Duyuru!
Sevgili okurlarım bu bölümden sonra küçük bir araya gireceğiz maalesef :( Sınav zamanıma çok az kaldı bu yüzden bu birkaç ayda çok çalışmam lazım, fakat sınav biter bitmez hemen burada olacağım… Zaten Yıldızlara Göç kitabımızın çok bir bölümü kalmadı hatta çok çok çok az bölümümüz kaldı diyebilirim. Gelir gelmez hemen yazıp yayınlayacağım.
Geri döneceğim, geri dönene kadar bekleyin beni olur muuu??
YILDIZLARA GÖÇ
12.BÖLÜM
♪The Irrepsressibles – In This Shirt
Hastanedeyiz. Toprak bayılmış.1
Kulağımdaki telefon, yanağımdan aşağıya doğru kaydı. Titreyen parmaklarım daha fazla tutamayıp ayaklarımın dibine düşmesine neden oldu.
Şu üç kelime ense köküme koca bir balyoz yemişim gibi ağrı saplanmasına neden oldu. Şu üç kelime zayıf bedenimin altında beni taşıyan dizlerimin bağının çözülmesine neden oldu.
“Kar Tanem!” dedi annem kaşlarını çatmış anlamayarak bana doğru gelirken.
Ayaklarımın dibine düşen telefondan, Zelem’in adımı haykıran seslerini duyuyordum ama tek duyduğum şey zihnimin içindeki şu üç kelimeydi; Hastane. Toprak. Bayılmış.
Mutfaktan çıkmak için yeltendiğim de, annemin bakışlarına endişe yerleşti. “Kar Tanem.” Diye seslendi yeniden bana bakıp. Fakat ben çoktan dış kapıya ulaşmış, hızla kendime doğru açıvermiştim. O anda gözlerimin içinin yandığını, yüzüme çarpan soğuk rüzgardan dolayı fark edebilmiştim.
Gözlerimi kırpıştırdım, nefesim göğüs kafesimde tıkanırken.
Gökyüzünü kaplayan yıldızlar kaybolmuştu. 1
Artık geceyi aydınlatan, birbirinin etrafında dönerek yere ulaşan kar taneleriydi.
Soğuk tüm bedenime yayıldı o anda.
“BURHAN, BABA!” Diye bağırdı annem bizimkilere. Sonra benim adımı arkamdan haykırdı korkuyla. “KAR TANEM!”
Ama durmadım. Sokağın aşağısına doğru koştum.
Gözlerim bulanıklaştı. Gözyaşlarım yığıldı pınarlarıma. Orada çok durmadılar, yanaklarımdan aşağı doğru süzüldü. Boğazım düğümlendi, bacaklarım bir yaprak gibi altımda esti. Ama durmadım, koştum. Koştukça gözyaşlarım arttı. Gözyaşlarımın arasına acı hıçkırıklar da yerleşti.
Karın şiddeti arttı. Islak kirpiklerimin üzerine yerleşti. Yalın ayak koştuğum caddenin üzerine düşen her bir kar tanesi, saç diplerime kadar ürpertti beni. Ama o üç kelimenin yarattığı küçük ateş, içimde hektarlarca yangına dönüşüvermişti. İçimi yakmıştı. Kar taneleri üşütmüyordu.
Soluklanmadan koştuğum sokakta, Toprak’ın sonbahar gözleri geldi, bakışlarımın önüne. Gülerken kısılan gözleri, güldükçe yanağının kenarında beliren küçük ince gamzesi. Parmaklarının arasına daldırıp karıştırdığı saçları…
N’olur Allah’ım n’olur, ona bir şey olmasın. N’olur. İyi olsun, senden başka bir şey istemiyorum.
Nereye gittiğimi, ne yaptığımı bilmiyordum. Aklım durmuştu adeta.
“Kar Tanem!” diye bağıran annemin sesini duyduğumda, omuzumun üzerinden geriye doğru bakmama fırsat vermeden, bir el omuzuma dokundu ve tam karşıma geçip durduğunda, bende koşmayı durdurdum. İki elini de omuzuma yerleştirip, gözlerimin içine baktı dehşetle. “N’oldu, kızım n’oldu?” dedi sesi titrerken. Nefes nefeseydi. Peşimden koştuğunu anladım o an.
Kendimde değildim. Zihnim bulanık sudan farksızdı.
“A- anne.” Konuşamıyordum. Ellerim, kollarım, bacaklarım, kalbim titriyordu. Hıçkırıklarım arttı. “Anne,” dedim yeniden. Gözlerimi yumdum. Bir avuç dolusu gözyaşı kirpiklerimin arasından firar etti. Geri araladığımda, kirpiklerimin ucuna konan her bir kar tanesinde, diğeri eriyor, saniyeler geçmeden başka biri yerini alıyordu.
Canım yanıyordu. Canım acıyordu.
“Tamam tatlım, sakin ol.” parmaklarını omuzlarıma bastırdı annem. Bu sefer diğer eli, yanağıma yapışan saçlarımı itekledi geriye doğru. “Sakin ol bir tanem, sakin ol.” dedi soluk soluğa. Yan tarafa doğru baktı, karşıdan gelen araba farıyla yüzü aydınlandı. “Anlat bana, ne oldu?” dediğinde endişeyle seyretti beni.
Kesik kesik aldığım nefesler yüzünden, göğsüm daralıyordu. Yüzüne baktım annemin, gözyaşlarımın arasından. “Anne. Anne, Toprak bayılmış.” Başım önüme düştü bir hıçkırık daha boğazımı delip geçerken. “Hastanedeler anne.” Dedim başımı iki yana sallarken.
Her bir kelime de boğazıma bir yumru daha oturdu. Ezildim.
Arabanın ışığı yaklaştı ve tam yanımızda durdu. “İpek!” diyen babamın sesini duyduğumda, evden ne kadar uzaklaştığımı kestiremiyordum. Annemin iki eli de yanaklarımı avuçladı. “Tamam güzel kızım, korkma bir şeyi yoktur.” Dedi endişesini iliklerime kadar hissederken.
Olmasın. Olmasın. Olmasın. 1
Hemen arabanın arka kapısına açıp içine yerleştim. Duramazdım, vakit kaybedemezdim. Yanına gitmem gerekiyordu. Arabanın içindeki sıcak hava bedenime intikal edince, tüylerim diken diken oldu. O zaman üşüdüğümü anladım, tüm uzuvlarım soğuktan titremeye başlarken.
“Hastaneye sür.” Dedi annem, dizlerimin arasına sıkıştırdığım elimin birini kavrarken. Babam daha fazla soru sormadan, yola koyuldu. “Hızlı lütfen baba, lütfen.” Dedim kısık sesle. Gözlerimi sıkıca yumup elimin birini dudaklarımın üzerine kapadım. Endişem arttıkça; gözyaşlarım da, hıçkırıklarım da artıyordu.
Varana kadar düşüncelerim; zihnimi, kalbimi bir kurt gibi kemirip durmuştu. Sonunda araba hastanenin önünde durduğunda, Zelem’i gördüm. Kollarını göğsünden bağlamış, öylece bekliyordu. Hızla kapıyı açıp dışarı çıktım.
Zelem beni görür görmez önüme koştu.
“Zelem?” dedim nefesimin altından.
Kolları hemen boynuma sarıldı. “Zelem,” dedim gözyaşlarım yüzüme ağırlık yaparken. Daha sıkı sarıldı. Dudaklarımı üst üste bastırdım, gözlerimi sıkıca yumdum. “Zelem ne oldu?” geri çekildi. Gözleri kıpkırmızıydı. Daha yeni ağlamış gibi nemliydi. “Zelem,” dedim boynumu bükerken. “Neden bayılmış?”
Bir eli, buz tutan elimi kavradı, diğer ise yanağımı okşadı. “Korkma Belfü.” Deyip yutkundu. Yüzündeki ve sesindeki sakinlik, göğsüme bir taş oturmasına neden oldu. Huzur veren sessizlik değildi bu. Acı vericiydi. “Anlatacağız. Gel.” Tuttuğu elimi çekip hastanenin içine doğru götürmeye başladı.
Ne anlatacaktı? Niye bu kadar sakindi? O niye ağlamıştı?
Çıplak ayakla hastaneye girdiğimiz de, annem ile babamın da arkamdan geldiğini biliyordum. Girer girmez gözlerim, beyaz ışıkla aydınlanmış hastanenin içini taradı. Danışma masasında oturan kıza ilk çarptı. Sakince önündeki evrakları düzenliyordu. Bakışlarımı ondan çekip sandalyenin birinde oturan yaşlı adama baktım. Elinde mavi bir dosya vardı ve yüzü hüzne bulanmıştı. Hastane çok sessizdi.
Gözlerimi yaşlı adamdan çektim.
