15. Bölüm

13.⭐

kadriş yazar
kadrisyazar_

 

YILDIZLARA GÖÇ

13.BÖLÜM

Carla Morrison-Disfruto

 

Yorum yazmayı ve oylamayı unutmayın <3

Keyifli okumalar :)

 

Bal ve kurabiye kokusu... Toprak…

Her yerim onun kokusuyla dolup taşmıştı. Ne genzimi yakıyordu ne de rahatsız ediyordu. Bana hissettirdiği tek şey huzurdu. Ve ömrüm boyunca bu iki kokuya bulanmak istiyordum.

Gözlerim kapalıyken yanağımı sırtına biraz daha bastırdım. Motosikleti çok yavaş kullanıyordu fakat soğuk rüzgarı yine de yüzümde hissetmemek elde değildi. Kirpik diplerime vuran acı, gözlerim kapalı olmasına rağmen birkaç defa sıktırmak zorunda bırakmıştı beni.

Ve o kirpik diplerime acı veren sebep aklıma geldiğinde, dudaklarımı üst üste bastırıp kollarımı Toprak’ın beline daha sıkı sarılmasına neden oldu. Lösemi. Toprak’ın hastalığı. Düşündükçe boğazım yanmaya başladı. Onu yüreğimin en derin köşesine saklamak istiyordum, kollarımda kalsın ve bir daha da oradan ayrılmasın istiyordum. Sanki burada kollarımın arasında kalırsa daha iyi olacakmış gibi geliyordu.

“Kar Tanesi.”

Toprak’ın kadife sesini duyduğumda, gözlerimi hızlıca açtım ve sırtına koyduğum yanağımı usulca uzaklaştırdım. Yan profilini sunmuştu bana ve hafifçe gülümsüyordu.

“İyi misin?” diye sorup önüne geri döndü. Bal ve kurabiye kokusu teninden zarifçe süzülüp içime doldu. İçime fazlasını çekip gözlerimi kapatmak istedim fakat kendimi durdurdum.

“Duydun mu beni Kar Tanesi?” dediğinde gülüşünü işittim ve anlık irkilerek kendime geldim. Görmeyeceğini bilerek başım ile onaylayıp, “evet.” Dedim mırıldanarak.

“Düşeceksin diye mi korkuyorsun?” diye sordu. Anlamayarak kaşlarımı çattım. Yan dönerek gülüşünü ve yanağında beliren çukuru gösterdi. Oradan zor da olsa bakışlarımı çekip gözlerinin içine bakmaya çalıştığımda, kaşlarıyla aşağıyı işaret etti. Gülüşü büyüdü.

Anlamayan gözlerle gösterdiği yere baktığımda, kollarımı işaret ettiğini gördüm. O an durumu fark ettiğim. Gözlerim irice açıldı. Öyle sıkı sarılmıştım ki Toprak’a, sağ elim, sol kolumun bileğinin biraz üstündeydi. Parmaklarım ise sanki kolum yere yere düşüp parçalanacakmış gibi kenetlenmişti. Çocuğu sıktırmaktan pestilini çıkaracakmışım da haberim yokmuş.

Şaşkınlıkla ve utanarak Toprak’ın yüzüne baktım. Ama onun yüzünde rahatsız olduğunu gösteren tek bir mimik ve hareket yoktu. Gülümsüyordu sadece. Bu beni az da olsa rahatlatmıştı.

“Merak etme Kar Tanesi, düşmene izin vermem.” Deyip geri önüne döndüğünde, utanarak başımı öne eğip tebessüm ettim.

Parmaklarımı yavaşça gevşetip ellerimin iç kısmını karnının üzerine yerleştirdim fakat sağ kolumu biraz daha kaldırdığımda, tam göğsünün üzerinde elimi durdurdum. Kalbinde. Ve o an nefesim boğazımda asılı kaldı. Gözlerimi yavaşça yüzüne kaldırdım. Onun da gözleri, elimin durduğu yere indi.

Kalbi deli gibi atmaya başladı. Göğsünden çıkıp avucumun içinde kalacakmış gibi. Daha önce de böyle atıyor muydu, yoksa? Ve onun kalbinden daha fazla atmaya başlayan kalbim, içimi dövmeye başladı. Dışarı çıkmak istercesine deli gibi çırpınıyordu orada.

“Biliyorum.” Dedim sessizce, az önceki cümlesine karşılık. Düşmeme asla izin vermeyeceğini çok iyi biliyordum. Tebessümün dudaklarımda yayıldı ve usulca yanağımı sırtına yasladım.

İnanılır gibi değildi, yaşadığım şu an ki anlar.

Üç yıl boyunca deli gibi sevdiğim çocuğun motosikletine binmiştim ve ona sıkı sıkı sarılıp götürdüğü yere gidiyordum. İnanılır gibi değildi. Tam bir rüyaydı benim için. Gözlerimi kapadım ve sadece bu anı hissetmek için kendimi rüzgarla karışık bal ve kurabiye kokusuna bıraktım.

Aralık ayının son günlerinde yanımızdan geçip giden birkaç araba dışında sadece biz vardık yolun üzerinde. Bir iki saattir yoldaydık ve bu saatte çok fazla bölünmeyen sessizliğin içinde ilerliyorduk.

İçim içime sığmıyorken, huzur dolu olan bu saatin hiç bitmesin istiyordum. Yol, ben ve Toprak… Toprak’ın olması bile yetiyordu mutlu ve huzurlu olabilmem için.

Birkaç dakika süren sessizliğin sonunda, motosikletin yavaşladığını hissettiğim. “Geldik Kar Tanesi.” Diyen Toprak’ın sesiyle başımı sırtından kaldırıp karşıya baktım.

Motoru durduğunda, büyük duvarları olan ve tam karşımızda kırmızı bir demir kapısı olan iki katlı bir ev duruyordu bahçenin içinde. Toprak ayaklarını yere basıp hafifçe yan döndürdü bedenini bana doğru. “Özür dilerim yol biraz uzun sürdü.” Dedi mahcup bir gülüşle.

Hemen başımı iki yana sallayıp, “fark etmedim bile.” Dedim gülümseyerek. Dudaklarını ağzının içine yuvarlayıp mahcup gülüşünü silmeden dudaklarından, önüne döndü. Motosikletin üzerinden indiğimde, bahçenin içindeki eve bakarak kaskı çıkarmaya başladım başımdan.

“Burası da,” dediğinde tam yanımda durdu Toprak. Benim gibi karşıya bakıyordu. “En sevdiğim yer.” Minik bir iç çektiğini fark ettim. Bakışlarında ise hüzün vardı sanki. Bana dönüp elimdeki kaskı aldı. Kendi kaskını çoktan çıkarmış benimki ile birlikte motosikletin üzerine bırakmıştı.

Yanıma tekrar gelirken elinin birini saçlarının arasına daldırıp geriye doğru yatırdı. Titrek bir nefes çektim saçlarına bakarken. Gözlerimin dolmasına engel olarak karşıya baktım.

En sevdiği yer. Anneannesinin evi. Beni onunla tanıştıracaktı. Heyecandan bacaklarım esmeye başladı.

“Anneannem cana yakındır. Seni çok seveceğine eminim.” Diyen Toprak’ın cümlesi bitmeden, parmaklarıma değen dokunuşla yüreğim kanatlandı. Başımı direkt ikimizin ortasında duran elime çevirdiğimde, nefesim dudaklarımda asıldı kaldı.

Toprak’ın parmakları usulca parmak uçlarımı kavradı.

Soğuk parmak uçlarım o an alev aldı. Yavaş yavaş yan profiline kaldırdığımda bakışlarımı, dudağının kenarında minik bir tebessüm olduğunu gördüm. Gözleri ise karşıdaydı. O gülüş, tüm uzuvlarımı heyecandan titretmişti. Ve parmaklarımız iç içe geçtiğinde, gözlerim kendiliğinden kapandı, derin bir nefes dudaklarımdan içime çekerken. El ele tutuştuk. Yanaklarım kırmızıya döndüğünü hissettim.

“Bin beş yüz derece!” diye fısıldadım. Hissedilen derece buydu her yerimde.

“Hı?” dedi Toprak anlamayarak. Olduğum yerde hareketlendim utanıp dediğimi fark ederken. Başımı iki yana salladım. “Yok bir şey.” Dedim hızla. Gülümseyerek karşılık verdi sadece. Rahatlamış bir biçimde nefesimi verdim.

Titreyen bacaklarım bana engel olmaması için dua ederken, bir şey söylemeden beraber kırmızı demir kapıya doğru yürüdük. Toprak kapıyı açtığında, bahçenin içinin hep çamur olduğunu gördüm. Karın daha yeni eridiği belli oluyordu.

“Dikkat et.” Dedi Toprak önüne bakarken. Başım ile onaylayıp çamurda kayıp kalçamın üzerine düşmemek için Toprak’ın elini daha sıkı tutup adımlarımı sağlam ve yavaş atmaya başladım.

İlerlerken, bir taraftan da iki katlı evi inceliyordum. Eski yapıydı. Duvarlarının birkaç sıvası dökülmüş ve çatlamıştı. Fakat balkonundan olduğu gibi belli olan renkli çiçekler mükemmeldi. Evin etrafında ağaçlar vardı. Güzel ve büyük bir bahçeye sahipti.

Merdivenlere doğru yürüyüp tırmanmaya başladık. Heyecandan yanaklarım kasılmıştı, midemde başlayan ağrı ise cabasıydı. “Toprak.” Diye seslendiğimde, benden bir basamak yukardaydı. Bana baktığında, gülümsedi. Ellerimizi ise bırakmamıştık. Derin bir nefes aldım. “Anneannen biliyor mu?” diye sordum. Biraz daha özenli gelirdim. Çünkü Toprak için değerli birine benziyordu.

Toprak başıyla onayladı. “Biriyle tanıştıracağımı biliyordu.” Dedi. Kaşlarım havalandı. “Biriyle mi?” diye sordum. Onayladı yeniden beni. “Adı mı, söylemedin mi?” dediğimde nedense üzülmüştüm.

