Ama bir şey demedi. Gözleri yan yana sıralanmış bizlerin üzerinde gezdi. Önündeki kayanın üzerine yasladı elini. Tırnakları uzun ve siyahtı. Parmaklarını kayanın üzerinde yavaş yavaş hareket ettirdi. “Hepsi ölecek. Aamon, hepinizi öldürecek.” Dedi.
Bedenimin hepsini, Edwin’in büyük cüssesine sakladım.
“Gidelim.” Dedi Yvonne.
Sular usul usul yaklaşıyordu. Rowena denilen kadın da su ile birlikte geliyordu yakınımıza.
Yüzümü daha çok sakladım görmemesi için ve insanı boğan karanlık yerden uzaklaştık. Korkunç ve insanı düşündükçe deli edecek anılar, zihnimin en derin köşelerinde kendine yer buldu. Neler görmüştüm neler yaşamıştım bilmiyordum.
Holigorn.. Worhm.. Belial… Öldürülen yer cücesi… Korkunç deniz kızı… Ve nasıl lanetlediğimi bilmediğimi o kişi. Airen…
Gördüklerim ve sadece bunlarla sınırlı olmadığını bildiğim şeyler, dört duvar arasında sıkıştırmaya başlamıştı bile.
Ne kadar koştuğumuzu bilmiyordum ama neşeli insan sesleri ve tepeden vuran güneş ışığıyla sonunda Yvonne’nin evine varmıştık. Birçok dolambaçlı yoldan geçivermiştik ama zihnim başka şeylerle meşguldü, sadece ayaklarım onlara uyum sağlamıştı.
Eve girmedik. Yvonne ile beraber ormanın içine girdiğimiz zaman gördüğüm küçük göletin yanındaydık. Yüzümdeki kan kurumuştu. Pis kokusunu ve ağırlığını hissedebiliyordum her yerimde.
Şimdi niye bu göletin etrafında toplandığımızı anlamamıştım ama Myron içli içli gözlerimizin içine bakması yüreğimi acıtıyordu. Valentino yanımızda kalmayıp, uzaktan izlemeyi tercih etmişti bizi.
“Geri dönecek misin?” diye sordu Yvonne. Myron yutkundu. Cevap onda da yokmuş gibi bakıyordu, gözlerinin içine. “Dönmeye çalışacağım.” Diye bildi Myron.
Myron bize veda ediyordu. Üzerine su atılması, onu tedirgin etmişti. Bu yüzden eve değil, ilk buraya uğramıştık.
Yvonne soğuktan çatlamış dudaklarını ıslattı, gözlerini kaçırıp yutkunurken. Söyleyeceği her neyse, baya zorluyordu onu. Sonunda cesaretini toparlayıp, “Sirena,” duraksadı. “Öldürür mü seni?”
Omuzlarım içe doğru gömüldü sorusuyla. Ağrılar girmişti.
Myron hafifçe iki yana salladı başını. “Bilmiyorum.” Dedi. “Ama ucuz yırtmayacağım kesin.”
Yvonne kesik bir nefes çekti burnundan. “Dikkatli ol.” çenesini dikleştirdi. “Seni bekleyeceğim.” Yanağının içini ısırdı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yvonne’nin gözleri bu sefer, Myron’un kolundaki pençe izlerine takıldı. Edwin ve Myron Worhmlar yüzünden yara almıştı. Şu anda benim de yanağımda pençe izi olduğuna adım kadar emindim. Sızlıyordu orası. Yaranın üzerinde ise kurumuş kan lekeleri vardı. Hissedebiliyordum.
“Yarana müdahale et orada.” Dediğinde Yvonne burnunu çekip kolunu işaret etti kaşlarıyla. Myron güldü. “Eğer vaktim olsaydı senden isterdim. Merhemlerin meşhur.” Dedi.
Edwin’in parmağı kaşının üzerindeki yere dokundu burukça gülümserken. Buraya ilk geldiğim gün bir sargı sarılmıştı kafasına. Şimdi ise kaşının üzerinde minik bir iz vardı. Nasıl oluştuğunu daha bana söylememişlerdi bile.
Yvonne’de güldü. “Eğer,” dedi Myron’un gözlerinin içine bakarken. “Buraya yeniden gelirsen, söz istediğin her şeyi yaparım.”
Myron ve diğerlerinin tepkisi aynıydı. Şaşkınlık. Yvonne’nin böyle söyleyeceğini beklemiyorlar gibiydi.