Sonra ise başı önünde, sırtını yeşil koltuklardan birine yaslamış, birbirine kenetlediği ellerini bacaklarının arasında bekleten Okan’ı gördüm. Balo da giydiği takım elbisesi hâlâ üzerindeydi. Saçları darmadağınıktı. Biraz ona doğru yaklaştığımız da başını ağır ağır kaldırdı ve göz göze geldik. O da ağlamıştı. Gözleri kıpkırmızı ve şişmişti.
Yutkundu. Gözleri dalgalandı. Okan’ı ilk defa bu halde görüyordum. Çaresiz ve bitkin.
Birkaç saat içinde her şey değişebilir miydi?
“Okan?” dedim mırıldanarak. Ayağı kalktı. Yavaş adımlarla yaklaşıp, kollarının arasına alıp sarıldı bana. Gözlerim kendiliğinden kapandı, dudaklarımı üst üste bastırırken. Ağlamam yeniden başladı. Kollarımı kaldırıp ona sarılamadım. Kanım çekilmiş gibi güçsüzleşmiştim. Bana şimdi neden sarıldığına bile şaşıracak kadar halim yok gibiydi.
Geri çekildi. Yüzüme baktı yukardan. Sonra bakışları aşağı doğru inerken, kaşlarını çattı. “Kızım yalınayak mı geldin buraya?” dedi beni azarlarken. Umurumda değildi! Islak gözlerimle, yüzüne bakmaya devam ettim.
Diğer ayakkabısının ucunu, diğerinin tabanına yerleştirip çıkarmaya başladı. “Giy kızım şunu. Üşüteceksin!” dedi. Geri çekildim. “Okan!” dedim yeniden. Gözlerimin içine bakmadı. Gözlerini benden kaçırıyordu. Ayakkabılarını çıkarıp eğildi. İki parmağıyla tabanlarından tutup düz bir şekilde önüme yerleştirdi.1
“Okan!” dedim yeniden fısıltıyı andıran bir sesle. İki elini de saçlarına daldırdı. Sertçe karıştırıp çekiştirdi. Oradan yüzüne indirdi ellerini. Bu sefer yüzünü sertçe sıvazladı. Zelem’in yüzünden düşen bin parçaydı. Okan’ın yüzünden düşen bin parçaydı ama gözlerime değil, başka yerlere bakmak istiyordu.
“Giy!” dedi Okan, bakışları ayakkabıda, parmakları çenesini sıvazlarken. “Hastalanacaksın!”
Üşütmenin de, hastalanmanın da canı cehennemeydi!
“Okan,” dedim boynum bükülürken. “Toprak, Okan!” dedim. Gözleri, o an gözlerimin üzerinde durdu. “O iyi mi?” diye sordum. Zelem’in elini daha sıkı tuttum. Başım dönüyordu. Midem bulanıyordu. “Neden bayıldı? Nerede o?” diye sordum kelimeler dudaklarımdan zar zor çıkarken.
Okan’ın omuzları düştü, gözlerimin içine sessizce bakarken.
O anda Okan’ın arkasından gelen sesleri duyduğumda, gözlerimi oraya evrildi. Bahri ve Cıvıl! Onlar da mı buradaydı? Cıvıl ile annesi en son beni eve bırakmış kendi evlerine gitmek için yola koyulmuşlardı. Bahri ise Toprak ile beraber hastaneye geleceklerdi. Fakat bu gece anın verdiği huzurla, mutlulukla uyuyacağımı düşünürken, işler tersine dönüvermişti.
Bakışlarımı onlardan çekmedim. Cıvıl, Bahri’nin koluna girmişti. Bahri ise parmağını, sol kolundaki pamuğun üzerinde tutmuş bastırıyordu. İkisi de o anda beni gördü ve birkaç saniye şaşkınlıkla yüzüme baktılar. Onlar da ağlamıştı.
Bahri gözlerini sıkıca yumup başka yere çevirdi başını. Okan ona doğru gitti. Kolunun birini sırtına atıp başını göğsüne yasladı. Bahri sanki uzun süredir hakim olmaya çalıştığı gözyaşlarına söz geçiremeyip ağlamaya başladı. Cıvıl, Bahri’nin kolundan çıkıp bana doğru geldi ve sıkıca sarıldı. “Her şey çok güzel olacak.” Diye fısıldadı. Her şey kötü müydü?
“Çok korktum abi.” Dedi Bahri gözyaşlarının arasından. Cıvıl geri çekilirken, gözlerim sadece Bahri ve Okan’ın üzerindeydi. Neyden korkmuştu?
Okan biraz daha bastırdı kendisine. “Bir anda,” dedi Bahri. “Bir anda kollarımın arasına yığıldı.” Gözleri beni buldu. Nefes almak istedim. Olmadı. Düğüm düğüm olan boğazıma dikenler battı. 1
Bahri elinin tersi ile gözyaşlarını sildi. “Ne yapacağımı bilemedim.” Bakışlarından kaybolmayan korku ile zemine baktı, sağ kolunu boşluğa doğru sallarken. “Bağırdım. Uyanması için adını haykırdım. Ses vermiyordu Toprak.”
Göğüs kafesimi parçalayan kalbime tırnaklarımı batırmak istedim o anda.
Bahri, Okan’a baktı. “Sen aklıma geldin o anda, direkt seni aradım.” Gözlerini yumup, elini alnına yasladı, birkaç defa vururken. “Şşt tamam oğlum.” Dedi Okan, Bahri’yi sakinleştirmek için.
Bahri yutkundu. “Kollarımın arasında onu öyle görünce,” başını iki yana salladı. “İlk defa öyle görünce çok korktum.” Bir hıçkırık koptu dudaklarının arasından. “Burnu kanıyordu, Okan.”
Okan, Bahri’nin sırtına vurdu hafifçe burnunu çekerken. Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. “Tamam Bahri, ağlama. Yetiştirdik onu. İyi olacak. İyileşecek arkadaşımız.”
Zelem, bir kolunu belime sardı, yanağını omuzuma yaslarken. Gözlerim kapandı istemeden. Nemi kurumamış yanaklarımın üzerine bir yenisi daha eklendi.
Bir anda kollarının arasına yığılmıştı.
Diri diri mezara gömdü bu cümleler beni. Kalbimi kanlı bir şekilde çıkarıp, parçaladı.
Kesik bir nefes çektim burnumdan. “Toprak iyi mi?” diye sordum. Usulca kirpiklerim birbirinden ayrıldı ve Okan’a baktım. Bir şeyler söylemesini, iyi şeyler söylemesini istiyordum. Göz ucuyla bana bakan Okan, aksayan Bahri’nin koluna girip beraber yeşil koltuklardan ikisine yan yana oturdular. Başı yeniden önüne düştü. Parmaklarını birbirine kenetleyip bacaklarının arasında tuttu.
Bahri elinin tersiyle gözyaşlarını siliyordu ama fayda vermiyordu. Kendini durduramıyor, durmadan ağlıyordu sessizce.
Omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Annem ve babam bizden uzak, kendi aralarında konuşuyorlardı endişeli bir şekilde bizim tarafa bakarken. Etrafıma bir kere daha bakındım. Toprak’a yakın olacak herhangi birini aradı gözlerim. Ama ne dedesi Berzah Bey vardı ne de başka biri. Tek yakını bizdik.
Önüme geri dönüp Okan’a baktım.
“Kimseye söylemememi istedi.” Diye söze başladı Okan. Başını çok kısa kaldırıp, Bahri’ye, Zelem’e, Cıvıl’a, en sonda bana bakıp, “ama artık siz kimse değilsiniz. Onun için.” Dedi burukça gülümserken.
Dudakları titredi. Birbirine sıkıca bastırıp başını yeniden önüne eğdi. Birkaç saniye durdu, ama onu birkaç saniye düşündürecek cümleler, yerle bir etti sanki. Uzun bir soluk içine çekerken Okan, devam etti. “Toprak,” duraksadı. “Lösemi.” Dedi.
Ne?
Geriye doğru sendeledim. Şakaklarımdan, ense kökümden öyle bir ağrı firar etti ki, yere yığılacağımı sandığım anda, Zelem daha sıkı tuttu beni. Nefes almamı sağlayacak, ayakta durmamı sağlayacak tüm hücrelerimi, o tek kelimeyle son buldu. Lösemi.
“Gel otur Belfü.” Dedi Zelem. Sesi çok uzaktaydı. Başımı iki yana salladım, gözlerimi kapatırken. Gökyüzünü süsleyen yıldızlar kayboldu bir anda. Sokağı inleten gülüşlerimiz yavaş yavaş kısıldı. Mükemmel gerçeklik bu gece ile yok oldu.
Kararan önüme rağmen gözlerimi açıp Okan’a baktım.