Gözlerimin içine baktı. “Ben anneanneme hiçbir zaman haber vermedim tanıştıracağım kişileri. Sadece eve getirir, öyle konuştururdum.” Dedi. Omuzlarını silkeledi. “Umursamazdım.”

Yanağımın içini ısırdım.

Gözlerimin içine öyle derin bakıyordu ki, bakışları yutkunmama sebep oldu. “Sen başkasın Kar Tanesi.” Dedi.

Gözlerim, sonbahar gözlerinde asılı kaldı. Cümlesi kalbimin etrafına işledi.

“Senin başka olduğunu anneannem de bilsin istedim.” Dedi. Parmakları, elimi biraz daha kavradı.

Dudaklarımı kapatıp yavaşça bir basamak bende çıktım. Ve karşı karşıya geldik. Bakışları, kelimeleri gibi tek tek işlendi her yerime. Onun için başkaydım, o da benim için başkaydı. Sonbahar gözlü çocuk için, üç yıl boyunca sevdiğim çocuk için başkaydım. Dudaklarım aralanırken, minik bir tebessüm yerleşti kenarlarına. Heyecandan ölebilirdim!

“Sende.” Dedim mırıldanarak. Çok minik yaklaşıverdiğin de bana, omuzlarımı içe doğru gömdüm. Olduğum yerde hareketlendim. İstemsizce tuttuğum elini biraz daha sıktım. Bakışlarındaki derinlik kalbimi hızlandırdı, öyle içten öyle sıcak bakıyordu ki, eriyip yok olabilirdim şu anda.

Dudağının kenarlarındaki tebessüm yavaşça büyümeye başladı. Aramızdaki mesafe yok denilecek kadar azdı. Hatta öyle ki biraz daha yaklaşırsa göğüslerimiz birleşebilirdi. Ve bu anı beni spor salonundaki olayı hatırlatmıştı. O an Toprak’ın beni öpeceğini sanmıştım! Salak Belfü!

Ama şu anki yakınlık ve bakışları… “Bin beş yüz derece!” deyiverdim bir anda.

Toprak’ın kaşları çatıldı anlamayarak. “Ne?” diye sordu. Bende şaşırmış, öylece kalakalmıştım suratına boş boş bakarken. Ama yanaklarım bu kadar yakınlığa dayanamazdı, bu yüzden cayır cayır yanıyordu.

“Hiç!” dedim nefesim hızlanırken. Toprak kıkırdadı, başını iki yana hafifçe sallarken.

“Abiiii!”

Neşeli ince bir ses etrafımızda yankılandığında, Toprak ile aynı anda karşıya baktık. Kapının önünde mutluluktan sırıtan Güneş’le karşılaştım o anda. O da beni gördüğünde, gözleri irice açılıp, “Arkadaşım Belfü ablaaa.” Diye bağırdı.

Kapının önünden fırlayıp kalan birkaç basamağı hızlıca inip belime sarıldı iki koluyla. “Güneş.” Dedim bende onu burada beklemediğimin için şaşkınlıkla. İstemesem de Toprak’ın elini bırakıp Güneş’in sırtına yasladım ellerimi.

Çenesini karnıma yaslayıp yuvarlak suratını bana kaldırdı. “Hoş geldin.” Dedi yeni çıkmaya başlayan ön dişiyle sırıtırken. “Seni görmek çok güzel.” Deyip belime biraz daha sarıldı.

“Hoş buldum Güneş. Seni görmek de çok güzel.” Dedim büyük bir tebessümle.

“Ben de buradayım. Bana sarılmak yok mu?” diyen Toprak’a baktığımda, yalandan kaşlarını çatmış, kollarını ise göğsünde bağlayıp Güneş’e bakıyordu. “Arkadaşın Belfü ablayı gördün, beni unuttun.” Dediğinde güldürmüştü beni.

“Seni unutur muyum abim.” Dediğinde, benden ayrılıp Toprak’a sarıldı. Öyle güzel abim demişti ki içim gitmişti. Toprak hemen kollarını çözüp Güneş’in belinden tuttuğu gibi kucağına aldı. Bacaklarını Toprak’ın beline saran Güneş, hiç beklemeden kollarını abisinin boynuna sardı.

Ama aniden telaş yapmıştım çünkü Güneş biraz ağırdı bu yüzden Toprak’ın yorulmasını istemiyordum ama bu görüntü içimi öyle bir ısıtıvermişti ki, usulca kırptığım gözlerle onları izlemeye başladım. Birbirlerinin yanaklarından öptüklerinde, gülümsemem daha da büyüdü.

Ama o an aklıma gelen o zehirli düşünce ile içime kara bir his gibi çöktü. Güneş’in haberi var mıydı? Abisinin hasta olduğundan? O ikisinin gülüşleri birbirine karışırken, gözlerim dolmaya başladı. Güneş’in abisi kanserdi. Çocukluğundan beridir. Ve Güneş ve Toprak’ın annesi kanserden ölmüştü. Yüreğim acıyla büküldü.

Koluma dokunulduğunda irkilerek kendime geliverdim. Yeniden aklıma geleceğini bildiğim düşüncelerden birkaç saniye de olsa sıyrıldım. Koluma dokunan Güneş bu sefer elimi tuttu. Dikenler batan boğazıma rağmen yutkunup hemen dolan gözlerimi kaçırdım onlardan. “İyi ki geldin arkadaşım Belfü abla.” Dedi Güneş.

Zor da olsa tebessüm etmeyi başarıp Güneş’in sevimli yüzüne baktım. “Sen de iyi ki buradasın Güneş.” Burnumu çekip gözyaşlarımı geri itelemeye çalıştım. İşaret parmağımla burnunun ucuna hafifçe vurup, “bugün beraber kek yiyeceğiz.” Dedim.

Güneş’in gözleri heyecanla açıldı. “Bugün kek mi yapacaksın bize?” diye sordu. Başımla ile onayladım.

“Hopp!” dedi Toprak, yapmacık bir sinirle. “O keki benim için yapacak.” Dedi.

“Abiii.” Dedi Güneş mızmızlanarak.

Nefesini bıraktı Toprak. “Neyse, bu seferlik bir şey olmaz. Sen de yiyebilirsin.” Dedi.

“İkiniz için de kek yaparım.” Dedim.

“Yorulmanı istemem.” Dedi Toprak. Güneş’e baktı. “İstemeyiz demi?” diye sordu.

Güneş hiç beklemeden başıyla onayladı. “Dört dilim olsa yeter.” İşaret parmağını beni gösterip, “sana.” Abisini gösterip, “abime.” İçeriyi gösterip, “anneanneme.” En son kendisine doğru tutup, “ve bana dört dilim yeter.” Dedi.

Tatlı düşüncesi ikimizi de gülümsetmişti.

“İçeri girelim hadi.” Dediğinde Toprak Güneş’i kucağından yere indirdi. Geri doğrulurken derin bir nefes aldı. Yumruk yaptığı elini dudaklarının üzerine götürüp öksürdü.

Elimi omuzuna koydum. “İyi misin?” diye sordum. Gülümseyerek yüzüme baktı. “İyiyim Kar Tanesi.” Dedi. Merdivenleri çıkan Güneş birkaç saniye duraksayıp kısılan gözleriyle bize baktı ardından omuzlarını silkeleyip içeri girdi.

Yüzündeki gülümsemeyi görünce rahatlayıp başımla onayladım. Önden ben gidip son basamağı da çıktığımda evin girişinde durdum. İçerden dışarıya doğru taşan kokuyla gevşemiştim. Resmen içerisi kurabiye kokuyordu. Toprak gibi! Derin bir nefes almamak için kendimi tuttum.

Eğilip botlarımın fermuarını çözüp çıkardığımda içeri girdim. Toprak yanda duran siyah ayakkabılığın üzerine koydu. Küçük bir hol karşıladı. Kahverengi bir muşamba serilmişti, onun üzerinde ise Show TV logosuna benzeyen yuvarlak bir halı mevcuttu. Tam karşıda kapı yerine yerden birkaç santim yukarda olan boncuklar asılmıştı. Sağ tarafıma döndüm. Yukarıya doğru çıkan beton merdivenler vardı. Yanında ise beyaz, üst tarafı buzlu cam olan kapı yer alıyordu. Sanırım banyoydu.

Parmaklarımla oynamaya başlarken, Toprak’a baktım. Kaşlarıyla, ilerlemeli istediğinde başımla ile onaylayıp giriş yerine boncuk asılmış odaya doğru yürüdüm. Elimle iki yana doğru açtığımda, burasının mutfak olduğunu gördüm. İçeri girdim tamamen, gözlerim her yeri incelerken.

Açık kahverengi dolapların üzerine danteller asılmıştı. Mermer tezgahın üzeri derli topluydu. Önünde ise duvara yaslanmış orta boylarda masa vardı. Üzerinde ise eski bir radyo, yarısına kadar su doldurulmuş bardak, içinde ise koparılmış çiçekler vardı. Ve bir tabak dolusu kurabiye. Karşı da ise kapısı kapalı balkon vardı. Parmak uçlarımda hafifçe yükseldiğimde, tüm sıra boyunca ekilmiş çiçekler olduğunu gördüm.

“Anneanne çabuk ol.” diyen Güneş’in sesini işittiğimde, mutfağın içinde sağ tarafa doğru açılan bir kapı olduğunu gördüm. “Yavaş kuzum, ayaklarım ağrıyor.” Dedi bir kadın sesi.

Gerildim. Dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldım. Toprak’a bakmak istedim rahatlamak için fakat Güneş ile beraber çıkan kadını görünce, sağ elimin içine aldığım parmaklarımı sıktırdım ve gülümsemeye çalışarak sadece onlara baktım.

“Gel anneanne seni arkadaşım ile tanıştıracağım.” Dedi Güneş ağzı kulaklarındayken.

Tombul, hafif kısa boylu kadını beni gördüğünde, çok geçmeden genişçe gülümseyip, “demek tanıştıracağın kişi buydu ha Toprak’ım?” dedi kadın. Toprak’a baktım. Hafif arkamda, gülümseyerek kadına bakarak başıyla onayladı.

Yutkunup kadına döndüm. “Merhaba teyzeciğim.” Dedim utanarak. Sersem adımlarla ilerleyip hemen elini öptüğümde, elleriyle yanaklarımı avuçlayıp gözlerimin içine baktı dolan gözleriyle. “Çok güzel.” Dedi anneannesi gözlerimin içine bakarak.

Heyecanım arttı. “Teşekkür ederim.” Dedim mırıldanarak.

“Gözleri su gibi.” Dedi anneannesi. Bakışlarımı aşağı indirdim utanıp gülerken. Anneannesi alnımı öpüp bu sefer yanağımı avuçladığı elleri, omuzlarımın biraz aşağısından tutuvermişti.

“Öyledir.” Dedi Toprak.

İyi ki tutuyordu kadın beni yoksa yığılabilirdim şuraya. Ama yine de hafifçe kıkırdamaya engel olamamıştım.

“Mavi en güzel gözlerde belli olurmuş.” Diye bağırdı Güneş. “Bu yüzden abim en çok maviyi seviyor.”

“Çok hem de.” Dedi anneannesi, gözleri yüzümün her yerindeyken. “İsmin ne güzel kızım?” diye sorduğunda, ellerimi önümde bağlayıp, “Belfü teyzeciğim.” Dedim.

“Ben de Adile.” Dediğinde, gülümseyip, “memnun oldum.” Dedim.

Elinin birini sırtıma yerleştirip, “hadi içeri geç.” Dedi başıyla gösterirken. Geldikleri kapıya doğru ilerlerken, arkamı baktım. Adile teyzenin Toprak’a doğru gittiğini gördüm. İkisi de birbirine sımsıkı sarıldı.

İçeri geçtim, onlarında arkamdan geldiğini bilerek. İçeriye doğru süzülen perdenin altına divan yerleştirmişlerdi. Tam karşıdaki duvarın önünde bir soba vardı. Hemen onun az yanında altı kişilik bir masa yer alıyordu. Usulca divanın ucuna oturdum.

Başımdaki bereye zarar gelmeden yavaşça başımdan çıkarıp çantamın içine koyduktan sonra, Güneş gelip montum ile beraber çantamı da alıp masanın yanında koydu.

Adile teyze üzerinde çay olan tepsi ile içeri girdiğinde, gözlerim omzunu kapının sövesine yaslayıp beni izleyen Toprak’a ilişti. Kollarını göğsünde bağlamış yarı muzip bir ifadeyle bana bakıyordu. Oturduğum yerde hareketlendim.

Gözlerimi, gözlerinden kaçırmak istedim ama sonbahar renklerini barındıran bakışlardan nasıl kaçacağımı bilemedim. Onlara hep bakmak istiyordum.

“Belfü? Kızım?”

Toprak’ın gülüşü büyüdü. Kalbimi hızlandırdı. İstemsizce bende tebessüm etmeye başladım.

“Belfü?”

Toprak, kaşlarıyla işaret etti. Bu sefer gülerken omuzları da sallanmaya başladı. Bana bakarak içten bir şekilde gülüyordu. Tekrar işaret etti ama ben öyle odaklanmıştım ki suratına sadece aptal aptal sırıtıyordum.

“Kızım?”

“Hı?” dedim ve Toprak’tan bakışlarımı çekip karşıya baktığımda, elindeki tepsiyle karşımda dikilen Adile teyzeyi gördüm. Gözlerimi kırpıştırdım, yüzüne boş boş bakarak. “Sabahtandır sana sesleniyorum.” Dedi Adile teyze gülerek.

“Özür dilerim Adile teyze.” Dedim hızlıca. “Dalmışım.”

“Al soğumadan iç. Yol geldiniz içinizi ısıtır.” Dedi. Tepsideki çayı alıp dizlerimin üzerine koydum. “Ellerine sağlık.” Deyip minik bir yudum çaydan içtim. Mis gibi kokuyordu.

“Kurabiye de yapmıştım, getirmeyi unuttum.” Diyen Adile teyze tam giderken, Araya Toprak girdi. “ben getiririm.” Deyip mutfağa girdi.

Adile teyze yanıma oturdu. “Senin sevdiğini söyleyince hemen kurabiye yaptım.” Deyiverdiğinde şaşkınlıktan kaşlarım havalandı. “Kim? Toprak mı?” diye sordum hemen. Adile teyze gülümsemesi silinmeden başı ile onayladı. “Çok seviyormuşsun kurabiyeyi. Dedim hemen bir tepsi yapayım.” Deyip saçlarımı sevmeye başladı.

“Evet, seviyorum.” Derken elindeki tabakla Toprak girdi. Göz göze geldik. “Çok seviyorum. Kurabiyeyi.” Dedim. Yarım bir gülüşle başını önüne eğen Toprak elindeki kurabiyeyi ortamıza bıraktı.

“Toprak’ım da çok sever. Güneş’i de alıştırdı. Her geldiklerinde yapıveriyorum.” Dedi Adile teyze. Hiç şikayetçi görünmüyordu bu durumdan.

“Bakın.” Diyerek içeri giren Güneş ile odağımız ona yöneldi. “Ne getirdim.” deyip elindeki yoğurt kutusunu öne doğru uzattı. Saçlarında ise birkaç tane ot vardı. “Yine tavuklarla kavga ederek mi aldın?” diye sordu Adile teyze. Eğilip baktığımda yoğurt kutusunun içinde yumurtalar olduğunu gördüm.

Kıkırdamaya başladığımda parmaklarımı ağzıma kapatıp Güneş’in dağılmış saçlarına ve üzerine yapışan otlara baktım. Adile teyzenin söylediği şey ise daha da beni güldürmüştü. Güneş’in tavuklarla kavga ederek yumurta alması olayı daha komik hale getirmişti.

“Vermek istemediklerin de azıcık kavga ediyorum.” Dedi Güneş tatlı sesiyle bana bakarak. Anneannesine döndü. “Arkadaşım Belfü abla bize kek yapacak ondan getirdim.” Dedi Güneş.

“Daha yeni geldi Güneş, biraz dinlensin.” Dedi Toprak.

“Hayır sorun değil, şimdi yaparım.” Deyip çayı kurabiyenin yanına bırakıp ayağı kalktım. Bileğimdeki siyah tokayı çıkarıp saçlarımı toplayarak dağınık bir topuz yaptım.

Hepsi şaşırarak bu halime baktığında, ben sırıtarak tek tek yüzlerine bakıyordum. “Başlayalım kek yapmaya.” Deyiverdim en son Toprak’ın yüzüne bakarak.

“İyi yapın bakalım.” Dedi Adile teyze. Güneş heyecanla ellerini birbirine çırptı.

Toprak, ben ve Güneş mutfağa çıktığımız da gözüme ilk tezgahın yanındaki fırın çarptı. Hemen o ikisine dönüp, “portakallı kekimiz için malzemeler şunlar…” isimlerini sayarken parmaklarımı göstererek yapmaya başladım. Hemen o ikisi söylediğim malzemeleri çıkarıp tezgahın üzerine yerleştirdi.

İçi derin plastik kaselerden birini önüme çekerken, bir tarafıma Güneş, diğer tarafıma da Toprak geçmiş beni izlemeye başlamışlardı. Toz şekeri kasenin içine boşalttıktan sonra Toprak’a döndüm. “Yumurtalar senden.” Deyip sırıttım. Başıyla minik bir reverans yapıp üç adet yumurtayı da, kasenin içine kırdı.

Bir yemek kaşığını alıp şeker ile yumurtayı karıştırmaya başladım. “Bende karıştırayım.” Dedi Güneş. Kaşığı ona uzattım. İkinci karıştırmasından sonra bize bakıp, “yeterli.” Deyip bana verdi kaşığı. “Yoruldum.” Toprak ile birbirimize bakıp güldük.

Güneş içeri girdi.

Bir bardak sıvı yağı boşaltırken, Toprak’ta bir bardak sütü içine döküverdi. Tekrardan kaşıkla karıştırmaya başladım.

“Bakın ne buldum?” diye sorarak içeri giren Güneş’in elinde fotoğraf makinesi olduğunu gördüm. “Senin bu arkadaşım Belfü abla.” Dedi.

“Güneş başkalarının eşyasını karıştırmak ayıp.” Dedi Toprak hafifçe kızarak. Güneş dudak büktü. “Ama o benim arkadaşım.”

Hemen olaya engel olmak için kaşıkla beraber elimi salladım. Toprak üzerine gelen şeylerle bir adım geri çekildi. “Önemli değil Güneş. Biz arkadaşız, arkadaş arasında olur böyle şeyler.” Deyip göz kırptım.

Güneş’in morali hemen yerine geldi. Fotoğraf makinesini gözüne tuttuğu gibi flaş patladı. Toprak ile aynı anda irkildik. Sanırım ikimiz de far görmüş tavşan gibi çıkıvermiştik fotoğrafta.

Tezgahın yanına geldi Güneş ve flaş yanıp söndü peş peşe. Gülümseyerek önüme dönüp karıştırmaya devam ettim. Güneş’in getirmesi iyi olmuştu, sonuçta bu anları nasıl çekerdim yoksa? Güneş’e bakıp teşekkür amacıyla göz kırpıverdim. O da gülümseyerek karşılık verdi.

“Sırada ne var?” diye sordu Toprak. “Portakal suyu.” Dedim. Bir bardak portakal suyunu kekin içine boşalttığında, dirseklerini tezgaha yaslayıp bana bakmaya başladı. Bu saye de aynı boya gelmiştik.

Sonbahar gözleri karşısında elim ayağım birbirine dolaşmaması için kendimi sıkmaya başladım ama bu kadar içten bakarsa, ben işime nasıl odaklanabilirdim? Derin bir nefes alıp yüzüme doğru gelen saçlarımı elimin arkasıyla geriye doğru iteleyip keke dikkatimi vermeye başladım. Unu içine koymaya başladığımda, kaçamak bakışlarımı arada Toprak’ın yüzüne atıyordum.

Sakin ol Belfü, sakin ol!

Güneş ise hâlâ bizi çekmeye devam ediyordu.

Kaşıkla karıştırmaya devam ettim.

“İyi ki varsın Kar Tanesi.” Dedi Toprak. O an da duraksadım. Yüzüne baktım. “Yani teşekkür ederim.”

Nefes almayı keserken, yutkundum.

“Bugün iki dileğimi de yerine getirdin.” Dedi.

Elinin birini kaldırıp yüzüme doğru getirdiğinde parmak uçları şakağıma dokundu. Gözlerimi usulca kapandı. Göğüs kafesim dokunuşu yüzünden göğe kalkarken bir tutam saçımı kulağımın arkasına yerleştirdi. Kirpiklerimi ağır ağır araladım.

“İyi ki varsın.” Dedi parmakları saçımın üzerinde gezinirken.

“O zaman bir poz daha verin.” Diyen Güneş ile gözlerim zor bela Toprak’tan ayırabilmiştim. Toprak biraz bana yaklaştığında, yan döndüğümüz bedenimizle fotoğraf makinesine bakıp gülümsedik. Güneş gülerek fotoğrafımızı çekti.

Bu sefer gamzesi beliren Toprak’a baktım. Öyle güzel gülüyordu ki, içim eriyordu. Bakışları ağır ağır bana döndüğünde utanarak kameraya doğru çevirdim yüzümü.

İkimiz de usulca sırtımızı tezgaha dönüp yönümüzü kameraya çevirdik.

Elimde keke bulanmış bir kaşık, ortamızda kase, üzeri dağınık tezgah ve yanımda Toprak vardı. Her şey derli topluydu. Yaşanan bu anıya kocaman sırıttım. Gözlerim kısılmıştı. Yıllar boyunca kalacağını bildiğim fotoğrafa, kalbim ağzımda atarak gülümsedim.

Ve flaş arka arkaya patladı.

----

 

“Ve hazır.” Elimdeki keki fırına sürüp kapağını kapattım. Önünde bağdaş kurup otururken, iki yanımda da Güneş ve Toprak vardı. İkisi de eğilmiş bir şekilde fırının içine bakıyordu. “Ne zaman yiyebiliriz?” diye sordu Güneş. “Çok güzel gözüküyor.” Dedi Toprak’ta.

Güneş arkamdan boynuma sarıldı. “Çünkü arkadaşım Belfü abla yaptı.” Dedi. Gülümseyerek boynuma sarılan ellerini tuttum sıkıca.

“Kimden öğrendin kek yapmayı?” diye sordu Güneş. “Küçükken ann-” durdum o anda. O son kelimeyi dile getirmedim. Boynuma sıkıca sarılan Güneş, başını biraz uzatıp yüzüme baktı. Bir cevap bekliyordu. Yutkundum. İyi ki de son anda o kelimeyi söylememiştim. “Kendim öğrendim.” Dedim. Anneleri vefat etmiş çocukların yanında o kelimeyi söylemek acı vermekten başka bir şey yapmazdı bana.

Başımı, ellerini diz kapağının üzerine yaslamış eğilerek bana bakan Toprak’a çevirdim. Gözlerinin içi gülüyordu. “Kendi kendine öğrendin yani?” Kaşlarını havaya kaldırdı. Başımı salladım. O da salladı takdir eder gibi. “Fark etmiştim zaten.” Dedi.

“Neyi?” diye sordum. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Bedenini doğrulttu bıyık altından gülerken. Başımı biraz daha yukarı kaldırdım. “Becerikli olduğunu.” Deyip güldü.

“Öyleyimdir.” Dedim gururlanarak. Tek kaşımı kaldırdım. “Şüphen mi var yoksa?”

Omuzlarını silkeledi. “Birkaç sakarlığını saymazsak, evet beceriklisin.” Dedi.

Çenem şaşkınlıkla aşağı düşerken, kaşlarım çattım. “Ne sakarlığımı gördün?”

Ellerini cebine koydu. Gözleri kısılırken yukardan bana baktı. “Birkaç defa spor salonunun kapısına yüz üstü yapıştığın sayılıyor mu peki?” dediğinde gözlerim kocaman açıldı.

Ne?

Düşünüyormuş gibi yapıp gözlerini biraz daha kıstı. “Ya da bizim sınıfın önünden geçerken ayaklarının birbirine dolanıp Zelem’e çarpman, onunla birlikte yere düşmen?” Yan gülüşü büyüdü. Güneş kıkırdadı.

İki kere ne?

“Ya da yanımdan geçerken diğer öğrencilere çarpman?” dediğinde dudaklarını üst üste bastırdı gülmemek için.

Bir sürü ne?

Bunların hepsine şahit mi olmuştu şimdi?

“Küçük ama çok küçük sakarmışız.” Dedi Güneş gülerek.

“Bunlar sakarlık sayılıyor mu?” diye sordu Toprak. Benimle dalga geçiyordu, ama ben yerin dibine girecek kadar çok utanmıştım. Önüme dönüp genzimi temizledim dik duruşumu bozmadan. “Hi- hiçte bile.” Dedim kekelerken. “Onlar sakarlıktan değildi.”

“Neyden peki?” diye soran Toprak’ın sesi tam yakınımdan geliyordu. Yan döndüğümde, ellerini diz kapaklarına yaslamış bedenini hafifçe eğerek bana baktığını gördüm.

“Şeyden.” dedim. Yüzü çok yakındı.

“Neyden?” diye sordu.

“Şeyden.” Dediğimde sesim içime kaçmıştı. Gözleri, sesi, yüzü bu kadar bana yakınken nasıl konuşabilirdim? Toprak bu kadar yakınımdayken.

Minik tebessümü dudaklarının köşesindeydi.

Kaşları havalandı. “Neyden Kar Tanesi?”

Senden…

Melül melül güzel yüzündeyken bakışlarım, kalbimin sesi kulaklarımda yankılandı.

Tüm sakarlıklarım senden dolayıydı. Onu izlerken ya duvara ya kapıya ya da başka birine çarpardım. Ve o tüm anlarıma şahit olmuştu.

Yavaşça doğruldu. Elini bana uzattı, gözleri gözlerimdeyken. “Gel.” Dedi. Yutkundum. Elimi avuç içine bıraktım. Ayağı kalkmama yardım edip tam önünde durdum. “Kek pişene kadar sana odamı göstereyim.” Dedi. Başımla onayladım. Kendimde değil ondaydım adeta.

“Bende gelicem.” Diye bağırdı Güneş. O anda irkilerek kendime gelip Toprak’ın elini bıraktım.

“Sen odamı biliyorsun.” Dedi Toprak. Güneş somurtarak kollarını göğsünde birleştirdi. “Beraber boyama yapacak mıyız?” diye sordu Güneş bize bakarak. “Yaparsak olur.”

“Söz yapacağız.” Dedi Toprak.

İkimiz beraber mutfaktan çıkarken, Toprak’ın az önceki yakınlığının etkisi bendeydi. Girişte bulunan merdivenleri çıkarken Toprak öndeydi. Bende heyecandan ellerimle oynarken arkadan takip ediyordum onu.

Bir kapının önünde durup içeri doğru açtı. Centilmenlik yapıp ilk önce benim girmemi istedi. Bende tebessümle küçük bir baş hareketi yapıp içeri girdim. Orta boylarda penceresi olan odanın içine olduğu gibi güneş ışığı giriyordu. Beyaz perdeleri iki yanından asılmıştı. Önünde çalışma masası vardı. Üzeri ise epey dağınıktı.

Biraz ilerleyip durdum. Odanın ortasında iki kişilik yatak vardı. Aklıma gelen fotoğraf karesiyle düşündüm. Toprak’ın İnstagram profil fotoğrafına benziyordu burası. O fotoğrafı günde yüz kere girdiğim için gayet ezbere biliyordum. Bu pencere, bu masa ve önünde üst bedeni çıplak, elinde gitarı olan o çocuk… Sabahın ilk ışıklarında çekilmiş gibiydi.

Kapının kapanma sesini duyduğumda arkama baktım. Toprak yatağa doğru ilerliyordu. Benim ise bu sefer dikkatimi çeken duvarı komple kaplayan kitaplık olmuştu. Ama üzerinde birkaç kitap dışında birçok animeye ait eşyaları, çizgi romanları vardı.

Ve ilk fark ettiğim, benim de en sevdiğim animeye ait eşyaları görünce, şaşkınlığımı gizleyemeden, “Attack On Titan mı?” diye bağırdım. Kolyesini bile asmıştı kitaplığa, hatta kupasına kadar vardı.

“Sever misin?” diye sordu arkamdan.

“Çok.” Dedim hevesle. “Sen de seviyorsun.” Arkamı döndüğümde yatakta cenin pozisyonunda uzandığını gördüm. Elinin biri yanağının altındaydı. Gözleri kapalı, pencereden vuran gün ışığı yüzüne yansıyordu. Öyle masum öyle güzel görünüyordu ki, gün ışığı sanki içime, kalbime vuruyordu.

Yatağa doğru ilerledim. Çekine çekine kenarına oturdum. Onun odasındaydım, ona yakındım ve onu tanımaya başlıyordum. Derin bir nefes alıp yutkundum. Ve hiç düşünmeden usulca onun yanına, onun gibi uzandım. Elimi yanağımın altına yasladım.

Şimdi aynı yatakta yan yana karşı karşıyaydık.

Tepki vermedi, gözlerini açıp bakmadı. Bu beni az da olsa rahatlattı. Elini yanağının altına koyduğu için dudakları çok tatlı duruyordu.

Kapalı olan gözlerini izledim. Alnına düşen saçlarını… Kirpiklerini… Burnunu… Dudaklarını… Yanaklarını… Nasıl güzeldi her şeyiyle.

“Burası,” dediğinde göz kapakları hareketlendi ama açmadı. “Anneme aitti.” Yutkunduğunu gördüm. “Bu oda ona aitti.” Sesindeki üzüntü, kalbimde yaralar açarken, biraz daha ona yaklaştım. “Bu odaya giren ilk yabancı kişisin.”

Elimi havaya kaldırıp ona yaklaştırdım.

Annesinin odasına ilk defa ben girmiştim. Bu beni hem üzmüş hem de mutlu etmişti.

“Ama sen bana yabancı değilsin, gözleri su gibi olan kız.” Dedi mırıldanarak.