“Söz mü?” dedi Myron.
Yvonne başını salladı. “Sen geleceğine söz veriyor musun?”
Myron başını salladı. Fakat burukça gülümseyen dudaklarının ardından tek bir kelime çıkmadı.
Yvonne derin bir nefes aldı. Ellerini yumruk yaptığını gördüm. İçinde bastırdığı duyguları dışa vurmamak için özenle gösterdiği büyük bir çabaydı adeta. Ama gözleri, ne hissettiğini açıkça gösteriyordu. Hüzün vardı. Acı vardı.
“Teşekkür ederim Tarafsız.” Dedi Myron. İçten bir gülümseme yerleşti dudaklarına. “Her şey için.” Bir adım Yvonne’ye yaklaştı. Kollarını iki yana açtığında, Yvonne yere baktı. Yvonne’de çekingen bir tavırla ona doğru bir adım atıp kollarını, Myron’un belinin etrafına sardı. Başını, göğsüne yasladı. Ve minik bir sarılmayla birbirlerine veda ettiler.
Ardından Myron her birimize sarılıp veda etti.
Edwin kolumdan tutup geri çektiğinde, “hazır mısın?” diye sordu. Yvonne ve Otis’de çekildi göletin kenarından. Tek kalan Myron’du orada. Edwin’e baktım, ne dediğini anlamaya çalışarak, fakat Myron bir anda soyunmaya başladığında kaşlarım çatıldı.
Giydiği postu, altındaki pelerini, gömleğini ve en sonda pantolonunu çıkarıp karşımızda sadece, siyah boxer ile kaldığında, gözlerim irice açıldı.
Ve kendisini bir anda göletin içine attı, balıklama bir şekilde.
Elim dudaklarımın üzerine kapandı şaşkınlıktan.
Yvonne o suya beni dokundurmazken, Myron içine dalıvermişti.
Suyun üzerinde oluşan baloncuklara ve minik dalgalara birkaç saniye baktıktan sonra, Myron başını ve gövdesinin yarısını suyun yüzeyine çıkardı. Myron’un bedenindeki değişimler, ikinci bir şok dalgasını üzerime atıvermişti. Göğsünün bazı yerleri tamamen kapanmayacak bir şekilde mavi ışıltılarla bezenmişti. Kolları ve parmakları da saydam bir mavilikle sarılmıştı. Turkuaz rengi gözlerine canlılık gelmiş gibi parlaklaşmıştı.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, diğerleri tepki vermeden Myron’u izliyordu.
Myron bana bakıp gülerek, “bende buyum Karina,” dedi ve suyun içine başını ve gövdesini geri soktu; o anda belden aşağısının sadece kuyruktan oluştuğunu gördüm. Mavi renkte parlak bir kuyruk. Dilim alınmış gibi kalakaldım öylece.
Myron geri çıkardı başını. “Deniz Suyuna Hakim Sirenler. Biz de buyuz.” Dedi.
Ne? Ne ? Ne?
Deniz Suyuna Hakim Sirenler mi?
“Kendinize iyi bakın.” Dedi Myron bizlere bakarak. “Ve dikkatli olun.” Bakışlarının son durağı Yvonne oldu. “Geri döneceğim.” Dedi. Suyun içine tekrar daldığında, mavi renkteki parlak kuyruğu çok kısa suyun yüzeyinde göründü. Ve bir daha da geri çıkmadı Myron.
Eve doğru yürüdük, Yvonne göletin kenarında oturmayı tercih ederken.
Gördüklerim aklımı başımdan almıştı. Bedenim yorgun düşmüştü. Gözlerim kendiliğinden kapanıyordu. Kendimi yatağa atmak ve uzun süre de oradan çıkmak istemiyordum.
****
Parmaklarını hareket ettirdi ama beceremedi. Tırnak diplerine kadar buza dönmüştü. Yanağının biri soğuk zeminin üzerinde uyuşmuş vaziyetteyken, kasıklarından vuran amansız bir acı, dişlerini sıktırmasına neden oldu. Kalkamıyordu. Hareket edemiyordu.
Kapalı göz kapaklarının ardındaki gözleri sağa sola doğru hareketlendi çok kısa. Kulak kabarttı. Boğuk ve kulağı delen ıslık sesi vardı. Üzerinde deli gibi esen tipiden haberi yoktu. Alnına düşen birkaç tutam saç, fırtınadan dolayı sağa sola doğru uçuşuyordu.
Yüzünü buruşturdu. Dişlerini sıktırdı. Kasıklarındaki acı yeniden nüksettiğinde, inledi. Saç diplerine kadar ulaşan sızı, parmaklarını yere geçirmesine neden oldu. O anda yerdeki karın soğuğu, irkilmesine neden oldu. Göz kapaklarının üzerine konuyordu kar taneleri. Oradan kirpiklerine ve dudaklarının üstüne. Fırtınayla beraber havada uçuşan her bir kar tanesi yüzünün her yerini kaplamıştı. Karanlıkla bir olan zihninde nerede olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Fakat beceremiyordu. Sanki zihni de, bedeniyle beraber büyük bir buz kütlesinin içinde gibiydi. Soğuk, teninin her yerini ısırıyordu.
Zor bela dudaklarını hareket ettirdi. Bir kelime döküldü arasından. “Abla…” İnledi acıyla. “Abla…” dedi yeniden. Sıcak nefesi, buz gibi havaya dönüşüp ciğerlerine hücum etti.
Fırtına daha da şiddetleniyordu. Bedeni yavaş yavaş karın altına hapsoluyordu. Derken, boğuk ıslık sesinin içinde başka bir şeyler daha duymaya başladı. Uzaklardan, ona doğru gelen adım sesleri. Her bir adımında, ayağının altındaki kar tabakası parçalanıyordu.
Geldi, geldi, geldi ve durdu.
“Abla…” diye sayıkladı.
Başucunda, kesilen adım seslerinin yerine bu sefer yavaş ve dingin nefes alışverişleri başladı. Onu izlediğini anlıyordu.
Durdu, durdu, durdu ve yeniden hareketlendi.
Adım sesleri bu sefer arkasına doğru ilerledi. Eğildiğini hissetti. Soğuk bedenine bir el dokundu. Omuzundaki baskı arttığında, bedenini usulca kendisine doğru çevirdiğini anladı. Direnemedi. Karşı koyamadı. Sırt üstü uzandığında, kirpiklerini birbirinden ayırmaya çalıştı ama zordu, yapamıyordu. Kar, engelliyordu. Gözlerinin içine giren her kar tanesinde daha sıkı yumuyordu.
Omuzundaki dokunuş geri çekilmedi. Acıyla yutkunduğunda, kasıklarındaki sızıyı yok sayamadı. Dağlanmış sivri bir hançer sokuyorlar gibiydi derisinin altına.
Saniye de bir ağrıya ve uçuşan kar tanelerine rağmen, yavaş yavaş araladı gözlerini. Görüntü bulanıktı. Etraf beyaza çalıyordu.
Fakat beyazın ortasında bir çift mavi göz, kendisini belli ettirmeye başladı. Başının üzerinde kahverengi bir şal vardı. Omuzlarının iki yanına dökülmüş kızıl saçlarının uçlarına, kar taneleri konmuştu. Biraz daha çabaladı görüntünün netleşmesi için fakat karşısındaki kişinin, yüzünün yarısında kahverengi bir peçe olduğunu sonradan fark edebildi.
Ama mavi gözleri… Bir nebze de olsa içinin ısıtılmasına yetti.
Karşısındaki kişi yaklaştı ona doğru. Yarısını görünen dudakları hareket ettiğini gördü ve zor bela ulaşan sesini işitti. “Kimsin?” Uğuldayan tipinin içinde, bir müzik melodisi gibi gelmişti kulaklarına.
Cevap verecek kadar kendinde değildi. Nerede olduğunu ya da kendisine ne olduğunu şu anda hatırlamıyor olsa da, zihnin köşelerinde yer edinen son anı bir daha yaşanmış gibi düşüncelerinde baş gösterip ağrısı şakaklarına vurdu. İçi burkuldu.
Zangırdayan dişlerini sıktırdı. Yutkundu. Kuruyan dudaklarını ıslattı ve kendisini zorladı. “Royan… Benim adım Royan.” Dedi mırıldanarak.
Görüntü git gide bulanıklaştı. Ayağı kalktığını seçebildi. Sonra da kollarının altında eller hissetti. Ağırlaşan bedeni, arkasındaki kişinin yardımıyla çekilmeye başlandı.
Daha fazla direnemedi. Zihni ve gözleri yeniden karanlığa hapsoldu.
Devam Edecek...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |