
YILDIZLARA GÖÇ
14.BÖLÜM
♪Pim Stones-The Life We Could Have Had
♪Gigi Perez-Sailor
Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum <3
Keyifli okumalar :)
Dünyanın en güzel uykusunu uyurken birkaç defa gözlerimi aralayıp etrafıma bakındım. Toprak ile hâlâ el ele tutuşuyorduk. Bırakmamıştık. Sımsıkı tutuyordu elimi.
Huzurlu ve masum yüzünü seyrettim gözlerim kapanırken. Yastığa koyduğu başını bana çevirmişti. Rahatsız görünmüyordu. Benim gibi en güzel uykusunu çekiyor gibiydi. Onu rahatsız etmemek için asla kıpırdamadım. Tebessüm ettim, gözlerim uykuya direnemezken. Geri uyumuştum. Fakat birkaç defa yine uykum bölündü.
Bu sefer ise odaya birinin girdiğini hissettim. Ufak tefek sesler geldi. Tek gözümü hafifçe aralayıp baktığımda, odaya giren kişinin Adile anneanne olduğunu gördüm. Sobanın yanındaydı ve içine odun atıyordu. Oda hâlâ sımsıcaktı. Sanırım, sobanın sönmesine izin vermiyordu. Göze göze geldiğimiz sırada, gülümseyip göz kırparak odadan çıktı. Ve yeniden dünyanın en güzel uykusuna kendimi bırakıverdim.
Saat kaçtı bilmiyordum ama yüzümün yarısına vuran güneş ışığının sıcaklığını hissedebiliyordum. Yavaş yavaş gözlerimi araladığımda, bakışlarımı tahtalarla örtülmüş tavan karşıladı. Yavaşça, ses etmeden esnedim. Bedenime tüm gece masaj yapılmış gibiydi. Hiçbir yerimde ağrı sızı yoktu. Kaymak gibi olmuştum. Bu rahatlık beni gülümsetti. Bu kadar huzurlu ve rahat uyku çektiğimi hatırlamıyordum.
Rahat ve huzurlu; Toprak.
Aklıma düşen kişinin varlığıyla usulca başımı yan tarafa çevirdim. O anda göz göze geldim onunla. Uykusu dağılmamış sonbahar gözleri hafifçe aralanmış, dudağının kenarlarında minicik yer edinen tebessümüyle beni izliyordu. Kalbim hızlı hızlı attı bu görüntüsüyle.
Yutkundum. Sırt üstü uzandığım yatakta, ağır ağır gözlerimi çevirip tüm gece boyunca tuttuğum eline baktım. İkimizin eli de tam karnımın üzerindeydi. Hafiften ağırlık yapıyordu mideme. Ama sorun değildi. Hissetmemiştim bile. Sonra dün gece hediye ettiği bilekliğe gözüm takıldı. Doğum günüm geçmesine rağmen hem de.
“Günaydın.” Dedi Toprak uykulu sesiyle.
Ona döndüm. “Günaydın.” Dedim gülümseyerek.
“İyi uyudun mu?” diye sordu. Başımı salladım alt dudağımı ısırarak. “Çok.” Dedim.
Yatakta kıpırdanmaya başladığında, kalkacağını anladım. Yavaşça elini bıraktım. Uzandığı yerde doğrulduğunda, birazcık geri gidip yatağın içinde oturmaya devam etti. Kara Kedili pijamasını görünce gülmemek için kendimi tuttum. Fakat uykulu halini ve dağınık saçlarını görünce, nefesim kesildi. Başını önüne eğdi. Sağ elinin parmaklarını içine daldırıp karışmış olan saçlarını iyice dağıttı. Bu görüntüsü daha da güzel gelmeye başladı.
Bana baktı tek gözü kapalı bir şekilde. “Acıktın mı?” diye sordu. Yan dönüp elimi şakağıma yaslayarak yüzüne daha dikkatli baktım. Bu çocuk resmen içimdeki her kelebeğin yaratıcısıydı.
“Kar Tanesi?” dediğinde kıkırdadı. Uykulu sesiyle…
“Hı?” diyerek kendime geldim. Ona bakarken, kendimi kaybediyordum onda.
Gülümsedi. “Dün gece de bir şey yemedin. Acıkmışsındır.” Dedi.
Omuzumu silkeledim, duruşumu bozmadan. “Hâlâ tokum.” Gerçekten açlık hissimi kaybetmiş gibiydim. Bir hafta daha burada kalsam, aç olup olmadığımı bilemezdim.
İnanamamış gibi yüzüme baktı. “Emin misin?” diye sordu. Yüzünü buruşturup elini karnına yasladı. “Ben çok acıktım.”
“Günaydııınnn.” Diyerek odaya koşan Güneş’in yüzüne daha bakamadan, uzandığım yatağa zıplayıverdi. Sırt üstü yatağa ben düşerken, o da yüz üstü tüm bedenini, benim üzerime yığıverdi. “Güneş.” Dedim gülerek. Sıkıca sarıldım hemen.
Yanağını göğsüme koyarken, o da bana sarılıyordu. “Horozlar bile uyandı.” Dedi. “Ama siz hâlâ uyuyun.” Dediğinde, çenesini göğsüme yaslayıp yüzüme baktı. Saçları uykudan kalktığını belli edercesine dağınıktı. Gözleri ise hafiften şişmişti.
Acaba ben nasıl görünüyordum? Umarım gece boyunca salyam akmamıştır. Ya da gözlerimin pınarların da, çapaklanma falan oluşmamıştır. Allah’ım rezil olurum yoksa!
Sakinliğimi koruyarak gözlerime odaklanmamaya çalıştım. Şu anda elimi yüzüme falan da atamazdım. Toprak kesinlikle bizi izliyordur!
“Horozlar bile mi?” diye sordum kaşlarımı havaya kaldırırken. “Evet.” Dedi Güneş başını sallarken. “Bak dinle.” Derken, dışarıyı dikkatlice dinlemek için kulağını uzattı. O anda bir horozun ötüşüyle, Güneş’e baktım şaşırarak. “Haklıymışsın Güneş.” Dediğimde, bir anda horoz gibi ötmeye başladı Güneş.
Şaşırarak Toprak’a baktım. Ötmeye devam eden Güneş’e, Toprak ile kahkahalarımızı tutamadık.
“Abi!” diyen Güneş susmuş, kaşlarını çatarak abisini baştan aşağı izlemeye başladı. “Pijamaların?” anlamayarak abisine baktı. Toprak utandığını gizlemek için gözlerini kaçırdı. Güneş durdu ve bir anda kahkaha attı. “Pijamaların yakıyor abi.” Dediğinde, gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Tam üzerinde almışım yeminle.