Kaşlarını çattı Okan. “Akut miyeloid lösemi mi nedir,” gözlerini yumup öfkesini yutmaya çalıştı. “Siktiğimin hastalığı.” Dedi dişlerinin arasından. Elinin birini saçlarına geçirip geriye yatırdı sertçe. “Uzun süredir bu hastalıkla mücadele ediyor.” Dedi Okan. “Okulu arada sıra da aksatmaları,” Bahri’ye baktı. “Düşüp bayılmaları. Burun kanamaları. Tenindeki morluklar, hep bu hastalık yüzünden.”
Her bir kelime, her bir harf hançer oldu. Karnıma, tenime, kalbime saplandı. Delik deşik etti hepsini.
Okan önünde kenetlediği parmaklarını daha çok sıktırdı. Parmak boğumları beyaza çaldı. “Birkaç defa benim de yanımda bayıldı. Ama beni tembihlemişti, korkma, sakin ol, demişti. Ama yüreğimin deli gibi çarpmasını bir ben bilirim bir de Allah.” Burnunu çekip elinin tersi ile sildi. “Uyandığında, iyi olduğun da, çok kızmıştım.” Güldü burukça. “Bayılma bir daha demiştim. O da; söz iyileşeceğim, daha iyi olacağım, o zaman ikimizi de bu durumdan kurtaracağım, demişti.” 1
Midem içe doğru büzüldü. Bedenimden daha büyük bir taş oturmuştu üzerine.
“Toprak,” dedim dudaklarım titrerken. “Lösemi mi?” yutkunmaya çalıştım, ama başarısız oldum. Buna inanmak istemiyordum. Gerçek olsun istemiyordum. Okan’ın şakalarından biri olsun istiyordum.
Okan başını kaldırıp yüzüme baktı. Hiç olmadığı kadar ciddiydi Okan. Gözleri dolu doluydu. İstemeye istemeye başıyla onayladı beni.
Üç yıldır hoşlandığım çocuk lösemiymiş. Sonbahar gözlü çocuk kansermiş. 1
Bir cümle ile insanın dünyası başına yıkılır mıydı? Yıkılırdı! Altında can verirdi üstelik.
Elimi kalbime bastırdım. Kesik bir nefesle, “Yanına gidebilir miyim?” diye sordum. Onu görmek, iyi olup olmadığını görmek istiyordum. Yüzüne, gözlerine bakmak istiyordum.
Okan başını yan tarafa çevirdi. Oraya baktım. Zelem elimi daha sıkı tutarken, yürütmeye başlattı. Sessiz adımlara götüreceği yere doğru tek bir kelime etmeden takip ettim. Göz ucuyla baktığımda, Okan, Bahri ve Cıvıl’ın da arkamızdan geldiğini gördüm.
Zelem ile birlikte köşeyi döndüğümüzde, Zelem önünü büyük pencerenin olduğu tarafa çevirdi. O anda durdum. Karşıya baktım. Birkaç saniye içinde gördüğüm kişiyle, kafamın içinde ve kalbimin her yerinde büyük fırtınalar koptu. Yerler bitti ve durdu. Geriye kirini tozunu bıraktı.
Beyaz çarşafların içinde gözleri kapalı bir şekilde uzanıyordu.
Yüzünün ortasında şeffaf bir maske vardı. Her nefes alış verişlerinde, maskenin içi buğulanıyordu. Üstü çıplaktı. Göğsünün üzerine bir şeyler yerleştirilmişti. İki yanında hareketsizce duran ellerinden birinin işaret parmağına, bir şey takılmıştı. Yanı başında, duran bir monitör vardı. Üzerindeki şekiller durmadan hareket ediyor, garip bir ses çıkarıyordu. Neydi onlar bilmiyordum. İlk defa görüyordum. Görmek istemezdim.
Toprak. 3 yılım. İlk ve son aşkım. Sonbahar gözlüm.
Kaşlarım çatılırken, boğazıma etrafı dikenli bir yumru oturdu. Titreyen parmaklarımı cama yasladım. Sanki güzel yüzüne dokunuyormuşum gibi parmaklarım camın üzerinde hareket etti. “Toprak.” Diye mırıldandım. Dudaklarım titredi, pınarlarımdan cehennem ateşi gibi gözyaşları bir bir boşalırken. “İçeri girmek istiyorum.” dedim sesim titrerken.
“Doktor izin vermez.” Dediğinde Okan arkamda olduğunu anladım. Hepsi yanımdaydı. Toprak’ın yanındaydık. Omuzumun üzerinden Okan’a baktım. Yeşil koltuklardan birine geçip oturdu, sesli bir nefes verirken. Bahri’de yanına oturdu. “İsmini falan söyler söylemez, bu odaya aldılar. Hemen telefon açtı birilerine.” Başını önüne eğip dirseklerini dizlerine yasladı. Bir küfür savurdu sessizce.
Yeniden önüme dönüp Toprak’a baktım. Boynum büküldü masum yüzü canımı yakarken. Onu bu halde görmek… İçimi kavurdu.
Dizlerim bir dal gibi altımda esti. Yüreğim boğazımda atıyordu. Zelem’in elini bırakıp daha fazla ayakta duramayarak, pencerenin altına usulca çöktüm. Sırtımı duvara yasladım.
Dizlerimi karnıma yaslayıp, kollarımı etrafına doladım. Boş ve nemli gözlerim zemine sabitlendi. Annesi kanserden vefat etmiş. Toprak kansermiş. Güneş’in abisi lösemiymiş. Benim sonbahar gözlü sevdiğim hastaymış.1
Ruhum, bedenimi terk etmişti şimdi. Boş bir beden kalmış gibi geride, o da kan revan içindeydi. Lösemi. Kanser. Sonbahar gözlü çocuk. Alnımı dizlerimin üzerine yasladım. Gözlerimi kapadım.
Yan yana gelmezdi bu kelimeler. Hiçbir hayatta ihtimali bile olamazdı. Ama olmuştu.
Yanıma birinin daha oturduğunu hissettiğimde, diğer yanıma bir beden daha çöktü. İkisi de başını omuzlarıma koydu. Zelem ve Cıvıl. Ağırlık yapmadan, canımı yakmadan, tüy gibi dokunuş vardı sanki başlarını koydukları yerde. İç çekti biri, sesini duyurduğunda, sağ tarafımdaki kişinin Zelem olduğunu anladım. “Sen gelmeden önce doktor geldi. Açıklama yaptı.” Dedi.
Ağırlık yapan kafamı dizlerimin üzerinden kaldırmadan, sağ tarafıma çevirdim. Zelem’in kızarmış gözlerinin içine baktım. Zelem tebessüm etti burukça. “Durumu gayet iyiymiş, şimdi uyuyor, kendine geldiğinde içeri alacaklarmış bizi.” Dedi. Başımı ağır ağır kaldırdım. Cıvıl ve Zelem’de başını kaldırdı omuzlarımdan.
Zelem’in gözlerinin içine baktım umutla. “Gerçekten,” dedim. “İyi mi?”
Zelem hızla başıyla onayladı. Fakat dolmaya başlayan gözleri parladı. “İyi.” Dedi sadece.
Titrek nefes çektim burnumdan içime. İyiymiş. Uyuyor.
Ense köküm zonkluyordu. Şakaklarımdan vuran ağrı, tüm kemiklerimi sızlatıyordu. Ama kalbim… Orası cehennem gibiydi. Orası un ufak oluyordu. Parçalanıyordu. Lösemi. Lösemi. Lösemi.
“İyileşme gösteriyor.” Dedi Okan. Bakışlarımı ona çevirdim. Yanaklarımdaki nemlilik, ağırlık yapıyordu. Kalbimdeki kadar değil. Uğraştığı parmaklarındaydı gözleri. “Tedavisi iyiye gidiyor.” Elinin tersini burnuna yaslayıp birkaç saniye öylece durdu. Sonra derin bir nefes alıp yeniden parmaklarıyla uğraştı.
“Ne zamandır,” kurumuş dudaklarımı ıslattım. “Bu hastalık var, Toprak’ta?” diye sordum. Bazı lösemi hastaları iyileşmeye gösteriyordu değil mi? İyileşiyorlardı. Pençesine geçirdiği herkesi serbest bırakıyordu. Umut vardı. Ama Okan’ın söylediği lösemi türünü ilk defa duyuyordum.
Okan yüzüme baktı. “Çocukluğundan beridir.” Dedi.
Gözlerimi kapadım, burnumdan derin bir nefes alırken. Ama aldığım nefes göğüs kafesime bir taş gibi oturdu. Çocukluğundan beridir. Acı çekiyor muydu acaba? Hastalık canını yakıyor muydu? Bunları düşününce bir avuç gözyaşı boşaldı yanaklarıma. Oradan çenemin altında doğru ilerledi.
Dizlerimi başımın üzerine yasladım. Dizlerimin etrafına doladığım kollarımı daha sıkı sardım kendime. Tırnaklarımı tenime batırdım.
Sessizce penceresinin önünde beklemeye başladık. Zaman ağır ağır işliyordu sanki. Durmuş gibi.
Bizden başka kimsenin olmadığı koridorda ne zamandır bu şekilde oturduğumu bilmiyordum ama tanıdık sesle, irkilmemek için kendimi tuttum.
“Kar Tanem?” diyen annemin sesini duyduğumda, başımda dikildiğini gördüm elinin birinde katlanmış kıyafetlerle.
Sanki bu iki kelimeyi onun sesinden duymuşum gibi içim titredi.
Annem tebessüm etti. “Dante sana kıyafet getirdi. Hadi kalk giyin bunları.” Dediğinde, arkasında dikilen Dante’yi gördüm. Bana bakıp gülümseyerek selam verdi başıyla. Kendimi zorladım gülümsemesine karşılık vermek için ama olmadı.
Annem elimden tutup kaldırdığında, Zelem ile Cıvıl’da ayaklandı hemen. Bacaklarımda derman kalmamıştı. Ayaklarımın altı cam kesikleri varmış gibi sızladı. Ama yüreğimde acılan kesiklerdeki sızıya eş olamadılar.
Camın arkasında sessizce uyuyan Toprak’a baktım. Burada olduğumuzu biliyor muydu acaba? Hissediyor muydu? Belki de şaşırırdı. Bilmiyorum.
Annemin elindeki kıyafetleri aldım. Az önce geldiğimiz yere doğru yürüdüm onları geride bırakarak. Annem de yanımda geliyordu. Giyinmem için bir oda gösterdiğinde, telefonumu da bana uzattı. Alır almaz odaya girdim.
Beyaz bir sedye vardı içerde. Camları kapalıydı. Kıyafetleri yatağın üzerine bıraktım. Üzerimdeki kıyafeti çıkarırken, boğazıma kadar yükselen ağlamayı durdurmaya çalıştım. Ama yanaklarımdan öylece süzülüp giden gözyaşlarımdan da haberim vardı.
Dante’nin getirdiği her şey siyahtı. Benim pek siyah eşyam olmazdı ki. Siyah eşofman, siyah sweatshirt, siyah hırka ve siyah ayakkabı. Çok nadir olurdu. Olsa bile pek giyinmezdim. Bunları daha fazla düşünmeden, hızlıca giyindim. Üzerimden çıkardığım renkli elbiseyi avuç içimde buruşturup, çöp kutusuna yöneldim.
Renkliye ihtiyacım yoktu artık, çünkü bu gece siyah ile tanışmıştım.
Ama Toprak benim siyah rengim değildi, o benim sonbahar rengimdi. Tüm renklerin karışımıydı.
Dudaklarımı üst üste bastırıp fizana kadar yükseleceğini bildiğim hıçkırıklarımı yutmaya çalıştım. Ama dayanamıyordum, çok zordu. Çok.
Çöp kutusunun kapağını açmak için ayağım ile bastım. Hiç düşünmeden elimdeki renkli elbiseyi içine fırlattım.
Odadan ruhsuz bir şekilde çıkarken, bizimkilerin oturduğu yere hiç bakmadım. Elimdeki telefonu sıkıca tutup hastanenin çıkışına yöneldim. Kulağıma gelen fısıldaşmalarını duysam da, tüm her şeyimle soyutlanmış gibiydim. Dışarı çıktım. Soğuk hava tüm ihtişamıyla yüzüme çarptı. Gözlerimi yumdum yavaşça. Kar yağışı azalmıştı. Yerini artık buz gibi hava almıştı.
Gözlerimi araladığımda, hastanenin yanında küçük bir çardak gördüm. Minik adımlarla ona yönelip içindeki banklardan birine oturdum. Ayaklarımı üzerine çıkarıp, kollarımı bacaklarımın etrafına doladım. Dört duvar nefes almamı zorlaştırıyordu fakat açık hava da nefes almama yetmiyordu. Boğuluyordum.
İçinde olduğum koca kürenin görünmez ipleri vardı sanki. O iplerini boynuma atıp, soluksuz bırakıyordu beni. Toprak’ı öyle görmek, diri diri ateşe atmışlar gibi beni, yanıp yanıp kül oldum.
Okan’ın az önce söyledikleri yankılandı zihnimde.
Okulu arada sırada aksatmaları…
Okula gelmediği günler çok oluyordu. Gideceği yerleri köşe bucak arıyordum o zamanları. Belki bir gün, belki iki, belki de haftalarca gelmediği oluyordu. Ve daha geçenler de bir hafta gelmemiş, sınavlarını evde yapmıştı.
Aklıma hiç gelmezdi… hasta olacağı. Lösemi olacağı. Okulu aksatmaları, bu yüzden miydi?
Beresini verdiği zaman geldi aklıma. Güldürmüştü bu anı beni. Fakat öksürük krizine girdiği zamanı hatırladığımda, gülüşüm kayboldu. Elimi alnına yaslayıp ateşini kontrol etmiştim. Ateşi yoktu o zaman. Ama öksürüğü, bu yüzden miydi?
Daha bu gece, daha üzerinde saatler geçmemiş olan o güzel anımızda dans edivermiştik. Güvenlikçilerden kaçıp, sokağın aşağısında duruvermiş, aynı şişeden bira içmiştik. Elimi sımsıkı tutmuştu. Ve sanki, içime doğmuş gibi iki kere dönüp bakmıştım, güzel yüzüne. Keşke daha çok baksaydım.
Dans ederken fark etmiştim elinin üzerindeki yavaş yavaş geçmeye başlayan morlukları. Sanki onları gördüğümü fark etmiş gibi endişelenmiş, kendisine doğru çekerek dans etmeye başlamıştı. Tenindeki morluklar, bu yüzden miydi?
Yanaklarımın üzerinde gözyaşlarımı fark ettiğimde, parmak uçlarımla silip kucağımdaki telefonu alıp arama motoruna girdim. Okan’ın söylediği şeye girdim. Hastalığa. Sonra da gidip doktorla konuşacaktım.
Uyuşan parmaklarıma rağmen ismini yazabildim arama motoruna.
Birden fazla bilgi düştü önüme. İlk siteye girdim hemen.
“Akut miyeloid lösemi çok hızlı seyredebilen bir hastalıktır. Kısa sürede kan değerlerinde ve belirtilerde farklılıklar yaşanabilmektedir. Ani başlayan halsizlik, yorulma, öksürük, kemik ağrıları, kanama, kusma gibi,” duraksadım. Gözlerimin önü bulanıklaştı. Elimi dudaklarıma bastırdım. Bir hıçkırık dudaklarımın arasından firar etti. Anılar olduğu gibi tüm şeffaflığıyla yeniden belirdi. Okuduğum birçok belirti onda da vardı. Zorlana zorlana devamını okumaya çalıştım.
“…belirtilerle kendini belli eden Akut miyeloid lösemi tedavisi uzun soluklu ve sabır gerektirmektedir.” Art arda hıçkırıklarım koptu. Uzun soluklu ve sabır… Ne kadar ilerlemişti mesela vücudunda? İyileşiyor muydu? Kötü şeyleri düşünmek istemiyordum. Toprak’a kötü şeyler yakışmıyordu çünkü.
Kesik bir nefes ciğerimden koptu, boşluğa doğru savruldu. Dudaklarımın önünde soğuk hava yüzünden gri dumanlar yükseldi. Başımı, banka yasladım. Kalkar kalmaz ona bir tabak dolusu portakallı kek yapacaktım. Sabah yedide yine peşine düşüp okula girene kadar takip edecektim onu. Müzik odasında söylediği şarkıları, ona eşlik eden gitarının sesini dinleyecektim. Belki de bunları el ele tutuşurken yapacaktım…
Oturduğum çardağa doğru gelen adım sesleri, düşüncelerimden çekip çıkardı. Karşıya baktığımda, Zelem’in elinde dumanı tüten iki karton bardakla buraya doğru geldiğini gördüm. Başımı, banktan kaldırdım.
Zelem tebessüm ederek, elindeki bardağın birini bana uzattı. İçindekinin kahve olduğunu, soğuk havayla birlikte kokusunun burnuma geldiğinde anladım.
“Al. Kahve iyi gelir.” Dedi Zelem. Bardağı aldığımda, etrafındaki sıcaklık, kızarmış parmak uçlarımı sızlattı. Karşıma oturdu, sırtını banka yaslarken. “İki şekerli. Sen acı kahve sevmezsin.” Dedi.
Derin bir nefes burnumdan çektim içime, kahveye bakarken. Şu anda yiyip içmek asla umurumda değildi. Zaten bir şeyde çekmiyordu canım. “Haberin var mıydı?” diye sordum yutkunurken. Zelem’in gözlerine baktım. “Toprak’ın lösemi olduğundan?” İçimi kavurdu.
Zelem, oturduğu bankta biraz daha yayılıp bana baktı. Minik bir iç çekti. Başını iki yana salladı. “Senden bir yarım saat önce öğrendim. Hastaneye gelirken.” Dedi. Kahvesinden bir yudum aldı. “Okan söyledi o anda.”
Elimin tersiyle burnumu sildim. “Bildiğini anlat Zelem.” Dedim. Nasıl haberleri olmuştu, nasıl buraya gelmişlerdi hepsini bilmek istiyordum.
Zelem bir daha iç çekti. “Başını biliyorsun zaten, Okan’ın ablalarıyla tanışmaya gidecektim.”
Yanağımın içini ısırdım. Onların birlikte olması hâlâ bende şaşkınlık yaratıyordu. “Gidemediniz.” Dedim üzülürken.
“Toprak’tan önemli değil. Biz bir daha gideriz tanışmaya, ablaları kaçmıyor ya.” Dedi Zelem, dostane bir şekilde gülümserken.
“Peki sonra?” dedim iç çekmeden önce.
“Yarı yolda Okan’ın telefonu çaldı. Bahri’ydi arayan.” Önce kahvesine sonra da karşıya baktı. “Ağrıyan kalçası için sandık. Okan ile üstüne güldük.” Yutkundu. “Açar açmaz hıçkırıkları geldi. Toprak, diyordu.” Bana baktı, içli gözlerle. “O an Okan’ın bir şeyler bildiğini anladım. Gülüşü yüzünde dondu kaldı.” Yutkunmadan önce dudaklarını ıslattı. “Zor bela nerede olduğunu söyledi bize. Bir taksi tutup yanına vardık.”
Sanki onları ben yaşamışım gibi içime kara dumanlar çöktü.
“Bahri telefonu kapatır kapatmaz Cıvıl’ı aramış. Yanına gelmesini istemiş. Cıvıl’da ağlayıp annesini ikna etmiş. Biz daha buraya varamadan ambulansla, Cıvıl buradaydı.” Zelem oturduğu yerde dikleşti. “Seni de öğrendiğimiz anda aradım.” Duraksadı. Söyleyip söylememek konusunda kararsızdı. “Toprak’ta adını sayıklıyordu.” Dedi nefes alıp verdikten sonra.
Nemli gözlerimi kırpıştırdım Zelem’in gözlerine bakarken. Ayaklarımı banktan indirip, “nasıl?” diye sordum. Yüreğim deli gibi çırpıyordu.
“Taksiyle yanına vardığımızda, tek bir isim çıkıyordu dudaklarından.” Zelem elimi kavradı. “Belfü, diyordu.” Tebessüm etti. “Kar Tanesi, diyordu. O anda ilk görmek isteyeceği kişinin sen olduğunu anladım.” 1
Adımı sayıklıyordu. Benim adımı. Dudaklarına yakışan lakabımı söylüyordu.
Gözlerimden yeniden yaşlar akmaya başlarken, başımı Zelem’in omuzuna yasladım. “İyi olacak mı Zelem sence?” diye sordum. Zelem evet dercesine başını salladı. “Okan’ı duydun. İyileşiyormuş. Tedavisi işe yarıyormuş.” Dedi sesi titrerken. Yanağını başıma koydu.
Ama bayılmıştı. Ellerinde morluklar vardı. Okulu aksatıyordu.
İnanmak istedim. Kalbim inanmak istedi. İyileşsin istiyordum. On canım da olsa, onunu da ona feda ederdim. Yeter ki iyi olsun.
Buz gibi olan avuç içimde, hemen soğumaya başlayan kahve bardağının etrafına parmaklarımı sarıp, bacağımın üzerine koydum. Gökyüzü yavaştan maviye dönüyordu. Gün doğmak üzereydi. Saat kaçtı bilmiyordum, ama güneş doğsun, içimizi ısıtsın istiyordum. Çünkü güneş ışınlarıyla beraber, iyi şeylerde gelirdi.
Yarım saat belki daha az bilmiyordum ama bize doğru seslenen Togan’ın sesiyle, başımı Zelem’in omuzundan kaldırdım. Endişeli bir şekilde buraya doğru koşuyordu. “Belfü?” dedi korkuyla. Hızla çardağa girip boynuma sarıldı. “Çok üzgünüm.” Dedi. Kahve üzerine dökülmesin diye yan tarafıma doğru uzattım kolumu, diğer kolum ile de sarıldım.
Sarılması bittiğinde, yanıma oturdu nefes nefese kalmış bir şekilde. “Zelem haber etti bana.” dedi. “Toprak, o iyi mi?” diye sordu çekine çekine. Kaçamak gözlerle de Zelem’e bakıyordu. Sanki bir kötü haber alacakmış gibi gergindi.
Titreyen dudaklarımı üst üste bastırdım. Omuzlarımı indirip kaldırırken, “iyi dedin Okan.” Dedim. Bardağı bacağımın kenarına bıraktım. “Gidip doktorla konuşacağım.” Deyip başımı oynadığım parmaklarıma indirdim.
Togan bir daha sarıldı yutkunurken. “İyi olacak.” Sırtımı sıvazladı. “İnanıyorum. Sen de inan.”
Gözlerimi kapadım. Kirpik diplerime iğneler batıyordu. İnanıyordum. Ama kalbim… Araf’taydı.
Burnumu çekip, gözlerimi geri açtım. Togan’da geri çekildi yüzünden düşen bin parçayken. Ne kadar bana belli ettirmemeye çalışsa da üzülüyor, kötü bir şey olacak diye korkuyordu. Bu yüzden ben de gözlerimi yüzünden kaçırıyordum. Kötü bir şey olacağını düşünen hiç kimsenin yüzüne bakmak istemiyordum artık.
“Doktorla konuşacağım.” Deyip zor bela ayaklandığımda, Zelem, “Okan konuşmaya çalıştı ama birinci dereceden yakınları olmadığımız için izin vermedi bize.” Dedi.
Birinci dereceden yakınları… Dedesi, babası, Güneş. Annesi ise vefat etmişti.
“İkna etmeye çalışacağım.” Dediğimde, hastanenin önünde ani frenle duran arabadan çıkan gürültülü sesle üçümüzün de bakışları oraya yoğunlaştı. Arka kapısı hızla açıldı. İçinden biri çıktı. Berzah Bey.
Gözlerim şaşkınlıkla açılırken, çardaktan çıktım. Togan ile Zelem’de arkamdan geldi hemen.
Yutkundum. “Toprak’ın dedesi.” Dedim.
Berzah Bey çıkar çıkmaz koşar adımlarla hastaneye girdi. Derken, arkasından biri daha arabanın içinden fırladı. Adımlarımı durdurdum. Babam ile aynı yaşlarda olan bir adam, arabadan inip birkaç adım yürümüştü ki, yere yüz üstü düşmekten son anda kendisini kurtarıp dengesini sağladı.
Buradan sadece yan profili görünen adamı inceledim. Giydiği beyaz gömleğin uçları dışarı fırlamıştı. Üzerindeki kumaş pantolon iki beden fazlaydı ona. Üstü başı hep toz içindeydi. Düz yolda yürümeyecek kadar ayakları sağa sola doğru yalpalıyordu. Bu kimdi bilmiyorum ama sarhoş olduğu kesindi.
İçerden gelen bağırışlarla, dikkatimiz bu sefer oraya döndü. İncelediğim adam da içeriye girdiğinde, hiç vakit kaybetmeden bizde peşinden girdik.
Gördüğüm kalabalıkla olduğum yerde duraksadım. Annemle babam, iki yanıma geçti, ben karşımdaki kişileri izlerken.
Berzah Bey’in arkası dönük, önünde ise geçit vermeyen Okan vardı. Ne olduğunu anlayamadan, yanlarına yürüdüm. Zelem yanımdan geçip Okan’ın yanına vardığında, elini sıkıca tutup, Berzah Bey’e dikti bakışlarını.
“Çık dışarı!” dedi Okan sağa doğru çekilen Berzah Bey’in önünü bir daha keserken. “O benim torunum.” Dedi Berzah Bey. Diğer adama baktım. Elleri yüzünde, sertçe sıvazlıyordu. 1
Okan başını iki yana salladı öfke ile. “Yıllar sonra tanıdığın torunun!” Dedi dişlerini sıkarken. Başını biraz daha karşısındaki adama yaklaştırdı. “Seni dedesi olarak görmüyor,” kaşlarıyla yanlarında duran adamı işaret etti sonra. “Onu da babası olarak görmüyor!”
Kaşlarım çatıldı. Hangisine şaşıracağımı bilemez oldum. Adama baktım. Aynı fotoğraf karesi gözümün önünde belirdi.
Ön dişlerinden biri olmayan sevimli çocuğun yüzünde insanı tebessüm ettirecek kocaman gülüşüyle kollarını yanındaki kişilerin boynuna atmış sımsıkı sarılmıştı. O sevimli çocuk Toprak’tı. Yanında mutlu olduğu kişiler ise anne ve babasıydı.
Annesi vefat etmişti ama babası buradaydı. Fotoğraftakine göre epey yaşlanmıştı. Siyah saçlarına aklar düşmüştü. Bedeni zayıflamıştı.
“OKAN!” diye bağırdı adam. Toprak’ın babası olan adam. “Çekil yolumuzdan!” söylediği kelimeler ağzında yuvarlanıyordu. Bas baya sarhoştu. Diğerleri gibi ben de bu bağırışa irkilerek tepki vermiştim fakat Okan tepkisizliğini korumuş, öfkesi daha da sivrileşmişti gözlerinde. Verdiği tek tepki adama başını çevirmek olmuştu.
“Kaç saat oldu lan?” dedi Okan. “Kaç saattir buradayız. Niye gelmediniz hemen. O doktor size gelir gelmez haber verdi.” Berzah Bey’e çevirdi bakışlarını. “Niye yanına gelmediniz?” diye sordu sakince.1
Burada değillerdi. Çok geç gelmişlerdi.
“Çekil önümden evlat!” dedi Berzah Bey, soru yüzünden birkaç saniye sessiz kalırken.
Okan’ın omuzları daha çok dikleşti. “Olmaz. Sizi istemiyor benim kardeşim. Sevmiyor sizi. Yanında sadece sevdiği insanları görmek isteyecektir.” Tek kaşını kaldırdı. “Sizi değil!”
Berzah Bey sinirle soludu. Başını sağa sola sallarken, çok kısa başını yan tarafına çevirdi, o anda göz göze geldik. Beni tanıyıp burada da olduğumu beklemiyor olacak ki bakışlarına şaşkınlık yerleşti. Birkaç saniye öylece yüzüme baktıktan sonra, başını önüne çevirip eğdi. Derin bir nefes aldı. Soğuk ve ciddi olan adamın bir anda yüzü düştü. “İyi olması için elim-” Köşeden dönen doktorun sesiyle devamını getiremeden sustu.
Gözleri hemen doktora döndü, pür dikkat ona kendisini verirken. O anda doktoru tanıdığını anladım.
Doktorun elinde mavi bir dosya vardı, yüzünde ise minik bir tebessüm. Olduğum yerde omuzlarımı içe doğru gömüp bize doğru gelen doktorun gözlerinin içine baktım. “Hoş geldiniz Berzah Bey.” Dedi doktor elini uzatırken.
Okan yan tarafa doğru çekildi istemese de. Çenesindeki bir kas deli gibi seğiriyordu. Onu burada istemiyordu.
Berzah Bey ters bir bakış attı Okan’a, ardından gülümseyip doktorla el sıkıştı. Doktor bu sefer Toprak’ın babasına dönüp, “Sizde hoş geldiniz Hakan Bey.” Dedi, onunla da el sıkışırken.
“Torunum nasıl, uyandı mı?” diye sordu Berzah Bey. Her şey artık umrum dışıydı. Sadece doktorun dudaklarının arasından çıkacak kelimelerdeydi dikkatim.
Doktor gülümsedi. “Merak etmeyin Berzah Bey, Toprak iyi.” Dedi. Elim kalbimin üzerine gitti. Burnumdan derin bir nefes verdim. Minik bir tebessüm yerleşti dudaklarımın kenarlarına. Arkadaşlarımın hepsi gülümseyerek birbirlerine baktılar.
“Tedavisini aksatmadan yürütmesi, sonuçlarını iyiye götürüyor.” Dedi doktor. Berzah Bey’de rahatlamış gibi nefes verdi. “Üstelik bu bir hafta boyunca yürüttüğü süreç, onun için iyi oldu.” dediğinde doktor, bir hafta boyunca okula gelmediği aklıma geldi. Demek tedavisi için gelmemişti. Gözlerim yeniden dolarken, dudaklarımın titrememesi için kendimi zorladım.
“Eğer,” dedi doktor, Berzah Bey ve Hakan Bey’e bakarken. “Bu şekilde devam ederse, hastalığı atlatacaktır.” Dudaklarını ağzına yuvarladı doktor. “Biliyorsunuz Berzah Bey, çok sık,” Berzah Bey, elini kaldırıp, “biliyorum. Söylemene gerek yok.” Dedi. Doktor her ne söyleyecekse baya üzgün görünüyordu ama Berzah Bey yüzünden sustu, devamını getirmedi.
Doktor tek tek hepimizin yüzümüze baktı. “Hastalığı sabır getiriyor. Onu üzecek, kıracak, mutsuz edecek her şeyden uzak tutun.” Gülümsedi. “Arkadaşları olarak yanında durun. Size ihtiyacı var.”
Sonra doktor kaşlarını hafifçe çatıp birini bulmak istercesine yüzlerimize baktı. İşaret parmağını kaldırıp, “Hanginiz Kar Tanesi, Toprak onu görmek istiyor.” Dedi. 1
Aldığım nefes aşağı inmedi, boğazımda asılı kaldı. İçim ise tir tir titredi.
Bir adım yaklaşıp, “Ben.” Dedim fısıltıyla. Tüm herkesin gözleri bana döndü. Hepsi gülümsüyordu, pınarlarında biriken yaşlarla. Dedesi ve babası hariç.
Başıyla işaret etti gitmem için doktor. “Sizi görmek istiyor.” Deyip gülümsedi.
Burada olduğumu biliyordu, hissetmişti.
Başımı belli belirsiz sallayıp dudaklarımda minik bir gülümsemeyle ona gitmek için yürümeye başladım. İyileşiyordu. İyi olacaktı. Kalbim inanıyordu artık. Doktor iyi demişti. Şimdi onu uyanıkken görecektim.
Köşeyi döndüm. Kahverengi kapının önünde dikildim. Gözlerimi yumdum. Kalbim, etrafındaki kemik yığınlarını parçalayıp dışarı çıkmak istiyormuş gibi deli gibi çırpıyordu. Sonbahar gözlerini görecek diye heyecanlıydı, biliyordum.
Derin bir nefes alıp yutkundum. Gözlerimi aralayıp kapının koluna parmaklarımı dolayarak içeriye doğru açtım. Ve bakışlarım direkt karşıdan tebessüm ederek bu tarafa bakan Toprak’ı gördü. Benim Toprak’ımı. Üç yılımı. Sonbahar gözlü çocuğumu.
İçimi kaplayan, dışarı taşan yoğun hisle, elim ayağım titredi. Gözlerim, gözlerindeyken, gülümsedim. Dudaklarım titredi, benden büyük olan o his yüzünden.
“Kar Tanesi.” Dedi kısık sesle. Tebessümü büyüdü. Beni görmek istemişti, sadece beni.
Sesi, içimi titretti. Bu iki kelimeyi sonsuza kadar ondan duymak istiyordum.
Kapının kolunu bıraktım. İçeri girip, kapıyı yavaşça arkamdan örttüm. O anda düşüncelerime hücum eden o sivri kelimeler, karnıma, kalbime saplandı. Lösemi. Kanser.
Gözlerim doldu, yüzünü baştan aşağı incelerken.
Parmaklarını durmadan içine daldırıp karıştırdığı saçları, seyrekleşmiş miydi?1
Güzel, masum yüzü solmuş yanakları içe doğru mu çökmüştü?
Sonbahar gözleri yorgun ve bitkin miydi?
Uzun süredir gözlerimin önüne görünemeyen bir perde inmiş, onun bu halini görememiş gibiydim. Gözlerime bir anda bu saydıklarımın hepsi tek tek belirmişti.
Birkaç saat içinde her şey değişebilir miydi? Değişmişti işte.
“Kar Tanesi,” dediğinde kadife sesi bir anda beni gerçekliğe döndürdü. Kötü, berbat olan gerçekliğe. “Yakınıma gelsene.” Dediğinde, yataktan doğrulmaya çalıştı ama küçük bir inleme ile dişlerini sıktırıp geri yatağa uzandı. Beceremedi.
Benimde canım acıdı inlemesiyle.
Ceketimin kollarını parmaklarımı kapatacak bir şekilde çekiştirip tuttum uçlarından. Aklımdan kötü şeyleri silmeye çalışıp kendimi gülümsemeye zorladım ona doğru yürürken. Ağlama. Ağlama. Üzme onu. Mutlu olması gerek.
“Toprak,” diye fısıldadım. Yatağın kenarına kadar gidip durdum. Uykulu gözlerini ağır ağır kapatıp açıyordu. Yüzü bembeyazdı, bir kağıttan farksızdı. Ama dudaklarındaki iç ısıtan gülümsemesi… Oraya can verilirdi.
“Çok ağlamışsın.” Dedi gözlerimin içine bakarken. “Mavi gözlerini harap etmişsin.”
Gözlerimi birkaç saniye söylediği cümle yüzünden kapadım. Parmaklarıma kadar çektiğim ceketimin koluyla burnumu silip yüzüne baktım. Gözlerimin içi yanıyordu. Altının balon gibi şiştiğine emindim ama umurumda değildi.
“Okan öttü demi?” diye sorduğunda, tepki vermedim. Hasta olduğunu, lösemi olduğunu söylediğini kastediyordu. Gülümsemesi derinleşti. “Eşek herif.” Dedi homurdanarak. İstemeden kıkırdadım. Dilimin ucuna kadar geldi hastalığını sormak, ama soramadım yuttum. Yakıştıramıyordum ona.
Kaşlarını havaya kaldırdı. “Ya peki doktor, o ne dedi?” durdu ve yutkundu. “İyi olduğumu, tedavimin iyi gittiğini söyledi mi?” dediğinde, parmaklarımı avuç içime gömdüm. Ah o sesindeki yorgunlukla karışık beklenti, içime işledi.
İyiye gidiyor dedi. İyileşecek dedi. Sabır gerek, onu üzecek her şeyden kaçınması gerek, dedi.
Halsizce yanına uzattığı kolunu kaldırdı. Elini bana doğru uzattı. Birkaç saniye uzattığı elinde kaldı bakışlarım. Dudaklarım aralanırken, nemli gözlerle yüzüne baktım, yanaklarım bin beş yüz derecede yanmaya başlarken. Sonra ise titreyen elimi ona doğru uzatıp parmaklarına tutundum hafifçe. Sıcacıklardı, benim buz gibi olan parmaklarımın aksine.
Gülümsedi. Parmaklarını hafifçe hareket ettirip parmaklarımla oynama başladı. “İyi olacağım.” Dedi. Başını biraz daha yan yatırıp gözlerimin içine baktı. Başparmağının iç kısmıyla, parmağımın üzerini okşadı. 1
Ayaklarım altımda esti. Beni birkaç dakika daha taşıyamayacaklarını anladım. Direnmeye çalıştım, parmaklarıma değen sıcacık dokunuşlarına rağmen.
“Sana sorduğum soruyu hatırlıyor musun?” diye sorduğunda, kaşlarım hafifçe çatıldı. Hatırlamadığımı anladığında, minik bir kıkırtı döküldü dudaklarından, daha sonra boşta kalan eliyle burnunu gösterip, “yüzüne top geldiği zaman.” dedi.
O gün aklıma gelir gelmez, “evet hatırlıyorum.” Dedim gülümseyerek.
“Benimle bir yere gelir misin, diye sormuştum.” Dedi.
“Ben de gelirim, demiştim.” Dedim.
“Nereye gideceğimizi sormadan hem de.” Dedi yarım gülüşle.
Burnumu çekip omuzlarımı silkeledim. “Neresi olursa gelirim.” Dedim küçük harflerle.
Yorgun gülüşü yüzünden silinmeden gözlerime bakmaya devam etti. “O zaman seni evinin önünden alırım Kar Tanesi.” Dedi. Gülüşü büyüdü. “Bana iki sözün var artık.”
Bende güldüm. “Bir de portakallı kek.” Deyiverdim. Bu gece, sokağın aşağısına koşup bira içmeden önce. Güvenlikçilerden kaçıp gülüşlerimiz sokakları doldurmadan önce. Beraber, dans ederken bu sözü vermiştim ona.
Başıyla onayladı. “Bir de portakallı kek.” Dedi kısık sesle beni tekrar ederek.
Parmak uçlarımla oynamayı bırakıp onları sıkıca tuttu. Gözlerini kapatıp dudaklarını hareket ettirerek mırıldandı. “Uzak bir kıtada sıfırdan başlayıp…” durdu. Başını yastığa daha çok bastırdı. Nefesimi tuttum o anda, ne söylediğini birkaç saniye sonra idrak ederken. “Hiçbir şey almayız gerimizden.” Ona önerdiğim şarkının sözlerini söylüyordu.
Gözlerini araladı, gözlerimin tam içine bakarken. “Git dinlen Kar Tanesi.” Dedi. “Ben iyiyim. Sen de bir daha ağlama. Mavilerine zarar.”
Sende önemli değil Toprak, senden önemli değil.
Elini çektiğinde, kolunu tekrardan yanına indirdi. Boş gözlerle, havada kalan elime baktım. Isınmaya başlayan parmak uçlarım yeniden üşümeye başladı. Sahipsiz kaldığını hissettim o an.
Başımı iki yana salladım. “Sen çıkana kadar gitmeyeceğim.” Dedim.
“Birkaç gün sonra çıkarım.” Gülümsedi. “O zaman evinin önünden seni almaya geleceğim.” Dedi.
İçime akın eden zemheriyi bastırmaya çalışırken, gülümsemeye çalıştım dudaklarım titreye titreye. Başımla onayladım. “Ama önce dinlen.” Dedim.
Derken, kapı gür bir şekilde açıldı, içeriye bizimkiler daldı. Tam olarak dalmışlardı. Kapı duvara çarpıp geri gelmişti.
“Lan!” dedi Okan, direkt sedyenin diğer tarafına geçip başını Toprak’ın göğsüne yaslarken. Bahri’de bedenini eğip Toprak ve Okan’a sardı kollarını. Diğerleri ise gülümseyerek benim yanımda yer aldı. Hepsinin gözleri dolu doluydu ama gülmeye çalışıyorlardı. Fakat boğazlarına düğümlenen o acıdan haberim vardı. O düğüm ben de vardı.
“Oğlum yavaş.” Dedi Toprak, onlara sarılmaya zorlarken kendini. Bu üçlünün görüntüsü dudaklarımda hüzünle bulanmış minik bir tebessüme yol açtı.
Okan geri çekilip elini Toprak’ın yastığının üzerine yasladı. Acı bir yutkunuşun boğazını buradan bile delip geçtiğini gördüm. Bahri ise hâlâ başını Toprak’ın göğsünden çekmemişti.
Toprak şaşkınlıkla Bahri’ye baktı. Bahri hâlâ kollarının arasına yığılan Toprak’ta kalmıştı aklı. Çok korkmuştu, belliydi halinden.
Toprak genzinden öksürdü. “Oğlum Bahri.” Dedi, gülmemek için dudaklarını ısırdı. Bahri omuzlarını silkeledi bir çocuk gibi. Kalkmak istemiyordu. Okan burnundan soluyup Bahri’nin ensesinden tuttuğu gibi yukarı kaldırdı. “Yeter da!” dedi gözlerini belerterek. 1
Bahri birkaç saniye öylece Toprak’a baktı ve bir anda, “Toprak.” Diye bağırıp başını geri yasladı. Okan fırsat vermeden tekrar ensesinden tutup yukarı kaldırdı.
“Vallah’a dayanamayıp girdik.” Dedi Okan, kendisini açıklamaya başlarken.
Toprak güldü. “İyi yaptınız.” Dedi.
“Nasılsın Toprak?” diye sordu Zelem çekinerek. Toprak, soruya cevap vermeden önce Bahri’ye baktı. “Ben iyiyim de, Bahri nasıl?” diye sordu. Bahri dudak sallayıp omuzlarını kaldırıp indirdi. Ağladı ağlayacaktı. Onun yanında bayıldığını biliyordu, bu yüzden Toprak’ta Bahri için endişelenmişti.
Bahri burnunu çekip, “ben iyiyim. Sen daha iyi ol.” dedi yutkunup başını diğer tarafa çevirirken.
Toprak gözlerini kıstı. “Kalçan nasıl oldu? Onu unuttum.” Dediğinde, gülmeden edemedim. 1
“Serum verdiler. Kırık çıkık yok şükür.” Deyip kalçasını okşamaya başladı Bahri.
Toprak bir gülüş attı. “İyi bari.” Dedi.
“Lan,” dedi Okan Bahri’ye dönerken. “Oğlum siz çatıdan mı düştünüz?”
Zelem’e baktım. Daha bu gece yaşanmış olmasına rağmen nasıl unuturdu.
“Lan,” dedi Okan. “Aşk başımıza vurduğu için idrak edemedik onu.” Deyiverdi. O anda aydınlanma geldi bana. Kendilerini birbirlerine o kadar çok kaptırmışlardı ki ne yaşandığından bihaberlerdi. Okan ile Zelem birbirlerine bakıp cilveli bir bakış fırlattılar. İkisinin hâlâ birlikte olmasına şaşırıyordum. Hele Zelem’in Okan’a evet demesi, şaşılacak olaydı doğrusu.
Birkaç dakikada olsa bizimkiler karamsarlığı sohbetleriyle dağıtmıştı ama içlerinden geçen her şeyi anlıyor, hissediyordum. Toprak’a hepsi üzülüyordu. İçlerindeki yansıma gözlerine vuruyordu çünkü. Ama yine de belli ettirmemeye çalışıyorlardı.
Ben ise sadece gülümseyen yüzüne kısılan sonbahar gözlerine bakıyordum.
Derken kapıyı tıklatıp içeri giren doktorla, birkaç saniye düzelen moralimiz yerle bir olmuştu.
“Hadi çocuklar çıkın da arkadaşınız dinlensin.” Dedi Toprak’a bakıp gülümserken. O sırada kapıda görünen yüzler, moralimi daha çok bozdu. Hakan Bey ve Berzah Bey vardı.
Toprak’ta onları görmüş olacak ki, sıkıntıyla nefesini verdi. “Kimseyi görmek istemiyorum.” Dedi. “Arkadaşlarım hariç.” Berzah Bey’in burnundan soluduğunu gördüm. Babası ise yüzünü sertçe sıvazladı. Güneş’in bunlardan haberi var mıydı acaba? Sanmıyordum!
“Lütfen Toprak.” Dedi doktor kibar bir sesle. “Onlarda senin ailen, merak ediyorlar seni.”
Toprak’a baktım. Sonbahar gözleri ilk defa nefretle bakıyordu. İlk defa görüyordum bu hallerini. Nefret edecek kadar ne yapmışlardı ona?
Doktor bize baktı. “Hadi çocuklar çıkın da biraz dinlensin arkadaşınız.” Dediğinde, istemesem de başımla onayladım. Hep yanında kalmak, bakmak istiyordum. Ama dinlenip iyi olması için de bu isteğimden vazgeçerdim.
Yavaşça bizimkiler odadan çıkarken, doktor da onları takip etti. En son ben kaldım. Kapının kolundan tutup kendime doğru çekerken, sesi durdurdu. “Gelip alacağım seni Kar Tanesi.” Derin bir nefes aldırdı cümlesi. Ağlama. Ağlama.
Dimdik durup omuzumun üzerinden geriye baktım. “Bekliyorum.” Dedim, titrek sesle. Gözlerime hakim olmaya çalışsam da, titreyen sesime çare yoktu. Dudaklarının kenarları kıvrıldı.
Burnumdan nefes alıp önüme döndüm. Fakat aklıma gelen şey ile bir daha omuzumun üzerinden ona bakıp yorgun gülümsemesiyle yeniden karşılaştım. Söyleyeceğim şey şu anda yanaklarımı yakıyordu. Ama utanmanın sırası değildi. Zamana bırakıp başka bir gün söylerim değildi. Şimdi, tam şimdi söylemenin vaktiydi. O anı kaçırmamak lazımdı.
Derin bir nefes alıp verdim dudaklarımın arasından. “Şu bahsettiğim Toprak,” dediğimde, gülüşü büyüdü; kalbim de büyük bir yer edindi. “O Toprak sensin.” Gülüşüm gülüşüne eşlik etti. 1
Ve sanki o olduğundan emin gibi baktı gözlerimin içine.
Kıpır kıpır olan içime rağmen, kapıyı açıp çıktım. Odanın önünde bekleyen Berzah Bey ile göz göze geldik ama bir şey demedim. Sessiz kaldım. Gözlerimi ilk ben çektim yüzünden. Bakmak istemedim daha fazla.
Ben çıkarken, o ve Hakan Bey içeri girdi. Babası ve dedesi.
Odanın önündeki yeşil koltuklardan birine oturdum. Arkadaşlarımın hepsi buradaydı. Kimse gitmedi. Hepimiz Toprak’ın yanındaydık.
Saçlarımın üzerine Toprak’ın verdiği siyah bereyi takarken son kez kendime aynada baktım. Gözlerimin altı kızarmış, yanaklarımla beraber ikisi de balon gibi şişmişti. Yaşanan şeyler aklıma bir daha geldiğinde, gözlerim dolmaya başladı. Oradan hiç gitmiyordu ki! Kalbimi, düşüncelerimi bir zehirli ot gibi çürütüyordu.
Derin bir nefes alıp pınarlarımda biriken yaşlarla gülümsemeye çalıştım. Bugün ağlamak yoktu, çünkü bugün Toprak beni bir yere götürecekti. Mutlu olmam gerekiyordu. O iyileşiyordu. İyiye gidiyordu.
Doktor öyle dedi, Toprak öyle dedi.
Derin bir nefes aldım yeniden, aynadaki berbat yansımamı gerimde bırakıp arkamı dönerken. Yatağımın üzerindeki sırt çantamı alıp omuzlarıma asarken, perdeleri açık pencereye çarptı gözlerim. Evin tam önünde o vardı, Toprak. Mavi scooter motorunun üzerindeydi ve bu tarafa doğru bakıyordu. Aşağıda beni bekliyordu.
Gelip alacağım seni demişti. Şimdi ise almak için gelmişti. Neresi olursa gidecektim onunla.
Birkaç günümüz hastanede geçtiğinde, doktor taburcu etmişti Toprak’ı. O zamana kadar yanından ayrılmamıştık hiçbirimiz. Ne kadar zorlasa da eve gitmemizi, kabul etmemiştik. Onu nasıl orada bırakırdım ki, üstelik babası ve dedesine nefret ile bakarken. Yalnız kalmaması gerekiyordu. Hüzün değil, mutluluk olması lazımdı yanı başında.
İçli gözlerle ona bakarken kalbim ivme kazandı. Hızla odadan çıktım fakat aklıma gelen şeyle duraksayıp geri odama girdim. Rafın üzerinde duran fotoğraf makinemi alıp sırt çantamın içine koydum. Orada bana lazım olacaktı o.
Yüzümde büyük bir sırıtışla odadan çıkıp merdivenleri ikişerli ikişerli indim. Annem salonun girişin de belirdiğinde, gülümseyip, “iyi vakit geçir.” Dedi. Başım ile onayladım onu. Sınavlarımız bitmişti. Ara tatile girmişti okul. Toprak gideceğimiz yeri söylememişti fakat yanıma fazladan giyinecek bir şeyler almamı söyleyivermişti. Pijama gibi. Bende dediğini yapmış çantaya birkaç bir şey koymuştum.
Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Ama önemli değildi.
Botlarımı alelacele giyinip doğruldum. Derin bir nefes alıp verdikten sonra, kapıyı kendime doğru açtım. Seri hava tenimi okşamaya başlarken, Toprak ile göz göze geldim. Kalbim eriyip avuçlarıma aktı.
Hızlıca inceledim onu. Ayaklarını iki yerden zemine basmış, elleri ise motosikletinin direksiyonundaydı. Başında mavi bir kask vardı. Fakat boynuna astığı atkıyla duraksadım. Yeşil atkı. Benim verdiğim atkı. Yeşil ona çok yakışmıştı. 1
Gülümsemesi derinleştiğinde, minik fakat hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm. Elinin birini arkasına atıp mavi bir kask aldı. Tam önünde durduğumda, kaskı bana uzattı. “Al bakalım Kar Tanesi.” Dedi. Belli belirsiz onayladığım başımla kaskı elinden aldım.
Sonbahar gözleri başımdaki bereye takıldı. Onun verdiği siyah bereye. Gülümseyip ayağını motosikletin üzerine koydu. Kaskı hızla berenin üzerine taktım. Bir elimi omuzuna koyup ayağımın birini motosikletin üzerinden karşıya geçirirken, “nereye gidiyoruz?” diye sordum. Neresi olursa giderdim, bu yüzden sormaya gerek yoktu ama yine de merak etmiştim.
“En sevdiğimin yanına.” deyip başını arkaya çevirip göz göze geldik. Çok yakındık. Bir nefes boşluk vardı, ikimizin yüzünün arasında. Gözlerindeki canlı renkler birer kurşun gibiydi. Kalbi delip geçiyordu. “Seni anneannem ile tanıştıracağım.” Dedi. 1
Yüzümde koca bir sırıtış peydahlandı. O önüne döndü. Ben omuzundaki elimi indirip kollarımı belinin etrafına sardım. Başımı ise sırtına yasladım. Güvenli alandı. Çok saf ve temiz hissettirdi o an içimi.
Yerimi aldığımı anladığında, motosikletini çalıştırıp sokağımızdan uzaklaştık, soğuk rüzgarı gerimizde bırakırken.
Devam Edecek...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |