7. Bölüm

7.⭐

kadriş yazar
kadrisyazar_

 

Lütfen, bölüm ile ilgili düşüncelerinizi ve yorumlarınızı eksik etmeyin.

Keyifli Okumalar :)

 

YILDIZLARA GÖÇ

7.BÖLÜM

The Smiths – There Is a Light That Never Goes Out

 

 

Rezillik.

Yaşadığım tek şey buydu. Hatta, aptallık ve katıksız salaklık bile denilebilirdi buna.

Perşembe yaşanan tatsız olay yüzünden, Cuma günü okula gidememiş, hafta sonumu kendime zehir ederek geçirmiş, Pazartesi ve Salı günü de kendimi eve kapatmıştım. Böyle bir durumda, nasıl okula gidebilirdim ki hem?

Herkesin gözü kulağı şu anda yayılan dedikodudaydı. Ve bu dedikoduyu kendi ellerimle, altın tepsiyle sunmuştum önlerine. Sitede ve okul grubunda, tüm gece boyunca devam etmişti dalga geçmeleri. Bahri, Zelem, Cıvıl, Togan ve Okan beni savunmaya çalışsa da, çığ gibi büyüdü de büyüdü olay. Hakaret eden, küfür eden, dalga geçen, almış başını gitmişti. Tabii Okan, her ne kadar beni diğer gruplarda savunsa da, kendi açtığı grupta öküzce dalga geçmişti benimle.

Olaydan sonra bir daha gözüme uyku girmemişti. Şimdi günlerden Salıydı ve saat sabahın körüydü. Yatağın içinde cenin pozisyonun da uzanmış, başıma kadar yorganı çekerek, telefona bakıyordum.

Okan’ın açtığı saçma salak gruba girdim.

Sıçmaya Müsait İnsanlar Grubu…

Zeleminko: Gerçekten bugün de mi okula gelmeyeceksin Belfüü? (07:05)

Ağlamaklı sesler çıkarıp, gözlerimi kapadım. Tabii ki gitmeyecektim. Ama üzüldüğüm tek şey, Toprak’ı göremiyor oluşumdu. Ve en çokta ondan utandığım için okula gidemiyordum. Mesajı okuyup okumadığını bilmiyordum, sadece salak gibi mesajı sadece kendimden sil yapmıştım. Şimdi ise utançtan okul grubuna girip bakmaya yüzüm yoktu. Mesajım, diğer mesajlar yüzünden en üste çıkmıştı ve yazılanları bir daha okumak istemiyordum. 1

Okan, yazıyor…

Okan: Ben de olsam gelmezdim puhahahaha.1

Okuldakilerin neler konuştuğunu biliyordum, tahmin etmeye gerek yoktu. Okan’ın bunu demesi beni daha da gitmemek için zorluyordu.

Zeleminko: Aptal aptal konuşma Okan. Hem, herkesin başına gelebilir bu olay.

Okan: Evet, kesin puhahahah

Okan: Ben de yazardım bu arada. Ama benim ki yanlışlıkla olmazdı. Zaten herkes biliyor seni ne kadar çok sevdiğimi, bir daha söylersem gruptakiler bu sefer tek tek ayrılırdı puhahahah

Zeleminko: Boş yapma istersen…

Okan: Benimle çıkar mısın o zaman?

Zeleminko, gruptan ayrıldı.

Okan, Zeleminko kişisini gruba ekledi.

Okan: Bir şey demedik ya. Çıkma gruptan, lütfen.

Okan: Neyse, Belfü okula gel güzelim sen. Kimse sana bir şey diyemez. Dişlerini kırarım hepsinin!

Zeleminko: Aynen Belfü, ben de yanındaydım.

Zeleminko: Toprak gördü mü mesajı Okan?

İşte can alıcı soruyu sormuştu Zelem. Ama bunu okumak gibi bir cesaretim yoktu asla. Telefonun ekranını kapatıp, göğsüme yaslarken, başımı yorganın içinden çıkarıp, çeneme yasladım ucunu. Telefon iki kere titredi arka arkaya.

Gözlerim, odanın penceresinden yansıyan gri bulutlarındayken, yanıma kıvrılan Kristal’e indi. Sanki içimdeki huzursuzluğu hissetmiş gibi, evde olduğum sürece asla yanımdan ayrılmamış, tüm gün benimle birlikte yatakta uyumuştu.

“Canım kızım.” Deyip tebessüm ederken, boşta kalan elimi yorganın altından çıkarıp başını sıvazladım. Patilerini çenesinin altına dayamış, yüzüme masum masum bakıyordu. İnsanlar bu canlılarla nasıl kıyıyorlardı aklım almıyordu.

Gelen mesaj aklımı kurcalasa da, Toprak’ın beni bisikletle eve bırakıp Kristal’i sevdiği gözümün önüne gelmişti. İster istemez, dudaklarımın kenarı kıvrıldı. Bazı anların, bir daha yaşanacağına dair emin değildik, ama sonsuza kadar tebessüm ettireceği aşikardı.

Derin bir nefes alıp telefonu çıkardım yorganın altından. Zelem’in hem özelden hem de gruptan mesaj attığını gördüm. Ve de Okan’ın.

İlk önce Zelem’in özelden attığı mesaja girdim.

Zeleminko: Sormak zorunda kaldım Belfü. Hem eminim ki sende merak ediyorsundur. Kızım görüldü atma mesajlarıma, yazsana! Vallah’a evinize gelicem en sonunda.

Zelem’in mesaj kutusundan çıkıp gruba girdim.

Sıçmaya Müsait İnsanlar…

Okan: Hani benim Toprak’ım değildi puhahahha.

Zelem, gözlerini deviren emoji atmıştı.

Okan: Sağar sultan bile duydu kızım. Bende Toprak’a yazdım olayı, bana sadece görüldü attı, şerro. Okulda da pek göremediğim için soramadım.1

Salak Okan, niye yazarsın ki?

Sesli bir of çekip, Zelem’e yazmaya başladım özelden.

Siz: Toprak okula geldi mi? Yani benim yüzümden herkese rezil olmuştur.

Herkes artık Toprak’tan hoşlandığımı öğrenmişti. Üçüncü sınıflardan sadece bir tane Toprak vardı ve yalan uydurma gibi bir söz konusu olamazdı. Şimdi ise çocuk benim yüzümden tabii ki rezil olmuştur. Nasıl tepki verdi, ne yaptı, hiçbir fikrim yoktu.

Zeleminko: Şükür! Öldüğünü düşündürdün bana burada!!!!

Zeleminko: Sabah saatlerinde uğrayıp, birkaç saat durduktan sonra gidiyordu sanırım. Çok göremedim ben de.

Üzüntüyle dudaklarımı ağzımın içine yuvarladım. Kesin, herkesin gözü onunda üstünde olmuştur.

Siz: Herkes konuşuyor mu hakkımda?

Zeleminko: Niye onları takıyorsun ki? Sevmek ayıp değil, aynı şekilde itiraf etmekte.

Zelem böyle dediğine göre öğrenciler kesinlikle konuşuyordu. Hem nasıl takmayayım ki? Üç senedir okulda tek bir fiyasko sayılacak bir olay yaşamamıştım. Diğer öğrencilerin yaptığı şeyleri okur, bizimkilerle eğlenir ve sadece Toprak’ı görmek için okulun her köşesini gezerdim. Şimdi hassas bedenim, dayanmıyordu.

Siz: Bu şekilde itiraf etmek, doğru olmadı. Sadece ben ve Toprak’ın bilmesini isterdim bu itirafı!

En azından çocuk kabul etmese bile bu ikimizin arasında ve benim yakın arkadaşlarımda olacaktı. Şimdi ne yaşanırsa yaşansın, ben daha duymadan, başkaları benden önce bilecekti. Hatta, olmayan şeyler bile üretebilirdi insanoğlu!

Zeleminko: Bugünde gelmeyeceksin o zaman?

Zeleminko: Yine sıra arkadaşım olmayacak, yanımda.

Siz: Sanırım, karne almaya gelirim bu gidişle.

O da belki…

Zeleminko: Saçmalama! Ya sınavlar ne olacak?

O sıra da Okan, diğer gruptan mesajlar yağdırıyordu. Neredesiniz? Niye yazmıyorsunuz? Yoksa benden ayrı mı konuşuyorsunuz? Lütfen beni de aranıza alın… Yukardan gördüğüm mesajlarına sadece sesli nefes vermiştim.

Zelem’e yazdım yeniden.

Siz: Sınavlar umurumda değil.

Zelemino: Yarın Fizik sınavı var Belfü. Saçmalama istersen! Kalk ders çalış ve dimdik bir şekilde okula gel!!!

Evde olduğum sürece Fizik ile ilgili bir şeye baktıysam ne olayım! Yataktan ne çıkabildim ne de bir şeyler yapmak için kolumu kaldırdım. Sadece ölmemek için az bir şey yemek yedim ve böbreklerim ve idrar kesem de patlamaması için tuvalete gittim. Yaptığım fizyolojik ihtiyaçlar bunlardı.

Ekranı kapatıp, çenemin altındaki yorganı düzelterek, bakışlarımı pencereye diktim. Cuma günüm gitmişti. Hafta sonları zaten Toprak’ı asla göremiyor, Pazartesi olsun diye saniyeleri sayardım. Şimdi hem Pazartesi, hem de Salı günüm de onsuz geçmişti. Görmek için yanıp tutuştuğum çocuğu, beş gündür göremiyordum. Koca beş gün, Toprak’sız geçmişti.

Neden? Yaptığım rezillik yüzünden!

Okulu değiştirmek bile aklımdan geçmişti ama Toprak’ın sonbahar gözlerine kıyamamıştım, çünkü onları göremeden geçirdiğim birkaç saniye ızdırap olurdu ve bu ızdırabı yaratanda bendim. Hem rezil olmuştum hem de rezilliğimin sonucunda Toprak’ı görememiştim.

“Belfü!” Adım, kapı tıklatılmasından önce kulağıma gelirken, peşinden de kapı içeri doğru açılarak, annem gözüktü, hâlâ mı yatağın içindesin? bakışını bana atarken. “Ama bu kadar da olmaz anneciğim!” diyerek adımlarını bana doğru atmaya başladı.

Önüme tekrar dönüp, parmaklarımın arkasını çenemin altına dayadım, yüreğim burkulurken.

Yatağın diğer tarafı çökerken, annemin yanıma oturduğunu ve aynı saniyelerde, elinin birini omuzuma koyarak bana baktığını gördüm. “Kendini bu şekilde mi cezalandırıyorsun?” diyerek, çenesini de omuzuma koydu. Alt dudağımı sarkıttım, birazdan ağlayacak duruma gelirken.

“Herkesin başına gelebilir bu canım.” Tebessüm ettiğini hissettim annemin. “Hem, bunda kötü bir şey yok ki. Aşık olmuşsun ve itiraf etmek istemişsin.”

Perşembe günü yüksek çığlığım ve acı çeken inlemelerim yüzünden annem beni öldürdüklerini düşünerek hızla odaya dalmıştı. Ve istemeyerek de olsa, öğrenmişti yaşanılanları. Anneme bile anlatacağım bir konu değildi, aptallığım yüzünden okul grubuna mesaj attığımı.

“Bu şekilde kimse aşkını itiraf etmezdi anne.” Dedim fısıldayarak. “Toprak’a da rezil oldum!”

En çok ona rezil oluşuma üzülüyordum.

“Bence Toprak’ın hoşuna gitmiş bile olabilir.” Dedi annem biraz daha yüzüme doğru eğilirken.

Sesli bir nefes verdim, gözlerimi kapatıp açarak. “Kimsenin hoşuna gitmez anne bu.” Başımı anneme çevirip göz göze geldik. “Düşünsene, tanımadığın biri, okul grubundan sana aşık olduğunu söylüyor! Ne düşünürsün?” kaşlarımı çatıp önüme geri döndüm. “Ya aptal olduğunu düşünür ya sapık olduğunu ya da…” yutkundum. “Acır!”

Önce dalga geçerdim herhalde başıma gelseydi. Sonra da yazan kişiye acırdım. Çünkü tüm okulun dilinde sakız olacaktı. Üzülürdüm haline.

Annem güldü. “Ay ben bilemedim. Sanırım hoşuma giderdi.”

Gözlerimi devirdim.

Annem dürttü beni. “Düşünsene, tüm okula aşkını itiraf ediyor. Ne büyük cesaret derdim. Hem de birazcık havam olurdu kız.” Bir kez daha dürttü. “Fena olmazdı he. Keşke baban da yapsaydı böyle bir şey.” Kısa bir sessizlik oldu. Kesinlikle böyle bir şeyin olduğunu hayal ediyordu.

Cesaret değildi ki bu. Mallıktı!

“Bilmiyorum anne.” Dedim mırıldanarak. Yorganı çenemin altına biraz daha yerleştirdim. Bir erkek yapsa hoşuma gider miydi? Kesinlikle erkeklerin yapması herkesin hoşuna giderdi. Ama bir kız yapınca, tüm okul tarafından aptal muamelesi görüyordun.

Annem doğruldu. “Hadi kalk, bir şeyler ye.” Sesli nefes alıp verdi. “Sanırım yine okula gitmeyeceksin ha?”

Başımı salladım halsizce. “Bir süre okul lafını da duymak istemiyorum.” Dedim.

“Oldu. İstersen, okulu da bırak!” dedi annem kızarak.

“Hayır!” diyerek, anneme döndüm. “Okulu bırakmak olmaz anne.”

Sonbahar gözlü çocuk ne olurdu sonra?

Annem güldü başını iki yana sallarken. “İstesen bile izin vereceğimi düşünmedin herhalde Kar Tanem?”

Bende güldüm. Avuç içimi gözlerime bastırdım ardından. Fena halde yanıyorlardı. Ağlamalar, uykusuzluk, gözlerimi berbat etmişti.

“Beren yeni herhalde?” diyen annemin sesini duyduğumda, ellerimi hızla gözlerimden çekmiş, bir anneme, bir de elindeki bereye baktım art arda.

Hızla yerimden doğruldum. “Yeni sayılır.” Dedim.

Annemin dudağının bir kenarı imayla yukarı kıvrıldı. “Hmm..” dedi gözlerini bereye indirirken. “Güzelmiş.”

Dudaklarımı ıslatıp, “evet.” Dedim. Bir tık heyecanlanmış ve gerilmiştim. En çokta, bereye zarar gelecek ya da kokusu gidecek diye. Ama annem sadece tutuyordu, zarar verecek bir şey yapmıyordu. Fakat Toprak’a ait olunca gözüm gibi bakmak istiyordum.

“Ne zaman aldın?” diye sordu annem. Sesindeki imalar, apaçık belliydi.

Omuzlarımı içe doğru gömüp, parmaklarım yorganın ucuyla oynamaya başladı. “Almadım.” Gözlerimi kaçırdım. “Toprak verdi.”

“Uuuu.” Dedi annem, şaşkınlık ve heyecanla. “Demek Toprak verdi.”

Başımı salladım, yanağımın içini ısırırken.

Berenin ağız kısmından iki eliyle tutup gülümsediğinde, bir anda bereyi benim başıma geçirdi. Ellerim iki yanda havada asılı kalırken, dudaklarım aralandı öylece gözlerime kadar inen bere ile ne yapacağımı bilemeden.

Gözlerimi kapatan bere çok sürmeden, geriye doğru açılırken, Toprak’ın bana sırıtarak baktığını gördüm. Diğer elini yanına indirmiş, diğeriyle de, başımın üzerindeki bereyi geriye doğru kaydırıyordu. “Bu da benden sana.” Deyip berenin üzerindeki elini geri çekti. “Üşüme diye.”

Gözümün önüne gelmişti o anı. Utanıyordum, imdat!

“Okula gidecek misin Belfü?” diye sordu annem, gözlerini kısarken.

“Hı?” diyerek anneme döndüğümde, bir bana bir de bereye bakıyordu. “Okula gidecekmişsin gibime geldin.” Dediğinde annem gülümsüyordu. Başımı iki yana salladım. “Daha değil anne.” Deyip dudaklarımın arasından büyük bir üf çektim.

“Tamam, tamam.” Diyen annem, yatıştırıcı gülümsemesiyle, fazla üsteleyemeyeceğini anlamıştım. İki eliyle tuttuğu bereyi, aldığı yere sanki kırılgan bir şey taşıyormuş gibi koydu. “Sen de ona atkını vermiştin değil mi?” diyen anneme, sen nerden biliyorsun? Diye soramadan, annem, “insanlar eşyalarını kolay kolay kimseye vermez.” Deyip kaşlarını havaya kaldırdı. “Önemsedikleri için ve de,” ellerini arka ceplerine yerleştirdi. “Sevdikleri için verir.”

Kaşlarımı çattım hafifçe. Eşyalarımı, tabii ki de sevdiğim, önemsediğim insanlara verirdim. Atkı mı da Toprak’ı sevdiğim için vermiştim. O zaman? Toprak’ta beni önemseyip, yani sevdiği için mi verdi beresini?

Olabilir miydi?

Çatık kaşlarım yavaş yavaş düzelirken, dudaklarımın kenarları usulca yukarı doğru kıvrılmaya başladı. Annemin tek kaşı, bu sefer havalandı, dudaklarını ağzının içine yuvarlarken.

Ya da ben ona atkımı verdiğim için beresini verme ihtiyacı duydu.

Bu kesinlikle olabilirdi.

Yüzüm tekrar düştü. “Of anne!” deyip, sırt üstü kendimi yatağa bıraktım ve yorganı başıma kadar çektim. “Okul mokul yok artık bana!” diye bağırdım yatağın içinde. Yine atak geçiriyordum, rezil oluşlarım aklıma geldiği için.

“Aa Belfü,” yorgan sertçe çekildi. Yüzüm yine ortaya çıktı. Birkaç saç telim yüzüme düşmüştü. “Kalk bari bir şeyler ye, okula gitmiyorsan.” Yorganı ayağıma kadar çekti. Tüm bedenim açıkta kaldı bu sefer.

“Tamam anne.” Dedim alçak sesle.

Annem odamdan çıkarken, zorda olsa yataktan çıkmış, ayaklarımı sürüye sürüye, banyoya giderek, elimi yüzümü yıkamıştım. Berbat haldeydim. Saçlarım, kuş yuvasına dönmüş, göz altlarım birer su doldurulmuş balonlara benzemişti.

Hello Kitty’li pijamalarımı çıkarmadan, mutfağa girmiş, boş boş etrafa bakınmıştım. “Günaydın Belfü Hanım.” Diyen Dante’nin sesini duyduğumda, arkamı dönmeden o çoktan mutfağın içine girmişti. “Günaydın Dante.” Dedim ruhsuzca. Yüzüme garip garip baktı Dante. Bu halimi o da yadırgıyordu. Beni bu halde görmesi çok nadirdi.

Büyük bir kase çıkardı. Ardından dolaptan süt çıkarıp tezgahın üzerine koydu. “Okulu birkaç gündür ekiyorsunuz Belfü Hanım, bir sorun yok değil mi?” diye sordu. Dolaptan Nequik gevreğini çıkardı.

Sorun büyüktü Dante!

“Önemli bir şey yok Dante. Sadece canım istemiyor.” Deyip elimi enseme atıp ovaladım. Tezgaha doğru ilerledim. Bunları benim için çıkardığını biliyordum. “Teşekkür ederim Dante.” Deyip gülümserken, dirseklerimi tezgaha yaslamış, gevreği ve sütü kaseye döken Dante’yi izlemeye başlamıştım. “Afiyet olsun.” Deyip tebessüm ederek, kaseyi önüme doğru itti.

