10. Bölüm

10.⭐

kadriş yazar
kadrisyazar_

Lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin :)

Keyifli okumalar <3

 

YILDIZLARA GÖÇ

10.BÖLÜM

Elliot James Reay-I Think They Call This Love

 

Şarkıyı dördüncü kez başa almış, dudaklarımdan silinmeyen bir gülümseme ile çevirisini okuyordum. Şarkının melodisi, hızla çarpan kalbimin sesine karışmış vaziyetteydi. Her bir Türkçe kelimesinde, dudaklarımdan dökülen minik kıkırtılara engel olamıyordum ki, bunun gerçekleşmiş olma ihtimali ben daha da heyecana boğuyordu.

Sınıftan nasıl çıktığımı, buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum bile. Her şey ışık hızında gerçekleşmişti. Hatırladığım tek şey, gözlerinin içi gülerek bana bakan Toprak olmuştu.

“Abi yeter ya, kıs şu şarkının sesini artık!” diyen bir kızın azarlar sesini duyduğumda, dudaklarımı dişlerimin arasına sıkıştırmış, hemen sesi, düşük seviyeye almıştım, çok olmasa da. “Gidip geliyoruz, hâlâ aynı şarkı çalıyor!” dedi yine aynı kız.

Haklı olabilirlerdi çünkü sesi son seviyesine kadar açmış, tuvaleti inletiyordum. Fakat bu ilk bana bağıranlardan değildi. Üçüncü falan olması lazımdı. Gelen geçen tüm öğrenciler, sesi kısmamam için uyarıda bulunmuşlardı. Hayatlarında ilk kez güzel bir şarkıyla kulaklarını şenlendiriyordum, aldığım muameleye bak?!

Kapı tıklatıldığında, başımı telefondan kaldırmış, karşıya bakmıştım. Sanırım bu sefer dövülecektim! Fakat gelen tanıdık sesle, rahat bir nefes vermiştim. “Belfü, ne zaman çıkacaksın oradan?” diye soran Zelem ile, kıkırdadım. “Kızım sınıftan öyle çıkılır mı? Aklımı aldın! Dedim herhalde, ishal olmuş, ortalığa bırakacak!” dediğinde bu sefer kıkırtım, sesli bir gülüşe bırakmıştı.

Umarım diğerleri de bu şekilde düşünmemiştir!

“Ya gülüyor musun sen? Yoksa gerçekten sıçıyor musun? Anlamıyorum sesini!”

“Hayır be!” dedim gülüşümün arasından. “Gülüyorum!”

“İyi çık o zaman! Ne işin var orada?”

O sırada telefonuma düşüne bildirimle, ekrana bakışlarımı indirmiştim ki, kapının arkasında durduğuna emin olduğum Zelem’in telefon bildirim sesini de duydum aynı anda. Okul sitesinden mesaj geldiğini gördüğümde, “oha ne?” diyen Zelem ile, aynı bildirimin ona da geldiğini ve ne yazılmışsa, hemen okuduğunu anlamıştım.

Okulun kaynayan kazan gibi dedikodunun yayıldığı siteye girdim hemen merakla.

ŞOK ŞOK ŞOK!

Sevgili canlarımız ciğerlerimiz olan, başarıyla bölgelerde nam salan son sınıf öğrencilerimiz için her yıl Yılkan Lisesi, büyük bir hassasiyet ve özenle hazırladığı mezuniyet töreni tabii ki bu yılda gerçekleşecek. Fakat dördüncü sınıflarımız, bu yıl farklı bir değişiklikle iradeye giderek, alt sınıfların kalbini kıracak bir öneride bulundular.

Zelem’in memnun olmayan söylemlerini ve tabii ki ağır küfürlerini işitirken, birkaç kızın daha tuvalette olduğunu, yazıyı okuduklarına kanaat getirdiğim konuşmalarını duymuştum. Hiçbiri memnun değildi.

Yazıya tekrar döndüm.

Üzülerek söylüyorum ki, sadece ve sadece bu yıl ki törene dördüncü sınıflar katılacak. :)

Hatta öyle ki, sınava odaklanmak ve daha iyi çalışabilmek için töreni bir hafta sonra yapılacak bir şekilde ayarladılar. Alt sınıflar, törene katılmak için illegal işlere kalkışmayın sakın ha ;) ;) ;)

Anında kaşlarım çatıldı. Mezuniyete nasıl sadece dördüncü sınıflar katılırdı ya? Aslında beklediğim bir olaydı. Bu seneki dördüncü sınıflar biraz şeydi, şeydi işte. Kimseyi beğenmez, kafalarına buyruk ve alt sınıfları birazcık ezikleyen tiplerdi. Böyle bir şey yapmaları kesinlikle gıcıklığınaydı.

Üstüne üstlük bir hafta sonraya alınması, onların fenalığını gösteriyordu. Kesinlikle hepsi, kıyafetlerini seçmiş tüm hazırlıklarını halletmişlerdir. Alt sınıflara hazırlanmaları için uzun bir zaman bırakmış olmuyorlardı! Çakallar!

“Off Belfü!” diyen Zelem’in sesini duyduğumda, oturduğum yerden kalkmadan önce ekranı kapamış, tuvaletin kapısını açıvermiştim, bir çift çatılmış kaşlar ve sinirle bakan arkadaşımı karşımda görürken.

“Çok saçma!” dedi Zelem, ekranda açık duran yazıya bakarken. “Benim aklıma gelmişti ya!” dedim hüzünle dudaklarımı ağzımın içine yuvarlarken. Ellerimi yıkamak için lavaboya doğru ilerlerken, Zelem’de arkamdan geliyordu homurdanarak. “Yeminle, şu dördüncü sınıfların başını mermere sürtesim var!” dediğinde Zelem, omuzunu lavabonun yanındaki duvara yasladı.

Telefonumu ona uzatıp, verdiğimde, avuç içime biraz sıvı sabun dökerek, suyun altında yıkamaya başladım. “Ne güzel toplu gider, birazcık yorum yapardık, oradaki kişilere!” dedi Zelem.

Derdini anlamıştım. Asıl eğlencesi oradaki kişilerle dalga geçmekti. Burnumdan gülüp, başımı iki yana salladım. Ama asıl eğlence gerçekten oradaki kızların ne giydiklerini falan görmekti. Hem bazen evlenme teklifi falan bile gelebiliyordu ne alakaysa? Onları görmeyi bende isterdim.

“Üzülme ya,” deyip suyun altından ellerimi çekerek, lavabonun içine doğru ellerimdeki suyun akması için çırptım. “Sen elbise giyinmeyi sevmiyordun, bir de o dert çıkacaktı başına.” Dediğimde, az da olsa iyi hissetmesini sağlamaya çalışıyordum.

Zelem alttan bakışlarını bana kaldırdı, ciddi misin? Der gibi bakarak. “Elbiseyle geleceğimi düşünmemiştin herhalde baloya gitsek bile?”

Anlamayarak başımı geriye doğru atarken, ellerimi çoktan kağıt havluyla kurulamaya başlamıştım. “Balo bu, tabi elbiseyle gelmen lazım.” Deyip ellerimi kuruladığım havluyu çöp kutusuna atıvermiştim.

Zelem sesli bir nefes verdi. “Asla! Spor ayakkabı, jeans ve sade bir tişört iş görürdü!” dedi, bu sefer ona sen ciddi misin? Der gibi bakarken. Fakat sorma gereği bile duymamıştım çünkü arkadaşımın öyle geleceğine emindim.

Zelem bu sefer gözlerini kısıp şüpheyle yüzüme baktı. “Niye o kadar çabuk çıktın sınıftan?” hafifçe kolumu dürtükledi bu sefer. “Soruları yapabildin mi? Ben kopya çektim ama yeterli olmaz!”

Dudaklarımı üst üste bastırdım, gülmeme engel olamadan. “Yaptım sayılır.” Dediğimde, iki yana doğru sallanmaya başladı bedenim heyecandan. Zelem’in gözleri daha çok kısıldı, “nasıl?” diye sorarken.

Alt dudağımı ısırıp geri bıraktım. “Toprak sayesinde.” Kalbim hızlandı. “Tüm sorularımı o yaptı.”

Zelem’in kısılan gözlerinin yerini bu sefer irice açılmasına bırakmıştı. Omuzunu yasladığı yerden çekerken, “nasıl kızım?” diye sordu. Bir omuzumu silkeleyip, bakışlarımı oynadığım ellerime indirdim. “Kağıtları değiştirdi.” Dedim kısık sesle. Kimsenin duymasını istemiyordum, kendimden çok onun başının belaya girmesini istemediğim için

Zelem’in tepkisini görmek için tekrar yüzüne kaldırırken, şaşkınlıktan bir karış aralanan dudakları az daha beni kahkaha atmaya zorlayacaktı. Yüzünün aldığı şekil daha komikti. Gerçekten epey şaşırmıştı. “Yemin ederim bugüne kadar Okan bana böyle bir şey yapmadı!” deyip dudaklarını ısırdı, başını iki yana sallarken. “Benim kağıdımı çalıp kendi yapmış gibi adını yazıp hocaya verirdi.”

Söylediği şey ile sesli bir kahkaha attım. Asla ikilemde kalmayacağım bir şey söylemişti Zelem. Okan’da öyle bir şey yapma potansiyeli çok yüksekti.

“Ee,” dedi Zelem, yeniden şüphe ile yüzüme bakarken. “Niye çabuk fırladın sınıftan? Ne güzel işte çocuk yapmış sorularını.”

“Öyle de,” yanaklarım kızardı. “Bir tek o değil.” beni asıl heyecanlandıran şarkı önerisi yazmış olmasıydı.

“Kızım başka ne yaptı bu çocuk? Yoksa tüm kağıtlarını çalıp mı yapacak sorularını?” dediğinde Zelem, yeniden güldürmeyi başarmıştı beni.

“Hayır. Kağıda şarkı önerisi yazmış. Onu görür görmez, buraya koştum dinlemek için.” Dedim.

Zelem dudaklarını tamamen ağzının içine yuvarlarken, başını yukarı doğru kaldırmaya başladı, büyük bir şaşkınlık onu ele geçirirken. Bakışları ise bu durumu en iyi anlatan şeydi. “Vay, vay, vay, vay.” Dedi arkaya arkaya. “Bu çocuk sana abayı yakmış.” Dediğinde, omuzuna hafifçe vurdum. “Ne alaka ya?” derken sesim içime kaçmış, bedenim sağa sola doğru sallanmaya başlamıştı.

Yanaklarım alev alırken, hızla Zelem’in koluna girdim, onu tuvaletten çıkarıp sınıfa doğru götürürken. “Ee haklıyım kızım.” Dedi Zelem. Utanıyordum, çok utanıyordum.

Zelem’e daha fazla cevap vermeden kendi sınıfımıza girdiğimizde, herkesin birkaç gruba ayrıldığını, kulağıma gelen konuşmalarla, bir hafta sonra yapılacak olan baloyu konuştuklarına emin olmuştum.

“Kızlar ya gördünüz mü?” diye soran Cıvıl bizi fark eder etmez, Bahri ve Okanların arka sırasında oturduğu yerden kalmış bize doğru gelmişti, bizde oraya toplanan gruba doğru ilerlerken. Hemen Zelem ile birbirimize bakıp neyi ima ettiğini anlamıştık.

“Gördük!” dedik aynı anda Zelem’le.

“Ne berbat bir şey, ne alaka yani? Biz onlara ne yapacağız?” dedi Cıvıl kollarını göğsünde toplayıp bu duruma sinirleri bozulmuşçasına.

“Pisliklerine yaptılar.” Dedim.

“Siz kendi derdinize yanın, ben gidiyorum.” Diyen Okan’ın sesini duyduğumda, üçümüzde o yöne baktık. Okan sırtını duvara yaslamış, ayaklarını ise sıraya çıkararak bıyık altından gülüyordu, dişlerinin arasına aldığı kalem ile oynarken. Bahri ise yanında oturmuş, Togan ve birkaç kişide etrafındaydı.

Zelem’in bir adım masalarına doğru ilerlerken, kollarını göğsünde birleştirerek, “Gizli girmek yasak salak. Sokmazlar seni oraya!” dedi alayla.

Okan güldü, tek kaşını havaya kaldırıp Zelem’e bakarken. “Gizli gireceğimi kim söyledi?” dedi imayla.

Bahri araya girdi. “Okan’ı, üst sınıflardan bir kız davet etti.” dedi.

Şaşkınlıkla kaşlarım havalanırken, göz ucuyla Zelem’e baktım.

Zelem önce alayla güldü ardından kaşları çatılırken, “nasıl yani, Okan’ı bir kız mı davet etti? Hangi aptal o?” derken, Bahri’den bakışlarını çekip Okan’a bakmıştı.

Okan güldü. “Cazibemi fark edenler olmuş demek ki.” Dedi.

Zelem yerinde hareketlendi. “Hangi kız?” diye sordu.

Okan omuzlarını silkeledi. “Söylemem!” dedi çenesini dikleştirirken.

Zelem’de omuzlarını silkeledi. “Bende inanmam!” dedi. Tekrar Bahriye baktı. “Hangi kız?” diye sordu.

Fakat arkadaşımın sesindeki küçük bir farklılık vardı. Burukluk. Olabilir miydi? Belli ettirmemeye çalışsa da, ifadesi büyük bir darbe almış gibiydi. Ne yalan söyleyeyim bende beklemiyordum.

Bahri, bilmiyorum dercesine omuzlarını indirip kaldırırken, iki yana açtığı kollarıyla bu işe bulaşmam tavrını takınmıştı. Tabii ki söylemezdi.

“Kabul etmemişsindir eminim ki.” Dedim gülümserken. Okan asla bir kızla değil baloya gitmek, bakkaldan bir şey almak için bile gitmezdi. Çünkü Zelem’e olan aşkını herkes biliyordu. Fakat Okan’ın verdiği cevap, ben dahil Zelem’i de şoka uğratmıştı.

“Ettim.” dedi düz bir sesle ve birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra, Zelem’e çevirdi. “Bazı kızların değerimi bilmesi güzel, bazılarının aksine.” Deyip kalemi tekrar dişlerinin arasına aldı.

Zelem dilini yanağının içinde oynattı. Son cümlesinin Zelem’e olduğunu anlamıştım.

“Yalan olduğu çok belli.” Dedi Zelem zoraki bir şekilde gülerek. “Eğer öyleyse,” deyip kaşlarını havaya kaldırdı, öne doğru üst bedenini hafifçe eğerken. “Yakana çiçek takmayı da unutma!” dedi büyük bir alay ve sert sesle.

Okan öpücük atıp başıyla onayladı dediğini. İkisi de birbirleriyle dalga geçiyordu. Fakat Okan’a n’oluyordu? Maşallah dediğim iki güne bozuluyordu, yemin ederim.

Zelem, Okan’ın tepkisine sadece gözlerini devirmiş, kollarını çözerek oturmak için sıramızda doğru ilerlemeye başlamıştı. Bende onun arkasından ilerlerken, gözlerim Okan’ın Zelem’in arkasından attığı yarım gülüşündeydi. Gerçekten bir kızın onu davet etmesine hâlâ şaşkın ve inanmıyordum! Fakat asıl şaşkınlığım daveti kabul etmesiydi.

Önce ben geçip oturduğumda, Zelem’de hemen arkamdan sırasına oturmuş önünü bana çevirmişti. “Gerçekten onu bir kızın davet edeceğine inanıyor musun?” deyip burnundan güldü. Eğilip karşıya baktım, gözlerim kısılırken. Okan gülerek, etrafına toplanan kişilere bir şey anlatıyordu.

Zelem’de omuzunun üzerinden çok kısa bir bakış atıp önüne geri dönmeden önce Okan kalabalıktan bakışlarını çekmiş, Zelem’e bakarak göz kırpmıştı. Zelem’in tekrar gözlerinin devirmesine neden oldu.

Omuzlarımı silkeledim. “Bilmiyorum ki. Hiç ciddi halini görmediğim için inanmıyorum!” dedim.

Sesli nefes verdi Zelem, dudaklarında minik bir tebessüm yer edinirken. “Tabii ki inanma kızım. Yalan söylüyor. Hiçbir kız gelip buna teklif etmez.”

Bakışlarım bu sefer Zelem’e döndüğünde, gözlerim ona şüpheyle bakmaya başlamıştı. Okan’ı kıskanıyor muydu? Çünkü yüz ifadesi ve sesi baya gergin görünüyordu. Söylediklerine kendisi de inanmıyor gibi bir havası vardı.

“Günaydın çocuklar. Herkes bir buraya baksın!”

İçeriye giren sınıf öğretmenimizin sesini duyduğumuzda, yanındaki yabancı kız ile sınıftaki uğuldamalar anında kesilmişti, bizim de dikkatimiz ona yönelirken.

Herkes gibi hızla gelen kızı incelemeye başladım.

Kızıl saçları omuzlarının iki yanından dökülmesine izin verirken, mavi gözleri arada kaçamak bir şekilde sınıfın üzerinde çok kısa tutuyor, ardından önünde kenetlediği ellerine iniyordu utangaç bir şekilde.

Okul sitesinde bahsi geçilen kızdı, yapılan betimlemeden hemen anlamıştım. Çünkü okulda böyle biri yoktu. Demek bizim sınıfa gelmişti.

“Bu sene aranıza yeni bir arkadaşınız geldi.” Dediğinde Matematik hocası gülümserken, bir elini de kızın omuzuna koymuştu. Ve fısıldaşmalar başladı her yerden.

Çünkü okula yeni gelen bir kızdan çok, ne sebepten dolayı buraya gelmesi daha çok dikkat çekiciydi. Erkek arkadaşı öldürülmüştü, yazıdan hatırladığıma göre. Üstüne üstlük, üzerine atılmasından son anda paçayı yırtmıştı.

Kız derin bir nefes aldıktan sonra, dudaklarını ısırıp geri bıraktı.

“İstersen kendini sınıfa tanıtabilirsin canım.” Dedi hoca.

Kız yutkundu, parmaklarıyla oynamaya başlarken. Epey gergin görünüyordu.

“Adım Anka,” dediğinde kısık sesle, erkeklerden birkaçı, “vay kendi gibi ismi de güzelmiş.” Deyiverdi gülerek. Kız daha çok gerildi fakat bakışlarını asla kaldırmadı.

Hoca kaşlarını çatıp sınıfa baktı, “sessiz olun!” uyarısını yaparken.

“Yılışıklar!” dedi Zelem, erkeklere dediğini bildiğim kısık bir sesle.

“Devam et canım.” Dedi hoca yeniden gülerek.

Adını artık öğrendiğim Anka, yutkunup derin bir nefes alarak devam etti. “Anka Vlasov.” Deyip bakışlarını hocaya kaldırdı, başka bir şey söylemek istemediğini belirterek.

“Rus musun Anka?” diye sordu erkeklerden biri.

“Ruslara bayılırım.” Dedi biri daha.

Her söylediklerine gülerek kahkaha atıyorlardı.

“Susun lan!” diye yükselerek ayağı kalktı Okan. Gülüşmeler yavaş yavaş durmaya başladı.

Anka’ya baktım. Gerçekten güzeldi ismi gibi.

“Tamam canım. Tanıştığımıza memnun oldum.” Dedi hoca ve arka sıralara doğru bakıp, “oraya geçebilirsin.” Dediğinde, Anka başıyla onaylayıp seri adımlarla sırasına doğru geçmeye başladı. Omuzuna astığı çantasını çıkarıp masanın yanına bıraktığında, göz göze geldik.

Sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdim. O da belli belirsiz gülümseye çalıştı fakat çok başarılı olduğunu söylenemezdi. Geri önüne dönüp parmaklarıyla oynamaya başladı, ayaklarını sıranın altına koyup sallamaya başlarken.

Onun için zor bir durum olmalıydı. Nasıl hissettiğini anlayamasam da, gerçekten üzülmüştüm yaşadığı şeye.

Daha fazla gerilmesine sebep olmadan önüme döndüm.

Bu ders boyunca Zelem durmadan kaçamak bakışlarını Okan’a atarken yakalamıştım. Her bakışının ardından önüne geri dönüp başını iki yana sallayarak, aklından silmek istiyormuş gibi tavırlara girip çıkmıştı. Okan ise birkaç defa attığı bakışlardan sonra, dönüp bakmamıştı artık bu tarafa. Hatta bir ara masaya kafasını gömüp uyumuştu bile. Gerçekten şu anda takındığı tavır, hiç mantıklı gelmiyordu. Daha diğer derse kadar masaya kağıt fırlatıp, benimle çıkar mısın? Yazıları uçuşuyordu. Şimdi ne oldu da, bir kız ile baloya gidecek kadar bir şeyler değişmişti? Bir de bu kız Zelem değilse!

Erkekler normal değildi!

Soyunma odasından siyah şort ve göbeğimin bir tık açıkta bırakacak crop ile çıkarken, ellerini belinin kenarına yaslayıp ayakta durarak, Cıvıl’a bir şeyler anlatan Zelem’in söylediklerine kulak kabarttım. Cıvıl dinlemiyordu bile. Arada onaylayan sesler çıkarıyor, bakışlarını asla telefondan kaldırmıyordu.

Tüm sınıf, benim gibi şort ve croplarını giyinmiş, beden dersi için okulun spor salonunda, voleybol oynayacaktık.

“Yani sen inanabiliyor musun Cıvıl?” diye soran Zelem, olduğu yerde, bir ileri bir geri, gidip geliyordu. “Yani hangi kız onu davet eder ki?” güldü alay ederek. Çıkardığım okul formamı, kendime ait dolaba koyarken, Zelem’in bu tepkisine sessizce gülmüştüm.

Geri önüme dönerken, bakışlarım bir köşede sessizce oturmuş olan Anka’ya çarptı. Teneffüste yanına gidip tanışmıştım fakat çok fazla yakınlık gösterememişti. Onu da daha ilk gün olmasına bağlıyorum. Elbet alışacaktı. Tabii bir diğer olaysa, teneffüste sınıfın önüne yığılan meraklı bakışlar olmuştu. Hepsi Anka’yı görmek için, birbirlerini eziyordu. Kız tabii ki, çekinecekti!

Anka’dan bakışlarımı çekip, ayakta duran arkadaşıma göz ucuyla baktıktan sonra, oturaklardan birine oturarak ayakkabılarımı bağlamaya başladım.

“Sen inanıyor musun Belfü?” diye sordu Zelem, bana baktığını anlayıp başımı kaldırdım yüzüne. “İkilemdeyim hâlâ.” Dediğimde, bu sefer telefonunda oynayan Cıvıl’a bakıp, “Bahri bir şey söyledi mi Cıvıl? Ya da sen kızı gördün mü?” diye sordum. Zelem’de hemen Cıvıl’a dikkatini vermiş, başparmağını gergince dişlerinin arasına almıştı.

Cıvıl başını telefondan kaldırıp, iki yana salladı. Zelem cevabı aldığında, başını yukarı kaldırıp, boşluğa doğru öfkeli bakışlarını atarken, ellerini iki yana indirdi.

Zelem karakterinin dışında davranıyordu. Aşırı tepki vermesi anormal değil miydi? Ya da bir şeyler mi oluyordu?

“Hem,” dedi Cıvıl sinsice gülümseye başlarken. “Biz Bahri’yle gizlice gireceğiz baloya. Sizde gelirsiniz. ”

Kaşlarım havalandı, fikirlerinin saçmalığına. “Güvenlik koyacaklardır kapıya. Girmek o kadar kolay olmaz.” Dedim. “Hem evde oturup bir şeyler izlemek daha keyifli olur. Siz de gelirsiniz bize.”

Ellerini birbirine sürttü Cıvıl sinsi bir plan aklına gelmiş gibi. “Elbet açıklarını yakalarız!” dedi.

Gülerek başımı iki yana salladım. “Lütfen kayda da alın, çünkü o hallerinizi görmek istiyorum.” dedim.

“Ceren’in sevgilisi var.” Diye kendi kendine söylenen Zelem’e baktım. Parmaklarını sırayla kaldırmış hesap yapıyordu. “Sude desen, daha yeni ilişkisi oldu.” Bir gözünü kapadı düşünürken. “Başak, Okan’a asla bakmaz!”

Bu saydıkları isimlerin hepsi dördüncü sınıflardan olması hem şaşırtmış hem de istemeden güldürmüştü beni. “Ciddi misin Zelem? Gerçekten Okan’ı hangi kızın çağırdığını mı öğrenmeye çalışıyorsun?” diye sordum.

Dudaklarını ıslatıp genzini temizledi, gergince yerinde hareketlenirken. “Yok be, sadece kızı öğrenmeye çalışıyorum ki hani bir sorunu falan mı var, yoksa Okan’ı mı kandırıyor anlamaya çalışıyorum.” Dedi, zor da olsa gülerken. “Yoksa aklıselim insan yapmaz da!” deyip kollarını göğsünde bağladı.

“Öyle bile olsa seni beni bağlamaz demi?” diye sordum altından bir şeyler bulmaya çalışırken.

“Tabi tabi.” dedi hemen Zelem, umurunda değilmiş gibi gösterirken. “Kimin umurunda. Zaten kimse onu davet etmemiştir.”

Zelem bir iki defa bu konuşmayı dile getirse de, tüm kızlarla beraber bizde soyunma odasından çıkıp, spor salonuna girdiğimizde, erkeklerin çoktan sahanın içinde olduğunu gördüm. Kimisi basketbol oynuyor, kimisi ayağıyla top sektiriyor kimisi ise filenin iki yanında birbirleriyle voleybol oynuyordu.

Sahanın içinde Okan’ın sesi yankılandı hemen. “Kızlar gelin, beraber oynayalım.” Dedi.

“Salak!” diye söylendi Zelem gözlerini devirirken.

Sahaya ilerledik.

“Anka!” diye bağırdı Okan. Anka sahanın ortasına gelmek yerine, tribün koltuklarından birine oturmuş, Okan’ın bağırmasıyla, irkilmeden duramamıştı. “Voleybol sever misin? Gel oynayalım.” Dedi.

Anka başını iki yana salladı ve önüne indirdi bakışlarını.

“Kızı korkutma!” dedi Zelem, Okan’a bakarak.

“Yakar top oynayalım mı?” diye sordu Cıvıl heyecanla.

“Evet ya.” Dedim bende hemen.

“Ya sonra bir yerinize top gelince bize bağırıp ağlıyorsunuz.” Diyerek dahil oldu Bahri.

Zelem kollarını önünde bağladı. “Geçen ayak bileğini tutarak, oyundan çıkan sen değil miydin?” diye sordu alaya alarak. “O topuda ben atmıştım, sana!”

Hatırlayınca bu anı güldüm.

Bahri kolunu havada savurup, “o öyle olmadı bi kere. Sadece ayağımı burktum.” Dedi kendini savunmaya geçerken.

“Ee ben topu atınca oldu.” tek kaşını havalandırdı Zelem. “Demek ki, ağlayanlar sizlersiniz!”

“Ay evet aşkım. Sizsiniz.” Dedi Cıvıl süzüle süzüle. Bahri bir şey demeden başıyla onayladı Cıvıl’ı.

“Ooo,” dedi Okan. “Demek aşkıma geçtiniz ha?” deyip güldü.

Bahri’nin yanaklarını kızardı, cilveli bir şekilde Cıvıl’a bakarken. İkisinin bu halleri de gözüme aşırı tatlı gelmişti.

Okan topu bir kere yerde sektirip tek elinde tutarken, “yakar top olmaz.” Dedi.

“Niye?” diye sordu hemen Zelem. Bu sefer imayla kaşı havalandı. “Bunda da seni davet ediyoruz işte, niye kabul etmiyorsun?” diye sordu, kollarını göğsünde birleştirirken.

Baloya davet edilmesine ima ediyordu.

Okan yanağının içini ısırdı, belli belirsiz gülerken. Bayık bakışları Zelem’deydi. Ardından işaret parmağının arkasıyla burnunu siliyormuş gibi yaparken, göğsünü kabarttı bir hindi gibi. “Öyle her gelen davetleri kabul etmiyorum, güzelim ben.” Dedi.

“Hı,” dedi Zelem güler gibi. “Tabii ortada bir davet olsaydı güzel olurdu.”

Şu anda ikisinin arasındaki çatışmayı, diğerleriyle keyifle izliyorduk.

Okan, üst bedenini Zelem’e eğdiğinde Zelem tiksinmiş gibi geri çekildi.

Okan güldü bu tepkisine. “Resim atarım sana oradan.” Dedi ardından.

Zelem gözlerini devirdi, sesli nefes verdiğinde.

Okan bıyık altından gülmeye başlarken, topu bir kere daha zeminde sektirmek için başını eğdi. Zelem’in bu hali onu baya keyiflendiriyordu. Bize geri bakarken, “voleybol oynamamız gerek çünkü daha finalist olmadık. Çalışmamız gerek.” Dedi Okan.

Okan’ın bu sefer imalı bakışları beni bulurken, kaşlarımı çatmadan edemedim. Niye öyle bakıyordu?

“Çalışmaya,” dedi ve kaşlarını hızlı bir şekilde kaldırıp indirdi. “Toprak’ta geliyor!”

Ne?

Olduğum yerde hareketlendim, kalbim ismini duyar duymaz göğüs kafesime basınç uygulamaya başlarken.

Okan başını diğer tarafa çevirdiğinde, “gel abicim.” Diye bağırdı. Zelem, Cıvıl ve Togan bana baktı aynı anda. Bahri ise pişmiş kelle gibi karşıma sırıtıyordu. Tabii ki onlar beni diğerlerine karşı savunma yapsa da, dalga geçmekte ön saflarda bekliyorlardı.

Bakışlarım, Okan’ın baktığı yöne doğru çevrildiğinde, tebessüm ederek bu tarafa doğru gelen Toprak’ı gördüm. Kalbim şu anda eline düşse, yeridir. Çünkü böyle bir hızı, magandalar bile düz yolda yapamazdı.

Yanında takımdan birkaç kişi daha vardı. Üzerinde her maçta giyindiği siyah forması vardı. Bakışları çok kısa beni bulduğunda, nefesim boğazımda tıkandı. İlerlerdi, ilerledi ve olduğumuz yere geldiğinde durdu ve Okan ile el sıkıştı. Ardından Bahri’yle. Ardından bizim üzerimize yoğunlaştığında bakışları, hepimize minik bir baş hareketiyle selam verdi, belli belirsiz gülerken.

Çekine çekine bende baş hareketiyle selam verdim.

Okan kolunu Toprak’ın omuzuna koydu. İmalı bakışları en çok benim yüzümde dursa da, Toprak’ı dürtüklüyordu arada. Mal mısın Okan? Bacaklarım soğuk suyun altında kalmış gibi deli gibi esiyordu altımda, bu yüzden. Her an düşebilirdim.

Çekingen bakışlarımı oraya buraya atsam da, fayda vermiyordu.

“Kızlarda bizimle oynayacak.” Dediğinde Okan, yan yana duran o ikisine baktım. Toprak’ın bakışları zemindeydi ve kaşları havalandı söylediği şeye. “Gerçek yüzünü göstermekte emin misin?” diye sordu Toprak.

Okan güldü. “Ne var oğlum gerçek halimde?” diye sordu.

“Ne yok ki!” dedi Bahri’de.

“Gerçek yüzünü görmüş olduk!” diye mırıldandı Zelem, arkasına bakmış gibi yaparken.

“Çünkü biraz insan dışı davranıyorsun!” dedi Toprak, Okan’a bakıp yüzünü buruşturarak.

“Biraz az kalır kanka.” Dedi Bahri gülerken.

“Oynayalım ya.” Dediğinde Cıvıl, Toprak ve Bahri aynı anda ellerini iki yana açıp siz bilirsiniz moduna girmişlerdi. O anda kısa bir bakış attığında bana, dudaklarımı ıslatıp yutkundum.

“O zaman adam seçiyorum.” Dedi Okan, kenara biraz çekilip topu iki elle tutarken. Gözlerini kısıp bize baktı. En son Zelem’de durdu. “Seni seçtim pikachu.” Dedi.

Zelem gözlerini devirip istemeye istemeye Okan’ın yanında geçti. Bu sefer Okan’ın bakışları bende durduğunda, “gel güzelim.” Dedi, Toprak’a da imalı bakışlarını atmayı da ihmal etmemişken.

“Olmaz.” Diye karşı geldi Toprak hemen. “O benimle.”

Gözlerim yuvalarından fırlayacak kadar açılırken, ona çevirdim bakışlarımı hızla. Nefes almayı unutuvermiştim, böyle bir şeyi beklemiyor olduğumdan dolayı.

“Hu hu.” Dedi Bahri ve Okan, beni çok fazla utandıracak bir şekilde.

Diğerleri de kıkırdamıştı.

“Tamam kanki, senin olsun. Elinden almayacağım.” Dedi Okan, imalı imalı.

Toprak hemen genzini temizleyip önüne döndü, başını önüne eğerken. Söylediği şeye o da utanmıştı.

Derin bir nefes aldım ama asla yeterli değildi fakat gülümsetmişti de. Minik adımlarla yanına gidip durdum. Göz ucuyla bana baktı ve tebessüm etti.

Cıvıl, Bahri, Okan ve Zelem aynı takımdan olurken, ben Toprak, Togan ve Toprak ile birlikte gelen kişiler bizim takımdaydı. Herkes yerine geçmişti. Olduğum yerde hafifçe bacaklarımı iki yana açmış, ellerimi iki yanına vuruyordum, zeminde top sektiren Toprak’a bakarken.

“Şimdi herkes kendisine dikkat etsin,” dedi Toprak bize bakıp, karşı takıma bakışlarını çevirirken. Diğer takıma acıyormuş gibi bir hale bürünmüştü. “Asıl o takım kendisine dikkat etmeli.”

Bu dediğine anlam veremediğim için kaşlarım çatılmıştı.

İlk topu atmak için çizginin dışına giderken, çok kısa bakışmıştık, hemen gözlerimi kaçırıp önüme döndüm.

Allah’ım yardım et çünkü bu kulun şu anda eli ayağı tutmuyordu. Değil voleybol oynamak, yürüyecek dermanı yoktu.

Karşı takımda yerlerine geçmişti. Fakat şu anda tek dikkatimi çeken, gözleri deli gibi bakan Okan olmuştu. Alttan diktiği bakışları, topu atacak Toprak’tayken, burnundan soluyordu.

Ondan bakışlarımı çekmeme neden olan çıkan sert vuruş sesi ve karşı takıma doğru füze gibi ilerleyen topun ta kendisi olmuştu. Top olduğu gibi Cıvıl’a doğru giderken, Cıvıl’ın korkudan gözleri büyüdü. Tam o anda Zelem ve Okan, aynı anda kızın önüne atladığında, çarpıştılar ve top yere düştü.

“NE YAPIYORSUN?!” diyen Okan Zelem’e doğru dönüp bağırdığında, Zelem bu tepkiyi beklemediğinden irkildi, kollarını göğsünde siper ederken. Ki ben de dahil, diğerleri de asla bu tepkiyi beklemiyordu. Tepkisiz kalan Bahri’ydi. Toprak’a döndüğümde o ve maçta oynadıkları arkadaşları da tepkisiz duruyordu.

“Ben demiştim.” Diyen Toprak’ın sesini duyduğumda, başımı yan tarafıma çevirdim. Aramızda birkaç santim varken, ellerini belinin kenarına yaslamış, karşıya bakıyordu.

“CIVIL, KIPIRDA!” deyip köpürerek Cıvıl’ın üzerine doğru giden Okan’ın sesine dönmek zorunda kaldım. “Ne bağırıyorsun ya?” dedi Cıvıl içine kaçan sesle. Gözleri dolmuştu fakat bir anda hırçın bir civcive dönüşerek, “BAĞIRMA BANA GERİZEKALI!” diyerek aynı şekilde karşılık verdi Okan’a. Bu sefer irkilerek kaçan Okan’dı.

Top geri bize gönderildi. Yeniden Toprak atacaktı. Yerine geçerken, omuzumun üzerinden arkama baktım. Topu iki kere yerde sektirip, parmaklarını saçlarının arasına daldırıp geriye yatırdı. Fakat birkaç saç teli alnına düşüvermişti. Kaçamak bakışlarını çok kısa olsa da, yakalıyordum bana atarken.

“Herkes, düzgün oynasın yeminle öldürürüm sizi.” Diyordu Okan takımına. Toprak ise buna gülerek karşılık veriyordu. Topu havaya kaldırdı ve smaç vuruşu yaparken yeniden bu sefer sert değil, çok hafif vurmuştu fakat bu bile diğerleri için yakalanacak türden değildi. Ben gibi mesela!

Karşıya baktım, yerimde kıpırdarken. Aşırı tepki veren şu an Okan’dı. Sahanın içinde bir oraya bir buraya gidiyor, diğerlerine fırsat vermemeye özen gösteriyordu. Toprak ve Bahri’nin dediklerini şimdi anlamıştım çünkü Okan yüz seksen derece karakter değişimi yaşıyordu şu anda. Komik ve alaycı çocuk gitmiş, hırslı ve sinirli birine dönüşüvermişti.

“Zelem sende, Zelem sende.” Diyordu Okan. Zelem kendisine gelen topu hafifleterek Okan’a pas verdi ve bizim olduğumuz yere gönderirken, Togan yakalamaya çalıştı topu fakat kaçırmıştı.

“Tamam sorun değil.” dedi Toprak, takımı sakinleştirmek için.

Yeniden sahanın ortasına gelmiş, aramızda birkaç santim bırakarak yanımda durmuştu.

Derin bir nefes alıp, tırnaklarımı avuç içime batırdım. Genzimi temizleyip, topu ilk kim atacak tartışması yaşayan diğer takımdan bakışlarımı çekip Toprak’a baktım.

Nefesimi kontrol altında tutmaya çalışıyordum, fakat ona bakarken, zor ve imkansızdı.

“Bugün için,” dedim gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırmaya engel olamadan. Toprak bana baktı anında. Bugün bana çok güzel bir iyilik yapmıştı. Dün de yapmıştı. İlk önce sınava çalıştırmıştı, sonra da sınavdan düşük almamı engelleyerek tüm sorularımı yapmıştı. Teşekkürü hak ediyordu.

Toprak başını omuzuna eğerken, bedenini bana döndürdü, belli belirsiz gülerken.

Tebessümüm dudaklarımda genişledi, bende ona dönerken. “Çok teşekkür ederim.” Dediğimde, onunda gülüşü genişledi. Karşı karşıyaydık. Gözlerimizi birbirinden ayırmıyorduk. Ve bir anda adımlarını bana doğru atmaya başlarken, nefesim boğazımda asılı kaldı.

“DİKKAT!”

“BELFÜ!”

Art arda ismimi ve çığlıklar duyduğumda, Toprak’ın adımları durdu ve karşı takıma baktı, bende başımı o yöne çevirdiğimde, yüzüme doğru gelen bir adet top ile ne çığlık atabilmiş, ne de geriye doğru kaçabilmiştim. Top, sert bir şekilde yüzümle buluşmuş ve kendimi kalçamın üzerine düşerken bulmuştum. Koca bir siktir!

“Öldü mü?” diye soran Okan’ın sesi derinlerden geliyordu.

“Saçmalama salak!” dedi Zelem’de.

Yanaklarımda eller hissediyordum, tabii bir de uyanmamı söyleyen karmakarışık sesler duyuyordum.

Gözlerimi yavaşça araladığımda, görüş alanımda ilk onu gördüm. Toprak’ı. Şapşal bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Toprak’ta gülümsemeye başladı. “İyi misin Kar Tanesi?” diye sordu. Fakat sadece dudaklarının hareketini görebiliyor, boğuk gelen sesi, suyun altındaymışım gibi hissettiriyordu.

Kollarımdan tutup kaldırdıklarında, anında burnuma bir bez parçası bastırdılar. Oraya doğru bakmak istediğimde, Toprak işaret parmağını çeneme yaslayıp kaldırdı hafifçe başımı ve yeniden gözlerinin içine baktım.

“Oraya bakma Kar Tanesi.” Dedi, gözlerimin içine bakarken. “İyi misin?” diye sordu tekrardan. Gözleri, sesi çok fazla endişeliydi.

İyi olup olmadığımı bilmiyordum. Yüzüne sadece boş bakışlarla baktım.

Bayılmış mıydım?

“Ölmedi şükür!” dedi Okan elini göğsüne bastırıp rahat bir nefes verirken.

“Hayvan gibi top atarsan, tabi öldürürsün.” Dedi Zelem.

Hepsi etrafımda dizlerini kırarak oturmuşlardı. Yüzüme endişeli ve korkmuş gözlerle bakıyorlardı.

Yutkunup, elimi, burnuma bastırılan bez parçasının üzerine koymak istemiştim fakat başka bir elin üzerine koyduğumu hissettiğimde, o kişinin Toprak olduğunu anladım. Burnumda duran bez parçasını sadece o tutuyordu.

“Sadece beş saniye baygın kaldın.” Dedi bana bakarak. Dudaklarını üzgün olduğunu belirten bir şekilde ağzının içine yuvarladığında, “korkma fakat bir de burnun kanadı. Ama durur birazdan.” Dedi.

Kaşlarım havalandı. Burnum mu kanamıştı?

“Ya Belfü tepki ver kızım. Nasıl boş boş bakıyor ya.” Dedi Okan ağlamaklı sesler çıkarırken. Toprak ters bir bakış attı, ayakta duramayan Okan’a. Okan hemen sustu.

Gözlerimi kırpıştırdım, boş bakışlarım yerini korurken. Toprak burnuma bastırdığı bez parçasını geri çekmiş, belli belirsiz çattığı kaşlarıyla kontrol ettikten sonra, silmeye başlamıştı etrafını. “Kanama durmuş.” Dedi, tebessümle. Fakat hafifçe silmeye devam etmişti.

Ben ise öylece onları izliyordum.

“Gel revire götüreyim seni.” Dedi Toprak doğrulurken. “Kalka bilir misin?” diye sordu alttan bakışlarıyla yüzüme bakarken. Bakışları, yüzümün her yerindeydi. Saçlarının ucu terlemişti, alnında birikmişti boncuk boncuk. Sonbahar gözleri, felaket derece de yakındı bana.

Omuzlarımı silkeledim, bilmiyorum dercesine.

“Ben götürürüm.” Diye atıldı Okan, kolumdan tutup ayağı kaldırmaya çalışırken. Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım, canımın yandığını belli eden inlemeler çıkarırken. Toprak’ta Okan’a bakıyordu, şaşkınlıkla.

“Sen dur salak.” Dedi Zelem hızla Okan’ı yanına çekip, koluna girerken. “Sen götür Toprak.” Dedi bu sefer.

Toprak başını salladı. “Hadi gidelim.” Deyip elimden tuttu. Boşta kalan elimle, burnumu silmekten de geri duramamıştım. Gözlerimin önüne getirdiğimde, birazcık kan bulaştığını gördüm ve başım dolanmaya başladı. “Sanırım,” deyip gözlerimi kapadım. Fakat yine de kalkmaya çalıştığımda, daha fena dolanmaya başladı. “Sanırım kalkamayacağım.” Dedim yutkunarak.

“Sorun değil.” dedi Toprak ve arkasını dönüp, “sırtıma bin.” Diyerek eliyle gösterdi, omuzunun üzerinden bana bakarken. Sırtına binmek mi? Kaşlarım havalandı, diğerlerinin yüzüne bakarken. Zelem gözlerini irice açmış binmem için hevesle bakıyordu. Togan ve Cıvıl’da birbirleriyle yarışacak kadar heyecan içindeydi.

Burnundan kısık sesle güldü Toprak. “Bekliyorum.” Deyip önüne döndü. Yutkunup başımı salladığımda, ellerimi zemine bastırıp doğruldum ve kollarımı Toprak’ın boynunun etrafına doladığımda, o da hemen ellerini dizlerimin iç kısmına yaslayıp, sırtında artık ben varken ayağı kalktı.

Tek bir zorlandığını belli eden sesler çıkarmamış, kolay bir yük eşyası gibi sırtına almıştı.

“Bizde arkanızdan geleceğiz.” Dedi Zelem, kolunu Okan’ın koluna daha çok sararken. Fakat asla inanmamıştım. Yine bizi yalnız bırakma planıydı, gözlerinde okunan ifade.

Nefesim o anda boğazımda asılı kaldı, kalbim yerinden çıkarcasına çırparken. Şimdi çarpmanın etkisiyle dönen başımın yerini, aşk yerini almıştı. Ah Allah’ım şu anda Toprak’ın sırtındaydım ve beraber spor salondan çıkıyorduk. İnanılır gibi değildi.

“Hangi kız lan o?” diye soru soran Zelem’in sesini duymuştum fakat şu anda tüm duyu organlarım Toprak’ı algılamak için ayarlanmıştı. Çenemi omuzuna yasladım, yan profiline bakarken. Kalbim balyoz gibi göğsümü dövüyor, oradan çıkıp Toprak’ın sırtına saplanacak kadar etki ediyordu hızı.

“Özür dilerim.” Dedim mırıldanarak. Onu yormak istemiyordum, bu yüzden kendimi çok kötü hissediyordum. Toprak kaşlarını çattı ve başını yan çevirdi ama bana bakmadı. “Ne için?” diye sordu anlamayarak.

“Beni sırtında taşıdığın için.” Dediğimde bu sefer, “teşekkür ederim.” Diye ekledim.

“Önemli değil Kar Tanesi.” Dedi iyi hissedeceğim bir ses tonuyla.

Koridora çıkmıştık. Meraklı gözler, şaşkın bakışlar, hakkımızda söylenen uğultular, anında üzerimize yoğunlaşmıştı. Yanımızdan geçip insanlar, bir daha arkasını dönüp bize bakıyordu, doğru görüp görmediklerini anlamak için. Allah’ım bayılacağım!

Bedenimi saran utangaçlıkla, sadece gözlerimin görüneceği bir şekilde Toprak’ın sırtına saklamıştım, yüzümü.

Oha diyenler, çüş diyerek bön bön bakanlar ve tabi ki alay eden kelimeler. Hepsi, hepsi vardı.

Önüne geri döndü. Derin bir nefes aldığını hissettim, inip kalkan sırtı yüzünden. Çocuğu resmen hamalım yapmıştım. İlk önce beni bisikletle eve bırakmıştı şimdi ise, sırtında taşıyordu. Gerçekten bir yerlerden taşıyordu beni çocuk.

“Kar Tanesi,” dediğinde, “hı?” diyerek biraz üst bedenimi doğrulttum fakat bize bakan bakışları yeniden fark ettiğimde yerime sindim. Bana her bu şekilde seslendiğinde, kalbimdeki kıpırtıyı nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Lakabım, onun dudaklarına çok yakışmıştı.

“Biliyorum sırası değil ama,” dediğinde, sağ kolumu biraz boynundan geçirip kalbinin tam üzerine gelinceye kadar uzattım ve durdum. Bu hareketim, o anda nefes almayı kesmiş gibi ifadesini duraksatmıştı.

Elimi bastırdım göğsüne.

Kalbi… Kalbi deli gibi atıyordu. Avucumu dövüyordu kalbi.

Benim kalbim gibi atıyordu.

Yorulmuş muydu?

Ya da heyecanlı mıydı?

“Benimle bir yere gelir misin?” diye sordu, yeniden başını yan tarafına çevirirken.

Bu soruyu beklemiyordum ya da nereye gideceğimizi bilmiyordum.

Hiç beklemeden, “Gelirim.” Dedim.

Güldü Toprak. “Ama daha nereye gideceğimizi söylemedim ki.”

“Olsun.” Omuz silktim, tebessüm ederken. “Gelirim.”

Ben seninle her yere gelirdim.

Gülüşü derinleşti, kalbimi yerinden sökmeye yetecek bir güçle. Başını iki yana sallarken hafifçe, alt dudağını dişlerinin arasına alıp karşıya baktı. “İyi o zaman.” dedi mırıldanarak. Sırtında taşıdığı beni birazcık daha yukarı kaldırdı.

Titrek nefeslerim kaçtı dudaklarımın arasından. Yanaklarım alev alabilirdi şu anda. “Bin beş yüz derece.” Dedim bir anda. Evet bu yanaklarımın ne kadar andığını gösteren bir dereceydi.

“Hı?” dedi Toprak anlamayarak. Hemen dudaklarımı üst üste bastırdım utanarak.

“Yok bir şey.” Dediğimde, göz ucuyla yüzüne baktım. Gülüyordu.

Sustum ve bende kollarımı boynunun etrafına sararken, teninden yayılan bal ve kurabiye kokusunu içime çektim.

Revire girdiğimizde, hemşire direkt ne oldu? diyerek yanımıza koştu.

“Top çarpması.” Dediğinde Toprak, bir tane olan sedyenin yanına gelip arkasını dönerek, usulca eğildi ve üzerine bıraktı beni. Hemen geriye doğru sürünüp yerime yerleştim. Önünü bana döndü, dudaklarındaki tebessümle. Başımı eğdim çekingen bir şekilde. “Teşekkür ederim.” Dediğimde, “her zaman Kar Tanesi.” Dedi.

İçeri o anda bizimkiler daldı.

“Boş bakışları silinmiş şükür.” Dedi Okan, yanıma fırlayarak. Zelem, Togan ve Cıvıl imalı bakışlarını bir bana bir de Toprak’a atarken, Toprak kapıya doğru ilerleyip omuzunu yasladı, kollarını göğsünde birleştirip bize bakarken, gülümsemesini de eksik etmiyordu dudaklarında.

Burnum kırılmış kadar oldu ama olsun, değerdi bu anıya.

 

****

Taylor Swift-Daylight

Bisikletin pedallarına yüklenmişken, en sevdiğim şarkılardan birini açmış, kulaklıkla dinlerken eve gidiyordum. Bizimkilerle ayrılmadan önce hemşire burnumun kırılmadığını söyleyerek rahatlatmıştı beni. Fakat felaket derece de ağrıyordu bu yüzden ağrı kesici vermişti iki gün kullanmam için.

Eve vardığımda, bisikletin üzerinden indim. Direksiyonun iki tarafından tutup duvara yasladım. Telefonu cebimden çıkarıp şarkıyı kapattıktan sonra, kulaklıkları da kulağımdan çıkarıp cebime geri koydum hepsini.

Kapıya doğru yaklaşıp açmaları için tıklatmaya hazırlanmıştım ki, kapı bir anda açıldı ve yüzüme doğru patlatılan şey yüzünden geriye doğru çekilmiş çığlık atmıştım, kolumu yüzüme yaslarken. Bu neydi şimdi? İçeriye bomba mı yerleştirmişlerdi?

“Irasshaimase.” Diyen tanıdık sesle, korkudan kesilen nefesim yüzünden ağır ağır kolumu yüzümden indirmeye çalışırken, karşımda, elinde konfetiyle gülümseyerek babamı, yanında ise sırıtarak duran annemi gördüm.

Gözlerim o anda büyüdü. “Baba?” dedim ve hiç beklemeden kollarımı boynuna sardım. Babam da sıkıca sarıldı bana. Onu karşımda asla beklemiyordum hele ki başımdan aşağı konfeti patlatırken, hiç beklemiyordum.

Geri çekildim. “Ne zaman geldin baba?” diye sorup bu sefer anneme baktım. “Niye bana haber etmedin anne?”

Babam güldü. “Sürpriz yapmak istedim canım.” Dedi fakat o anda kaşlarım annemin üzerindekilerini görür görmez çatıldı. Baştan aşağı süzerken onu anlamsız bir ifadeyle, annem yelpazeyi yüzüne tutup yelledi hoşuna giden bir tavırla.

Yeniden babama baktığımda, o da aynı şeyi giyinmişti.

İkisinin üzerinde de Japonya’ya ait geleneksel kıyafetlerinden olan Kimono vardı. Annemin ki bebek pembesiyken, babamın ki, lacivert rengindeydi.

Kon’nichiwa, canım.” Dedi annem bildiği tek kelimeyi söyleyip boşta kalan eliyle kıyafetin kenarından biraz tutup kendi etrafında dönerken. “Nasıl olmuşum Kar Tanem?” diye sordu bu sefer, yelpazeyi yeniden kullanırken.

Boş bakışım arttı. “İyi.” Dedim ne söyleyeceğimi bilemeden.

“Sana da aldım Kar Tanem. Git giyin hemen.” Dediğinde babam heyecanlı bir şekilde, kaşlarım çatılarak kafamı geriye attım. İki yana salladım hemen. “Almayayım ben.” Dedim.

Babam uzun süredir, dedemin ihtiyacı olan kumaşları alması için Japonya’ya gönderilmişti. Bugün gelmesi beni fazlasıyla şaşırtmış ve mutlu etmişti.

İçimdeki özlem yeniden kabarınca babamın belinin etrafına kollarımı sarıp başımı göğsüne yasladım. “Seni çok özledim babam. Keşke daha önce haber verseydin, sana kek yapardım.” Dedim çocuksu bir sesle. “Bende sizi çok özledim canım benim.” Saçlarımın üzerinden birkaç defa öptü, özlemini giderebilmek için.

“Yemekten sonra yaparsın Kar Tanem.” Dedi annem.

Geri çekilirken, yapmacık bir sinirle anneme baktım. “Niye demedin anne ya? Hani anne kız aramızda sır olmayacaktı?”

Annem yelpazeyi yüzüme tutup salladı. Hemen yüzümü buruşturup geri çekildim. “Babana söyle onu. Tembihledi beni söylememem için.” Dedi. “Hâlâ aramızda sır olmaz.” Deyip gözlerini kıstı.

“Ee,” dedim heyecanla babama bakarak. “Başka ne getirdin oradan?” gözlerimi kıstım yüzüne bakarken. “Dedem ile görüştün mü?” diye sordum.

Babam gözlerini devirdi sesli gülerken burnundan. “Kuru bir hoş geldin ile geçiştirdi fakat istediği kumaşları görünce küçük bir takdir eden gülümsemesini bahşetti bana.” işaret parmağını dudağını yaslayıp sessiz olmamı ister gibi yaklaştı babam bana. Bende istemeden yaklaştım, merakla. “Hem bu kıyafetten dedene de aldım. Giyinmesi için ısrar et.” Dedi kısık sesle.

Gülerek geri çekildim başımı iki yana sallarken hafifçe. “Baba olmaz, dedem hayatta giyinmez.” Dedim onun gibi kısık sesle. Ki bende giyinmek istemiyordum.

O sırada mutfaktan çıkarak, yemekleri salona götüren Dante’yi gördüğümde, yüklenen gülme kriziyle elimi dudaklarımın üzerine kapadım. Çünkü şu anda Dante’nin üzerinde de Kimono vardı. Ve felaket derece de yakışmıştı. Dante yan bakış attı bana duraksarken. “Lütfen gülmeyin Belfü Hanım.” Deyip gururlu bir ifadeyle başını dik tutup yürüdü. “Yemek hazır gelebilirsiniz.” Dedi giderken. Dudaklarımı ağzıma yuvarladım, gülmemi bastırmak için ama elimde değildi.

Üçümüz de salona yürüdük, babama sarılmışken.

O akşam tüm aile hep beraber yemek masasında toplanmış, babamın anlattığı komik anılarla yüksek kahkahalar atıyorduk. Annem de babam da, üzerindeki kıyafetleri çıkarmamış, üstelik benimde giyinmem için baya bir ısrar etmişlerdi.

“Japonya mükemmel bir yer.” Dedi babam, etten bir parça ağzına atarken. “İlerde ailecek oraya taşınabilir-” diye devamı getiremeden, dedemin uyarıcı öksürüğüyle yarıda kesildi. Hepimizin bakışları dedeme yöneldi bu sefer. Gözlüğünün üstünden babama attığı bakışları, susması için sessizce konuşuyordu.

“Burası yetmiyor mu sana?” dedi dedem, etini keserken. Babam gerildi, gülümsemesiyle bastırmaya çalışırken. “Öyle demedim babacığım,” yutkundu. “Belki İpek ve Kar Tanem’de görmek ister, belki de sizde.” Dediğinde, dedem hemen başını salladı olumsuz anlamda. “Onlar için de burası yetiyor.” Dedi dedem bana kısa bir bakış atarken.

Burasından başka bir yerde yaşamayı hiç düşünmemiştim. Çünkü burayı çok seviyordum. Arkadaşlarımı, okulumu, evimi… Hepsini çok seviyordum.

“Haklısınız babacığım.” Dediğinde annem ile babam birbirlerine baktılar. Ardından önlerine dönüp sessizce yemeklerini yemeğe başladılar.

“Seni bırakacağımızdan mı korkuyorsun yoksa dede?” dedim gülerek. Dedem bu sefer gözlüğünün üstünden bana bakış attı. “Eğer öyle bir düşüncen varsa dede unut, çünkü asla seni bırakmayız. Yani istesen bile bizden kurtulamazsın.”

Dedemi sonunda gülümsetmeyi başarmış hatta sesli bir kıkırtısını da duymayı elde edebilmiştim.

Dedemin korkusu da buydu. Ondan ayrı yerlere gitmek. Onu yalnız bırakmak. Fakat değil bizim, babamın bile böyle bir düşüncesi yoktu. Ne kadar huysuz biri olsa da onu çok seviyorduk.

“O zaman,” dedim hepsinin yüzüne bakarken. “Ben size güzel bir portakallı kek yapayım.” Sandalyeyi geri itip yerimden kalkmadan önce masadaki telefonumu da alıvermiştim. “En çok yaptığın kekleri özledim Kar Tanem.” Dedi babam üzgün bir suratla.

Onlara gülümseyip mutfağa girdim. Hemen telefondan güzel bir şarkı açıp tezgaha koyduktan sonra, kek için malzemeleri hazırlamaya başladım.

Toz şeker, yumurta, ay çiçek yağı, süt, bir bardak portakal suyu, portakalın rendelenmiş kabuğu, kabartma tozu, un ve tarçını önüme koyduktan sonra işe koyulmaya başladım.

Her malzeme de şarkıya eşlik ediyor, kendi etrafımda dönerek aklıma, sonbahar gözlü çocuğu getiriyordum. Sırıtmama engel olamıyordum. Biri dışardan beni izlese, deli olduğumu düşünebilirdi fakat ben sadece aşıktım.

Tüm malzemeleri ekledikten sonra, karışımı kek kalıbına dökerken, burnum yeniden sızladı. Acı bir inleme dişlerimin arasından çıkarken, yüzümü buruşturmadan edemedim. Fakat acının yerini, ondan sonra yaşananlar gelince minik kıkırtılar dudaklarımdan döküldü.

Kalıbı alıp fırına sürdüm, kendimle baya baya gurur duyarken. Ellerimi çırpıp pişen keke baktım. Annemin sesini duyunca arkamı döndüm. “Kar Tanem, hadi git sende giyin gel.” Dediğinde annem, bir çocuk gibi boynunu bükmüş suratıma bakıyordu.

Babamın aldığı kıyafeti giyinmemi istiyordu.

Babam da gelince yanına, “fotoğraf çekiniriz.” Dedi.

İkisinin de el çekmeyeceğini bildiğimden, bıkkınlıkla omuzlarımı düşürüp, “peki.” Dedim. Onlar arkamdan sevinirken, odamın yolunu tuttum. Girdiğimde odaya, yatağın üzerine düzenli bir şekilde serilmiş kıyafeti gördüm. Sesli bir şekilde gülmeden edemedim. Benim ki de bebek pempesiydi fakat üzerinde kocaman kocaman çiçek işlemesi vardı.

Vakit kaybetmeden giyinmiş, odadan tam çıkarken durmuştum. Geri dönüp Toprak’ın dedesinin evine gittiğimiz zaman taktığım çantanın içini açmaya başladım. Güneş’in bana hediye ettiğini yeşil kanatlı kuğu origamisini ve ondan önce gitar odasında bulduğum, üzerinde kar işlemeli olan origamiyi ve bir de bugün kitabımın arasından çıkan origamiyi aldım.

Yüzümdeki tebessüm, genişlerken, kalbim küt küt atmaya başlamıştı bile.

Onları da alarak odadan çıktım. Babam ve annem beni gördüğünde kocaman sırıttı.

“Ay çok yakışmış.” Dedi annem sevinçle.

“Renk seçimim harika.” Dedi babam da, kendisiyle gurur duyarken.

Merdivenleri inip bakışlarımı üzerime indirdim. Dudağım kendimi beğenmiş bir ifade ile büzerken, bu sefer kendi etrafımda döndüm. “Bence de çok güzel oldum.” Dedim, bizimkilere bakarken. Beğenmiştim gerçekten.

“Hadi hadi,” dedi babam eliyle annem ile yan yana gelmemi ister gibi sallarken. Elinde dijital kamerası vardı.

O sırada telefon gelen bildirim ile izin isteyip baktım. Fizik notları açıklanmıştı. Yazıyı görür görmez, gözlerim fal taşı gibi açıldı ve o anda okul ve bizimkilerin olduğu gruptan mesajlar yağmaya başladı. Hangi ara bakmışlardı ya?

Yutkunup girdim siteye. Ve o anda not karşıma çıktı. 85.

“Teşekkür ederim, teşekkür ederim.” Diyerek olduğum yerde zıplamaya başladım. “İyi ki varsın, iyi ki varsın.” Deyip kendi etrafımda dönmeye başladım.

“Ne oldu?” diye sordu, annemle babam aynı anda.

“Fizikten 85 almışım.” Dedim heyecanla. Ellerimi kalbime yasladım. Teşekkür ederim, sonbahar gözlü çocuk.

Annem inanmayarak gözlerini kıstı. Tabii inanmazdı, sayısalım leş gibiydi.

Ama onun sayesinde bu kadar yüksek not alabilmiştim. İyi ki vardı, iyi ki varsın!

“Tebrik ederim canım kızım.” Dedi babam yanaklarımdan öperken. Annem de daha fazla öyle bakmayarak, tebrik amaçlı öpüvermişti beni.

O heyecanla, otuz iki diş sırıtırken, anneme sarılıp poz vermeye başladım kameraya. Aynı anda yelpazelerimizi açmış yüzümüze tutmuştuk, babam arka arkaya resimlerimizi çekmeye başlarken. Sonra babam ile çekildim, sonra üçümüz çekilmek için kamerayı tezgaha yasladık. Girdiğimiz garip haller, mutfağı bol ve sıcak kahkahalarımızla dolup taşmasına neden olmuştu.

Bir taraftan da pişen keki fırından çıkarmış, kesip tabaklara koyarken babam resimlerimi çekmeye devam ediyordu. Annemi ayrı çekiyordu. Gülümsemesini yakalamak için her anını çekmeye çalışıyordu. Kek yerken bile çekivermişti babam bizi. Ağzım gözüm kaymıştı epey o sırada.

Yarım saatimiz kek yemekle ve gülüp resim çekmeyle geçerken, Onları mutfakta yalnız bırakıp, kendime ayırdığım kek dilimiyle dışarıya çıktım. Kapının önüne oturduğumda, yanıma Kristal’de uzandı. Telefondan şarkı açtım kısık sesle.

Zaz, Belle.

Belki de ömrün boyunca bir şarkı dinlesen deseler, artık bu şarkıyı seçerdim. Çünkü bu şarkı artık bana özeldi, bana güzeldi. Herkes dinleyebilirdi ama bilirdim ki bu şarkı bana hediye edilmişti.

Bakışlarım bu sefer bisikletime ilişti. Tekerinde duran kar işlemeli süs, güldürdü beni. İlk hediyesiydi bana. Sonra verdiği bere. Anılarım artıyordu onunla.

Avuçlarımda sakladığım origamilere baktım bu sefer. Olabilir miydi? Toprak mı yapıp bırakmıştı bunları? Düşüncesi bile çok güzeldi. Fakat kalbim deli gibi onun olduğunu söylüyordu. Kalp yalan söylemezdi. Hissederdi.

Kapı açıldı. İçerde iki şalla annem çıktığında, gülümseyerek birini benim sırtıma, diğerini de Kristal’in üzerine örttü. “Hava biraz serin.” Dedi annem. Gülümseyip, teşekkür ettim, şalı bedenimin etrafına sararken.

Annem içeri girdi tekrardan.

Telefon elimde titrediğinde, burnumu çekip ekrana baktım. İnstagram’dan gelmişti ve gönderen kişinin adını gördüğümde, telefonu yüzümü yapıştıracak derece de yaklaştırdım.

@toprak_ Size mesaj göndermek istiyor. 1

Ne? Ne? Ne?

Hangi Toprak?

Ellerim titredi. Mesaj kutusuna girdim hemen ve o anda mesajını gördüm.

Dinledin mi?

Soluk soluğa hızla, profile tıkladım ve sırtı dönük, elinde gitar ve üst tarafı çıplak olan ve bu profile girip çıkmaktan kim olduğunu gayet iyi bildiğim kişi sonbahar gözlü çoktan başka kimse değildi.

“NE?!” diye bağırdım. Kristal irkildi yanımda. Başını okşadım, özür dilerken. Fakat şu anda daha fazla çığlık atabilirdim.

Olduğum yerde hareketlenip kupkuru olmuş genzimi yatıştırmak için yutkundum. Mesaj kutusuna girip kabul ettim hiç beklemeden. Kalbimin hızı yüz seksendi.

Sorduğu soruyu işledi beynim. Evet bu soru beni baya zorlasa da -çünkü bu çocuk aklımı yitirmeme neden oluyordu- neyi kastettiğini anlamıştım.

Sınav kağıdıma yazdığı şarkıdan bahsediyordu.

Hızlıca yazdım.

Evt.

Görüldü…

Ne, hemen görüldü mü?

Evt ne kızım. Çabucak sildim mesajı. Düzgün yaz, özürlü gibi durma.

Evet, dinledim.

Görüldü…

Yazıyor…

Kalbim duracak!

Peki beğendin mi?

Gülümsedim. Beğenmemek elde mi?

Çok beğendim, çok güzeldi :)

Parmaklarım yoktu şu anda. Tüm uzuvlarımın kontrolü devre dışıydı.

Yazıyor…

Sevindim :)

Hadi bakalım sende bir şarkı öner o zaman bana ;)

Ne şarkı önerisi mi?

Hangi şarkıyı öneriyim ki? Tüm şarkıları dinleyince sen aklıma geliyorsun zaten. Hangi birini söyleyeyim. Ama durun! Şu anda Toprak ile mi mesajlaşıyorum ben?

Bedenim ileri geri sallanmaya başladığında, dudaklarımdan dökülen minik kıkırtılara engel olamadım. Kristal başını kaldırıp baktı bana masum masum. Kendimi durduramıyordum, mal mal gülüyordum. Allah’ım öleceğim.

Durun, görüldü olmasın.

Hemen mesaj yazmaya başladım, aklıma ilk gelen şarkıyla

Kaan Boşnak, seni buldum ya.

Onu iyi ki bulmuştum. İyi ki Yılkan vardı ve iyi ki bu küçücük dünyada beraber var olmuştuk. 1

Görüldü…

Nefesim sıklaştı, çünkü üç dört dakikadır hâlâ mesajım görüldüdeydi.

Yazıyor…

Güzelmiş, sevdim.

Ne yani üç dört dakikadır attığım şarkıyı mı dinliyordu?

Yazıyor…

Uzak bir kıtada sıfırdan başlayıp…

Şarkının sözlerini yazıp atmıştı. Ve o anda gerisini yazmak için oluşan dürtüye engel olmadım. Tuşlara bastım kendiliğinden.

Hiçbir şey almayız gerimizden…

Görüldü…

Yazıyor…

Artık favorim :)

*bir resim gönderdi*

Heyecanla ne attığını merak ederek tıkladığımda, açılan resimde Güneş ve kendisi vardı. Telefonu birazcık yukarı kaldırmıştı Toprak, diğer kolunun altında Güneş varken, ikisi de bir gözünü kapamış poz vermişlerdi.

İkisini de bu görüntüsü ılık bir şeyin kalbime doğru akmasına neden oluverdi.

Yazıyor…

Güneş seni çok özlemiş. Belfü abla arkadaşım bir daha yanıma ne zaman gelecek diye soruyor da. 1

Derin bir nefes aldım. Nefes falan yetmiyordu şu anda.

Bende Güneş’i çok özledim. Ne zaman isterse gelirim.

Görüldü…

Bir ıslık sesi duydum o anda. Kafamı hızla telefondan kaldırmış etrafıma bakınmıştım. Etrafta kimsenin olmadığını gördüğümde, geri ekrana indirdim gözlerimi.

Yazıyor…

Sen de duydun mu?

Kaşlarım çatıldı.

Neyi?

Yazıyor…

Islık sesini.

Kaşlarım daha çok çatıldı. Nasıl?

Ve hızla kafamı kaldırdım telefondan ve karşımda gülümseyerek onu gördüm, Toprak’ı. Yanında duran sokak lambasının sarı ışığı altında, dudaklarındaki geniş tebessüm, olduğu gibi belli oluyordu. Ve ıslık çalanın da o olduğunu biliyordum.1

Ne zaman gelmişti?

Hep orada mıydı?

Toprak şu anda karşımda mıydı?

Telefonu sıkıca kavradım, bakışlarımı tek bir saniye ondan ayırmadan ve yavaşça ayağı kalktım, elimdeki origamileri yere bırakırken. Derin bir nefes aldım ve boşta kalan elimle, elbisenin kenarından tutup, yukarı kaldırdım hafifçe.

Minik adımlarla ona doğru yürüdüm. Adımlarımı yere sert basıyordum çünkü şu anda isteyeceğim en son şey yere düşmekti.

Kristal bir kere havladı ve benden önce Toprak’a doğru koşmaya başladı. Toprak daha çok gülümserken, dizlerini kırıp yanına gelen Kristal’in başını okşamaya başladı. “Merhaba Kristal, nasılsın?” diye sordu tatlı bir sesle.

Toprak buradaydı. Toprak tam karşımdaydı.

Verdiğim yeşil atkıyı yine takmıştı boynuna. Onu orada, onda görmek minik kelebeklerin yeniden midemde uçuşmasına neden oluyordu.

Birkaç santim ile önünde durduğumda, başını bana kaldırdı. “Sana bakmaya geldim.” Dedi. Niye?

Yüzüne öyle aval aval bakarken, sırıttı. Sonra işaret parmağını burnuna götürüp, gösterdi. “Burnun için. Daha iyi misin Kar Tanesi?” diye sordu.

Gözlerimi kırpıştırdım, birkaç santim aralıklı duran dudaklarımı geri kaparken. Parmaklarımla burnumun ucunu kavrarken, beni düşünüp buraya gelmesi içimi hoş etmişti. Başımı salladım, fakat yeniden burnumdaki ağrı baş gösterdi. Ama canım acımıyordu şu anda. Çünkü acımı hafifletecek kişinin etkisi çok büyüktü.

“Daha iyiyim.” Dedim mırıldanarak. Sesimin gücü bile yoktu. Benim için mi buraya gelmişti? Evet, benim için gelmişti. Kanat çırpmaları arttı midemdeki kelebeklerin.

Kaçamak bakışlarla yüzüne baktım. Kristal’i seviyordu hâlâ. Kristal ise beni bile böyle gördüğü için sevindiğini hatırlamıyordum. Resmen dili dışarda, kuyruğu havada, Toprak’a kur yapıyordu.

Bu sefer dikkati bendeydi Toprak’ın. Çok kısa üzerimdekilerine göz gezdirdiğinde, kendime çok büyük bir küfür ettim. Çünkü üzerimde şu anda Japonya’ya ait geleneksel kıyafetlerinden biri vardı. Ah salak Belfü? Niye çıkarmazsın ki!

Ne bileyim Toprak’ın buraya geleceğini canım!

Toprak gelmişti demi buraya? Ah ah!

Olduğum yerde hareketlendim utanarak.

“İlk önce tanıyamadım,” dediğinde Kristal’in tüylerini okşayıp başından öptü. Bana baktı. Kaşlarıyla işaret etti, üzerimdekilerini. Bıyık altından gülmeye başladı. “Kıyafet yüzünden.” Dedi. Dalga mı geçiyordu benimle?1

Dudaklarım aralandı şaşırırken. Ellerime kıyafeti düzelttim hızla, gözlerimi hızla ondan kaçırırken. Bakışlarım, yan tarafta duvar dibinde duran motosikletine çarptı. Hangi ara gelmişti de, ben duyup görmemiştim bu çocuğu?

Oturduğu yerden doğruldu, tek omuzuna astığı çantanın askısından tutarken. Kristal’de tam karşısına oturdu.

Genzini temizledi, bakışlarını çok kısa kaçırıp yüzüme çekingen bir şekilde alttan alttan bakmaya başladı. “Sınav açıklandı.” Dediğinde yarım gülüş belirdi dudağının kenarında.

Kaşlarım havalandı, dudaklarım şapşik bir şekilde aralanırken.

“Kaç aldığını sormaya geldim hem de.” Dedi.

Dudaklarımda usulca tebessüm belirmeye başladı. Sınavdan kaç aldığımı soracağını söylemişti bana. Ve sormak için evime kadar gelmişti.

“Teşekkür ederim.” Dedim gözlerim, gözlerinin içine bakarken.

Toprak anlamayarak kaşlarını çattı. “Çok fazla teşekkür ediyorsun Kar Tanesi.” Dedi ve güldü.

Bende gülerek başımı eğdim, parmaklarımla oynamaya başlarken. Evet, çok fazla ettiğimin farkındaydım.

“Kaç aldın peki?” diye sordu.

Başımı kaldırıp yüzüne baktım. “85.” Dedim heyecanla. Hayatımda aldığım en yüksek puandı Fizik dersinden. Onun sayesinde!

Dudakları memnuniyetle kıvrıldı. “Bir yanlış demek ha?” dedi. “İyi iş çıkarmışım.”

Üzülerek yüzüne baktım. “Sen kaç aldın? Benim yüzümden düşük almamışsındır umarım.” Kendimi çok suçlu hissediyordum. Eğer düşük almış olursa, benim yüzümden olmuş olurdu.

Başını iki yana salladı, önemsiz bir şeymiş gibi. “Bir iki soruyu yapmıştım. Yani geçmem için yeterli puan aldım.” dediğinde sıcak tebessümünü bahşetti. “Senin geçmen daha önemli.” Dedi. Büyülenmiş gibi bakakaldım yüzüne. 1

Teşekkür ederim, sonbahar gözlü çocuk.

Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Dudaklarını ağzının içine yuvarlayıp, “o zaman iyi olduğu ve kaç aldığını öğrendiğime göre, gidebilirim ben.” Dedi. Eğilip Kristal’in başından öptü. Motosikletine doğru giderken, öylece izliyordum onu.

“Toprak.” Dedim bir anda. Elleri direksiyondayken durdu ve yüzüme baktı. “Burada bekler misin?” dediğimde, anlamadı. Ellerimi havaya kaldırıp, “bekle, hemen geliyorum.” Deyip elbisenin iki tarafından da tutarak eve doğru koşmaya başladım.

“Beklerim.” Dediğini duydum arkamdan.

Eve girdiğimde, hemen mutfağa yöneldim. Dolaptan bir tane saklama kabı kalıp, bugün pişirdiğim portakallı kekten iki dilim içine koydum. Ağzını kapatır kapatmaz, aynı hızla evden çıktım.

Beni gördüğünde Toprak, iki elle tuttuğum saklama kabına baktı anlamayan gözlerle.

Nefes nefese karşısında durduğum da, içinde kek olan kabı ona uzattım. “Güneş ile sana.” Dedim.

Kaşları havalandı.

“Portakallı kek yaptım, beraber yersiniz.” Dedim.

Gözlerimin içine baktı, iki dudağının kenarı da minik tebessümle genişlerken. “Teşekkür ederim.” Dedi.

“Çok fazla teşekkür ediyorsun.” Dedim çenemi dikleştirip gülümserken. Onun dediğini taklit etmiştim.

Sesli bir şekilde güldü, başını eğerken. Öyle güzel gülünür mü be?

Aynı şekilde bende güldüm, ama siz bir de kalbimin heyecanını sorun bana.

Kabı bir daha uzattım. Elini uzatıp almaya çalıştığında, parmakları elimin üzerine temas etti. Nefesim dudaklarımda asılı kaldı. “Peki ne demem gerek şimdi?” dedi sırıtarak.

Eli, elimin üzerindeydi, kabı almamıştı hâlâ

“İyi ki varsın.” Dedim bir anda.

Çünkü güzel şeyler, hayatımızda iyi ki var dediğimiz kişiler tarafından gerçekleşirdi. Teşekkür etmek, az kalırdı onlara. Mesela Toprak’ın benim için yaptıkları, arkadaşlarımın benim için yaptıkları, ailemin benim için yaptıkları… Onlar iyi ki vardı.

İyi ki vardılar ve iyi ki güzel şeyler oluyordu.

Dediğim onu şaşırtsa da, beğendiğini yüz ifadesinden anladım. Çünkü bakışlarında öyle minik bir hayranlık ışığı belirmişti ki, anlamamak elde değildi.

Parmaklarını bastırdı tenime. “O zaman iyi ki varsın Kar Tanesi.” Dedi yumuşak sesle.

İyi ki varsın Toprak.” Dedim bende mırıldanarak.

Yaptıkların için.

Usulca elimden kabı alırken, parmaklarını elime sürtmüştü. Çantasını öne doğru getirip, içine koydu. Tekrar arkasına atarken, motosikletinin üzerine bindi. Motorunu çalıştırıp boş sokağa doğru çevirdi. Omuzunun üzerinden bana baktı. “Burada,” dedi ve yarım gülüşle, “Üzerindeki yakışmış.”

Şaşırarak yüzüne bakıp hemen elbiseye indirdim. Alttan alttan güldüm.

“İyi geceler Kar Tanesi.” Dedi sonra kadife sesi.

“İyi geceler Toprak.” Dedim bende.

Boş sokakta motorunu sürüp gitti.

Elimi kalbimin üzerine yasladım. Hoş duygular sarıp sarmalamıştı, her yerimi.

Odama girip kendimi sırt üstü yatağa attım. Gözlerim tavandaydı. Boşluğa doğru oradan oraya savruluyordum sanki. Yüzümde aptal bir gülümseme vardı.

Kaç saattir bu şekilde duruyordum bilmiyorum ama telefonuma gelen mesajla, sırt üstü uzandığım yataktan doğruldum hemen.

Mesaj gönderen kişi, Toprak’tı.

*bir resim gönderdi*

Hemen tıkladım resme.

Bir masa da Güneş ve Toprak vardı. Karşısında oturuyordu Güneş. Ortalarında verdiğim saklama kabı, ellerin de ise yaptığım portakallı kek vardı. Güneş’in yanakları kekten dolayı şişmiş, iki gözünü de kapatarak poz vermişti. Toprak ise telefonu birazcık havaya kaldırmış, yukardan çekmişti resmi. Onun ise bir gözü kapalıydı.

Kek çok güzeldi. İyi ki varsın Kar Tanesi.

Resmin arkasından ise bu mesajı göndermişti.

Büyük bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan ve kendimi sırt üstü yatağa bıraktım yanaklarım bin beş yüz derece de yanarken.

 

****

Nermine Memedova-Evlerinin Önü Yonca

 

“Ağlama Güneş.” Kucağımda durmadan ağlayan kardeşimin ıslak yanaklarından öperken, ağlamasını susturamadığım için içim acıyordu. Sabahtandır ağlıyor, elimden hiçbir şey gelmiyordu. Biliyordum ağlama sebebini aslında. Annemi özlüyordu. Bende annemi özlüyordum.

Kalbimin katlanamayacağı kadar büyük bir yük vardı. Bir his sarıp sarmalamıştı, dört tarafını. En çokta bu his yüzünden ağlamak istiyordum. Özlemek… Sanırım bu hissin adı buydu. Annemi çok özlüyordum…

“Ağlama Hayat Işığım, ağlama Güneş’im.” Diyordum, kollarımın arasında hafifçe sallarken.

“Toprakcığım.” Diyen Hafsa ablanın sesini duyduğumda, bedenimi ona döndürmüş, hemen Güneş’i onlardan saklamak ister gibi daha çok sardım, kollarımı kardeşime.

Buraya ilk geldiğim zaman görmüştüm bu kadını. Diğerlerine göre daha iyiydi. Evet diğerleri çünkü ne babam demek geliyordu içimden, ne de dede. Onlar sadece benim için diğerleriydi. Yakınım, ama herkesten en uzak kişiler.

Hafsa abla üzülerek ellerini ovuştururken, ağlamaklı bir ifadeyle bir bana bir de Güneş’e bakarken, “istersen kardeşini bana ver ha canım? Belki de karnı acıkmıştır.” Boynunu büktü, şefkatle bakarken. “Ben yardım edeyim sana. İstersen sen de yarım et.”

Alt dudağım titredi, gözlerim dolarken. Güneş’e ben bakıyordum. Buraya geldiğimiz üç aydan beridir, tüm ihtiyaçlarını ben karşılamaya çalışıyordum fakat bir şeyleri eksik yaptığımı biliyordum. Fakat iyi niyetli olduğunu bildiğim bu kadına bile emanet etmek istemiyordum. Çünkü Güneş’in her şeyi bendim. Benim de her şeyim oydu.

Güneş’in ağlaması şiddetlendi. Kıpkırmızı olmuştu suratı. Hafsa ablaya baktım. Başımı salladım, istediğim bu olmasa da. Hafsa abla hemen gülerek yanıma gelip Güneş’i yavaşça kucağımdan aldı.

“Altını az önce değişmiştim.” Dedi mırıldanarak. Kaşlarım çatıldı hemen, gözlerim şüphe ile çatılırken. Hemen geceleri odaya giren karanlık silüeti düşündüm. Ben uyku sersemi kalkamadan ağlama seslerine, birileri çoktan odada oluyordu. Hızla kalksam da, Güneş’in mışıl mışıl uyuduğunu görüyordum. O Hafsa abla mıydı?

“Teşekkürler, Hafsa abla.” Dedim kısık sesle. Babamdan, dedemden daha çok ilgi gösteriyordu bize.

Hafsa abla sıcak bir şekilde tebessüm etti. “Ne demek canım benim.” Güneş’in yanağından öptü, kucağında sallarken hafifçe.

Fakat Güneş susmak yerine gözlerini benden ayırmıyor, durmadan kollarını bana uzatarak gelmeye çalışıyordu. Elinden tutup, öptüm. “Buradayım Güneş, yanındayım abiciğim.” Dedim gülmeye çalışırken. Ama içim parçalanıyordu.

Başıyla kapıyı işaret etti Hafsa abla. “Hadi gidip bir şeyler yedirelim Güneş’e.” Dediğinde başım ile onayladım, alttan yüzüne bakarken. Beraber, bana ve Güneş’e ait odadan çıkıp mutfağa indik. Ev çok büyüktü. Annemle beraber yaşadığım ev gibi değildi asla. Aile gibi hissetmiyordum. Ama annem yoktu. Nasıl aile olunurdu ki o zaman?

Hafsa abla hemen dolaptan süt çıkarıp küçük bir tencereye boşalttı. Ardından bana dönüp, “Toprakcığım, Güneş’in biberonunu unuttum odadan, gidip getirebilir misin?” dediğinde, Güneş’e baktım. Gözleri, yüzümdeydi. Ona doğru gelmemi, kucağıma almamı ister gibi bakıyordu. Birkaç dakika bile ondan ayrılmak benim için acı vericiydi.

Hafsa ablanın yanına gidip kollarından tutarak destek aldım, parmak uçlarımda yükselirken. Güneş’in yanağından öptüm. “Abin gelecek şimdi, sakın korkma Hayat Işığım.” Deyip, koşar adımlarla mutfaktan çıkmış, ikişer ikişer merdivenleri tırmanarak, odaya varmıştım.

Beşiğine doğru ilerleyip içindeki biberonu alıp odadan çıktığımda hiç beklemeden, adımlarım bir anda duyduğum müzikle kesildi. Bakışlarım direkt kapısı aralıklı duran odaya ilişti. Onun odası. Babamın. O odanın kapısı hiç açılmaz, içinden ise müzik sesi gelmezdi.

Şimdi neden geliyordu ki?

Başımı iki yana sallayıp merdivenlere yönelmiştim ki, içimdeki dürtüyle durdum ve bakışlarım yeniden onun kapısına yöneldi. Sessiz ve küçük adımlarla yürüdüm. Yaklaştığımda duraksadım ve güm güm atan kalbimin niye bu kadar hızlı attığına anlam veremedim. Bu heyecanım korku yüzünden miydi? Neden peki? O benim babamdı. Ben onun oğluydum.

Ama anneannem bir şeyler haykırıyordu, gözyaşlarının arasından. O cümleler, geceleri kabus görmeme, anne diyerek uyanmama neden oluyordu. Yatağın içinden kalkıp, korkum geçene kadar sarılacağım bir annem yoktu. Anne kelimesi sadece çığlıklarımın arasında hapsoluyordu.

Ölmek…

Ölüm…

Öldürmek…

Hepsi yabancı kelimeydi bana. Ama öyle canımı yakıyordu ki bunlar, biliyordum ki çok kötü anlamı vardı. Yok, yoktu demek daha basit, daha az acı veriyordu bana.

Sen benim kızımı öldürdün…1

Şu dört kelime, küçüklüğümü elimden almaya yetecek kadardı.

Babam, annemi mi öldürmüştü?

Bu dört kelime ise, bir anda büyük adam olmama yetecek kadardı.

Kapının kolundan tutarken, minik aralıktan bir gözümü yaslayıp içeriye baktım. Arkası dönük, elinin biri saçlarının arasında duran bir adam, önünde durduğu masa darmadağınık ve odayı kısık sesle dolduran şarkı…

Çalan şarkıya kulak verdim.

“Evlerinin önü yonca, yonca kalkmış dam boyunca, dam boyunca.”

Çok tanıdıktı sanki. Annem dinliyordu odasında bazen. Öyle hatırlıyordum.

Masanın üzerini gezerken gözlerim, gördüğü şey ile durdu ve sert bir şekilde yutkunmama neden oldu. Bir fotoğraf karesi. Upuzun gece gibi siyah saçları omuzlarından aşağı dökülmüş, elini çenesinin altına yaslamış uzaklara bakıyordu. O kömür karası gözleri nerde görsem tanırdım, çünkü kalbimi bu kadar sızlatan zaten tanıdık gözler olurdu. Annem. Annemdi o.

“…boyu uzun beli ince ninne yavrum ninne, esmer yavrum ninne, ninne ninne.”

Kapıyı usulca araladım, fakat içerden gelen ağır koku yüzümü buruşturmama neden oldu. Hemen iki parmağının arasında tuttuğu, dumanı yukarıya doğru yükselen şeyi gördüm. Masada da, bardaklar ve içinde sarı bir sıvı vardı.

İçeri girdim. Babamın bakışları buraya döndüğünde, beni beklemiyor oluşundan, gözleri irice açılmış, hemen elindekini ve masanın üzerinde duran bardakları masanın altındaki çöp kutusuna attı. “Ne işin var burada?” diye sordu sert bir dille.

İrkildim. Elimdeki biberona daha sıkı sarıldım. Masanın üzerinde duran fotoğrafa gözlerim kayınca, gözlerim doldu yeniden. Babam da nereye baktığımı anladığında, çerçeveyi ters kapadı. “Çık buradan!” dedi.

Titrek bakışlarım ona döndü bu sefer. Beni uyutmayan o soruyu sormak, acımı dindirmek istiyordum. “Ann-” diyemeden ters bakışlarını bana attı. Gözleri kıpkırmızı, üstü başı dağılmıştı. Babam çok farklı görünüyordu. Babam üzülüyor muydu?

Ama ben ona üzülmüyordum çünkü annem ile durmadan kavga ediyordu. Annemi üzüyordu. Şimdi annem yoktu.

Derin bir nefes aldım. “Annemi sen mi öldürdün?” diye sordum.

Çatık kaşlarla bana öyle baktı ki, bu bakışı hiçbir el atamazdı. “Anneannenin ağzıyla konuşma benimle.” Dedi dişlerinin arasından. Sonra ise alay eder gibi benle güldü.

Yumruk yaptım ellerimi sinirle, dişlerimi sıkarken.

“Anneni ben öldürmedim,” karşıya baktı. “Annen delirdi.”1

“Annemle düzgün konuş.” Diye bağırdım öne doğru atılırken.

Yeniden güldü. “Gerçek bu evlat.” Dedi. “Kendi kendini mahvetti.”

“Onu,” dedim boğazım acırken. Ağlayabilirdim ama annemi gözyaşlarıyla savunamazdım. “Onu,” dedim yeniden. O kelimeyi bilmiyordum ama annem hep kullanırdı. “Aldattın.” Deyiverdim en sonunda. Ne anlama geliyordu ya da neydi bir fikrim yoktu.

Güldü, başını iki yana sallarken. “Senin de aklını yıkamış.”

“SUS!” Dedim. Çenem titredi. Küçük kalbim, bedenime büyük geliyordu.

“Çık.” Dediğinde, aldığım nefeslerim arttı. Arkamı dönüp odadan çıkıyordum ki, “Onu,” dedi ve adımlarım durdu anında. Omuzumun üzerinde geriye doğru baktım. Ters çevirdiği çerçeveyi düzeltti. “Onu Okyanus’ta bulmuştum ben. Dünya’nın öbür ucunda.” Dediğinde, kaşlarım çatıldı, dediği hiçbir şeyden anlamıyorken. Sanki ben burada yokmuşum, kendi kendine konuşuyormuş gibi öylece annemin olduğu fotoğrafa bakıyordu. Kesik bir nefes aldı. “Fakat koca Okyanus’ta karşılaşmamamız gereken iki balıktık biz.” Deyip, alnını kolunun üzerine yasladı yavaşça.

Okyanuslar, tüm suların olduğu kocaman göllere benzeyenler…

Babama, annemi bulmasına yardım eden koca okyanuslar kötüydü. Çünkü annemi kaybetti, orası.

Daha fazla durmayıp odadan çıktım. Artık gözyaşlarıma söz geçiremedim. Yanaklarımdan akmaya başladılar. Elimin tersiyle sildim her iki tarafı da. Mutfağa girdiğimde, Güneş susmuş, ağzında biberonla Hafsa ablanın kucağındaydı. “Bir tane buldum buradan Toprakcığım.” Dedi Hafsa abla tebessümle.

Oyalandığım için pişman olurken hemen koşarak gidip Güneş’e sarıldım. “Özür dilerim abiciğim. Seni yalnız bıraktım. Ama merak etme, abin hep yanında.” Dedim kısık sesle.

Hafsa abla saçlarımı okşadı. “İyi ki senin gibi abisi var.” Dedi sevecen bir sesle. “Güneş çok şanslı. Ömür boyu onu sevip kollayacak biri var arkasında.”

Gülümseyerek Hafsa ablaya baktım. Otomotikmen ona da sarılmış sayılırdım. Böyle söylemesi beni sevindirmişti. Çünkü en korktuğum şey Güneş’i kötü insanların yanında yalnız bırakmaktı.

Sarılmayı bırakıp arkamı kontrol ettikten sonra elimi cebime atıp, dün evden gizlice kaçıp bir takı dükkanından aldığım bileklikleri çıkardım.

Yukarı kaldırdığımda Hafsa ablanın gözleri büyüdü korkuyla. “Nerden aldın onları?” sonra yalancı bir kaş çatmasıyla, “yoksa evden mi çıktın?” diye sordu

Başım ile onayladım gülerken. “Güneş’e hediye almak için çıktım sadece.”

“Deden duyarsa çok kızar Toprak, sakın bir daha böyle bir şey yapma.” Dedi.

Yalancıktan başımı salladım. Dedem beni bu evde zorla tutamazdı. İstediğim her şeyi yapardım.

Güneş sembolü olan bilekliği ömür boyu çıkarmayacak bir şekilde önce Güneş’in tombik bileklerine, ardından da kendime taktım.

“Toprak!” diyen dedem olacak adamın sesini duyduğumda, çatık kaşlarla ona baktım. Mutfak kapısının önündeydi. Samimi olmayan bir tebessümle bana bakıyordu.

“Senin için bir şeyler ayarladım.” Dediğinde bu sefer anlamayarak yüzüne baktım. Ne diyordu ya?

Kaşları havalandı. “Özel dersler!” dedi. “İyi bir eğitim alman için evden dersleri görmeni istiyorum. Fransızca, İngilizce gibi dilini geliştirecek şeyler de olacak!”

“Hayır!” dedim hemen. Onların ne anlama geldiğini bile bilmiyordum fakat onun söylediği her şey bana kötü geliyordu. Sesi de öyle.

“Hadi ama,” güldü. “Senin iyiliğin için bunlar.” O kadar samimiyetsizdi ki, ısınamıyordum ona.

Hafsa abla elimi tuttu. “Uyku saatleri geldi, Berzah Bey. Uyutayım ben onları.” Dedi korktuğunu anladığım bir tonla. Korkardı ondan. Ama ben korkmuyordum. İğreniyordum.

Hafsa ablayla beraber mutfaktan çıkarken, gözlerimi kırpmadan yaşlı bunağa bakıyordum.

Yanından geçip gitmek istemiştim ki, bir anda kolumdan tuttu. “Bırak beni!” diye bağırdım. Kolumu elinden kurtarmak için, tırnaklarımı elinin üzerine batırıp, çekmesini sağlamaya çalışıyordum.

“Eğer dediğimi yapmazsan Toprak,” dediğinde, bu sefer elini dişlemeye çalıştım. “Ukala!” dedi yaşlı bunak. Elini hızla çekti kolumdan. “Dediklerini asla yapmayacağım. Ben anneanneme gideceğim, senin yanında, onun yanında kalmayacağım.” Deyip merdivenlere doğru yöneldim. Anneannemi özlemiştim. Burası kötüydü. Onlar kötüydü.

Ben annemi çok özlemiştim.

“O kadına gidemezsin.” Diye bağırdı arkamdan. “İzin vermem.”

Bir basamağı çıkmıştım fakat o anda adımlarım bıçak gibi kesildi. Bir dahaki basamağa çıkmaya gücüm yetmedi. Başım dönmeye, gözümün önü bulanıklaşmaya başladı.

“Toprak!” diye bağırdı Hafsa abla.

Dudaklarımın üzerine doğru akan ılık sıvıyı hissettiğimde oraya dokundum ve gözlerimin önüne getirdiğimde parmak uçlarıma bulaşan kanı gördüm.

Yüz üstü düşmeye başlarken, “Torunum!” diyen dedemin korkulu sesini duydum, bedenimin etrafına sarılan elleri hissederken. Sonrası ise karanlıktı.

 

 

 

Bölüm : 23.02.2025 19:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...