Kalbimi çiçeklendirdi sözleri. Dudaklarımda oluşan tebessümle işaret parmağımı kapalı olan sağ gözüne yasladım hafifçe. İrkildi. Kaşlarını çattı ama hemen gevşedi. Tüy gibi gezindirdim parmağımı gözünün üzerinde. Kirpiklerine doğru ilerledim. Her dokunuşum, midemdeki kelebek sayısını arttırdı.

Canını yakmadan parmağım ucuyla kirpiklerinden, yanağına doğru ilerledim. Hafifçe teninin üzerinde gezindirdim. Her dokunuşumda yüzünde bir mimik hareket ediyordu.

Annesi kanserden ölen çocuğun kendisi kanser olmuştu.

Gözlerim doldu. Yüreğim ise bin parçaya bölündü.

Başını çok minik bana doğru getirdi. Sanki derin bir nefes almış gibiydi. Parmağım yanağında hareket ederken, yeniden konuştu.

“Çok güzel kokuyorsun.” Dedi. “Portakal çiçeği gibi.” Hafifçe gülümsedi. “Hem de çok fazla.”

Titrek bir nefes döküldü dudaklarımdan. Tebessüm yayıldı dudaklarıma ardından.

Fakat birkaç saniye bile vakit kaybetmemek için gözlerimi kırpmadan yüzüne baktım. Yanaklarım, her yerim utanmaktan yanıyordu. Ama titrememe engel olmaya çalışıyordum. Fakat bu güzel sözlerinin karşısında erimemek elde değildi.

Dudaklarımı ısırıp elimi yanağımın altına biraz daha yerleştirdim. Genzimi temizleyip, “Doğum günün ne zaman?” diye sordum. Parmağım yanağında, kirpiklerinde, göz kapağının üzerinde durmadan hareket ediyordu.

Doğum günü ne zaman olduğunu bilmiyordum. Nasıl bilmezdim ben? Salak Belfü! Ama ne yapayım kara kutu gibi bir şeydi okulda. Okan’ın ağzından da pek laf alamazdık, bu yüzden hakkında pek bir şey bilmiyordum.

Burnundan güldü. “Dört temmuz.” Dedi.

Gülümsedim. “Daha varmış.” Dedim. Toprak’ a öyle güzel bir sürpriz yapacağım ki, çok şaşıracaktı. İçten içe kıkırdadım.

Dudaklarına baktım. Kırgın bir tebessüm vardı sanki kenarlarında.

“Burada olmayacağım.” Dedi.

Kaşlarım çattım. Yüzünde hareket eden parmağım durdu o anda. “Neden? Nereye gidiyorsun?” dediğimde, yanağımı hafifçe elimin üzerinde kaldırmış, yüzüne daha detaylı bakmaya başlamıştım. Yüreğim, korku ve telaşla kaplanmıştı.

Nasıl burada olmazdı?

“Belki kısa,” gözlerini araladığında, utanarak yutkundum. Göz gözeydik, bir yatakta yan yana uzanmıştık. “Belki daha uzun.” Dedi.

Aniden kalbime bir sancı girdi. “Yoksa…” dediğimde çenem titredi. Dudaklarımı üst üste bastırdım. “Hast-” devamını getiremeden kocaman sırıttı. “Hayır onunla ilgili değil.” deyiverdi.

“İyisin. İyi olacaksın.” Gözlerim doldu. Görüş alanım bulanıklaştı. “Öyle dedin.” Dediğimde burnumu çektim. Öyle demişti bana. Öyle olmak zorundaydı. Güneş için, anneannesi için, arkadaşları için, benim için

“İyiyim zaten Kar Tanesi.” Sanki gözyaşlarımı izler gibi göz bebekleri, gözlerimin içini takip etti. Elini kaldırdı ve parmak uçları yanağıma değdi. Gözlerimi kapadım. Ve gözümden akan yaşın sıcaklığını yanağımda hissettim. “İnan bana.” dedi sesinde güven veren sıcaklıkla.

Başparmağıyla gözyaşımı silmeye başladı.

“O zaman neden burada olmayacaksın?” diye sordum zor bela.

“Belki tatil yaparım.” Dedi gülerek. “Hem belki,” dediğinde durdu. Yanağımda hareket eden parmağı da durmuştu. “Sende gelirsin benimle.” Dediğinde ıslanmış kirpiklerimi aralayıp Toprak’a baktım.

Gözlerinin içi gülüyordu.

“Bende mi?” diye sordum anlamayarak. Başıyla onayladı. Omuzumu silkeledim. “Burası daha güzel. Yılkan daha güzel. Burada tatil yapalım.” Dediğimde, yüzündeki gülüş sanki yavaş yavaş solmaya başladı.

Dudaklarını bastırdı fakat minicik kalan tebessümünü silmeden dediğimi onayladı. “Burası güzel.” Dedi mırıldanarak.

Elini çekti yanağımdan, ortamıza koydu. Gözlerini kapadı. Yanağında duran parmağımı yeniden hareket ettirdim. Küçük bir s harfi çizerek ilerliyordum tenin üzerinde.

Yılkan onunla güzeldi. İçindekilerle.

Islak gözlerimi kapattım. Bir müddet öylece durduk. Sessizce.

“Kek hazır.” Diyen Adile teyzenin sesiyle gözlerimizi yeniden açtığımızda, yataktan doğrulduk. Zaman şu anda, ikimizin olduğu anda durmasını isterdim. Sonsuza kadar. Ama durmazdı. Ne acı!

“Sen git, bende gelirim şimdi.” Dedi Toprak. Başım ile onu onaylayıp odadan çıktım istediğim bu olmasa da.

Mutfağın içine kalp atışlarım kulaklarımda yankılanırken girdim. Adile teyze keki fırından çoktan çıkarmış tabaklara koymuştu. Utanmış ve telaşla yanına varıp, “Ben hallederdim. Ne zahmet ettiniz?” dedim. Son dilimi tabağın içine koyarken gülümseyerek bana baktı. “Zahmet olur mu hiç kuzum. Toprak’ımın arkadaşını yormamak gerek.” Dedi.

Utanmış bir şekilde gülümseyip başımı eğdim. “Al bakalım.” Dedi tabağın birini bana verirken. “Güneş’im gel sen de al.” Diye bağırdı. Güneş koşarak mutfağın içine girdi. “Muhteşem kokuyor, muhteşem.” Dedi derin bir nefes içine çekerek. Anneannesinin elindeki keki aldığı gibi dilimi kokladı. “Ellerine sağlık arkadaşım Belfü abla.” Deyip gülümsedi.

“Afiyet olsun.” Diyerek tebessüm ettim. Güneş tabakla birlikte içeri girdi yeniden.

“Gel otur.” Diyen Adile teyze mutfak masasına oturdu. İçi çay dolu iki bardak vardı masada. Tezgaha baktım oturmadan önce. Bir tabak daha duruyordu. “Gelir şimdi Toprak’ta.” Adile teyzenin sesiyle irkilerek ona döndüm. İmalı bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım. “Şey,” dedim geveleyerek. Evet o tabağın Toprak’ın olduğunu biliyordum. Bizimle birlikte yemesini isterdim ama sanırım oda da işi vardı.

Kıkırdadı Adile teyze. “O şimdi kekin hepsini yer.” Önüne döndü. “Bir de sen yapmışsan kırıntı bırakmaz.” İmalı imalı sırıttı.

Gülüşümü bastırdım fakat gözlerimi kaçırmadan edemedim.

“Gel hadi gel. Beraber oturalım biraz.” Dediğinde başımla onaylayıp yanındaki sandalyeye oturdum. Tabağı da masanın üzerine bıraktım. Ayaklarımı katlayıp sandalyenin altına yerleştirirken, ellerimi de dizlerimin arasına sıkıştırdım.

“Toprak’ımla okuldan arkadaşsın değil mi?” diye sordu. Alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayıp başımı salladım. Arkadaş sayılmazdık ama benim için o her şeydi. “Hmm…” dedi Adile teyze düşünüyormuş gibi yaparak. “Bir iki arkadaşı daha geliyor buraya.” Dediğinde kaşlarım havalandı.

“Ama onlar çok bağırıyor. Sabaha kadar susmuyorlar.” Dedi bıkmış gibi kafasını iki yana sallarken.

“Kim ki onlar?” diye sordum. Toprak arkadaşlarını getirdiğini söylemişti bana. Ama kim olduklarını bilmiyordum.

Adile teyze güldü. “Okan ve Bahri.” Dedi.

Bu iki ismi duyduğum gibi sırıttım. “Onlar da mı buraya geliyorlar?” derken şaşkınlığım birkaç saniye sürdü. Çünkü bu üçü yakın arkadaştı gelmeleri normaldi.

Başıyla onayladı beni. “Çok ses ediyorlar. Allah ailelerine sabır versin. O üçü yan yana geldi mi, bu eski evin başıma yıkılacağını sanıyorum.” Dediğinde, kıkırdayarak kekten bir dilim aldım.

Gülümsedi sonra. “Ama seviyorum da haylazları.” Bakışları önüne dönerken bir iç çekti. “Toprak’ımı asla yalnız bırakmadılar. Bir erkek kardeş gibi davrandılar ona.” Okan’ın, Bahri’nin, Toprak’ın davranışları hep kardeş gibiydiler birbirlerine. Gözümün önüne geldiklerinde içim ısındı.

“Öyledirler.” Dedim.

Derken içeriye giren Toprak ile gözlerim ona kaydı. “Kekin kokusu her yere yayıldı.” Girişte durup derin bir nefes aldı. “Her yer portakal çiçeği gibi koktu.” Deyip bana baktı.

“Çok güzel kokuyorsun.” Dedi. “Portakal çiçeği gibi.” Hafifçe gülümsedi. “Hem de çok fazla.”

Birkaç dakika önce söyledikleri tekrarlandı zihnimde. Benim de öyle koktuğumu söylemişti. İmasını anlar anlamaz yutkunarak gözlerimi kaçırdım ondan.

“Nerden biliyorsun o kokuyu ha sen?” diye sordu Adile teyze. Kaçamak bakış attım Toprak’a. Onun sonbahar gözleri ise tam bendeydi. “Öyle kokuyor çünkü.” Yarım gülüşü belirdi. “Bilmeye gerek yok.”

Anladım der gibi önüne döndü Adile teyze. Gözleri ise bir bende bir de Toprak’taydı. Yerin dibine giricem şimdi utanmaktan, imdat!

Gözlerini benden çeken Toprak tezgâhtaki keki kaptığı gibi ağzına attı. Şaşkınlıktan çenem bir metre aşağı düştü. Yanaklarının iki tarafı da balon gibi şişti. Bir anda gözüme sincap gibi görünmeye başladı. Kıkırdayarak elimi ağzıma kapadım. Gözlerini kapatarak başını iki yana salladı. O anda dünyanın en iyi şeyini yiyormuş gibi bir ifadeye bulandı yüzü.

“Oğlum yavaş ye. Maazallah boğulursun.” Dedi Adile teyze hafif telaşla.

“Beğendim mi?” diye sordum keki yutmaya başlayan Toprak’a.

“Çok güzel olmuş Kar Tanesi.” Dedi ağız dolusu. Sesi çok komik çıkmıştı.

Gülümsedim. “Afiyet olsun.”

“Ben balkondayım. Birkaç işim var.” Deyip mutfağın balkonuna girip bir şeylerle uğraşmaya çoktan başladı.

“Bugünlerini anneleri de görseydi keşke.” Diyen Adile teyze büyük bir iç çekti. O anda kalbime oturan ağırlıkla omuzlarım düştü. Adile teyzeye döndüm. Yılların biriktirdiği yorgunluk yüzünün her zerresindeydi.

Onun kızı. Toprak ve Güneş’in annesi. Ölmüştü. Kanserden.

Boğazıma oturan yumruyla kesik bir nefes aldım. “Başınız sağ olsun.” Dedim kısık sesle. Gözleri yaşlarla doldu. O gözler ise balkonda bir şeylerle uğraşan Toprak’taydı. “Ondan bana kalan, sadece üç şey var Belfü kızım.” Dedi. Yutkundu. “Toprak, Güneş ve balkondaki çiçekler.”

“O çiçekleri kendi elleriyle ekti. Onlara gözüm gibi bakıyorum. Her solmaya yüz tuttuklarında bir dal koparıp, saksıya ekiyorum. Gitmesinler diye. Yaşasınlar diye. Çünkü çiçek gibi yetiştirdiğim kızım elimden kayıp gitti. Bir şey yapamadım.” Dedi titrek sesiyle.

Başımı balkona çevirdim. Her renkten açan çiçekleri buradan görebiliyordum. Demek o çiçeklerin hepsi onundu. O ekmişti.

Gözlerimi masaya indirdim, daha fazla bakamadım. Ağlamamak için kendimi sıktırdım. Eğer ağlarsam duramazdım ama Adile teyzenin söyledi bir taş oturtturmuştu yüreğimin tam ortasına.

Derin bir nefes alıp ayaklandı. “Geliyorum şimdi.” Deyip odanın içine girdi. Onu beklerken uyuşan ayaklarımı sallamaya başladım. Arada da gözlerim Toprak’a çarpıyordu. Birkaç saniye içinde geri dönen Adile teyzenin elinde kapağı siyah olan bir kitap ya da defter vardı.

Onu izlerken yerine oturdu. Elindekini masaya bıraktığında, kapağını açtı. O anda sayfalarında fotoğraflar olduğunu gördüm. Bir albümdü.

“O kadar güzeldi ki benim kızım, bakmaya kıyamazdım.” Fotoğrafın birini parmaklarıyla okşadı. Çekinerek baktım fotoğrafa. Genç bir kız, mor bir elbise giyinmiş gülümseyerek ağacın önünde poz vermişti. Ettiği tebessüm mıh gibi oturdu içime.

“Babası çok severdi. Evimizde açan tek çiçekti.” Sayfayı değiştirdi. Acı bir şekilde kıkırdadı. Uzun siyah saçlarını iki yanından salık bırakmıştı. Kolunun birinde kitaplar vardı. Ama fotoğrafa değil başka tarafa bakıyordu. Baktığım fotoğrafı nazikçe parmak uçlarıyla okşadı Adile teyze. “Öğretmen olmayı çok istiyordu. Olacaktı da.” Derken gözünden bir yaş düştü. “Okulunu kazandı. Öğretmen olacaktı benim kızım.”

Aynı fotoğraftı bu sefer kameraya bakıyordu. Yüzü tamamen göründü. Kara kaşlı kara gözlü, bembeyaz bir yüzü olan genç kadın, içten bir şekilde gülüyordu. “Elimizde avucumuz da yoktu ama onun mutluluğu için her şeyi yapmaya hazırdık. Yeter ki Havva’m mutlu olsun.” Dedi Adile teyze.

Havva. Demek ismi buydu. İsmi gibi kendi de güzeldi.

“Ta ki onu görene kadar.” Elleri titredi sinirden. “Mutluluk o adamla son buldu.” Sayfayı değişti. Bir adam vardı. Başını yanındaki kadının omuzuna koymuştu. “Çok istedim bu fotoğrafı yırtmayı ama gönlüm el vermedi. Sanki Havva’m bana küser darılır. Kıyamadım ona.”

Kadının başı hafifçe önüne düşmüştü. Ama minik bir gülümseme vardı ikisinin de yüzünde. Fotoğraf siyah beyazdı ama hissettirdiği duygu bambaşkaydı.

“O adama gönlünü kaptırdıktan sonra hiçbir şey yolunda gitmedi.” Titrek bir nefes kaçtı dudaklarından. “Toprak’ın babası. Hakan. Adı batasıca!” derken son iki kelimeyi ağzının kenarıyla sessizce mırıldanmıştı.

Anlam veremedim ama Adile teyzenin pek hoşlanmadığını sesinden ve gözlerinden anlamak mümkündü. Öğrenmek için söyleyeceği her şeye dikkatli dinlemeye başladım.

“Havva’m öğretmenliği kazandığında bir yılını tamamlamıştı.” Güldü. “Babasıyla adak demiştik kazandığı ilk gün hemen bir kurban kestik.” Durgunlaştı. “Ama ilk senenin sonunda, kızım da bir değişlik olduğunu fark ettim. Geceleri balkona çıkar, saatlerce oturur, gün boyu pencerelerde nöbet tutardı.” İç çekti. “Öğrendim ki bir yabancı gelmiş mahalleye.” Anlam veremeyen bir ifade takındı. “Nerden yolu düşmüş, nasıl rastlamış buralara bilemedim.”

Sayfayı çevirdi. Masada oturan, deri ceketli bir kadın vardı. İçinde beyaz bir gömlek giyinmişti. Ellerini ise çenesinin altına yaslamıştı. Aynı kadındı. Havva’ydı. Toprak’ın annesi.

“Aşık olmuştu kızım.” Dedi Adile teyze. “O adama aşık olmuştu. Geceleri, gündüzleri hep bizim evin önünden geçer ikisi bakışırlarmış. Ama bu durumu ne ben kabullendim ne de babası. Çünkü aşık olduğu adamı gözüm hiç tutmamıştı. Serseriye benziyordu.” Eliyle fotoğrafın yüzünü okşadı. “Ama kaderlerinin önüne geçemedik.” Uzun uzun baktı fotoğraftaki kadına. “Bir gece Havva’m o adama kaçtı!”

Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yani Toprak’ın annesi kaçarak mı evlenmişti? Bu soruyu sesli soramadım ki zaten cevap belliydi. Adile teyze üzgündü hala kabullenmiş sayılmazdı.

“Bu acıya dayanamadı babası. İki sene sonra vefat etti.” dediğinde Adile teyze, dudaklarım titredi. Ağlamamak için ısırdım. Gözlerini kapadı Adile teyze. “Havva’m da çok yaşayamadı. Daha çiçekken soldu. O adam onu soldurdu. Ölsem de vermezdim o adama kızımı.” Dedi mırıldanarak. “Ama işte…”

Bir anda gözlerini açıp elimden tuttu Adile teyze. “Sakın Belfü kızım sakın böyle bir hata yapma. Kızım eşini çok sevdi, ama o adamın sevgisi de kendisi de zehirdi. Sevgisiyle kızımı zehirledi. Hak etmedi onu. Sakın sen kimseyi çok sevme. Seven yaşamıyor!” dedi.

Kalbim sıkıştı. Ve istemeden Toprak’a baktım. O da ne yapıyorsa durdu ve camın arkasından göz göze geldik. Gülümsedi. Öyle güzel gülümsedi ki, kalbim de bir kelebek daha yaşam buldu. Sonbahar gözlerinin içi gülüyordu. Ona duyduğum sevgi mükemmeldi. Çünkü Toprak mükemmeldi. Babası gibi değildi ki o!

Ben de gülümsedim acı ve mutlulukla karışık. Adile teyzenin sesini duyduğum da, bakışlarımı ondan aldım.

“Kızım kaçarak hata etti. O adamla kaçtığı gün hayatı kararmaya başladı.” Burnunu çekti Adile teyze. “Bizi düşünmedi. Okulunu, geleceğini… Hiçbir şeyi düşünmedi. Kendisini bile! Çünkü her şeyi o adamda bulacağını sanıyordu. Ama yanıldı benim kızım.”

Albümün sayfasını değişti. Karnı burnunda bir kadın, yanında koluna girmiş bir erkek çocuğu. O erkek çocuğu Toprak’tı. Burada birazcık büyümüştü. Ön dişi yavaştan uzamaya başlamıştı.

Ve o kadın. Hâlâ gülüyordu. Ama kırgınlık, acı ve hüzün vardı. Evladını mutlu etmek için zor bela gülümsemiş gibiydi. O kadının olmadığı gerçeği, iliklerime kadar acıyla yayıldı. Güzel yüzü, masum gülüşü yoktu. Gerçek bir çiçek gibiymiş.

“Kaderleri bir nokta da buluştu, ama sonları birlikte olmak için yazılmamıştı.” Dedi Adile teyze.

Elimi kalbime yasladım. Söylediği cümlenin ağırlığıyla ezildi kalbim.

Yutkunarak Adile teyzenin yaşlı gözlerinin içine baktım. “O adam,” dedim. “Yani Toprak’ın babası, ne yaptı?” diye sordum. Çekindim bu soruyu sorarken ama merak kemirmeye başlamıştı beni.

Kaşlarını çattı Adile teyze. “O adam babası falan değil. Şeytan o adam.” Önüne döndü hışımla. “Aldattı kızımı!”

Olduğum yere çakıldım. Gözlerimi yuvalarından çıkacak olurken, nefesim dudaklarımın arasında sıkıştı. “Aldattı mı?” diye fısıldadım. Döndü durdu o kelime zihnimin duvarlarında.

Başını salladı Adile teyze. Bana baktı. “Hayatınızı doya doya yaşayın. Yine sevin, sevilin. Ama sakın çok sevmeyin.” Dedi. “Kızım çok sevdi. Onunla kaçtı. Sonra…” duraksadı. “Sonrası da böyle oldu.”

Toprak biliyor muydu babasının annesini aldattığını?

“Kızımı hak etmedi o adam.” Dedi Adile teyze.

“Artık onu senden alabilir miyim?” diyen Toprak’ın sesini duyduğumda, gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıp gözyaşlarımı geri iteledim. Anneannesine bakarak gülüyordu. Adile teyze de hızla albümün kapağını kapatıp, “sabahlamayın sakın.” Deyip gülerek ayaklandı.

Balkondan dışarıya baktım. Güneş çoktan batmış, gökyüzü çivit mavisine dönüvermişti. Bu kadar zamanın geçtiğini fark etmemiştim bile.

Toprak başıyla balkonu işaret edip beni çağırdı. Onu onaylayarak ayağı kalktım. Ama ayaklarımdaki tüm kan çekilmişti duyduklarım yüzünden. Zor da olsa ona doğru yürüdüm.

“Belfü kızım?” Adile teyzenin sesine döndüm. Sıcak bir tebessüm vardı yüzünde. “Teyze demene gerek yok, anneanne diyebilirsin bana.” Ilık bir duygu sarmaladı her yerimi. “Teşekkür ederim.” Dedim.

O içeri girerken, Toprak ile ben balkona girdim. İlk renkli çiçeklere baktım. Annesinin ektiği, solmaması için Adile anneannenin emek vererek büyüttüğü çiçeklere. Salça kutusu, zeytin kutusu, hangi kutu varsa içine ekmişlerdi. Tüm balkon onlarla doluydu. Güzel ve renkliydi her biri.

Derken dikkatimi cıyaklama sesi çekti. Hızla balkonun köşesine döndüm. “Bu ne?” diye bağırarak Toprak’a döndüm. Kapının önünde durmuş bana bakıyordu. “Güvercin yuvası.” Diyerek gülümsedi. Sonra elimi tutup balkonun köşesine doğru götürdü.

Çalılardan yapılmış, içi kuş tüyüyle dolu minik bir yuva vardı. İçinde ise tüyleri yeni çıkmaya başlayan güvercin yavrusu vardı. Arada cıyaklama sesine benzer sesler çıkarıp susuyordu.

Dizlerimizi kırıp yuvaya baktık beraber. “Annesi nerede?” diye sordum. “Buralarda bir yerdedir.” Dedi Toprak. “Çok uzun zamandır burada yaşıyor annesi. Kaç yavru büyüdü burada bilmiyorum.” Deyip tebessüm etti.

Birden bire durgunlaşmaya başladı. “Bir kardeşi daha vardı.” dedi. Yuvada duran güvercine baktım. “Birkaç hafta önce öldü.” Dediğinde, boğazım yanmaya başladı. Yalnız başına kalan güvercine üzülmüştüm. Toprak devam etti. “Annesi de yaşlandı. Belki yavrusunun öldüğünden haberi bile yoktur.” Güldü. Sesinde hüzün vardı sanki.

Bana döndü. “Güneş besliyor onları. Öldüğünde ne kadar ağladı tahmin edemezsin. Hatta bir mezarı bile var. Anneanneme zorla başında Kuran okutturdu.” Dediğinde güldüm. O da güldü. Ama ölmesi nedense yaralamıştı beni.

Ayaklandığında, bende kalktım. Tuttuğu elimi bırakmamıştı. Etrafıma bakındım çok kısa hemen. Ortada, teneke kutunun içine koyulmuş odunlar vardı. Hemen arkasında divan, üzerinde ise yastıklar ve bir tane battaniye duruyordu.

“Bu gece yıldızlar çok fazla.” Diyen Toprak’ın başının göğe kaldırdığını gökyüzünü izlediğini gördüm. “Beraber izleriz diye düşündüm.” Gülümsedim. Bir kelebek daha var oldu kalbimde. “İyi düşünmüşsün.” Deyiverdim. Ağzım kulaklarımdaydı. Onunla en birkaç saniyelik vakte bile razıydım. Beraber yıldızları izlemekse, hayalimin ötesindeydi.

“Gel otur.” Deyip tuttuğu elimi çekiştirip divana oturttu. Katlanmış battaniyeyi açıp sırtıma bıraktı. İki tarafından tutup önümde birleştirdim. Toprak’ı izlemeye başladım. İçinde odun olan tenekeye doğru gidip cebinden çıkardığı çakmakla yaktı. Balkonda uğraştığı şeyler bunlar mıydı? Benim için mi hazırlamıştı?

İçimde uçuşan kelebeklerin rüzgarıyla, divana doğru biraz daha çıkıp yerden kesilen ayaklarımı sallamaya başladım heyecandan. Tam olarak benim içindi bunlar.

“Üşümüyorsun değil mi Kar Tanesi?” diye sorarken yaktığı ateşin ışığı güzel yüzüne yansıyordu. Mal mal sırıtarak başımı iki yana salladım. O da utangaç bir tebessümle başını eğip ateşe baktı. “Sen peki?” diye sordum. Gözlerini kıstı. Eh der gibi başını salladı. Sağ kolumu yana doğru açtım. Battaniyenin içinde, yanımda ona yer gösterdim.

Yavaş adımlarla yanıma geldi. Yanağında beliren küçük gamzesiyle. Oturdu. Battaniyenin kenarından tuttuğunda, kolumu yanıma indirdim. Sırtına koyduğunda, artık yan yana, aynı battaniyenin altındaydık. Sırtımızı yastıklara yasladık.

Çok yakınımdaydı çok. Bir kalp atışı kadar küçük bir mesafeydi. Sesini duyacak kadar çok yakınımdaydı.

Başımı göğe çevirdim. Yutkunarak ve biraz da kekelememek için dualar ederken, “Yıldızlar belirmeye başladı.” deyiverdim. Karşımızda ise yanan ateş ve odundan çıkan çatırtı sesleri, filmleri aratmayacak kadar güzel bir hava oluşturmuştu.

“Hı hı.” Dediğini duydum.

“Çok güzeller.” Dedim. “Ve parlaklar.” En büyük ve en parlak yıldız tam karşımdaydı. Kuzey yıldızıydı.

“Fazlasıyla.” Dedi Toprak.

İşaret parmağımı kaldırıp, “Bu kuzey yıldızı demi?” diye sordum.

“Bilmem.” Dedi.

“O kesin. Baksana parlak ve büyük.” Dedim.

“Öyle diyorsan.” Dedi kısık sesle.

“Kesin o. Hem-” dediğimde Toprak’a döndüm. Fakat ben onu yıldızları seyrederken bulacağımı sanıyordum ama o beni izliyordu. Kalakaldım bakışlarının karşısında. Sonbahar gözleri, bebek gibi suratı çok yakınımdaydı.

Yutkunup genzimi temizledim. “Yıldızları seyretmiyorsun.” Dedim.

Yandan güldü. “İzliyorum.” Dedi.

Burnumdan gülüp başımı iki yana salladım. “Gözlerin bende.” Dedim.

“Yetiyor.” Dedi.

Kalbim göğüs kafesimde iflah olmayacak derece de atmaya başladı.

“Ama…” derken ağzımın içi kurudu. Ne diyeceğimi bilemeyecek kadar şaşkındım.

“Göğün en güzel ve en parlak yıldız tam karşımda.” Dediğinde saç diplerime kadar ulaşan sıcaklıkla derin bir nefes bıraktım. “Seni izlemek yetiyor.” Dedi.

“Toprak…” dudaklarımın arasından sadece adı çıkıverdi. Kalbim yumuş yumuş olmuştu ama yanan kulaklarım, kızaran yanaklarım bin beş yüz derecenin çok üstüne çıkmıştı.

“Başka gökyüzü istemem.” Deyip gülümsedi. Elini sağ cebine atıp çıkardı. Yumduğu avuç içini ortamıza getirdi. Kupkuru olan ağzıma çare olsun diye arka arkaya yutkundum ama tek bir faydası olmadı.

Onu izledim. Her hareketini.

Yavaşça avuç içini açtığında, gümüş renkte bir şey olduğunu gördüm. Yaslandığı yerden doğruldu. Ben de doğrulduğumda karşı karşıya durduk. Diğer eliyle avucunda tuttuğu şeyi kaldırdı. Bileklik olduğunu gördüm.

Gözlerimin içine baktı. “Doğum günün için.” Dedi.

Şaşkınlıkla yüzüne baktım. “Ama-” dediğimde, “Biliyorum.” Diyerek sözümü kesti. “Doğum günün yirmi beş ekimdi. Çoktan geçti.” Gümüş renkteki bilekliği iki parmağının arasında havaya kaldırdı. “Hediyeni şimdi veriyorum.” Deyip hafifçe sol bileğimi kavradı parmakları.

Neye şaşırıp neye mutlu olacağıma şaşırmış vaziyetteydim.

Sol bileğimi havada bırakıp iki eliyle bilekliği bağlamaya başladı. “Doğum günün kutlu olsun Kar Tanesi.” Dedi. Bağladı ama ellerini çekmedi bileğimden. Derken bir kanat sesi geldi kulaklarımıza. İkimiz de oraya baktık. Anne güvercin yuvasına konmuş, kanadının altına alıvermişti yavrusunu.

“Sonunda.” Dedi mırıldanarak Toprak. Annenin dönmesine sevinmişti. Bende sevinmiştim. Anne güvercin ise bizi izlemeye başlamıştı şaşkın şaşkın.

Tebessümle önüme dönüp bilekliğe baktım dokunuşu her zerremi yakarken. Ortasında kar tanesi sembolü vardı. Sonra onun bileğinde takılı olana baktım. Bir güneş sembolü hemen yanında ise kar tanesi sembolü vardı. Önceden kar tanesi sembolü yoktu orada. Ama şimdi vardı.

Usulca bakışlarımı yüzüne kaldırdım. “Çok güzel.” Dediğimde gözlerim doldu. Bilekliğe baktım yeniden. “Doğum günümü nerden biliyorsun?” diye sordum. Tatlı gülüşünü duydum. “Biliyorum işte.” Dedi. Daha fazla üstelemedim zaten şaşkınlığım bana yetiyordu. Mutluluk ise içime sığmıyordu.

“Teşekk-” diyecekken sustum. Gözlerinin içine baktım. “İyi ki varsın.” Dedim. Karanlık çöktü. Ama aydınlık her yerimizdeydi. Sıcacıktı olduğumuz an. Hiçbir şeye değişmezdim.

Geri yaslandık. Battaniyeyi iyice çektik üzerimize. Bileğimi ortamızdan çıkarıp hediyesini izledim. Çok güzeldi. Toprak’a çevirdim bakışlarımı. Yıldızlara bakıyordu. İyi ki vardın Toprak. İyi ki sonbahar renkli gözlü çocuk.

Tepemizde yıldızlar parlıyordu. Küçük bir ateş yanıyordu ayaklarımızın ucunda. Ateşten çıkan çatırtı seslerine, annesi yanına gelen yavru güvercinin sesi karışıyordu. Hava hafiften serindi. Kalın bir battaniye vardı üzerimizde. Sevdiğim çocukla yan yanaydım. Ve hayat renkli görünmeye başladı.

Bir iki saat daha öylece oturduk. Üşütmemi istemeyen Toprak içeri girmemizi söylediğinde, odaya girdik. Bir şeyler yemem için ısrar etti ama o kadar toktum ki hiçbir şey yiyesim yoktu. Sanırım aşktan sarhoş olmuştum.

İçeri girdiğimizde, sobanın gür bir şekilde yandığını gördüm. İçerisi hamam gibiydi. Üşüdüğümü o an anladım ama sorun değildi. Fakat dikkatimi çeken bir diğer şeyle Toprak’a baktım. Yerde ve divanın üzerinde serili iki yatak duruyordu. Güneş ve Adile anneanne ise yoktu.

“Sanırım burada uyuyacağız.” Diyen Toprak halinden memnun görünüyordu.

Şaşkınlıkla yüzüne baktım. “Aynı oda da mı? Beraber mi?” diye sordum. “Kış ayı olduğu için diğer odalar buz gibidir.” Sobaya doğru ilerleyip ellerini uzattı. “Bu yüzden burada uyumamızı istemiştir anneannem.”

“Ama ya onlar? Onlar da üşür.” Dedim telaşla.

Başıyla onayladı Toprak beni. “Bu yüzden buraya gelmeden önce minik bir ısıtıcı aldım onlara.”

“Ama üşürler yine de.” Dedim üzülerek.

“Çok soğuk değildir odalar. Abartıyorum ben.” Deyip güldü.

“Buraya gelsinler onlarda.” Derken kazağımın ucunu sıkıca tuttum. Toprakla aynı oda da kalmak beni germiş ve utandırmıştı. Toprak gözlerini kısıp şüpheyle bana baktı. “Seni yiyeceğimden mi korkuyorsun?” diye sordu.

Heyecan bastı. “Yoo.” Dedim çenemi havaya kaldırırken. “Öyle bir şey demek istemedim.” Dediğimde, bıyık altından gülüyordu.

Omuzlarını silkeledi. “İstersen çıkayım.” Deyip olduğum yere gelmeye başladığında, ellerimi dur yaparak havaya kaldırdım. “Gitme.” Derken resmen bağırmıştım. Olduğu yerde kaldı. Şaşırdı birazcık da. Genzimi temizledim. “Yani kalabilirsin. Gitmene gerek yok.” Diye mırıldandım.

Dudağının kenarı yukarı kalktı. “Peki.” Derken, üzerindeki hırkayı çıkarmaya başladı. “Ama bekle.” Deyip sırıtarak yer yatağının yanından geçip duvara yaslı çantamı aldım. Dizlerimi kırıp içindeki paketi çıkardım. Bir de giyineceğim pijamalarımı alıp ayaklandım.

Paketi ona uzattım. Meraklı ve birazcık da şaşkın görünerek aldı elimden. “Sana hediye aldım.” dedim. Paketin her yerini inceledi. Öyle bir bakıyordu ki sanki eline bomba vermiştim. Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Tek kaşını kaldırıp, “yoksa bana kimono mu aldın?” diye sordu.

Kahkahamı tutamadım o anda. Başımı eğerek güldüm. “Keşke alsaymışım. Güzel fikir.” Dedim gülerek. O da güldü. “Ama değil.” Ellerimi arkadan bağlayıp sağa sola salladım bedenimi. “Beğeneceğin bir şey aldım.” dedim. Pijamalarımı gösterip, “o zaman ben giyinmeye gidiyorum. Sen de giyin.” Diyerek hızla odadan çıktım. Holdeki beyaz kapılı odaya girdiğimde banyo olduğunu gördüm.

Üzerimi çıkarıp deseni Mucize Uğur Böceği olan Marinnette’li pijamamı giydim. Aklım ise Toprak’taydı. Çıkardığım kıyafetleri katladım. Banyodan çıkarken, mutfağın içinden, “giyindin mi?” diye sordum. Hızla elimi ağzıma kapadım, gülüşümü duymaması için.

“Kar Tanesi.” Diyen Toprak çok çaresiz hissettirmişti. “Giriyorum.” Diye bağırdım. Yavaş adımlarla odanın girişine geldim. Pijamanın uçlarından tutarak, biçare biçimde üzerine bakan Toprak’la alt dudağımı ısırdım hemen. Ona pijama almıştım. Hem de üzerinde Kara Kedi olan pijama. Üstü uzun kollu beyaz pijamaydı, benim ki gibi. Bende kırmızı renkte Uğur Böceği, onda ise siyah renkteki Kara Kedi olan çizgi karakterler vardı.

Sonra bana baktı. Baştan aşağı süzdü beni. Bu şekilde karşısında çıktığım için utanmıştım ama onu bu şekilde görmek, kendiminkini geri plana atıyordu. Toprak daha komik görünüyordu.

“Çok yakışmış.” Dedim. Dudağının üst kenarı ciddi misin? Der gibi yukarı kalmış, bakışların da ise asla beğenmediğini belli eden ifade vardı. “Ama bu biraz şey…” deyip yeniden üzerine indirdi bakışlarını. O kadar sesli bir biçimde gülme vardı ki içimde, kendimi sıktırmaktan patlayacaktım.

Kıyafetlerimi çantamın üzerine bıraktım Toprak’ı izlemeye devam ederken. Kafasını eh der gibi sağa sola hafifçe sallayıp, “en azından kimono değil.” dedi kendi kendine. Sonra ifadesini silip memnun kalmış bir biçimde yüzüme baktı. “Beğendim.” Deyiverdi.

Asla beğenmedi.

Ama çok tatlı görünüyordu pijamanın içinde. Ve hiç itiraz etmeden giyinmesi, beni çok mutlu etmişti.

Divanın üzerindeki yatağa oturdum. Toprak’ta ışığı kapatmak için gittiğinde, yatağın içine girdim. Işık kapandı. Fakat oda, Ay ışığı ve yıldızlar sayesinde aydınlıktı. Sobadan çıkan ateşte aydınlatıyordu içeriyi.

Toprak’ta yere serilen yatağın içine girdi. Elimi yanağımın altına yaslayıp cenin pozisyonu alarak onu izledim. Kolunun birini ensesinin altına koydu, diğerini ise göğsüne yerleştirip tavana baktı. Burada mıydım? Yaşanıyor muydu şimdi bunlar? Hayal miydi? Uyanacağım bir rüya mıydı?

Değildi!

Midemin içinde dolup taşan kelebekler uyandı ve hepsi aynı anda kanat çırptı. Uyuşmaya başladı her uzvum. Yüzümde ise kocaman bir tebessüm belirdi. Derin nefes alıp verdim.

“Bugünden memnun musun?” diye sordu Toprak bana bakarak. “Eğlendin mi?

Hızla başımı salladım. “Çok güzeldi.” Dedim.

Gülümsetti söylediğim cümle. Tekrar tavana baktı. “Bence de.” Dedi. “Bugün çok güzeldi.”

Göğsünün üzerine koyduğu kolunu havaya kaldırıp bana doğru uzattı. Elini divanın üzerine bıraktı. Avuç içi kendisine dönüktü, parmakları hafifçe içe doğru bükülmüştü.

Başımı yastıktan kaldırıp bir eline bir de ona baktım. Anlam veremediğim için şaşırdım. Yavaş yavaş açıp kapattığı gözleri beni bulduğunda, uykusunun geldiğini anladım.

Başımı yastığa geri koydum ve tam önümde duran elini hiç düşünmeden tuttum. Hafifçe gülümsedi ve gözlerini kapadı. Tutmam için bırakmıştı elini. Gözlerine bakarak anlamam uzun sürmedi.

Elini daha sıkı tuttum ve biraz kendime doğru getirerek çenemi üzerine yerleştirdim. Gözlerimi kapadım. Sobadan çıkan seslere, nefes alışverişlerimiz karıştı. En rahat olduğum yerdeydim. İçimde deniz kenarında, güneşe yüzünü dönmüş, etrafta kuş sesleri gelen bir yerde uzanan kadının hissettikleri vardı.

Güvenilir. Huzurlu. Rahat.

“İyi geceler Kar Tanesi.” Dedi uykulu çıkan sesiyle.

“İyi geceler sonbahar gözlü çocuk.” dedim uykulu ve birazcık da duruşum yüzünden tuhaf çıkan sesimle.

İkimiz de sıcacık oda da uykuya dalıverdik. Ele ele.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 16.08.2025 19:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...