Kaşık ile karıştırdım.

“Siz onu yerken bende dedenizin kahvesini yapayım.” Diyen Dante, yapmaya başlarken, bir kaşık dolusu gevreği ağzıma atmakla meşguldüm. Evde olduğum sürece dedemi bile ziyaret edememiş, ihmal etmiştim onu. Anneme hep sormuştu beni ama ben iyi bir torun olarak, yataktan kalkıp yanına bile gidememiştim. Ne yapayım ben de, bir şeye kafaya takınca hayat bağlarım komple kesiliyordu.

“Okulu hiç aksatmazdınız?” diyen Dante omuzunun üzerinden çok kısa bana bakıp tekrar önüne dönmüştü. “Çok seversiniz okulu.”

Okulu değil be Dante, içindekilerini çok seviyordum. O yüzden gidiyordum.

Kasenin içindeki gevreklerle oynadım bir süre. Bakışlarım durgunlaşmıştı. Asıl üzüldüğüm, Toprak’ı görememekti. Bir platonik aşık için en zoru buydu sanırım. Görememek! Zaten gördüğün yer okul ile sınırlıydı. Verilen saatlerde, gördün gördün, yoksa yarına kalırdı.

Tezgahın üzerine koyduğum telefonum titreyince, dikkatimi ona verdim. Elime alıp baktığımda, okul sitesinden gelen bir bildirim gördüm. Kalbim boğazımda atmaya başladı, iki elimle de telefonu tutarken. Umarım benle ilgili bir haber girmemiştir sahibi.

Siteye girdim hızla ve düşen yazıya çok hızlı göz gezdirdiğimde benimle ilgili olmadığını gördüm, büyük bir rahatlama dudaklarımdan dökülürken.

ŞOK ŞOK ŞOK!

Yılkan’a dönem ortasında bir kız öğrencinin geleceği bildirildi. Aldığım duyumlara göre kızımız Kızıltan Lisesi’nin öğrencisiymiş. Kızıl saçları ve mavi gözleriyle, Yılkan erkeklerinin kalplerini fethetmesi büyük ihtimaller içinde. Şimdiden erkeklere kalplerine sahip çıkması özenle duyurulur. ;) ;) ;)

Gözlerimi devirdim. Ama son mesajı okumak, kaşlarımı çatılmasına neden oldu.

Ama asıl bomba haber, lisede yaşanan büyük cinayet olayı. Kızımızın erkek arkadaşı öldürülmüş ve son anda üzerine kalmaktan paçayı yırtmış. Bu yüzden naklini bizim okula aldırmış. Aman diyeyim, kıza dik dik bakmayın!

Kızıltan Lisesi, daha geçenlerde bizim okul ile voleybol maçı yapmıştı. Birkaç defa da o okul ev sahipliği yapmış ve bizde bizimkilere destek olmak için taraftar olarak gitmiştik. Hatta o liseden olan Enes denilen çocuk bana yavşamış, maçta Toprak’ta burnunu kırmıştı. Oh olsun!

Siteye mesajlar yağmaya başladı.

@boşhesap: Kızın adı ne acaba?

@overthinkingkraliçesi: Ay deme nasıl oha

@12üzümye: Oha sevgilim ölse, bende yaşayamazdım.

@kullanılmıyor: Hangi sınıfta olacak acaba. Gidip bakmak olacak ilk işim.

@user1245: Kız nasıl dayanıyor ya? Üzüldüm ama.

@chillkızım: O kadar da abartma admin. Çok güzel olacağını sanmıyorum.

@shiftingperisi: Allah sabır versin ama büyük olay. Nasıl öldü acaba çocuk.

@meganfoxiçinölürüm: Kız suçsuz demek ki. Neyse, yaslanacak bir omuz lazımsa, yardımcı olurum.

Yeni bir nakil geleceği tabii ki biliniyordu. Fakat kesinleşmese, sitenin sahibi haber atmazdı. Kesinlikle gelecekti.

Hem de gerçekten kızı, hem de yaşanılan olayı aşırı merak etmiştim. Böyle bir şeyin olduğunu ben dahil kimse de bilmiyordu. Atılan mesajlar, şaşıran öğrencilerle doluydu. Kız için daha zor olmalıydı çünkü neden bir insan sevdiği insanı öldürsün ki? Böyle bir şey olmazdı!

Onunda cevabı, bizim okulda çabuk bulunurdu zaten.

“Kar Tanem.”

Sesin geldiği yöne doğru baktığımda, mutfağın girişinde, sıcak tebessümle bana bakan dedemi gördüm. Özenle ütülenmiş gömleğinin üzerine geçirdiği gri süveteriyle, gözlüğünün üstünden bana bakarak tebessüm ediyordu. “Dede.” Dedim yumuşak sesle ve hemen kollarımı iki yöne doğru açarak beline sarıp, başımı göğsüne yasladım. Her zamanki kolonya kokusu burnuma kadar geldi.

Geri çekilirken, yüzüme bakışlarını kısarak baktı. “Bu aralar yanıma hiç uğramadın. Annenin dediğine göre de, okula gitmiyormuşsun?”

Dudak büzüp, derin bir nefes aldım, kollarımı göğsümde bağlarken. “Biliyorum.” Dedim kısık sesle. Yaşlılar, yaş ilerledikçe biz gençlerden daha çok alıngan olabiliyordu. “Yanına uğramak istedim fakat,” kollarımı iki yanımda boşluğa bıraktım, omuzlarım çökerken. “Yataktan hiç kalkasım yoktu!” sesim birazcık çocuk gibi de çıkmış olabilirdi.

“O zaman hazırlan, seninle bir yere gideceğiz.” Diyen dedeme, dudaklarımı büküp başımı iki yana salladım. “Torunun hiçbir yere gitmek istemiyor.” Başım öne düştü halsizce. Gerçekten etim pul pul dökülüyor, büyük bir halsizlik çöküveriyordu her bir uzvuma.

“Olmaz.” Dedi dedem. “Biraz hava almak sana da iyi gelir.” Omuzlarımdan tuttuğunda, başımı doğrulatamadım. “Seni bir arkadaşımla tanıştıracağım. Şimdi git hazırlan. ”

Kolumu kaldırıp, olmaz diye el sallamak istemiştim ki, dedemin çoktan yukarı çıkan merdivenleri tırmandığını gördüm. Dedeme ikinci bir itirazda bulunamazdık. Çünkü o daha çok üsteler, dediğini yaptırırdı. Ve daha fazla yorulmak istemiyordum. Her şeyi kabul edecek dereceye gelmiştim yorgunluktan.

“Kendine iyi bak Dante.” Deyip, el sallarken, aynı halsizlikle, odama çıkmış, dolaptan gri şortlu pileli bir etek, üzerine oversize aynı tonlarda bir kazak ve siyah tül çorap giyinivermiştim.

Dedemin arkadaşları da, onun gibi elit ve küçük şeylere önem veren büyük insanlardı. Nereye gideceğimizi bilmesem de, bir paçavra gibi gitmek olmazdı. Hem, gerçekten bana da iyi gelebilirdi, dışarı çıkmak. Çünkü yarın kesinlikle okula gitmem gerekiyordu.

Bileğimin biraz üstünde biten botlarımı da giyindiğim de, odağımı oradan, komodinin üzerinde duran siyah bereye baktım. Toprak’ın verdiği bereye. İstemsizce dudaklarıma sıcak bir tebessüm yayıldı. Birkaç gündür okula gidememek, Toprak’ın özlemini kalbim de büyük bir ağırlık yapmıştı.

Derin bir iç çektim bereye bakarken. Şimdi nereye gidersem gideyim, hep onu takacaktım. Şimdi de! Ondan bana gelen ilk şeydi sanırım ve bir de, bisikletime hediye ettiği kar tanesi aksesuarı.

Ucuna oturduğum yataktan kalkıp, bereyi yerinden alarak, başıma geçirdim, sanki kırılgan, sanki yok olup gidecek tüy gibi bir nesneye dokunuyormuş gibi…

Deri ceketimi ve bir omuzumdan astığım siyah çantamı da takarak, aşağı indim.

Dedem çoktan hazırdı ve bizimkilerle vedalaştıktan sonra, sıcak arabanın içindeydik. Dışarda akıp giden trafiği ve gün batımının eseri olan sarı kızıl renklerini izliyordum gökyüzünün.

“Kim bu arkadaşın dede?” diye sordum, bakışlarım camdayken. “Moda Tasarımcı, arkadaşlarımdan biri.” Diyen dedeme, göz ucuyla bakıp, tekrar önüme döndüm. “Niye şimdi oraya gidiyoruz ki? O bize gelseydi!” dedim, avcumu yanağıma yaslarken.

Dedem güldü bu söylediğime. “Rica etti benden, kıramadım. Hem dediğim bu defile var ya,” Bakışlarımı dedeme çevirdim. Dikkatle yolu izliyor, hiçbir şekilde bana bakmıyordu. Babam olsaydı, kesinlikle birçok tehlikeli manevrayla, arabaların altında kalmaktan son anda kurtulmuş olacaktık. Ama en çokta babamla eğleniyordum, herhalde. Onu çok özlediğimi fark ettim şu an.

Birkaç onaylayan mırıltı çıkardım, dedemin söylediğine. O defile için bana da bir elbise yapıp, baş modeli olarak sahneye çıkaracaktı.

“İşte onun hakkında konuşacağız. Beraber yapacağımızı söylediğim bir arkadaşım vardı, bilmiyorum sana anlattım mı?”

Yanağımın içini ısırıp düşünmeye başladım. Dedemin söyledikleri aklıma gelince, “evet hatırladım.” Dedim hiç beklemeden.

“O da kendi torununu baş modeli olarak çıkaracak defileye.” Dediğinde dedem, kaşlarımı havalandı, şaşırmış ve anlamayarak. 1

“Peki kız mı erkek mi torunu?” diye sordum.

“Erkek.”

Dudaklarımın kenarı anlamadığımı belirterek aşağı doğru düşerken, yaşanacak olan defile elbette heyecanlandırmıştı beni. “Ben tanıyor muyum peki bu adam ve torununu?” diye sorumu sorarken, sırtımı koltuğa yaslamış, başımı ise dedeme çevirmiştim tamamen.

“Arkadaşımı tanıdığından emin değilim, fakat torununu bende görmedim.” Dedi dedem, direksiyonu sağ tarafa doğru kırarken. “Onunla beraber çıkacaksın defileye.” Dediğinde, dedem ilk defa gözlerini yoldan ayırmış, bana bakmıştı. “O da kendi torununa bir takım hazırlıyor.”

Anladım der gibi başımı salladım. Şimdi daha da heyecan basmıştı beni. Gözlerimi tekrar cama çevirip, yolu izledim. Yol kenarına döşenen ışıklar, sırayla yüzüme yansıyıp, geçiyordu. Karanlık iyiden iyiye çöküvermişti. Ve bizimkiler çoktan okuldan ayrılmış olmalıydı.

Bir saatten az bir sürede, “geldik Kar Tanem.” Diyen dedemin sesiyle, ona dönmüş, aynı anda kapılarımızı açarak çıkmıştık. Büyük bir saray yuvası karşıladı beni. Yanındaki tüm evleri sollamış, hepsini ikiye katlayacak devasa bir büyüklükteydi.

Küçük bir beğenme sesi çıktığında, dedeme doğru dönerek, “arkadaşın baya zenginmiş dede.” Deyip tekrar önüme döndüm. Adımlarımızı eve doğru atarken, kapının önüne varır varmaz, bir kadın tarafından kapı açılarak karşılanmıştık. “Hoş geldiniz Dündar Bey.” Diyen kadın başıyla küçük bir selam verip kapıyı iyice açarak kenara doğru açıldı.

Sanırım dedem buraya ilk defa gelmiyordu.

Dedemle beraber içeri girdiğimiz de, evin içi resmen parlıyordu. Bizim evden bile büyüktü. Bile değil, öyleydi. Yukarı doğru çıkan büyük basamaklı bir merdiven vardı ve o da sağ tarafa doğru bükülerek devam ediyordu. Her basamağın ön tarafı aynalıydı, bu yüzden oraya yansıyan ışık direkt göze çarpıyordu. Duvarlar kumsal beji rengiyle boyanmıştı. Rahat ve ferah bir hava katıyordu eve. Sağ tarafta kapısı olmayan bir oda vardı. İçindeki dolaplardan anlaşılacağı üzere orası da mutfaktı.

“Berzah Bey birazdan burada olur.” Diyen kadın, tekrar baş hareketiyle sağ taraftaki odaya girdi. Parmak uçlarımda yükselip iniyor, gözlerim evin her tarafını inceliyordu. En son bakışlarım, tavanda asılı duran kocaman avizeye ilişti. “Oha, hiç bu kadar büyük bir avize görmedim.” Dedim kendi kendime mırıldanarak.

“Dündar!” diyen bir adamın heyecanlı sesiyle, karşıya baktığımda, kollarını iki yana doğru açarak merdivenlerden indiğini gördüm. “Berzah!” dedi dedem de kollarını iki yana açıp ileri adım atarak.

Hafif kır saçlı, dedem gibi süveter giyinmiş ve gözlük takan bir adamdı. Bu kadar birbirlerini gördükleri için heyecanlanıp seviniyorlarsa, demek ki bahsettiği arkadaşı bu adam oluyordu.

Derin bir nefes alıp ikisinin sarılmasının bitmesini bekledim. “Hoş geldin.” Dedi Berzah Bey, dedemin sırtına pat pat vurarak. Bakışları bana çevrildiğinde, “bu küçük hanımda torunun olmalı?” Dediğinde, gözlerinin mavi renkte olduğunu gördüm. Elini bana doğru uzatınca, bende çekingen bir gülümseme yerleştirip el sıkıştık.

“Hoş geldin küçük hanım.” Dediğinde, “hoş buldum.” Dedim yüzünü iyice incelerken. Bakışlarım istemeden de olsa kısıldı. Çünkü yüzü çok fazla tanıdık geliyordu ama nerede gördüğümü ya da tanıyıp tanımadığımı çıkaramıyordum.

“Hadi odama çıkalım.” Dediğinde Berzah Bey, “iki sade kahve ve meyve suyu getir.” Diye bağırdı sağ taraftaki kapıya doğru. Onlar konuşa konuşa yukarı çıkmaya başlarken, bende arkalarından sessizce takip ettim.

“Biliyorsun ki Dündar, kimseyi çalışma odama almam. Ama sen yabancı değilsin.” Diyordu Berzah Bey gülerek. Ben ise ayağımın ucuyla merdivenleri kontrol ediyordum, kayıp kaymadığını anlamaya çalışırken. Çünkü aşırı kaygan görünüyordu.

“Biliyorum Berzah. Sanırım, bu konuda bende seninle hem fikirim.” Diyen dedemle, adımlarının durduğunu gördüğümde, parmak uçlarımda yükselip karşıya baktım. Deri kapılı bir odanın önünde durmuştuk. Berzah Bey, anahtarı deliye sokup kapıyı açtı. Ama dedemi asla çalışma odasını kitlerken görmüyordum. Evet, girmemizi çok istemezdi fakat girsek bile azarlayıp çıkarmazdı. Berzah Bey gerçekten kimseyi istemiyor olmalıydı.

İçeri girdim, onlarla birlikte. Ağır bir viski kokusu odayı sarıp sarmalamıştı. Burnumu kapatmamak için kendimi zor tutmuştum. Oda tamamen siyahlar içinde ve deriden oluşuyordu. Büyük bir kütüphane, odanın yarısına hükmetmişti. Masasının üzeri, bez parçaları ve iplerle doluydu. Birden fazla kıyafet denemesi cansız mankenlerin üzerindeydi.

Dedemin odası gibiydi!

Berzah Bey masasına, dedem de masanın önündeki sandalyelerden birine geçip oturdu.

“Kıyafet denemeleri nasıl gidiyor?” diye sordu dedem.

Berzah Bey burnundan güldü. “Torunum biraz zordur benim.” Altındaki imaları hissetmiştim. “Ama yola getirmeye çalışıyorum.”

Bir taraftan onları dinlerken, bir taraftan da, gözlerim kitaplıkların olduğu bölümlerden birine koyulmuş tek fotoğrafın üzerinde yoğunlaşmıştı. Sadece o vardı. Başka resim falan yoktu etrafta.

“Elini çabuk tutsan iyi olur. Ben elbisenin yarısını bitirdim sayılır.” Dedi dedem ve göz ucuyla ona bakmamı sağladı. Bana özel bir elbise dikmesi gülümsetmiş ve sevindirmişti.

Sıkıntılı bir nefes verdi Berzah Bey. “Haklısın. Çok az kaldı hem. Yarı tatilde duyurmamız gerekiyor, defileyi.”

O ikisinin konuşması ne kadar dikkatimi çekmese de, hâlâ ayakta oluşum kimsenin umurunda değil gibiydi. Zaten bende yıllardır raflarda durduğuna emin olduğum kitaplara göz atmak ve tek çerçevenin içinde olan fotoğrafa bakmak istiyordum.

Minik adımlarla, çerçevenin olduğu rafa doğru ilerledim. Yaklaştıkça üç kişinin kameraya canı gönülden gülümsediğini gördüm. Neden bilmiyorum ama kalbime doğru ılık bir sıvının aktığını hissettim.

Bir adam, bir kadın ve kollarının arasında sıkı sıkıya sarıldıkları küçük erkek çocuğu…

En fazla altı yedi yaşlarında olan çocuk, öyle güzel ve öyle içten gülüyordu ki gözleri görünmüyordu. Ön dişlerinden birinin olmaması, gülümsetmişti beni. Bir kolunu kadının omuzuna, diğerini ise adamın omuzuna atarak kendisine doğru çekmiş ve sarılmıştı. Mutluydular.

Kadının upuzun siyah saçları, bembeyaz tenini süslüyordu. Siyah düz bir elbise ile zarif bir görüntü kazandırmıştı. Adam ise beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katlamış, dolgun siyah saçları rüzgardan dolayı yukarı doğru uçuşmuştu.

Küçük çocuğun anne ve babasına göre saçları siyah değil kumraldı. Siyah tişörtün içinde, küçük tombul kolları tam ısırımlıktı.

Ama fotoğraf resmen içimi ısıtmıştı. Hem de çok fazla. Elimi uzatıp, çocuğun yüzüne dokunmak istemiştim ki, çerçeve hızla önümden çekilmiş, dik bakışlarını yüzümde hissettiğim Berzah Bey ile karşılaşmıştım.

Böyle bir tepkiyi beklemediğimden, şaşırmış ve gerilmiştim.

Hemen omuzlarımı dikleştirip, genzimi temizledim. “Özür dilerim Berzah Be-” diyemeden sözümü kesti. “Önemli değil küçük hanım.”

Ellerimi bacaklarım bastırıp, gözlerimi kaçırdım. Birinin eşyalarına izinsiz bakmak ve karıştırmak huyumda yoktu ama merak etmiştim.

“Sadece merak ettiğim için…” deyip kaçırdığım bakışlarımı yüzüne kaldırdığımda, fotoğrafa baktığını gördüm Berzah Bey’in. “Biri oğlum, biri torunum,” durdu ve yutkunduğunu hissettim. “Diğer ise gelinim.” Dedi. Sonra bana baktı. “Ama sadece ikisi yanımda.” Deyip buruk bir gülümseme yayıldı dudaklarının kenarına.

Diğerine ne olmuştu?

İkisi hangisiydi?

Merakla kaşlarım havalandı, göz ucuyla dedeme bakarken. Bana kızıp kızmadığını görmek istiyordum ama o da gülümseyerek Berzah Bey’e bakıyordu burukça!

“Eğer sizi üzdüysem, haddim olmadan baktım kusura bakmayın.” Dedim hızla. Berzah Bey büyük bir kahkaha atarken, dudaklarım aralandı ne dolduğunu anlayamadan. Böyle bir şey beklemiyordum. Çerçeveyi yerine koyup, elini omuzuma yerleştirerek, masaya doğru yürüttü beni.

“Torunun sana hiç benzemiyor ha Dündar? Sen olsan değil özür dilemek, çerçeveyi fırlatır çıkardın!” dedi Berzah Bey gülerek.

Dedem de güldü. İkisinin arasında gidip geliyordu bakışlarım.

“Torunum, babasına benzemiş olabilir.” Dedi dedem de. İkisi de kahkaha attı. Ben ise sadece gerilmiş, gerginlikten uyuşan yanaklarım yüzünden zorda olsa gülümsemeye çalışıyordum.

Berzah Bey bana döndü bir anda ciddileşerek. Gülüşü yavaş yavaş dudaklarından solmaya başlamıştı. “İstersen bizim kahveleri sen al gel.” Deyip dudağının bir kenarıyla gülümsedi. Başımı salladım bir robot gibi. Beni kovmuş muydu?

Bir resim için bana sinirlenecek değildi ya?

Elini omuzundan çeker çekmez, uyuşan bacaklarıma rağmen kendimi odanın dışına atmış, merdivenlerden inmeye başlamıştım. Bir daha o odaya gitmek istemesem de zorundaydım. Hem ben iki yaşlıyla ne konuşacaktım ki? Neyse en azından aklımdakilerden uzaklaşma fırsatı buluyordum.

Merdivenleri inip, sağ taraftaki odaya doğru gidiyordum ki, kadın elindeki tepsilerle karşıma çıktı. Meyve suyu ve iki kahve ile gülümseyen kadın, “ben de şimdi geliyordum.” Dedi tebessümle. Bende gülümsemesine karışlık verip, uzattığı tepsinin içindeki bana ait olduğunu bildiğim meyve suyla dolu olan bardağı aldım.

Kadın ile beraber tekrar yukarı çıkmak için merdivenlere yöneliyordum ki, bakışlarım çok kısa sol taraftaki odaya ilişti ve o anda merdivene basan ayağım havada kaldı.

Küçük bir kız çocuğu alçak boylarda beyaz bir masanın arkasında oturarak boyama yapıyordu. Dikkatini boyamaya öyle vermişti ki, kaşlarını sertçe çatmış, boyama defterine bakıyordu. Sallanan tombul yanaklarını buradan bile görüyordum.

“Ben şimdi geliyorum.” Dedim merdivenlerden çıkan kadına. Ama o söylediğimi duymamış, yürümeye devam etmişti.

Dikkatimi yeniden kız çocuğuna verdiğimde, en azından iki yaşlı insanlarla takılmayı değil, her zaman iyi anlaştığım çocuklarla takılmayı tercih ederdim. Odaya sessiz ve küçük adımlarla girerken, masanın üzerine çok kısa göz gezdirdim.

Dikdörtgen şeklindeki olan beyaz masa darmadağınıktı. Boya kalemleri, kağıtlar, defterler ve bir tane de cam fanusunun içinde bulunan iki küçük balık…

Masanın önüne gelip durduğumda, “merhaba.” Dedim alçak sesle. Yüzüme tebessüm iliştirmeyi unutmamıştım. Küçük kız bakışlarını usulca bana kaldırdığında, boya yaptığı elini durdurmuş, yüzüme bakmıştı. Ardından kaşları çatıldı ve gözlerini kıstı.

“Merhaba?” dedi selamıma karşılık değil de, soru sorar gibi. İnce sarı saçlarını at kuyruğu yapmıştı ve ışıklandırmadan dolayı parlıyordu. “Seni dedem mi gönderdi, arkadaşım olmadığı için?”

Burnumdan güldüm, başımı iki yana sallarken. “Hayır, sizin eve misafir olarak geldim bu gece.”

Dedem dediğine göre, Berzah Bey’in torunu olmalıydı.

Üst dudağımı ısırıp geri bıraktıktan sonra, “peki, arkadaşın olmamı ister misin?” diye sordum sesimi çok tatlı tutmaya çalışarak.

Bilmiyorum der gibi bir omuzunu kaldırıp indirdi. Ardından boyama yapmaya devam etti. Görmezden mi geliniyordum?

Elimdeki meyve suyuna bakıp, “arkadaşlığımız için sana meyve suyu ikram etmek istiyorum.” diyerek, küçük kız çocuğuna uzattım.

Boyama yapmayı durdurdu ve bana bakıp, “olur. Ama sen de benimle birlikte boyama yapacaksın.” Deyip tebessüm etti. Tekrardan görmezden gelineceğim diye korkmadığım değil doğrusu.

Gülüşüm büyürken, dizlerimi kırarak karşısına oturdum. “Harika bir takas bence.” Deyip meyve suyunu da uzattığımda, o da kağıdın altından bir kağıt çıkarıp bana doğru uzattı. İkimiz de aynı anda aldık, elimizdekilerini.

Büyük bir kuş resmi vardı kağıtta.

“Benim ismim Belfü.” Dediğimde, kağıttan bakışlarımı almış, küçük kız çocuğuna bakmıştım. Meyve suyundan bir yudum alıp kenara bıraktığında, elinin tersiyle dudaklarını silip, “benim adım da Güneş.” Dedi.

“Çok güzel bir ismin varmış Güneş. Bayıldım.”

“Annem koymuş sanırım. Varlığım ile ona ışık olmam için.” Dediğinde, sırıttı. Az önceki fotoğraflarda gördüğüm çocuk gibi, Güneş’in de ön dişlerinden biri düşmüştü. Çok sevimli ve güzeldi.

“Gerçekten annenin zevki iyiymiş.” Dedim hayranlıkla.

“Evet.” Başını bir omuzuna doğru yatırdı, üzüldüğünü anladığımda. “Ama bunu bana abim anlattı. Ben bilmiyordum.” Omuzlarının ikisini de indirip kaldırdı bu sefer. “Abim hep anlatır, unutmamam için.”

Kaşlarım havalandı. Nedense söyledikleri iyi hissettirmemişti beni.

Gözleri masanın üzerine daldığında, “peki balıklarının bir adı var mı?” diye sorarak, dikkatini kendime çekmek istedim. Masadan ise yeşil boyayı alıp, kuşun kanatlarını boyamaya başladım.

“Evet var.” Dedi hemen heyecanla. “Ama abim birkaç gün önce değiştirdi.” Alttan yüzüne baktım. Kaşlarını çatmış ve öfkeli görünmeye başlamıştı. “Ona ne kadar kızsam da, böyle olmasını istedi.” İşaret parmağını cam fanusa yasladığında, onu izlemeye başladım. “Bunun adı, Kar.” Dedi. Ardından birbirinin etrafında dönen diğer balığı işaret etti. “Bunun adı ise, Tanem.”

Kar ve Tanem.

Tıpkı ailemin bana seslendiği gibi.

“Ben beğendim.” Dedim.

“Güzel isimler ama alışması zor oldu benim için.” Dedi dudaklarını büküp başını iki yana sallarken. Memnun değildi hâlâ.

Masanın üstüne tekrar bakarken, boyama kağıtların altında duran şeyler dikkatimi çekti. Kağıdı hafifçe yana doğru sürükleyip altından çıkardım. Yeşil kanatlı kuğu origamisi.

Okulda, çantamda, gitarın üzerinde gördüğüm kırmızı kanatlı kuğu origamisini hatırlattı bana.

“Onları ben yapıyorum.” Dedi Güneş.

“Gerçekten mi?” diye sordum şaşkınlıkla. Biraz zordu yapımı. Hiç denemedim fakat karşıma çıkan videolardan da anladığım söylenemezdi.

Başını salladı, tebessüm ederek. “Yani abim bana öğretti, sonra da ben de yapmaya başladım.”

Başımı salladım, beğendiğimi dudaklarıma yansıtırken.

“İstersen sana da öğretebilirim.” Dedi baya istekli bir şekilde.

“Olur.” Dedim.

Güneş yeşil kağıtlardan birini alarak, yapmaya başladı hiç durmadan. Küçük tombul parmaklarıyla kağıdı katlıyor, arada kafası karıştığı için burnundan sesli bir nefes verip dilini çıkararak zorlandığını gösteriyordu. Yaptığı origamiden çok onu izlemek daha keyif vericiydi benim için. “Biliyor musun?” diye sorarken, başını çok kısa yaptığı işten alıp bana bakmıştı. “Artık en sevdiğimiz renk yeşil. Abim de ben de çok seviyoruz artık yeşili.”

“Hmm,” dedim onu dinlediğimi göstermek için. “Ben de yeşili çok seviyorum.”

“Bir de mavi. Abim mavi rengini de çok sever, benim gibi.” Elinin arkasıyla alnını silip, ayaklarını masanın altına iyice yerleştirerek, masaya biraz daha ulaşmayı sağladı. “Mavi en güzel, gözlerde belli olurmuş.” Sonra durdu ve bana baktı. “Senin gözlerinde mavi. Sende mavi güzel duruyor.” Masaya doğru eğilip, elini ağzının kenarına yaslayarak kimsenin duymasını istemiyormuş gibi kısık seste konuşmaya başladı. “Dedem de hiç güzel durmuyor.” Dediğinde, elini ağzına kapatıp gülmeye başladı.

Bende gülüp, elimi ağzıma kapadım. Berzah Bey’in istemeden mavi gözleri belirmişti karşımda. Gerçekten onun mavileri, bir tık insanı ürpertecek cinstendi.

“Bak.” Diyen Güneş’in heyecanlı sesinde döndüğümde, yaptığı yeşil kanatlı kuğuyu yukarı kaldırmış, sunuyordu bana. “Gerçekten harika bir iş çıkarmışsın Güneş, bayıldım.” Dedim, ellerimi birbirine bastırırken.

Yeşil kanatlı kuğu origamisini bana uzatıp, “senin olabilir. Bende sana hediye.” Dedi. “Aldığım en iyi hediye olabilir. Teşekkür ederim.” Dedim sırıtmama engel olamadan.

“Sen abim yaşındasın.” Boyama yapmaya devam etti. “Ama abimin arkadaşları buraya hiç gelmez. Seni de dedem gönderdi sandım.” Sonra bana baktı masumca. “Çünkü benim de hiç arkadaşım yok.” Dedi.

Dudağımın kenarları üzüntüyle aşağı düştü. “Ama artık bir arkadaşın var. Senin hep arkadaşın olabilirim.” Dedim, ellerimi göğsüme bastırırken.

“Abimin de arkadaşı olabilir misin peki?” diye sordu, masum masum.

“Olurum tabii.” Dedim, Güneş’in sorusu az daha güldürecekken beni.

“Güneş?”

Yüzümdeki büyük bir gülüşle, arkamdan gelen sese bakıp tekrar önüme dönmek istemiştim ki, gördüğüm kişiyle gülüşüm dudaklarımda asılı kaldı ve aynı saniyelerde gözlerim kocaman açıldı.

Toprak!

Toprak. Toprak. Toprak.

Ne siktir?!

Evet, içimdeki büyük çığlığım bu iki kelimeydi.

Tek omuzuna astığı gitarı ile bir bana bir de Güneş’e bakıyordu. En az benim kadar şaşkın ve beklemiyordu.

Okul formasıylaydı fakat okulda gördüğüm gibi düzenli değildi. Okul ceketini giymemiş, gömleğinin uçları dışarı fırlamış ve kravatını ise takmamıştı. Dağınıktı, fazlasıyla!

“Abi!” diyen Güneş hızla yerinden kalkmış, abisinin beline iki koluyla sıkıca sarılırken, şok olmuş bir ifadeyle önüne dönmüştüm.

Berzah Bey’in torunu Toprak mıydı?

Güneş, Toprak’ın kız kardeşi miydi?

Sabahtandır abim dediği kişi Toprak mıydı?

Masanın altına şu anda girsem olur muydu?

Yanaklarım şimdiden alev topuna dönmüş, altıma yerleştirdiğim ayaklarım ve ellerim uyuşmuş, kalbim ise son sürat giden bir arabanın camları gibi esiyordu.

Arkamdan duyulan adım sesleri tam olarak bana doğru geliyordu. Parmaklarımı boğazıma yaslayıp, yutkundum arka arkaya. Ama kuruyan boğazıma bir fayda vermedi.

Bir bardak soğuk su alabilir miyim?

Çünkü ben bu çocuğa tüm okulun önünde söylemiş gibi aşkımı itiraf etmiştim!

Beş gündür mesaj yüzünden okula gidemeyen ben, tam şu anda, Toprak’ın evinde karşı karşıya gelmiştim.

Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte!

Ne günahım vardı benim ya?

Okan’a çok güldüğüm için olabilir miydi acaba?

“Abi gel seni yeni arkadaşım olan Belfü ablamla tanıştırayım.” Diyen Güneş’in sesi tam yanımdan geldiğinde, ikisinin karartısı tam olarak üzerime çökmüş nefes almamı zorlaştırmıştı.

Göz ucuyla yanıma baktım, kafamı minikte olsa kaldırdığımda. Güneş, Toprak’ın elinden tutuyordu.

“Hem arkadaşım diyorsun Güneş hem de abla diye hitap ediyorsun.” Dedi Toprak eğlenen bir tonla.

Güneş’te gülüp, “haklısın abi. Ama o senle yaşıt, adıyla seslenmek olmaz.”

“Yine çok bilmiş bilmiş konuştun Güneş.” Diyen Toprak’ta güldü. “Hem tanıştırmana gerek yok ablanı benimle. Tanıyorum.”

Kalbimin hızı, deprem etkisi yaratabilirdi evde şu anda.

“Gerçekten mi abi?” diye sordu Güneş meraklı ve heyecanlı bir şekilde.

“Evet gerçekten.”

Kuruyan dudaklarımı ıslatıp oturduğum yerde iğne varmış gibi hareketlendim. Güneş tekrardan yerine geçtiğinde, başköşeye kendisinden önce gelen Toprak’ın da geçtiğini hissettim. Kurabiye ve bal… İçime çekmek için yanıp tutuştuğum iki koku.

Gitarını ve tek omuzuna astığı çantasını, yanındaki koltuğa yasladı.

Göz ucuyla baktım, başköşeye. Gitarını yanındaki koltuğa yasladıktan sonra bağdaş kurarak oturdu. Fakat bakışlarımı yüzüne kadar kaldıracak kadar cesaretim yoktu bu yüzden, direkt yeşil atkının uçları girdi kadrajıma. Benim verdiğim atkıydı boynundaki.

Midemdeki kelebeklerin kanat çırpışının haddi hesabı yoktu.

“Niye bu kadar geç geldin?” dedi Güneş azarlayarak abisine baktığında.

Önüme hızla döndüm. Güneş’e baktım ve birkaç dakika önce fark etmediğim bilekliği gördüm. Gümüş renginde ince bilekliğin ortasında güneş sembolü vardı. Toprak’ın bileğinde de vardı aynısı. İçime çektiğim derin nefes, adeta göğsüme oturdu. Yani, sevgilisi yok muydu? Sadece kız kardeşiyle aynı bilekliği mi takıyordu?

Bir dakika?

Ben şu anda Toprak’ın evinde ve varlığını hatta, hakkında tek bir şey bilmediğim çocuğun, kız kardeşi olduğunu öğrenmiş, onunla arkadaş mı olmuştum?

“İşim vardı.” dedi Toprak. Sanki Güneş’e değil de, bana bakarak konuşmuştu. Nefesi olduğu gibi bana doğru gelmişti çünkü.

“O zaman beni de götür bir dahakine.” Dedi Güneş, azarlayıcı tınısı azalmadan.

“Olur.” Dedi Toprak. Sanki Güneş’te değil gibiydi dikkati.

Bir taraftan elimi yüzüme kapatıp diğer tarafa çevirmek için yanıp tutuşurken, bir tarafım da, Toprak’ın sonbahar gözlerinin içine uzunca bakmak istiyordu. Ama ben resmen heykele dönüşmüş vaziyetteydim.

Elini masaya doğru uzatınca, geriye doğru çekildim istemeden. Boyama kağıtlardan birini önüne çekerken, benim önümden de yeşil boya kalemini aldı. “Telafi etmek için istediğin kadar boyama yaparım bende.” Deyip sırıttığını hissettim.

“Belfü ablaya balıklarımızı tanıttım.” Dedi Güneş sesine renk gelmiş gibi. Az önceki haline nazaran, daha heyecanlı ve mutlu bir kız çocuğu gelmişti sanki.

“Hmm…” dedi Toprak memnun olmuşçasına. “Peki ne dedi? Sevdi mi balıklarını?”

Güneş kıkırdadı. “Abi yanında ya sorsana kendin.” Dedi.

“Haklısın Güneş, ama Belfü ablan hiç yüzüme bakmadı ki.” Dedi muzip bir ifadeyle. 1

Nefesim kesildiğini hissettim, sıcak her yerimi sarıp beni boğarken.

Nasıl bakayım ki?

Okuldaki herkesin olduğu bir gruba senin aşkını itiraf etmiştim ve salak Okan’da sana söylemiş durumu. Belki, belki çok küçük bir ihtimalle görmeme imkanın olabilirdi… Kimin kandırıyorsam!

Dudaklarımı ıslatıp, sertçe yutkunurken, gözlerimi kırpıştırdım. “Sevdim,” genzimi temizledim. “Çok güzeller.” Kekeleyip, ağlamadığın için tebrik ederim Belfü.

“İsimlerini peki sevmiş mi?” diye sordu yeniden Toprak.

“Abi yanında ya-” diyen Güneş’e Toprak, “ona sordum zaten Güneş.” Deyip sözünü kesti. Büyük ihtimalle Güneş yeniden, abi yanında ya ona sorsana, diyecekti ama Toprak ona fırsat vermedi.

Başımı salladım, parmaklarımla oynarken. “İsimleri de çok güzeldi.” Dedim kısık sesle.

Kar ve Tanem…

“Abim hep, küçük fanusun içindeki iki balığın aşkının büyük olabileceğini söylüyor. En azından fanusta kimse kimseyi kaybetmezmiş, Okyanus gibi.” Diyen Güneş’in söyledikleri başımı yerden kaldırmamı sağladı.

“Okyanuslar, büyük aşkları kaybeder.” Dedi Toprak mırıldanarak. Bakışlarım ona döndü anında. Bu isteğim dışında oluşan bir hareketti. Onun bakışları ise çoktan bendeydi.

Akvaryuma iki balık koyarsanız onlar zaten aşık olurlar.

Asıl önemli olan şey okyanusta karşılaşabilmek…

Aklıma direkt bu sözler gelmişti; ama Toprak için Okyanus, büyük aşkları kaybeder yönündeydi.

“Yok eder, sahip çıkmaz!” diye devam etti Toprak.

Haklı olabilir miydi?

Peki neden böyle düşünüyordu?

Telefonum titrediğinde o an, dudaklarımı ıslatıp yutkunarak, bakışlarımı Toprak’tan çekmiş, ceketimin cebindeki telefonumu çıkarıp ekrana bakmıştım hızla. Ellerimin titrememesi için büyük bir özen göstermem gerekiyordu fakat şimdiden, tırnak ucuma kadar buz kesmişti her yerim.

Gelen mesaj Zelem’dendi. Fizik sınavında çıkacak notları atmıştı. Okul grubundan da birkaç mesaj vardı, sanırım onlarda sınavla ilgiliydi. Ama sınav falan umurumda değildi. Belki kopya çekerdim o da mümkünse tabii ki.

“Yarın sınav var.” Diyen Toprak’a döndüğümde, önüne çektiği kağıttaki resmi boyamayla meşgul olduğunu gördüm.

Burada neden olduğumu ya da bununla ilgili hiçbir şey söylememiş ve sormamıştı.

“Çalıştın mı?” diye sorduğunda, gözlerimi kırpıştırdım. Bana sorduğunu bile anlayamayacak kadar beynim durmuştu adeta.

Kesik bir nefes aldım. “Hayır.” Dedim kısık sesle.

“Ne sınavın var abi?” diye araya girdi Güneş. “Siz aynı okuldan mısınız abi? Oradan mı tanışıyorsunuz arkadaşım Belfü abla?”

Arkadaşım Belfü abla…

Söylediği şey güldürmüştü beni. Güneş’i onaylar nitelikte başımı salladım.

“Hangi sınav peki?” diye sordu Güneş.

“Fizik.” Dedik aynı anda Toprak ile ve sesime karışan sesini duyduğumda, bakışlarım ona dönmüştü.

Sonbahar gözleri de bana çevrilmişti.

“Abimin Fizik dersi iyidir. Abim her konuda iyidir.” Dediğinde Güneş, Toprak göz kırpıp, Güneş’in yanağından minik bir makas aldı.

Küçük kız abisine hayranlıkla bakıyordu. Çok sevdiğini parlayan gözlerinden anlamak mümkündü.

Güneş’e dikkatli baktım, abisiyle benzerlikleri var mı diye. Gözleri, evet gözleri abisininkiler gibi elaydı. İlerde saçları kumrala dönebilirdi.

“Belfü Hanım?” ismimi duyduğumda, omuzumun üzerinden geriye doğru baktım. Kapıda bizi karşılayan kadının kendisiydi. “Hangi yemeği daha çok seviyorsunuz, size ondan hazırlayayım?” dediğinde, çekingen hırkam omuzlarıma yerleşmiş, utanarak, “gerçekten teşekkür ederim. Ama sizi yormayayım, herhangi bir yemek olabilir.” Dedim, kelimelerim arası duraksayarak.

Kadın geniş bir gülümsemeyle, “olmaz öyle Belfü Hanım. Berzah Bey kesin emretti.” Dediğinde, Toprak’ın burnundan sesli bir nefes verdiğini duydum. Kadının da gözleri çok kısa Toprak’a çarpıp bana çevirdi. “O zaman, biber dolması olabilir.” Dedim, üst üste bastırdığım dudaklarımı ağzımın içine yuvarlarken.

Berzah Bey kadına emrettiğine göre, onu mahcup etmek olmazdı.

“Siz ne istersiniz çocuklar?” dedi kadın samimi bir sesle, Toprak ve Güneş’e karşı.

“Ben Profiterol istiyorum.” dedi Güneş.

“Benim canım bir şey istemiyor.” Diyen Toprak’a döndüğümde, başını öne eğmiş, hızlı hızlı önündeki resmi boyadığını gördüm.

“Ama Toprak’cığım..” diyen kadının üzüntülü sesini, kalın ve otoriter ses anında böldü.

“O yemek değil, Güneş. Onu yemekten sonra yiyebilirsin.” Diyen Berzah Bey salonun önünde belirivermişti.

Gözleri ağırca Toprak’a döndü. “Sen de Toprak için biber dolması yap ve yemekten sonra en sevdiği şeyi getir.” Tebessüm etti. “Kurabiye!”

Berzah Bey kurabiye deyince aklıma, Toprak’ın evimin önünde, annemin ikram ettiği kurabiyeyi yemesi gelmişti. Bu anı beni yeniden gülümsetecekti ki, son anda kendimi tutmuştum.

“Yemeğe ne kadar var?” diye sordu Toprak kadına. Dedesini görmezden gelmişti. “Bir iki saat içinde hazır olur.” Dedi kadın ve Toprak, koltuğun önüne koyduğu çantasını alıp kucağına koyduğunda, içinden defter ve kitap çıkardı.

Masanın üzerine bıraktı, ben onu anlamayarak izlemekten başka bir şey yapamadan.

Gülümseyerek, Güneş’e bakıp, “şimdi abiciğim birazcık sessiz ol çünkü,” Bu sefer bana dönüp, “arkadaşın Belfü ablan ve ben, yarın ki Fizik sınavına çalışacağız!” dedi.

Ne?

Duyduklarım yanlış olabilir mi diye kafamın içinde milyon kere dönerken, dudaklarım bir karış aralanmış, kalbim göğsüme, sesi ise kulaklarıma vurmaya başlamıştı.

Ama duyduklarım gerçekti.

Güneş, abisinin dediğini aynen uygulamış, çıt çıkarmadan önündeki boyalarını sessizce yapmakla meşgul iken, ben ise avucumu yanağıma yaslamış, bana Fizik anlatan Toprak’ı dinliyordum. Fizik dinlemiyordum! Dudaklarının hareketini izliyordum, kuş gibi öten sesinin ne kadar rahatlatıcı olduğunu düşünüyordum… 1

İki parmağının arasında tuttuğu uçlu kalemi, aldığı notların üzerinde gezdirirken, bir bana bir de kağıda bakarak anlatıyordu. Bakışları arada, bana verdiği bereye kaysa da dikkati hep anlattığı dersteydi.

Ağır çekime alınmış, romantik bir filmin tam ortasındaydık. Arkadan en sevdiğimiz müzik çalıyordu ve ben bu anın bitmemesi için dualar ediyordum.

Ellerini kullanıyordu anlatırken. Arada dudaklarını ıslatıyor, parmaklarını gür saçlarının arasına daldırıp karıştırıyordu. Saçlarından çıkan mis gibi koku burnuma kadar gelip, gözlerimi kapatma isteği uyandırsa da, hiçbir zaman gerçekleşeceğini düşünmediğim bu anıyı, her zerresine kadar yaşamak istediğimden gözlerimi kırpmıyordum.

Evet, bu gece Toprak bana Fizik sınavı için ders anlatmıştı!

“Hadi çocuklar yemeğe.” Dediğinde kadın, Güneş hızla yerinden kalmış, “kurt gibi acıktım.” Diyerek salondan koşarak çıkmıştı.

Toprak’a o kadar dalmıştım ki, kadının seslenmesi yerimden sıçratmış, Toprak’ın gülerek başını iki yana sallamasına sebep olmuştu. “Umarım, dediklerimi iyi dinlemişsindir.” Dedi Toprak ayaklanırken. “Zamanımız kısıtlı olsa da,” iç çekti. “Elimizden geleni yaptık.”

“Hı?” derken, ben de hemen kalktım oturduğum yerden.

“Anlattıkları mı dinledin değil mi?” diye sordu, bakışlarını kısıp yüzüme şüphe ile bakarken.

Sadece seni izledim…

Başımı hemen sallayıp, “evet çok teşekkür ederim.” Dedim hızla.

“O zaman sınav açıklandığında, kaç puan aldığını soracağım.”

Yine başımı salladım.

Gülümseyip salondan çıktığında, arkasından birkaç saniye öylece baktım.

Elimi kalbime bastırdım, zıplamamak için kendimi tutarken. Bizimkilere anlatsam, inanmazlardı.

Ama aklımı asıl karıştıran şey, Toprak’ın mesajı okuyup okumadığıydı.

Çok normal gözüküyordu. Salak Belfü, sanki anormal halini biliyormuş gibi konuşuyorsun!

Hızla ceketimi, çantamı ve bereyi çıkarıp koltukların üzerine koydum. Ter kana batmıştım, yaşadığım stresten dolayı.

İçeri o anda Güneş girdi. “Çok durdun, hadi yemeğe gidelim.” Deyip elimden tutarak beni salondan çıkardı. Mutfağın yanındaki odaya girdiğimizde, diğerleri gibi yine büyük bir oda karşıladı. Orta da ise yemek masası duruyordu ve tam karşıdaki sandalye de otaran Toprak gülerek, el ele tutuşan Güneş ve bana bakıyordu.

Kuruyan genzimi yatıştırmak için yutkunup, sol tarafıma bakındım. Başköşe de Berzah Bey ve hemen yanında dedem ve dedemin karşısında ise Toprak oturuyordu. Güneş elimi bırakmadan, Berzah Bey’in arkasından bizi geçirmiş, tam olarak abisinin yanına götürüyordu.

Nefesimi tutmuştum. Sadece Güneş’i takip ediyordum hiçbir şey demeden.

Güneş, abisinin yanındaki sandalyeyi değil de, diğer sandalyenin arkasından tutup çektiğinde, artık Toprak’ın arkasında durmuş, alt dudağımı kemiriyordum. “Gel arkadaşım Belfü abla.” Diyen Güneş, yerine oturmuş, abisi ve kendisinin ortasında kalan sandalyeyi göstererek oturmamı istiyordu.

“Demek Güneş ile tanıştın küçük hanım?” diyen Berzah Bey’in sorusunu duyduğumda, genzimi temizleyip sandalyeyi çekerek yerime oturuyordum. Toprak’ın yanına! Toprak, göz ucuyla bana bakıp, önüne dönmüştü.

Berzah Bey gülerek Güneş’e baktığında, “bizim küçüğümüz pek yabanidir. Herkesle iyi anlaşamaz!” dedi. “Ben yabani değilim!” dedi Güneş aksi sesle. Sonra bana bakıp, gülümsedi sıcak bir şekilde. “Arkadaşımı çok sevdim sadece.” Dedi başını boynuna yatırarak.

Abili kardeşli, çok tatlıydılar.

“Güneş ile şimdiden çok iyi anlaştım, ben de onu çok sevdim.” Deyip göz kırptım.

O sırada kadın yemeklerimizi dağıtıyordu.

“Peki Toprak ile tanıştınız mı?” diye sorduğunda Berzah Bey, göz ucuyla Toprak’a bakmıştım. Yan yana olsak bile aramıza bir sandalye daha sığabilirdi.

Toprak, alt dudağını dişlerinin arasına almış ezerken, bakışları önüne koyulan dolmaların üzerindeydi. Başımı sallayıp evet diyemeden, Toprak araya girip, “okuldan tanışıyoruz.” Dedi. Dedesinin yüzüne bile bakmamıştı.

Tanışıyoruz?

Ben sadece seni tanıyordum Toprak ve seni üç yıldır da seviyordum.

Ama Toprak’ta beni tanıyormuş?

Tanışıyoruz…

Yanaklarım yanmaya başladı cayır cayır. Şapşal bir tebessüm yer aldı dudaklarımın kenarlarında.

“Bin beş yüz derece.” Diye aniden kelimeler dudaklarımdan döküldü.

Toprak’ın bakışları bana döndü ve diğerlerinin de.

Dediğimin farkında vardığımda, ağzımı sıkıca kapattım, fakat gözlerimin irice açılmasına engel olamadan.

Toprak önce yüzüme baktı, ardından gözlerinin kenarları geriye doğru itildi ve gülümsedi.

Ah, yapma, kalbim duracak!

Tekrar önüne dönerken, başını hafifçe iki yana salladı.

Bende önüme döndüm ve iki tane tabağıma koyulmuş dolma ile karşılaştım.

Tabağın yanındaki çatalı alıp dolmaya batırır batırmaz kesip ağzıma attım. Kalbim, sanki boğazımda atıyordu ve tüm uzuvlarım deli gibi titriyordu.

“Defile için büyük bir arazi düşünüyorum.” Diye söze girdi Berzah Bey.

Bir dakika?

Defile? Baş model? Özel elbiseler?

Olay anında beynime dank ettiğinde, küçük bir parça nefes boruma kaçmış, öksürük krizine sokmuştu beni. Elimin arkasını dudaklarıma yasladım hemen.

“Kar Tanem, iyi misin?” diyen dedem ayaklandı. Elimi, sorun yok der gibi hava da salladım. Dedem hemen karşıdan su uzattı.

“Kar Tanesi mi?” diye fısıldayarak soran Güneş’in sesi geldi kulağıma.

Suyu hemen içtim çünkü ölmek üzereydim.

Dedelerimizin hazırladığı defileye ben ve Toprak mı çıkacaktık?

Beraber mi çıkacaktık?

Tüm kalabalığın önünde?

“İyi misin kızım?” diye sordu dedem yeniden. Başımı salladım, “evet iyiyim dede, merak etme.” Deyip elimin arkasıyla dudaklarımı siliyordum.

Bugün her şey çok mu fazla geliyordu, yoksa ben mi abartıyordum. Fazla ve güzel!

Dedem iyi olduğumu anladığında yerine oturmuş, Berzah Bey tekrar önündeki yemeğe dönmüştü. Ama Güneş ve Toprak’a bakamamıştım bile.

“Toprak dedeni zorluyormuşsun, kıyafet konusunda?” dedi dedem, ellerini yumruk yapmış, çenesini altına yaslarken.

“O defileye çıkmak istemiyorum çünkü.” Dedi Toprak, masanın üzerindeki peçetenin kenarıyla oynarken.

“Gelirleri, yardım kuruluşlarına gidecek.” Dedi dedem gözlerini Toprak’tan ayırmadan.

“Üzerine çok gitme Dündar.” Güldü Berzah Bey. “Eninde sonunda kabul edecek.”

Toprak gözlerini devirdi, çenesi kasılırken.

Bakışlarımı onlardan almadan yeniden dolmadan yemeye başlamıştım.

“Dikkatli ol arkadaşım.” Dedi Güneş, kolumu dirseği ile dürterken.

“Hafsa abla, bana kurabiye getir sen.” Dedi Toprak, ayakta duran kadına. “Yemek yemedin ama Toprak.” Dedi adının artık Hafsa olduğunu öğrendiğim kadın.

“Gelirken yedim bir şeyler.” Dedi Toprak, Hafsa ablaya tebessüm ederek.

“Yine bilmediğin yerlerde yemek yemeye başladın.” Diyen Berzah Bey, Toprak’a kısa bir bakış atıp önündeki yemeği bıçakla kesmeye devam etti.

“Bilmediğim yerde değildim, aksine bana iyi gelen yerdeydim.” Dedi Toprak tok bir sesle. Dedesiyle, konuşurken aşırı ciddi birine dönüşüveriyordu.

“Öyle olduğuna eminim.” Dedi Berzah Bey, yapmacık olduğunu bildiğim bir gülüş dudaklarına yayarak.

Dede torun arasındaki gerilim göz görülecek kadar fazlaydı ya da ben mi kafamda kuruyorum anlayamamıştım.

Berzah Bey ve dedem kendi aralarında konuşmaya başlarken, arka arkaya dolmadan ağzıma atıyordum, heyecan ve gerginlikten dolayı.

Ama o an yapılan hareket ile yemeği durdurmuş, bir tabağa bir de Toprak’a bakıyordum çünkü şu anda Toprak, tabağının içinde bulunan iki dolmayı da, benim tabağıma koyuyordu sessizce.

Yaptığı iş bittiğinde, şaşkınlıkla kulağıma doğru eğilen sonbahar gözlü çocuğu izliyordum.

“Biber dolmasını çok seviyorsun.” Gülümsedi, sıcak nefesi yanağımı okşarken. “Bende seviyorum ama,” dediğinde gözlerini kıstı. Yüzü yüzüme çok yakındı. Bin beş yüz derece, on katına çıkmıştı. “Benim dolmalarımı almadan hiç sakınca yok.” Deyip geri çekildi.

Öyle bakakaldım yüzüne.

 

****

Yemek bir saat sürmüştü ve ben çoktan ceketimi, çantamı ve gözüm gibi bakmam gereken bereyi kafama takmış, Berzah Bey ve Toprak’ın bizi yolcu etmesiyle, salondan dışarı çıkıyorduk.

Güneş yemekten sonra uykusu gelmiş, vedalaşarak odasına çıkmıştı. Ama bir daha buluşmak için benden söz almıştı. Ben de, onun bana verdiği yeşil kanatlı kuğu origamisini çantamın en iyi yerine saklamıştım.

“Yine her şeyi konuşur, anlaşırız.” Diyen dedem ile açılan kapıdan dışarı çıktık. Arada yanımda, ama bir adım geride duran Toprak’a bakmadan duramamıştım. Elleri cebinde, saçları dağınık ve minik bir tebessüm vardı yüzünde.

Toprak ve Berzah Bey’de bizimle dışarı çıkmıştı.

“Her şeyi iyi yapmak lazım.” Dedi Berzah Bey, bir kolunu dedemin omuzuna atarken.

Onlar beraber konuşa konuşa bizim arabanın yanına giderken, derin bir nefes alıp bir omuzumdan astığım çantamı kavrayarak, omuzumun üzerinden arkama baktım.

Toprak, biz omuzunu kapıya yaslamış, ellerini cebinden çıkarmadan bana bakıyordu.

“İyi geceler.” Dedim ama öyle sessiz söylemiştim ki sanki sadece dudaklarım oynamış gibiydi.

Arkamı döndüm cevap vermesi beklemeden, ama sesi, daha hareket edemeden durdurmuştu beni.

“Verdiği çikolatayı alacak mıydın?” diye sordu.

Kaşlarım çatıldı, anlamayarak başım bir omuzuma hafifçe düşerken. Neyden bahsettiği anlayamadım fakat birazcık zihnimi yoklayınca yaşananlar aklıma bir bir geldi.

Görkem’in çikolata verdiği zamandı ve bu soruyu bir kez daha sormuştu bana.

O zaman bilmiyorum diye cevap vermiştim, ama ben çikolatayı sevmezdim. Yani almayacaktım.

“Hayır. Ben çikolatayı sevmem.” Dedim, onu çok bekletmeden.

Anladım der gibi başını salladı.

Dudaklarım usulca kıvrıldı. “Kurabiyeyi daha çok seviyorum.” Dedim, birkaç saat önce kurabiyeyi çok sevdiğini öğrendiğim için. Bende çok severdim kurabiyeyi. O sevdiği için, artık benimde en sevdiğim olmuştu. 1

Ve sanki bunu öğrendiğim için söylediğimi anladığında, dudaklarını üst üste bastırıp gülümseyerek başını eğdi. Utandığını hissettim. Bu hali daha da tatlı geldi gözüme.

Başını yukarı kaldırdığında, göz göze geldik ve ikimizin de gülüşü kalbimi hızlandırmaya yetecek kadar derinleşti.

Ama öyle bana bakarken, ben daha çok utanmıştım. Bacaklarım beni daha fazla taşıyamazdı. Dudaklarımdan, kesik bir nefes firar ederken, sıkışan göğsüme ve ona daha fazla bakma isteğine rağmen arkamı dönmüş, birkaç adım da olsa gitmiştim ki, gülüşünü duydum.

“Kar Tanesi?”

Sadece ailemin bana seslendiği isimle seslendi Toprak bana ve o anda gözlerim kapandı usulca. Bu iki kelime, şiir gibi dökülüvermişti sanki dudaklarından.

Zaman durdu, ama ayağımın altındaki zemin sağa sola doğru kaymaya başladı.

Yutkunarak, omuzumun üzerinden geriye doğru baktığımda, nefesimi tutmuş, gözleri kaybolana kadar gülen, Toprak ile karşılaştım. Dalgalanan bakışlarım, sadece gözlerinin üzerinde sabitlendi.

“Şu bahsettiğin Toprak…” dedi alçak sesle. Dudaklarım aralandı, titrek nefeslerim boşluğa doğru düşerken. “O Toprak ben olmak isterdim.” Güldü ve başını eğerken, kapıyı kapatıp içeri girdi ben arkasından öylece bakakalırken, sensin, diyemeden…

 

Devam Edecek...

 

 

 

 

Bölüm : 19.01.2025 18:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...