“Demek yakıyor ha?” dedi Toprak ve bir anda ayaklanıp Güneş’i kucağımdan yan tarafıma itekledi. Hemen doğruldum. Toprak dizlerinin üzerinde yatağa çıkıp Güneş’i gıdıklamaya başladı. Bacaklarını karnına çekip abisinin parmaklarından kurtulmaya çalışan Güneş’in hiçbir şekilde kurtuluşu yoktu. Gülme krizine girmişti.
“Abi…” dedi gülüşünün arasından. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
“Demek abine gülersin ha.” Dedi Toprak yalancı bir sinirle. Gıdıklamaya devam ediyordu.
“Kara Kedi…” dedi Güneş. Kahkahası her yerdeydi. “Çok yakışmış.”
O anda bende gülmeye başladım. Toprak’ın bakışları bana döndü. İrkildim. Gözlerini kıstı. “Sende bana gülersin demek?” dediğinde sinsice sırıttı. O an bir şey yapacağını anladım. Ve çok geçmeden, karnımda hissettiğim parmaklarıyla sırt üstü yatağa uzanmam bir oldu. İkimizi de aynı anda gıdıklama başladı. Güneş ile kahkahalarımız birbirine karıştı. Ellerimi, elinin üzerine yasladım. Bacaklarımı ise karnıma kadar çekip gıdıklamasından kurtulmaya çalıştım ama tek yapabildiğim gülmekti. Sadece gülmek. “Toprak.” Dedim nefes nefese.
“Alın bakalım, nasılmış gülmek.” Dedi Toprak zevk ala ala.
“Abim… Geceleri… Kara Kedi… Oluyor.” Diyen Güneş’in, her kelimesi, gülüşü yüzünden kesik kesik oluyordu. Büyük bir kahkaha attım. “O… Süper… Kahraman…” dedi yeniden. Kafamı geri attım, gözlerimi kapatarak.
“Toprak’ım.” Diyen Adile anneanne odanın girişinde göründü. Toprak durduğunda, anneannesine baktı. Genzimi temizleyerek hemen doğruldum. Çok utanmıştım. Yanan yanaklarımdan kıpkırmızı kesildiğimi anlayabiliyordum. Özellikle Toprak beni gıdıkladığı için.
“Anneanne.” Dedi Toprak. Bir bana bir de anneannesine bakıp hemen yataktan indi. Hızla üzerine çeki düzen verip uzaklaştı. Benim gibi o da utanmıştı.
Adile anneanne burnundan derin bir nefes verip gülümseyerek yüzlerimize baktı. “Kahvaltı hazırlayacağım. Siz de hazırlanın.” Deyip imalı imalı yüzüme bakıp odadan çıktı. Mutfakta uğraşmaya başladı.
“Bende istiyorum bu pijamadan.” Dedi Güneş bana bakarak. “Sen aldın demi onları?” deyip yüz üstü uzandığı yatağa. Parmakları dudağıyla oynamaya başladı. Başımı salladım, bir taraftan saçlarımı düzeltirken. “Sana hangisinden alayım?” diye sordum. Göz ucuyla Toprak’a baktım. Uyuduğu yatağı toplamakla meşguldü.
Güneş pijamalarıma baktı. “Seninkinden istiyorum.” dedi. Abisine baktı. “Abimi nasıl ikna ettin?” güldü kısık sesle. “Asla böyle bir şey giyinmezdi.” Bu dediği gülümsetti beni. Hafifçe başını bana uzattı. “Abim benimle çok çizgi film izler. Bu çizgi filmi de biliyor.” Dedi.
Kaşlarımı havaya kaldırdım. Balo aklıma geldi bir anda. Beraber dans etmiştik. Beni Winx Perilerine benzetmişti fakat hangisi olduğunu bulamamıştı ama bir periye kesinlikle benzediğimi söylemişti. O zaman şaşırmıştım nasıl onları biliyor diye. Cevabı ise Güneş ile çok fazla çizgi film izlediği içindi. Hangi erkek kız kardeşi için çizgi film izleyip hepsine hakim olabilirdi? Toprak… Farklıydı işte.
Güldü Güneş. “Ama abim ölse bile o pijamayı giymezdi.” Dedi. Cümlesinin içinde geçen tek kelime yüreğimi ağrıttı. Ölse bile. Gözlerim doldu. Hızlı hızlı kırpıştırdım. Sanırım hastalığından dolayı çok fazla duygusallaşıyordum. Güneş bir şeyleri ima eder gibi kaşlarını kaldırıp indirdi, eliyle omuzuma vururken. “Fakat abim senin için giyinmiş.” Göz kırptı. Bu hareketi şaşırttı ve bir taraftan da utandırmıştı.
Dudaklarımı ağzımın içine yuvarlayıp kaçırdım gözlerimi. Benim için giyinmişti. Tek bir itiraz cümlesi bile çıkmamıştı ağzından.
Elimi tutan Toprak ile bir anda gözlerim irice açıldı. “Hadi gel.” Dediğinde, yataktan aşağı indim. Güneş’e baktı. “Sen de git bize yumurta getir.” Dedi. Sevinçle yataktan fırladı Güneş.
“En sevdiği şey.” Dedi Toprak kısık sesle bana bakarak. “Tabii ki tavuklarla kavga etmesi önceliği.” Deyip güldü. Gülüşüne karşılık verdim. Güneş odadan ok gibi fırlayıp çıkarken, Adile anneannenin mutfakta olmadığını gördüm. Ocakta ise kaynayan demlikler vardı.
Toprak ile banyoya girdik. Beraber aynanın karşısına geçtiğimiz de, hemen çok kısa kendime baktım. Yüzüm şişmiş, saçlarım birbirine girmişti. Fakat iyi görünüyordum yine de. Zaten uyandıktan sonra insan da bir güzellik oluşuyordu. Ya da delirdim, bilmiyorum!
Toprak bana açılmamış diş fırçası verdi. Kendisininkini de kutudan aldı. Hızla açtım paketinden. İkimizin de dış fırçasına macunu sıktı. Beraber aynaya dönerken, yüzümüz de kocaman bir tebessüm vardı. Beraber dişlerimizi fırçalamaya başladık.
Ayaklarım altımda esmeye başladı. Fakat gözlerim aynadan Toprak’a bakıyordu. Onun gözleri de bendeydi. İçimde tutamadığım bir gülme isteği vardı. Çünkü şu anda yaşananlar mükemmel bir şeydi.
Musluğu açtı. Eğilirken bende onu takip ettim. Ağzına suyu doldururken, hafifçe koluma vurdu omuzuyla. Kaşlarım çatıldı fakat gözlerinin içini güldüğünü gördüm. Hemen rahatladım. Çok minik yana kaydım vuruşuyla. Bende onu taklit ettim. Omuzumla, omuzuna vurdum. Benim gibi o da yana kaydı. Dudaklarımız kapalı bir şekilde kıkırdadık. Birkaç defa aynı şey tekrarlandı, kıkırtılarımızın arasında. Diş fırçalama işimiz bitmişti.
Altına taburelerden birini çekti. Çekmecelerden makas çıkardı. Yerine otururken, bende tam yanındaydım. Aynı boya denk geldik bu saye de. Onu izledim. Saçlarının ucundan tutup makasının ağzına götürürken, gözlerim yuvalarından çıkarcasına irice açıldı. Hemen elini tuttum. Makası tuttuğu kolu havada kaldı. “Napıyorsun?” diye sordum.
Bana baktı anlamamış gibi. “Saçlarımı kesiyorum.” Dedi.
“Neden?” elini daha sıkı tuttum.
“Çok uzadılar çünkü.”
Karamel rengi saçlarına baktım. Çok uzamışlardı gerçekten. Ama yine de göğsüme büyük bir taş oturmuştu. Onların kesilmesine kıyamazdım. Nedense aklıma hastalığı geldi. Lösemi. Saçları kısa olurdu demi onların? Dökülürdü ya da? Hastalıkları yüzünden çünkü.
Dudaklarım titredi, gözlerim dolarken.
“Küçüklüğümden beri saçlarımı anneannem kesiyor.” Dedi. Hafifçe genzini temizledi. “Bu sıralar kesmiyorum.” Dolu gözlerle, gözlerinin içine baktım. Gülümsedi, makasa bakarken. “Ama artık yaşlandı. Eğri kesiyor saçlarımı.” Derken sesi kısık çıkmıştı.
Zorladım kendimi gülmeye ama olmadı, başaramadım. Onun saçlarının kısalmasına dayanamazdım. Çünkü her gözlerimi kapadığımda, ellerini saçlarına daldırıp karıştırarak dağıtan Toprak geliyordu.
“Bir de,” deyip duraksadı. “Artık kesmem gerekiyormuş.” Aynaya baktı. “Öyle söyledi doktor.” Elinin birini saçlarını attı. Önce karıştırdı. Mis gibi bir koku geldi saçlarının arasından burnuma. Ardından parmaklarının arasına sıkıştırdığı saçlarını yukarıya doğru çektiğinde, kapalı avuç içini göz hizasına getirdi. Yavaşça araladı. O an da avuç içinde duran bir topak saç teli olduğunu gördüm.
“Dökülmeye başlıyorlar.” Dedi saçlarına bakarken.
Yüreğimden bir acı feryat kopuverdi sanki. Ama feryat üst üste bastırdığım dudaklarımın arasından, dışarıya çıkamadı. Ellerim, ayaklarım uyuştu söylediği şey ile. Parmaklarım, pijamamım uçlarını kavradı.
Ayna baktım. Yansımasıyla göz göze geldim. Gülümsedi o anda. Ama buruk bir gülüştü. “Tedavi görüyorum. Dökülmesi normal dedi doktor.” Burnundan güldü. “Bu yüzden onlar dökülmeden ben yavaş yavaş kısaltmak istiyorum.”
Gözyaşımı durduramadım. Biri yanağımdan çeneme doğru süzüldü.
Ellerim titreye titreye makasa uzandım. Makası aldığımda, usulca arkasına geçtim. Çocukluğundan beridir… Lösemi… Annesi kanserden öldü… Toprak… Zihnimin duvarlarında art arda bu cümleler yankılandı.
“Emin misin Kar Tanesi?” diye sordu Toprak.
İpek gibi saçlarının bir tutamını parmak uçlarımda tutuverdim. Acıtmadan, canını yakmadan.
Burnumu çektim, yüreğim binlerce parçaya bölünüp içimi kanatırken. Makası tutan elim titredi. “İyiyim.” Dediğinde Toprak, makastan çıkan sesle, ayağımın ucuna Toprak’ın kesilen saçları düşüverdi. İçim titredi. Yandım. Bulanıklaşan gözlerim, yerde duran saçlara baktı birkaç saniye.
Kafamı geri kaldırdım. “Öylesin.” Dedim sesim titrerken. “Öyle olacaksın.”
Aynadan bana bakan Toprak, gözlerini kırpmıyordu.
“İlaçlar yüzünden.” Dedi Toprak gülerek. Bir makas sesi daha ve bir tutam saç yere düştü. Titreyen parmaklarım, yanan yüreğimin yapma dur demesine rağmen, usul usul saçlarının ucundan tutuyor, kesiyordum.
Saçları dökülüyordu. İpek gibi olan durmadan karıştırdığı saçları dökülüyordu.
“Ama ilaçlar işe yarıyor.” Dedi Toprak hevesle. Bir ses ve bir tutam saç daha. “Daha iyiyim eskisine göre.” Durdum ve aynadaki güzel yüzüne baktım. Dudaklarının kenarlarında minik tebessüm vardı. Sonbahar gözleri capcanlıydı. Sanki her bir renk dile gelmişti. Ama hüzün de vardı, görebiliyordum.
Gülümsemeye çalıştım, geri saçlarına bakarken.
“Alt tarafı saç.” Elleri diz kapaklarını avuçladı. Birkaç saniye gözleri boşluğa düştü. Bir şeyler düşünmeye başladı. Sanki bir anı hatırlamış gibiydi. Alt tarafı bir saç değildi benim için. Senden bir parçaydı. Her teli benim için önemliydi. “Yeniden çıkacaklar.” Deyip umursamıyormuş gibi omuzlarını silkeledi.
Kendimi sıktırdım. Ağlama Belfü. Ağlama! Toprak üzülürdü yoksa. Onun mutlu olması lazımdı iyileşmesi için.
Ama sevdiğim saçları dökülmeye başlamıştı ve onları kendi ellerimle kesiyordum.
Derin bir nefes aldığını hissettim Toprak’ın. “Ama çok iyiyim. Daha iyiyim.” Dediğinde gülüverdi.
Bir ses daha yankılandı ve ayaklarımın ucuna saçları düştü.
“Seninle...” Dediğinde Toprak, aynada göz göze geldik. Dudakları ince düz çizgi halini almış gülümsüyordu. “Seninle daha iyiyim Kar Tanesi.”
Yutkundum. Hüzünle karışık büyük bir sevinç kapladı kalbimi. “Bende.” Dedim kısık sesle. Gülümsemesi büyüdü. Ve birazcık da utanmış gibiydi. Onunlayken ya da ona uzaktan bakarken, en umutsuz gecelerden sonra doğan güneşin verdiği umutlar gibi hissediyordum. Deniz kenarında dalgaların sesini dinlemek gibi… En sevdiğim müziği dinlemek gibi…
Onunla her şey daha farklı ve güzeldi.
Başını hafifçe eğip aynada kendine baktı. Ellerini saçlarına atıp parmaklarıyla geriye yatırdı. Bu sabah uzun olan saçları şimdi kısalmıştı. “Beğendim.” Dedi başını sağa sola çevirip kendini incelerken. “Eğrilikleri de yok.” Parmaklarının ucuyla bu sefer düzeltemeye başladı. “İyi iş çıkarmışsın Kar Tanesi.” Deyip bana döndü yüzünü.
Bir karışlık mesafesi olan yüzlerimizin arasında, nefes almak zorlaştı benim için. “Beğendiğine sevindim.” Dedim mırıldanarak. Ama saçlarının kısalmış olması, içimi harap ediyordu.
Oturduğu yerden ayaklandı. “Hadi üzerini değiş. Kahvaltıdan önce bir şey yapmamız lazım.” Başımı sallayıp makası geri yerine koydum. Toprak önce çıktı. Ondan sonra ellerimi lavabonun mermerine yasladım. Ayakta kalacak tüm enerjim bir anda yok olmuştu. Tüm uzuvlarım titriyordu. Saçlarını kesmek, kendi ellerimle kesmek sanki sonumu getirmişti.
Derin bir nefes aldım. Musluğu açıp hemen yüzümü su vurdum. Midem bulanıyordu. Ağlamak istiyordum bağırarak. Tekrar yüzümü yıkadım. Birkaç saniye eğilerek soluklandım. Havlunun birini alıp yüzümü kuruladığımda, arkamı döndüm. Yerde duran saçları gördüğümde, boğazım düğümlendi.
Havluyu yerine asıp yere çömeldim. Yer düşen her bir saçı, ellerimle bir araya yığmaya başladım. Sonra bir peçete yırttım. Bir araya topladığım saçları içine koydum. Peçetenin her yerini kapatıp avuç içimde sıktırarak küçücük ettim. Şimdi tek avcuma sığıyordu. Onları kesmek ölümümdü. Onları çöpe atarsam cehennemim olurdu.
Bende kalacaklardı. Saklayacaktım.
Elimde tuttuğum peçeteyi kimse görmesin diye sıktırdım. Odaya girerken, kimsecikler yoktu. Girer girmez demlenen çayın kokusu burnuma geldi. Yataklar ise toplanmış, soba ise yanmaya devam ediyordu. İçinde saç olan peçeteyi çantamın en derin köşesine koydum. Ardından, dün giyindiklerimi hızla üzerime geçirdim.
Çok geçmeden Toprak’ta geldiğin de elinde iki tane beyaz kıyafetler olduğunu gördüm. “Bunlar da ne?” diye sordum. Arada gözlerim saçlarına kayıyordu. Elimde değildi. Kolunun birindekilerini kucağıma bıraktı. Anlamayarak bir ona bir de kıyafetlere baktım.
Güldü. “Seninle arı kovanına dalacağız.”
“Ne?” deyiverdim.
Başını salladı. “Evet. Doğru duydun. Taze taze bal yemek istemiyor musun?” diye sordu.
Anlamayarak baktım yüzüne. “Gerçek bir arı kovanından mı bahsediyorsun?”
Başını salladı.
Kaşlarımı kaldırdım tedirgin olurken. “Ama ya sokarlarsa?”
“Sen giyin. Bir şey yapmazlar.” Dedi. Kendi kucağında tuttuğu kıyafetleri giyinmeye başladı. Tulum, eldivenler ve en sonda başına yüzünün önünde ince telden oluşmuş büyük maskeyi geçirdi. Bende yarı şaşkınlık ve heyecanla aynı kıyafetleri giyindim.
Beraber odadan çıkıp botlarımızı giyindik. Kendimi bu kıyafetlerin içinde Ay’ın yüzeyinde yürüyüş yapan astronotlar gibi hissetmiştim. İkimizin yürüşüyü de çok komikti. Bir adım arkasında yürürken, kafamı yukarı kaldırıp güneşe baktım. Hava çok iyiydi. Tek bir bulut yoktu gökyüzünde, fakat yine de serindi. Yerdeki çamurlarda iyice kurumaya başlamıştı bu yüzden rahat yürüyebiliyordum.
Evin arkasına doğru ilerlerken, arıların sesini duymaya başladım. Hemen Toprak’ın yanına tünedim bir çocuk gibi. Bedenimi bedenine yapıştırırken, o maskenin içinden gülerek bana baktı.
Üç tane arı kovanı vardı. “Bunlar sizin mi?” diye sordum yürümeyi kesmişken. Arı kovanların az ilerisinde kocaman bir çınar ağacı vardı. Gövdesi çok kalındı. Yaprakları hâlâ yeşildi.
“Evet.” Dedi Toprak başıyla onaylarken. “Nasıl bal alacağız?” diye sorduğumda, peteklerin üzerinde uçuşan arılar çok korkunç görünüyordu. Özellikle sesleri, daha da korkutuyordu beni.
Eldiven yüzünden kocaman olan eliyle, elimi tuttu. “Gel sen.” Deyip çekiştirdi beni. Ayaklarımın altında mıknatıs varmış gibi zar zor yürüyordum. “Ama ya sokarlarsa bizi?” derken, mesafeyi açtım Toprak’la. Aramızda sadece kolum duruyordu.
“Bunu anneannem ve Güneş her zaman yapıyor.” Dedi.
“Güneş’te mi yapıyor?” diye sordum korkuyla. “Peki sokmadı mı hiç onu?”
Kovanlara yaklaşmıştık. Arıların sesi daha fazla yükseldi. Hatta bir tanesi başımızın üstünde dönmeye başladığında, boşta kalan kolumu havaya kaldırıp kovmaya başladım.
“Sokmadı tabii.” Deyip güldü. Artık kovanların yanındaydık. Arılar her yerdeydi. Tabii benim gözlerim de üzerlerindeydi. “Sen şimdi bunu al.” Diyen Toprak elime bir şey tutuşturdu. Maskenin içinden yüzüne baktım anlamayarak. Bilmediğimi görünce açıkladı. “Bu arıcı körüğü.” Bir yer gösteri parmağıyla. “Buna durmadan bas. Dışarıya duman verecek.” Gülümsedi. “Dumandan etkilenen arılar sarhoş olacak. O zaman sokmazlar bizi.”
Hemen gösterdiği yere bastım ve ucundan dumanlar yükseldi. Az da olsa rahatladım. Ama yine de olduğum yerde hareket etmeden duramıyordum.
Kovanların birinin önündeydik. Arıların olduğu yere sıkmaya başladım. Ama içimdeki korkunun tarifi yoktu, sadece Toprak’a güveniyordum.
Toprak kovanın kapağını açtığında, beş altı tane tahtanın yan yana dizildiğini gördüm ve her birinin üzerinde arılar konmuştu. Çok fazlaydı çok. “Sık Kar Tanesi.” Dediğinde, arıcı körüğünü hızla içine tutup sıkmaya başladım.
Tahtalardan birini çıkardığında, bir taraftan duman sıkıyordum bir taraftan da tahtanın her yerinde olan bal ile gözlerim kocaman açılıvermişti. Aşağı doğru bal damlıyordu.
Etrafına yığılan arıları gördüğümde, Toprak’ın olduğu yere duman sıktım. “Lezzetli görünüyor.” Deyip bana baktı. Alt dudağımı ısırıp başımı salladım hızlıca.
Küçük çiftliği andırıyordu burası. Tavuklar, arılar belki de inekleri bile olabilirdi.
Peteğin içindeki balı usulca temiz bir kabın içine boşaltmaya başladı. Kaba boşaltırken sırıttığını gördüm. “Neye gülüyorsun?” dedim bende tebessüm ederken. “Aklıma bir şey geldi de.” Dediğinde kafasını yukarı kaldırıp kahkaha attı. Şaşırdım. Ama güzel gülüşü büyüleyiciydi.
Gözlerini yummuştu. Kahkahası ise insanı gülümsettirecek cinstendi. “N’oldu?” dedim gülüşümün arasından. O gülüşe, tebessüm etmemek elde değildi. “Okan.” Deyiverdi. Kahkahası arttı. “Geçen buradaydı.” Kaşlarımı hafice çatıp devam etmesini bekledim. Kıkırdadı. “Arının biri poposuna sokmuştu.”
“Ne?” diye çığlık attım resmen. Bakışlarım arılar ve Toprak’ın arasında gidip geldi. Arılar çoğalmış mıydı? Sanki iki kat büyümüşlerdi?
Elini karnına yasladı gülmeye devam ederken. “Şuraya,” ileriyi gösterdi. Gösterdiği yere döndüm hızla. Geldiğimiz yerdi ve kovanlardan birkaç metre uzaktı. “Arılardan kaçmaya çalışırken yüz üstü düşüverdi.” Gülmesi devam ederken, iki büklüm oldu. “Çok komikti Kar Tanesi.” Dedi. Onu sadece korkulu gözlerle dinliyordum. Yüreğim ise deli gibi çırpıyordu.
Arıların sesi arttı kulağımda. Sanki üzerime üzerime gelmeye başladılar. Bir tanesi ile göz göze geldim resmen. Taktığım maskenin tam önündeydi. Boğazımın yırtılırcasına çığlık atıverdim. Elimdekini yer fırlatıp arkamı dönerek koşmaya başladım. “Bekle Kar Tanesi.” Diye bağırdığını duydum Toprak’ın. Ama sanki arılar peşimden uçmaya başlamışlardı.
Ve koskocamanlardı. Beni de sokacaklardı!
Ben koşuyordum Toprak’ta arkamdan bağırıyordu. “Sana bir şey yapmazlar, Okan’ın...” Kahkaha attı yeniden. “Sen cesaretlisin.” Dediğini duydum. Ama gülüyordu da bir yandan.
Ellerim, kollarım başımın üzerinde sağa sola doğru sallıyordum. Bir taraftan da çığlık atıyordum. Sanki hepsi üzerime konmuştu, tepemin üzerinde uçuşuyordu. Sesleri çok korkunçtu. “Uzak durun. Uzak durun!” diye bağırdım.
Önümdeki kocaman ağaç vardı. Çok kısa omuzumun üzerinden arkama baktım. Üzerindeki kocaman beyaz kıyafetlerle arkamdan koşarak gelen Toprak’ın ağzı kulaklarındaydı. Arada duraksıyor, kahkaha atıp koşmaya devam ediyordu. Ama arkasında sürüyle arı vardı. Hepsi bu tarafa geliyordu. Benim de popoma sokacaktılar! Dayanamazdım acıya!
Ağlamaklı bir ses ile önüme geri döndüm. “Kar Tanesi, sen Okan gibi değilsin. O çok korkaktı.” Deyip güldü Toprak.
Ağacın arkasına geldim. Etrafında dönmeye başladım deli dana gibi. Peşimde ise Toprak vardı. O da beni takip ediyordu. “Ama iyileşti hemen. Tabii çok ağladı. Popom popom diye mızmızlandı.”
Kollarımı kafamın üzerinde salladım.
“Ama bir hafta bile sürmedi.” Sesin de büyük bir alay ve tuttuğu kahkahaları vardı. “Zelem ile evlenmeden göçüp gideceğim dedi durdu. Arılara sövdü. Hatta bıraksak tek tek boğacaktı her birini.” Bağırarak kurduğu cümlesiyle, beni ikna etmeye çalışıyordu.
Fakat korkunun bir gramı bile eksilmemiş, ikimiz de ağacın etrafını turlamaya devam ediyorduk.
“Sadece küçücük şişmişti. Yanında ben vardım.” Adımlarım yavaşladı. Nefes nefese kalan sesini duydum. “İyileştirdim kısacık zaman da.” Tamamen durdum. Ellerimi diz kapaklarıma yaslayıp eğildim. Nefesimi artık başka yerimden alıyordum.
Yanıma durdu.
“Gittiler mi?” diye sordum nefesimi hem burnumdan hem de ağzımdan alırken. Etrafına bakındığını hissettim. “Hiç düşmediler ki peşine.” Deyip güldü. Yutkundum. “Ama gördüm. Sürüyle peşinden geliyorlardı.”
Güldü. Alttan yüzüne baktım. Göğsü inip kalkıyordu. Benim gibi o da nefes nefes kalmıştı. Fakat yüzünde ise kocaman bir gülümseme vardı. “Hayal gördün sanırım.” Dedi. Doğruldum. Tedirgin bakışlarımı etrafıma attım. Ama ne arı vardı ne de başka bir şey. İkimiz de kocaman ağacın arkasındaydık. Sesleri ise çok uzaktan geliyordu.
Toprak’ın karşısında gözlerimi kapatıp derin derin nefeslendim. Alnımda biriken terleri hissediyordum. Kalbim ise güm güm atıyordu. Gözlerimi açıp Toprak’ın gülümseyen yüzüne baktım. “Özür dilerim.” Dedim. “Çok korktum. Yoksa böyle bir şey yapmazdım.”
Güldü. “Sen yine iyisin. Okan’ı görmen lazımdı. O değil arılar ondan korkmuştu.”
Söylediği şey güldürdü beni.
“Ben bal alırken o korkudan sırtıma biniyordu. Duman falan da sıkmadı. Sonra arılardan birinin gazabına uğradı.” Elini maskesine atıp çıkardı. Yüzü boncuk boncuk terlemişti. Üzüldüm bu halini görünce.
Bende başımdaki maskeyi çıkardım. Elimin tersiyle alnımı sildim. Derken ağacın gövdesine kazınmış iki harfi gördüğümde alnımın üzerindeki elim duraksadı. H.H. Yanında ise küçük bir kalp vardı.
H.H. ?
Genzini temizleyen Toprak’ın sesiyle ona döndüm. Onun bakışlarının ise benim gibi ağacın gövdesinde olduğunu gördüm. “O harfler annem ve,” durdu. Gözlerini birkaç saniye kapadı. “Babamın.” Derken öyle kısık sesle söylemişti ki duymak imkansız olurdu.
Ağacın gövdesine kazınmış o iki harfe geri döndüm. H.H. Havva ve Hakan. Onlara aitti. Biri hayattaydı. Diğer ise çoktan göçüp gitmişti. Yüreğime oturan kocaman taşla, yanan boğazımın acısını dindirmek adına yutkundum art arda.
Toprak dizlerini kırıp oturdu. Parmakları tek harfin üzerinde durdu. “Annem kazımış.” Deyiverdi. Yanına oturdum. “Öyle dedi anneannem.” Burukça gülümsedi. Okşadı parmakları harfin üzerini. “İlk ve son kez.” Dedi.
Gözleri yere indi. Bir şeyler aramaya başladı. Aradığını bulduğunda, parmaklarının arasında küçücük bir taş tutuyordu. Bana baktı. Boşta kalan eliyle, elimi tutup taşı tutan elinin üzerine koydu.
“Bu iki harfi hiç silmedim buradan. Çünkü annemden kalan bir anı bu. Yok edemem. Diğer harf ise,” Dişlerini sıktı. “Umurumda değil.” Gözleri doldu. Kalbim sızladı. “Çünkü annem bu iki harfi kazırken buraya, mutluydu. Sevdiği anıları vardı. Kıyamadığı sevinçleri vardı.” Gözlerimin içine baktı. “Bu yüzden silmeye kıyamadım.”
Elini daha sıkı tuttum.
Ağaca baktı. “Benim de var.” Deyip tuttuğu taşı ağacın gövdesine bastırdı. Elim ise elinin üzerindeydi. Kalbim kulaklarımda atarken, onu izledim. “Ben de mutluyum. Benim de anılarım var artık. Sevinçlerim var.” Derken ağaca kazıdığı harfle nefesim kesildi.
B
Kazıdığı harf buydu.
Sonra bir parantezin içine K harfi kazıdı.
Nefesim kesilse de, kalbim yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyordu.
Yavaşça kazıdığı harflerin yanına geçti. “Önemli olan yaşananlar. Yaşadıklarımız.” Elimin altında sıkıca tuttuğum eli, yeni bir harfi kazırken, tüm bedenim tir titriyordu. “O kişiyle yaşarken hissettiklerimiz önemli.” Yutkundu. “En azından annem, hayatının yarısında o adamla beraber mutluydu.”
Harfi kazıdı. Usulca ellerimizi indirdi aşağıya.
B(K). T.
Belfü, Kar Tanesi, Toprak.
Dolan gözlerimi engelleyemedim. Usul usul düştüler aşağıya. Bizim baş harfimizdi bunlar. Hemen o iki harfin altındaydı. Yaşlı gözlerle Toprak’a baktım. Bakışları harflerin üzerindeydi. Gülümsüyordu. Kırgın ve mutluydu.
Dudaklarım titredi. Üst üste bastırdım. Yüreğim mutluluktan göğüs kafesime sığmıyordu. Ama canım da yanıyordu. Üstümüz de duran harflere… Annesine… Toprak’a…
Başımı, omuzuna koydum. İkimiz de yere oturmuştuk. Kollarımızı bacaklarımızın etrafına sarmış, ağaca bakıyorduk. Üzerimizden serin bir rüzgar esti. Birkaç saniye süren sessizliği, altında oturduğumuz çınar ağacının yapraklarının hışırtısı böldü.
Bu sefer daha fazla esti. Saçlarımı, Toprak’a doğru savurdu. Yüzüne gelmesi muhtemeldi. Gözlerimi kapadım. Esen rüzgarı tenimde hissettim.
Niye kalbim ağlıyordu? Bu an insanın başına gelecek nadir olaydı. Ama acıyordu kalbim. Fakat kalbim yanımda oturuyordu. Toprak benim kalbimdi. Mutlu olmam gerekiyordu.
“Mutsuz sonları sevmiyorum Kar Tanesi.” Dedi. “Ama insanın elinde olmayan, çaresi olmayan mutsuz sonlardan bahsetmiyorum.” Başını başıma yasladı. “Elinde olup da çabalamayan mutsuz sonlardan bahsediyorum. Ve buna sebep olan insanlardan.”
Derin nefes aldı. “O insanlar hiçbir şeyi hak etmiyor.”
Gözyaşlarım yanaklarımdan akıp giderken, sessizce Toprak’ı dinliyordum.
“Ve onları nasıl cezalandıracağımı da biliyorum.” Derken, başımı kaldırıp öfkeli suratına baktım. Çatık kaşları karşıdaydı. Rüzgar yüzünden saçlarım yüzünün önünde uçuşuyordu hafifçe. Gözleri bu yüzden kısılmıştı. “Onlar yoklukla sınanmalı. Birilerinin varlıkları onları mutlu etmemeli.”
Anlamayarak kaşlarımı çattım. Parmak uçlarımla yanaklarımı sildim hemen.
“Buradalar diye rahat etmemeliler. Acı çekmeleri gerekiyor.” dediğinde, kendini sıktığını anladım öfkeden. Bacaklarının etrafına doladığı ellerine baktım. Öyle kenetlemişti ki, bembeyaz olmuştu parmak boğumları.
“Toprak.” Diye seslendim kısık sesle. Sıktırdığı ellerinin üzerine yasladım ellerimi. Dokunuşumla bana döndü. Öfkeden suratı gerilmişti. Çatık kaş ona yakışmıyordu. “Neyden bahsediyorsun?” diye sordum. Söylediği şeylerden hiçbir şey anlamamıştım. Birilerine öfkeliydi. Tahmin etmek zor değildi onları. Babası ve dedesi. Hastanede görmüştüm tavırlarını onlara karşı.
Ama söyledikleri aklımı karıştırmıştı. Nasıl bir cezalandırmaktan bahsediyordu? Yoklukla sınanmalı derken neyi kastetti? Kimin yokluğu?
Bana doğru döndü hafifçe. Çatık kaşları düzeldi, öfkesinin ise yavaş yavaş söndüğünü gördüm. “Şimdi söylemeyecektim ama…” dediğinde yüksek sesle atılan korna sesi, lafını yarı da kesti. İkimiz de yönü, yan tarafa döndü. Korna sesi bir kez daha duyulduğunda, bu sefer durmadı. Birkaç saniye uzun çaldı her kimse.
Evin etrafına örülen duvarın arkasından geliyordu. Toprak ile birbirimize baktık. Elimden tutup ayağı kalktık beraber. Bir kez daha çaldı korna. “Sanırım bizim için çalıyor.” Diyen Toprak gidiyordu ki, elini sıkıca tutup gitmesini engelledim.
Gözlerinin içine baktım. Yutkunmadan önce, “Az önce bir şey söylüyordun.” Dedim. Her ne söyleyecekse benim için merak konusu olmuştu. Konuşurken öfkeliydi. Kendin de değil gibiydi hatta. Ve şimdi söylemeyeceği şey neydi?
Toprak tebessüm etti. “Daha sonra söylerim.”
İçime kurt düşmüştü. Bir şeyler vardı ve bu şeyler beni epey tedirgin etmeye başlamıştı. “Ama-” derken, korna sesi bir kez daha duyuldu. Başıyla işaret etti. “Hadi gel gidelim. Bakalım kimmiş korna atan.” Dediğinde belli belirsiz başımla onayladım.
Son kez ağaca kazılı baş harflerimize baktım. Kalbimin etrafı renk renk çiçek açtı. İçim güneş ışığı aldı. Hepsinin yaratıcıysa Toprak’tı. Sonbahar gözlü çocuktu.
Korna sesi yeniden duyulduğunda önüme döndüm. Beraber ağacın arkasından çıkıp, evinin önüne doğru yürümeye başladık. Kırmızı demir kapı göründü. Önün de ise kırmızı renkte araç durduğunu fark ettim. Sadece tepesi görünüyordu. Sürücü koltuğunda duran kişinin ise gözleri ve saçları belli oluyordu ama kim olduğunu çıkaramadım.
Toprak ile yan yana hızlı adımlarla yürüyüp evinin önüne vardığımız da, merdivenlerden inen Güneş’i gördük. “Biri mi geldi abi?” diye sordu. “Durmadan korna sesi geliyor.”
“Bilmiyorum.” Dedi Toprak. Merdivenlerden inen Güneş abisinin elini tuttu. Bahçe kapısına yaklaştığımız sırada, aracın sadece kafa kısmı tamamen belli olmaya başladı. Gözlerimi kıstım. Çünkü aracın içinde oturan kişi tanıdık birine benziyordu. Çok geçmeden camının aşağı indiğini gördüm ve camdan uzanan bedenle mutluluk her yerime yayıldı.
“Hop yolluklarınızı hazırlayın.” Diye bağırdı kolunu havaya kaldırıp el sallarken.
Güneş bağırdı. “Okan abiiii.” Abisinin elini bıraktığı gibi kapıya koştu. Toprak’la birbirimize baktık, şaşkın ve bir o kadar da mutlu olurken.
“Espressolarınızı unutmayın ama.” Diyen neşeli çığlığı tanır tanımaz önüme döndüm. Çenem bir karış aşağı düştü gördüğüm kişiyle. Okan’ın yanında bedeninin yarısını camdan çıkaran Zelem ile şaşkınlığım ikiye katlandı.
Ve diğer tanıdık sesler duyuldu.
“Ben de buradayım.” Diyen Cıvıl’dı.
“Beni unutma aşkım.” Diyerek araya giren Bahri oldu.
“Ya ben?” deyiverdi Togan. “Beni de söyle.”
Şaşkınlığım üçe dörde katlandı.
Toprak ile bu sefer koşar adım açık olan bahçe kapısına vardığımız da, araç tamamen belli oldu. Kırmızı renkte tek kabinli mini bir kamyonetti. Arkada oturanlar ayağı fırladı bir anda. Cıvıl, Bahri ve Togan. Önde ise şoför koltuğunun camından bedenlerini çıkaran; Okan ve Zelem’di.
Şaşkın şaşkın yüzlerine baktım her birinin. “Siz,” deyiverdim. “Napıyorsunuz burada?” Ama öyle mutlu olmuştum ki, sanki yıllardır görüşmüyorduk.
“Eğlence var dediler, geldik.” Dedi Okan sırıtarak. “İyi yaptın Okan, yani Okan abi.” Dedi Güneş tatlı tatlı. Bedenini ise sağa sola sallıyordu. Camın önünde duruyor, gözlerini ise Okan’dan ayırmıyordu.
Okan, Güneş’in yanağından makasa aldı. “Naber güzelim?” deyip göz kırptı. Omuzlarını silkeledi Güneş. “İyi. Senden naber?” ellerini arkasında bağladı. Göz ucuyla Toprak’a baktım. Kıstığı gözleri Güneş’te, kollarını ise kucağında bağlamıştı.
“Özledin mi beni?” diye sordu Okan.
Başını salladı Güneş. “Evet.” Kollarını kucağında bağlayıp dudak büzdü. “Hani arayı açmayacaktın?” diye sordu yapmacık sinirle.
Başıyla Zelem’i gösterdi Okan. “Ufak bir işim vardı. O yüzden.”
Güneş gözlerini Zelem’e çevirdi. Bakışlarını kıstı. “Bu kim?” derken, yüzünün öfkeden kasıldığını gördüm.
Okan sırıttı. “Senin yengen.” Deyiverdi.
Güneş’in kucağındaki kolları iki yanına düştü. Hayatının şokunu yemiş gibi kalakaldı. Ben bile yenge kelimesine alışkın değilim. Ama bu ikisi mükemmel bir çift olmuşlardı.
Zelem utanmış bir şekilde Okan’ın koluna vurdu. Elini Güneş’e uzattı bu sefer. “Merhaba Güneş, ben Zelem.” Sevimli bir şekilde güldü. “Okan abin senden çok bahsetti.”
Ama Güneş sadece Zelem’in yüzüne bakmakla yetindi.
Toprak’ın sesli nefes aldığını duydum. Ona baktım. Göz göze geldik. Hafifçe kulağıma eğilip, “Güneş’in hayalleri suya düştü.” dediğinde anlamayarak yüzüne baktım. Güldü Toprak. “Okan ile evleneceğini sanıyordu.” Bakışları karşıya çevrildi. “Şu anda Zelem onun baş düşmanı.”
Sesli gülmemek için hızla elimi dudaklarımın üzerine kapadım. Demek bu tatlı halleri Okan’dan hoşlandığı içindi. Güneş’e baktım. Öyle bir bakıyordu ki Zelem’e, boyu yetse saçından tutup yere fırlatacakmış gibiydi. Ah yavrum benim, ilk aşkın demek Okan! Kıkırdadım.
Bahri ile Togan aşağı zıpladılar. Kollarını yukarı kaldırıp Cıvıl’a döndü Bahri. Ellerini Cıvıl’ın koltuk altına yaslayıp yavaşça onu da aşağı indirdi. Cıvıl iner inmez boynuma atıldı. “Aşkııımmm.” Diye bağırdı kulağımın dibinde. Yüzümü buruşturdum sesi yüzünden fakat beline de sımsıkı sarıldım. “Hoş geldin bebek.” Dedim gülerken.
“Olum yiyecekleri unuttunuz.” Diye bağırdı Okan.
“Kafamı si-” diyen Bahri’nin küfrünü Toprak’ın öksürüğü kesti. İkisi de Güneş’e baktı. Yanlış bir şey yaptığını anlayan Bahri eliyle kontrol bende der gibi havaya kaldırdı.
Okan kapıyı açıp dışarı çıktı. Zelem’de diğer kapıdan dışarı çıktı. Bu tarafa doğru gelirken, Güneş’in aşağıdan bakışları Zelem’in üzerindeydi. “Ekürim.” Deyip birbirimize sarıldık. Ardından Togan ile de sarıldığım da, “İyi ki geldiniz.” Deyiverdim. Yüzlerine baktım tek tek. Burada olmalarına çok sevinmiştim. Ağlayabilirdim hatta. Özlemiştim onları.
Okan ile Bahri beraber kamyonetin tekerlerine basıp aynı anda yukarı çıktılarını gördüm. İki poşet Okan, iki poşette Bahri tuttuğunda, “ben kurt gibi acıktım.” Dedi Bahri. Dört poşetin dördü de dopdoluydu.
“Bunlar ne?” diye sordu Toprak.
“Kahvaltılıklar.” Dedi Okan boş sesle.
“Evde vardı. Ne gerek vardı bunlara?”
Okan gözlerini devirdi. “Evde yok mu dedik olum? Biz canavarız.” Güldü. “Bakalım bunlar da yetecek mi ki bize.”
“Çok eğleneceğiz.” Diyen Cıvıl, ellerini birbirine çırptı. Sonra beni fark etmiş olacak ki, baştan aşağı süzdü. “Ne bu? Ay yürüyüşü mü yaptınız beraber?” deyip güldüler.
Okan tiz bir çığlık attı. Ona döndük. Toprak ile bana bakıyordu tedirgin bir şekilde. “Bal mı aldınız?” diye sorduğunda, ellerini ağzına kapatarak kıkırdayan Güneş’i gördüm. Elindekilerini hızla Toprak’a verdi kamyonetin üzerindeyken. İki eli de arkadan poposuna yapıştı. Acıyla yüzünü buruşturdu. “N’oldu?” diye sordu Zelem.
“Acı hâlâ orada. Öleceğimi sandım bir an.” Dedi Okan dişlerinin arasından acıyla ses çıkarırken.
“Okan abinin poposuna arı soktu buradayken.” Dedi Güneş güle güle. Hepimiz kahkaha attık. “Ciddi mi?” diye sordu Zelem gülmeye devam ederken. Okan başıyla onayladı. Gözlerini bile kapamıştı. “Birkaç gün okula bile gelememiştim.” Dediğinde, “demek o yüzden.” Dedi Zelem aydınlanmış gibi. Birkaç gün gelmediğini bende hatırlıyordum, hatta o zaman Zelem çok meraklanmıştı, belli etmemeye çalışsa da.
“Eve girelim. Acıktım.” Dedi Bahri. Önce Okan indi. Elindekilerini Okan’a veren Bahri aşağı indiğinde geri aldı. Güneş hemen Okan’ın boynuna atıldı. Kucağına aldı Okan. “Hoş geldin Okan abi.” Deyip sevimli sevimli göz süzdü. Bahri’ye döndü bu sefer. “Sen de hoş geldin Bahri abi.” Deyip bir kolunu Bahri’nin boynuna sardı Güneş. Bahri ise kocaman bir öpücük Güneş’in yanağına bıraktı. “Hoş buldum sarı civcivim.” Dedi.
Ardından Okan’da Güneş’i öptü. Güneş’te onu. “Adile sultan nasıl?” diye sordu. “Hep sizi sordu durdu.” Dedi Güneş. “Gelmemeniz üzdü onu.” Deyip alt dudağını salladı. Okan tebessüm etti. “Gidip gönlünü alalım o zaman.”
Toprak, Bahri ve kucağında Güneş ile Okan, birlikte önden gitmeye başladılar. Güneş, Okan’ın boynuna iki koluyla sımsıkı sarılmış, bize bakıyordu. Bakışlarına öyle bir sinsilik vardı ki, sanki Zelem’i kıskandırmaya çalışıyordu. Dudaklarımı ağzımın içine yuvarlayıp gülmemeye çalıştım.
Onlar giderken, Cıvıl ve Zelem aynı anda koluma girdiler. Togan’da Zelem’in koluna girdi. Bakışları olduğu gibi bana döndü. Attıkları ima ise gözlerimi aşağı indirmeme sebep oldu. Zelem kolumu dürttü. “Ne iş?” kaçamak bakış yüzlerine attım. Kaşlarını indirip kaldırıyordu üçü de.
Bu sefer Cıvıl dürttü omuzuyla. “Ne yaptınız dün?” peş peşe dürttü bu sefer. Aralarında hareketlendim utancımdan. “Güzel miydi? Eğlendiniz mi ha?”
“Yakınlaştınız mı?” diye sordu Togan’da. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hemen kafamı iki yana salladım. Yere baktım. Botlarımın ucuyla toprağı kazıdım. Dün gece aklıma geldi. İçim ısındı. “Çok güzeldi.” Deyiverdim kısık sesle. Hemen başımı kaldırdım. “Ama düşündüğünüz şeyler olmadı. Hem anneannesi ve kız kardeşi var nasıl olabilirdi?” dediğim de üçü de kahkaha attı.
Söylediğim cümle yanaklarımı kızarttı. Gözlerimi kapadım, dudaklarımı ısırırken.
İki taraftan da dürttüler beni. “Yani yalnız olsaydınız…” dedi Cıvıl. Sesindeki ima yerin dibine sokuverdi. “Ne yapsak ki?” dedi Zelem. “Şu ikisi yalnız kalsın.” Deyip güldü.
“Hmm…” dedi düşünüyormuş gibi Togan. Kollarından kurtulmak için öne doğru atıldım. İkisi de aynı anda geri çekti beni. Küçücük aldım ortalarında. “Bir şeyler yapacağız artık.” Dedi Togan ses tonundaki alayla.
İmdat!
Yardımıma Okan’ın sesi yetişti. “Gelsenize.” Diye bağırdı merdivenin başındayken. Hepsi durmuş bize bakıyordu.
İkisinin de ellerini kollarımın arasında sıkıştırıp, “Gidiyoruz.” Dedim. Dördümüz de eve doğru yol aldık.
Devam Edecek...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |