Bu bölümü sadece Toprak’ın ağzından yazdım. Bir tık üzülmeler ve kırılmalar oldu maalesef 😞 (Siz bunu okurken ben de 9. Bölümü yazmaya başlıyor olacağımmm.) Geçmiş bölümleri karakterin ağzından yazıp yazmamak konusunda çok karasız kaldım fakat karakterin ağzından yazmaya karar verdim kjdkdfj
Lütfen bölüm hakkında yorumlarınızı yazın çünkü az takipçim olsa da bir yorum bile şu anda benim için çok değerleri çünkü yazma hevesim arttırıyor. Şimdiden teşekkür ediyor, bölümü okumanız için kapınızı açıyorummm.
Keyifli okumalar ☺️
YILDIZLARA GÖÇ
8.BÖLÜM
♪Txmy-Ethereal
Yine o gecelerden biriydi. Sesler yeniden aşağıdan geliyordu. Değişmiyordu hiçbir zaman. Değişmesi için dua ediyordum ama olmuyordu. Her gece gibi yeniden yorganın içine girmiş, ödümü kopartan bağırtıları dinliyordum. Uykumu bölüyordu sesleri, fakat uyumak istesem bile olmuyordu çünkü biliyordum ki tatlı uykumdan yeniden uyanacaktım. Uyumamak en iyisiydi, kavgalarını bekleyip son bulması için!
Cenin pozisyonu aldığım yorganın altından sadece gözlerimi çıkardım ve gelen sesleri dinlemeye başladım. Birçoğunu ezberlemiştim artık. Annemin söylediklerini, babamın söylediklerini… Bazen ağlamaları zorlaştırsa da kelimeleri seçmeyi, yine de daha önceki kavgalarından farklı bir şey söylemediklerini iyi biliyordum.
“Yine o kadınların yanından geliyorsun değil mi? Karını aldattığın kadınlar! Hangi kadınla beni aldatıyorsun?” Diye sordu annem kızgın bir sesle.
“Ne saçmalıyorsun Havva? Kadınlardan falan geldiğim yok, kafayı mı yedin?” dedi babam da, bağırarak.
“Senin yüzünden, senin yüzünden ben kafayı yedim!”
Annemin sesi, babamınkinden daha yüksek çıkıyordu. Ağlıyordu hatta. Bağırışlarının arasından, hıçkırıklarını duyabiliyordum.
Annem her gece babama bağırırdı, sonra babam da anneme bağırırdı.
“Utanmıyorsun değil mi ha? Yukarda bir oğlun var, kızına hamileyim ama sen orospuların yanından geliyorsun! Karını onlarla aldatıyorsun!”
Kaşlarım çatıldı. Bu kelimeyi her seferinde annem kullanıyordu, fakat anlamını bilmiyordum ama annem kullanıyorsa iyi bir şey değildi. Çünkü her kızdığında, babama bu kelimeyi kullanırdı.
“Havva, kendine gel! Çalışıyorum gece boyu, bunu sende biliyorsun!”
“Yaklaşma, dokunma bana sakın! Uzaklaş!” diye çığlık attı annem. “Seninle evlendiğim güne lanet olsun Hakan. İğrenç bir adamsın sen, yalancısın!”
Annemin bağırışları daha da şiddetlendi. Boğazı kesinlikle acıyordu çünkü buradan bile sesinin pürüzlü çıktığını duyabiliyordum.
“Delirmişsin sen, kafayı yemişsin!” dedi babam daha yüksek sesle. Annemin hıçkırıkları artığında, burnumun üstünden yastığa doğru bir damla gözyaşım düştü. Annemin ağlamasına dayanamıyordum. Babam onun kalbini kırıyordu.
Dış kapı sertçe açıldı ve aynı sertlikle geri kapandığında, yatağın içinde irkilerek, yorganı tekrardan başıma kadar çektim. Bu kapı sesine aşinaydı kulaklarım. Bilirdim ki, bu sesten sonra, babamın evin dışında olurdu. Babam evden gitmişti. Annemi yeniden, her gece olduğu gibi bırakıp gitmişti, gözyaşlarıyla.
Annem ağlardı, sonra babam da evi terk ederdi. Değişmezdi bu!
Kollarımı bedenimin etrafına sardım, aşağıdaki sesler kesilip, koca bir sessizliğe boğulurken.
Yorganın altındaydım. Koca bir karanlık gökyüzü üzerime serilmiş gibiydi. Tek farkı, benim yıldızlarım yoktu. Alınmıştılar, benden! Altına saklandığım yorgan; korkularıma, gözyaşlarıma, titreyen bedenime, en çokta durmadan kendimi cesaretlendirdiğim kelimelerime şahit oluyordu. Çünkü bu yorgandan başka çarem yoktu.
Belki de en çok üzerime aldığım yorgan, duyuyordu beni. Konuşuyordum, bir tek o duyuyordu.
Sakin ol diyordum kendime ve kollarımı bedenime daha çok sarıyordum. Şimdi susacaklar, ama diğer gece yeniden devam edecekler. Olsun, sustuktan sonra uyuyabileceğin birkaç saatin olacak. Ama annem üzgündü, annem ağlıyordu.
Kendime sardığım kolumun birini kaldırıp, parmak uçlarımla yanağımdan çeneme doğru süzülen yaşları silmeye başladım.
Kapı tıklatıldığında, bacaklarımı karnıma daha çok çektim. Kapı açıldı ve annemin narin sesini duydum.
Yorganın altından tutup aşağı doğru hafifçe çekiştirdim. Başımı birazcık yastığın üzerinden kaldırdığımda, gülümseyerek bana doğru bakan annemi gördüm. Elinde tuttuğu küçük pasta, üzerinde ise yanan bir tane mum vardı ve ışığı olduğu gibi yüzüne vuruyordu. Diğer elinde ise bir tabak dolusu kurabiye vardı.
Pastaya şaşırmıştım ama bir tabak dolusu kurabiye görmek, daha çok heyecanlandırıyordu beni. Annem yatmadan önce her zaman kurabiye getirirdi çünkü bana.
“İyi ki doğdun anneciğim!” deyip içeri girdi. Bakışlarım hemen komodinin üzerinde duran saate kaydı.
00.03
Geceye yarısını üç dakika geçmişti.
“Bugün benim doğum günüm mü?” dediğimde, yorganı üzerimden atıp doğruldum. Başını salladı annem, onaylayan mırıltı çıkarırken. Doğum günümü unutmuştum. Küçük olduğum için bazı şeyleri, hatırlamakta güçlükte çeksem de, kendimle olan şeyler bazı şeyler silinse de, babam ve anneme olan ait şeyler silinmiyordu. Doğacak kardeşim içinde bu geçerli olacaktı.
Bana doğru gelirken elindeki pasta ve bir tabak dolusu kurabiyeyle birlikte, bir anda durdu ve inleyerek dişlerini sıktırdı. Gözlerim irice açılırken, hemen bacaklarımı yataktan indirdim, anneme koşup yardım etmek için ama sesi durdurdu.
“Kardeşin,” dedi derin nefes alırken. Gülümsemeyi de ihmal etmiyordu. “Çok yaramaz Toprak.”
Bakışlarım karnına indi. Epey şişmişti. Az bir zamanı kaldığını, sonunda kardeşimi görebileceğimi söylüyordu annem. En çokta buna sabırsızlanıyordum. Ama annem eskisine göre farklı görünüyordu. Her geçen gün zayıflıyor, giydiği kıyafetleri üzerine olmamaya başlıyordu.
Mesela saçları önceden daha sıktı. Ördüğünde, ne kadar döküldüğünü görebiliyordum. Bazen onu, banyo yaptıktan sonra, aynanın karşısında saçlarını tarayışını izliyordum, lavabonun mermerine kollarımı dayayıp alttan yüzüne bakarken. Zemine binlerce tel kopup düşüyordu. Onları yerden toplayıp avuç içimde ömür boyu saklamak istiyordum. Ama hiçbirini kurtaramıyordum!
Sonra gülümseyerek bana bakıp, tarağın dişlerini temizliyordu annem. Tarağın üzerinde, kafasından daha çok saç olurdu. Sorun yok, der gibi baksa da, üzüldüğünü görebiliyordum. Gözleri dolu dolu olurdu çünkü. Ama o sıcak tebessümü, hâlâ yüzünde olurdu, bana bakarken asla silmezdi.
“Hadi pastanı üfle.” Dedi annem yürümeye tekrar başlarken. Tam önümde durdu. İçinde kurabiye olan tabağı komodinin üzerine koydu ve zorlansa da dizlerini kırıp önümde çömeldi, iki eliyle de küçük pastayı tutmaya başlarken. “Artık bu gece yedi yaşına girdin,” gülüşü büyüdü. “Kocaman adam oldun.”
Doğum günüm umurumda değildi. Bakışlarım sadece, annemin bir savaştan çıkmışçasına ki halindeydi.
Gözlerinin altı şişmiş, kızarmıştı. Sesi pürüzlüydü. Ağlamaktan kısılmış, çatallaşmıştı. Yanaklarından, az önce geçip giden gözyaşlarının izleriyle doluydu.
Parmak uçlarımla, yanağına dokundum. Annemin içi titredi. Gözlerini kapadı, dudaklarını ağzının içine yuvarlarken. “Yine ağladın değil mi?” diye sordum kısık sesle.
Annem derin bir nefes alıp burnunu çekti, gözlerini geri açarken. Ama bana bakmadı, bakışları zemindeydi.
“Babam yine ağlattı değil mi seni?” diye sordum bu sefer. Parmaklarım, birkaç saniye yanağının üzerinde gezdirip yanıma indirdim.
Babam eve gelmezdi. Zar zor görürdüm yüzünü. Hep işinin olduğunu, evde durmak istemediğini söylerdi. Bizimle vakit geçirmezdi! Geldiği zamanlarda da, annem ile kavga ederdi. Gelmemesi daha iyiydi.
Bir elin parmağını geçemeyecek kadar aile sofrasında bulunmuştu. Genellikle o masada; bir ben, bir de annem olurdu. Sessiz geçen her akşam yemeği gibi! Ama annem yüzünü şekilden şekle sokar beni güldürmeye çalışırdı. En sevdiğim yemekleri yapmaya özen gösterirdi.
Annem yutkundu. Dudaklarını ıslatıp zor da olsa gülümsemeye çalışarak yüzüme baktı. “Bugün senin doğum günün.” Dedi sesi titrerken.
“Evet,” deyip başım ile onayladım. “Hatırladın anne.” Gülümsedim.
Pastaya baktım. Hazır alınmışa benziyordu çünkü annemi bunu yaparken görmemiştim. Çünkü annem hamileydi ve durmadan öksürürdü. Bakışlarım bu sefer kurabiyeye kaydı. Ama onları kendisi yapmıştı biliyordum. Hep o yapardı.
“Ben pasta yemeyeceğim.” Dedim anneme tekrardan bakarak. Annem güldü. “Tamam, kurabiyelerden yiyebilirsin. Senin için yaptım onları.” Dedi. Gülümsedim bende, annemin gözlerinin içine bakarken. “Hadi,” pastayı gösterdi annem. “Bir dilek tut.”
Başımı sallayıp, yatağın kenarlarına tutundum, hafifçe pastaya doğru eğilirken. Lütfen Allah’ım, dedim içimden gözlerimi kapatırken. Annem ve babam bir daha kavga etmesin. Annemi mutlu et. O mutlu olmayı çok hak ediyor. Deyip gözlerimi araladım, anneme bakarken. İçi kıpır kıpır oluyormuşçasına yüzüme bakıyordu.
Annem ve babam bir daha kavga etmedi çünkü annem mutlu olduğu yere gitmişti. Dileğim gerçekleşmişti.
“İyi ki doğdun, hayat verenim.” Dedi annem, alnıma öpücük bırakırken. Pastayı komodine koydu, kurabiyeden bir tane alıp bana verdi. Bir ısırık aldım. Annem çok güzel kurabiye yapardı. Sevgisini kattığına emindim. Hepsini yedikten sonra, yatağa sırt üstü uzanıp duvara doğru kaydım. Yorganın da ucundan tutup, yanıma gelmesi için anneme baktım, istekli gözlerle. O da anladığında, gülümseyerek yanıma uzandı.
Kolumu bedenin etrafına doladığımda, canını yakmayacak bir şekilde sıkıca sarıldım. Karnı yüzünden kolum biraz havada kalmıştı. Annem, hemen parmaklarıyla saçımın önüyle oynamaya başladı.
“Siz benim her şeyimsiniz.” Dedi annem kısık sesle. Gözlerimi kapattım. “Kardeşimin adını ne koyacağız anne?” diye sordum, başımı göğsüne iyice yerleştirirken.
“Güneş.” Dedi annem. “Varlığıyla hayatıma ışık olsun diye.” Gülümsediğini işittim. “Sen bana tutunacak dal verdin,” burnunu çekti. “Adınla bana hayat verdin.” Dedi. “O da üçümüze ışık olacak.”
Güneş; kız kardeşim varlığıyla ışık olacaktı hayatımıza.
Annemin söyledikleri gülümsetti beni.
Annem bedenini bana döndürdü. Kollarının arasına aldı sıkıca ve yanağımı sıcak göğsüne yasladım, kollarımı iyice bedenine sararken.
“Yeniden iyi ki doğdun.” Dedi annem ve saçlarımın üzerine uzun ve sert bir şekilde öptü.
Babam gitmişti. Babam hep giderdi.
Annem kalmıştı. Annem hep kalırdı.
Ve bu gece doğum günümdü. Ve kutlayan hep annem olurdu.
GÜNÜMÜZ;
Ev, kimisi için huzur bulduğu, kaçıp varmak istediği ya da sadece, sessizce oturup bir köşede anlaşılmayı beklediğin dört duvardan oluşan bir yerdi. Ama benim için ev sadece, mezarlıktı.
Diri diri gömüldüğün, nefes almak için sadece yukardan; ince uzun, içi pislik dolu bir borunun uzatıldığı, işte yaşaman için gerekli olan bunlar diyerek, bırakılıp gidilen ucuz bir yerdi.
Evim olmamıştı bu zamana kadar benim. Ev diye sığındığım bir yerim olmamıştı. Tabii ki üç sene önceydi bu. Şimdi ise denize bakan bir evim vardı. Bir çift mavi gözde, denize bakan evimi bulmuştum ben.
Motosikleti durduğumda, ayaklarımı iki yana koyup, tam karşıdaki okul binasına baktım. Saat yine sabahın yedisiydi. Yine herkeste önce gelmiştim. Ya da erken gelmeyi ben istemiştim. Ev dedikleri yerden kaçıp kurtulmak için varmak istediğim tek yerdi okul, çünkü ev diye sundukları mezarlık, her geçen gün beni boğuyordu.
Kaskı da çıkarıp motosikletin üzerine bıraktığımda, tek omuzuma astığım çantamı düzeltip, okul binasına doğru yürümeye başladım ama ayaklarım oraya gitmek istemiyordu ilk defa.
Durdum ve boynuma taktığım yeşil atkının uçlarından tutarak, bakışlarımı omuzumun üzerine çevirip arkama baktım.
Görmek istediğim kişiyi bulmak istedim. Fakat kimse yoktu. Ama her sabah olurdu.
Her gün okul binasına girene kadar beni takip eder, onu görmediğimi sanarak minik adımlarla, arkamdan gelirdi. Ne zaman ki arkamı dönüp baksam, küçük bedenini bir yere saklamaya çalışırdı ama asla başarılı olamazdı çünkü rüzgardan uçuşan ipeksi saçlarını görebiliyordum. Ya da korkuyla inlemelerini. Saklandığı yerden, gizlice başını çıkarıp gidip gitmediğime bakmalarını. Gitmediğimi görünce, tekrar saklanmasını. 3
Hepsine tek tek şahit oluyordum, o fark etmese bile.
Dudaklarımda minik bir tebessüm oluştu, hâlâ arkama bakıyorken. Bugün günlerden Salı’ydı. Dün gelmedi, Cuma günü de gelmedi. Hafta sonu hiç göremiyordum onu. Bugün de gelmezse eğer, koca beş günü onu göremeden geçirecektim.
Gözlerim atkıyı buldu ve ucundan tutup burnuma yaklaştırdım. İlk sardığında, bahar gelmiş, kırların üzerinde uzanıyorum sanmıştım. Bin bir çiçek gibi kokmuştu atkı. Huzur dedim o an, dilim alınacak kadar heyecan basmıştı. Ama Kar Tanesi benden bile heyecanlıydı. Titreyen ellerini nasıl saklayacağını bilemiyordu. O hali aklıma gelince kıkırdadım.
Derin bir iç çektim, elimi cebime atıp telefonumu çıkarırken. Kayıtlardan kişiyi bulup kulağıma götürdüm telefonu ve kapatılmasına ramak kala açacağını bildiğim kişinin aramayı cevaplamasını bekledim.
Telefon açıldı, kapatılmasına ramak kala ve bu beni güldürmüştü.
“Anneanne’mmm.” Dedim, hattın diğer ucuna.
“Kuzummmm.” Diyerek cevap verdi anneannem hemen. “Toprak’ım, Havva’mın armağanları.”
Sesi titremişti yine her zamanki gibi. Yutkundum, geçmek bilmeyen genzimin acısına rağmen.
“Nasılsın anneanne, ilaçlarını aldın mı?” diye sordum, konuşmak zorda olsa.
İlaçlarını unuturdu anneannem. Sabahları ona ben hatırlatırdım, yoksa gün boyu içmez daha kötü olurdu.
“Aldım Toprak’ım, aldım. Sizi özlüyorum kuzum, ne zaman geleceksiniz yanıma? Güneş kızım nasıl?”
Sorularını hızlı ve arka arkaya soruyor çünkü evde olduğumu, yine onunla konuşmalarımın engelleneceğini, arayıp gitmemem için baskı uygulayacaklarını düşünüyordu.
“Güneş iyi. Sınavlarım var anneanne, onlar bitsin hemen yanına geleceğiz.” Dedim, sesimi iyi tutmaya çalışarak.
Özlemiştim onu. Uzun süredir de göremiyordum, fakat bu sefer tek gitmeyecektik. Yanımıza bir misafir daha gelecekti.
“Sınavlarına iyi çalış, yemeğini aksatma kuzum.” Duraksadı. “Sen ilaçlarını aldın mı Toprak’ım.” Aldığı nefesler titredi. “N’olur aksatma ilaçlarını, n’olur.” Dediğinde, derin nefes aldım, sıkışan göğsüm kalbime baskı yapsa da.
Birkaç gündür ilaçlarımı aksatıyordum çünkü o gereksizin eve geleceğini öğrenmiştim. Bu da aldığım ilaçları unutmamı sağlıyordu ve bunun yan etkilerini gayet iyi görüyordum bedenimde. Ağrılar ve yaralar yine baş göstermişti tenimde.
Dudaklarımdan kesik bir nefes, boşluğa doğru düşerken, gözlerim kaçmak ister gibi bu durumdan, etrafa göz gezdirdi. “Aldım anneanne, merak etme!” dedim yalan dilimin ucunu yaksa da. Almadığımı söylersem eğer, anneannem üzülürdü ve ben daha çok üzülürdüm. Ona kıyamazdım ben.
“Çok şükür çok şükür. Siz bana Havva’mdan armağansınız, ondan tek kalan canlarsınız.” Ağlamaya başladı. “Dikkat et kendine.” Dedi ağlamalarının arasından. Bakışlarım boşluğa sürüklenmişti. Tek varlığı vardı ve ondan geriye tek şey, ikimizdik. Şimdi anneannem, hiç olmadığı kadar bize bağlanmış, bir şey olacak diye ödü kopuyordu.
“Okula gideceğim anneanne, sonra ararım yine seni.” Dediğimde, ağlamalarının arasından, “tamam, seni seviyorum kuzum, dikkat et.” Dedi ve onu hiç beklemeden telefonu kapadım. Cebime koymadan önce sesli bir nefes vermiş, son kez arkama bakmıştım.
Her sabah olduğu gibi yine gitar odasında olacaktım. Ders başlayana kadar burada ve gitar çalıp zamanı dolduracaktım ama asla yalnız olmazdım bu yerde. Çünkü odanın içinde ben varsam, dışında ise o vardı. İkimizdik! Ben çalardım, o dışardan dinlerdi şarkılarımı.
Gözlerim, sandalyenin üzerinde bıraktığım gitarımın üzerindeyken, gülümseyerek adımlarımı ona doğru attım. Sapını tutup düz tarafını kendime doğru çevirirken, alt dudağımı dişlerimin arasına alıp kemiriyordum, şapşal bir gülümseme daha fazla yüzümde yer almaması için.
Ona bıraktığım kırmızı kanatlı kuğu origamisini Perşembe günü almıştı.
Beni takip ettiği her yere bırakırdım. Sahanın kapısına, çantasına, gitarımın üzerine…
Fakat bu sefer üzerine kar tanesi çizmiştim. Çünkü ilk defa annesinin ona öyle seslenişini duymuştum. Lakabı Kar Tanesi’ydi. Gerçek bir kar tanesiydi. Farklı ve güzel…
Gözleri, buz tutmuş masmavi göl…
Çok belli olmayan çilleri, yeryüzüne düşen birer kar tanesiydi.
Sandalyeye oturup gitarı dizlerimin üzerine koydum. Arkamı yine kapıya döndüm çünkü artık alışkanlık olmuştu bende. Onu gördüğümü düşünmesin diye hep arkamı dönerdim. Yine orada olacağını sanıyordum. Beni dinleyeceğini…
Son kez omuzumun üzerinden geriye doğru bakıp kapıyı kontrol ettim. Benden başka kimse yoktu! Derin bir nefes aldım burnumdan ve önüme döndüm.
Parmaklarım gitarın teline dokunduğunda; dilime pelesenk olan şarkıda, aklıma sadece, kalbimde olan Kar Tanesi geliyordu. Gözlerim kapandı, şarkının sözleri dudaklarımdan dökülmeye başladığı anda. Ve karanlıkta, buz tutmuş mavi göl misali bir çift göz belirdi, utangaç gülümsemesiyle.
****
Gitar odasından çıkmıştım. Öğrenciler okula gelmişti artık. Ses kirliliği olduğu gibi her yerdeydi. Sınıfa doğru çıkıyordum. Perşembe günü yaşanan olayı elbette biliyordum. Sınıf arkadaşlarım ve diğer sınıftan tanıdığım kişiler mesajı ekran görüntüsü alıp bana atmışlardı. Ama ben çoktan ekran görüntüsü alıp saklamıştım galerimde.
Önce bir şaşkınlık almıştı beni, sonra ise aptal aptal bir gülümseme…
Şimdi ise Cuma sabahından başlayan olay, Pazartesi gününe kadar gelmiş hiç azalmadan devam etmişti. Meraklı gözler üzerimde birkaç saniye duruyor ardından fısır fısır konuşmalar ve gülüşmeler kulağıma kadar geliyordu. Çoğu da saklamak zorunda kalmıyordu. Bilerek belli ediyorlardı.
Diğer günlere nazaran, bakışlar da ve konuşmalarda azalma vardı, çünkü yeni bir dedikodu siteden yayılmaya başlamıştı bile. Orada bir hesabım yoktu fakat Ahsen, her konuyu bana atar konuşmak için bahane bulmuş olurdu.
Kar Tanesi’nin sınıfının önünde duraksadım. Başımı usulca içeriye doğru çevirdiğimde, gözlerim başka yere çarpmadan direkt onun sırasında durdu. Orta sıranın, üçüncü masasında oturuyordu.
Diğer günler gibi bugünde gelmemişti.
Sırasında oturan kişiler ise Okan ve Zelem’di. Okan sırtını Zelem’in göğsüne yaslamış, önündeki grupla konuşuyordu. Zelem ne kadar bu durumdan memnun değil gibi görünse de, Okan’ı yanından göndermek için epey efor sarf ettiğine emindim. Fakat sakin gözüküyordu, inanılmaz bir şekilde.
Zelem ise arka sırada oturan Cıvıl ve Togan ile konuşuyordu.
Sınıfın önünde fazla durmayarak, kendi sınıfıma girdim ve sıraya oturarak camdan dışarıyı izledim fakat çok geçmeden ön sıraya oturan Ahsen ile dikkatimi ona verdim.
“Günaydın Toprak.” Deyip gülümsedi, ayak ayak üstüne atarken. “Günaydın.” Dedim isteksiz bir şekilde ve yanağımı avuç içime yasladım. Ahsen bizim sınıftan değildi, diğer şubedendi. Fakat çok fazla uğrardı buraya.
“Moralin hâlâ bozuk değil mi?” diye sordu sesini üzülmüş gibi tutarak.
“Şu kız ya.” Deyip göz devirdi. “Herkese rezil etti seni. Sen kim o kim yani.” Alaycı bir şekilde güldü.
Kaşlarım bu sefer öfke ile çatıldı. Kimden bahsettiğini anlamıştım. Onun hakkında bu şekilde konuşamazdı!
“Tipine bakmadan senden hoşlanması da ayrı bir komik. Pörtlek mavi gözleri, iğrenç yağlı saçları, cılız vücudu,” deyip tiksinerek bedeni elektrik akımına uğramış gibi titredi. “Iyy gerçekten.” Elini elimin üzerine koydu sanki fark etmemiş gibi. “Bir de yani hiç görmedim de okulda, bizim amigo takımdaki kızın arkadaşıymış!”
Elimi, elinin altından hızla çektim. Bakışları oraya indi. İfadesi, bu duruma bozulsa da hemen toparladı bana bakarken.
“Görmediğini söylüyorsun fakat kızın fiziksel özellikleri hakkında çok şey biliyorsun!” dedim, yüzüne dik dik bakarak.
Güldü fakat söylediklerime bozulduğunu belli eden bir tondu.
Geriye yaslandım, parmaklarımın arasında kalemi çevirirken. “Ayrıca çok güzel.” Dedim mırıldanarak. Gözleri pörtlek değildi. Birden fazla bakılacak kadar güzeldi. Saçları ipek gibiydi. Rüzgar olmak isterdim, saçlarına bir kere dokunup koklamak için.
Bana baktığını yakaladığımda, gözlerini kaçırışı geldi aklıma. Ardından, utangaç gülümsemesi ve aldığı sık nefesleri. Biliyordum ki ben ona baktığımda, hep utanırdı.
Ahsen’in kaşları çatıldı. Çenesini dikleştirdi, dudakları düz çizgi halini alırken. Söylediğim onu kızdırmıştı.
“Kalk kız şurdan!” diyen Okan yanımızda belirdiğinde, Ahsen’in kolundan tutmuş, hızla yerinden kaldırıp kenara itmişti.
“Napıyorsun ya?” dedi Ahsen, öfke ile. “Mal!
İstemeden kıkırdamıştım, kendimi tutamadan.
Okan, Ahsen’in kolunu bırakıp bacağına sürttü elini. Zelem’den başkasına dokunmak haram geliyormuş ona. Bu yüzden dişi sineğe bile dokunmamaya özen gösteriyordu.
“Yürü yürü, yanlışlıkla oldu!” dedi Okan ve Ahsen’in oturduğu yere oturup bacak bacak üstüne attı. “Naber ortak?” deyip göz kırptı bana.
“İyi ortak. Senden naber?” dedim gülümserken.
Ahsen kızgın bir boğa gibi burnundan soluyup, Okan’a küfür ede ede yanımızdan ayrıldı.
Çenesini elinin altına yasladı ve imalı tebessümü büyüdükçe büyüdü ve bu sefer de kıkırdamaya başladı Okan, hiçbir şekilde Ahsen’in söylediklerini takmayarak. “Bizim Belfü,” deyip kaşlarını kaldırıp indirdi hızlı hızlı. “Sana abayı yakmış!”
Utanmış bir şekilde gözlerimi kaçırdım. Lanet olsun utanmıştım!
Fakat çokta mutlu olmuştum. Tabii herkes gibi beni de şaşırtmıştı ne yalan söyleyeyim. Zaten o davranmasaydı ben ilk adımı atacaktım. Ama o da belki! Çünkü içinde olduğum savaş, ben ve yakınmadaki herkesi mahvediyordu. Onu da bu savaşa çekemezdim. Çünkü bilirdim ki o, savaşın ortasında kalırdı. Sağ çıkamazdı!
Dahil edip etmemek konusuna çok kararsızdım!
“Olum cevap versene.” Dedi Okan ve kolumu dürtükledi. “Sana da yazdım görüldü attın!”
“Ne malum olum benim olduğum?” deyip kalem ile oynamaya devam ettim başka yerlere bakarken.
“Ha siktir la!” dedi Okan, elini havaya savururken. “Kantinci Toprak abiye gönlünü kaptıracak değil ya! Üçlerden bir Toprak sen varsın zaten.”
Dudaklarımı üst üste bastırdım, içimde kopmak isteyen gülüşü bastırmak için.
Ee haklıydı Okan, benden başka Toprak yoktu!
Masanın üzerindeki telefonum titrediğinde, ekrana baktım ve aynı saniyelerde kaşlarım çatıldı.
Sadece baş harfini kaydederek bile adam yerine koymuş oldum onu.
H: Doktor randevusuna gitmiyormuşsun, babam söyledi.
Her şeyi ispiyonlamasa şaşırırdım.
H: Gelince bu durumu konuşacağız.
“Yine o adam mı?” diye sordu Okan. Sesi bir anda üzgün çıkmaya başladı.
Okan’a da o kelimeyi yasaklamıştım ve dediğim günden bu yana da asla o kelimeyi kullanmamıştı.
“Arada bu şekilde rahatsız ediyor!” dedim başımı iki yana sallayıp sıkıntılı bir nefes verirken.
“Sikeyim ya!” dedi Okan homurdanarak.
“Biliyor değil mi?” diye sordu kaşlarıyla telefonu işaret ederek. “Kesin biliyor ki, çıkmak zorunda kaldın!”
Başım ile onayladım. “Dedem öğrenir öğrenmez hemen yetiştirdi!”
“Bak kardeşim eğer ihtiyacın varsa,” eğildi masaya doğru, etrafa çok kısa kolaçan ederek. Kimsenin duymasını istemiyordu. “Ben sana para veririm. O it deden ve,” gözlerini öfke ile açıp kapadı. “Özür dilerim kardeşim demek zorundayım.” Biraz daha eğildi. “Baban olacak şerefsizden alacağına ben sana veririm!”
Elini omuzuna koydum dostça. “Düşünmeyen yeter kardeşim.” Dedim.
“Üç ablam olmasına rağmen,” dedi ve o da elini omuzuma koydu. “Bir erkek kardeş nasıl olur bana hissettirdin. İyi ki varsın gardaşım.”
Burukça gülümsedim. “Sen de Okan’ım.”
Geri çekildi. Kaşlarını havaya kaldırıp parmak sallamaya başladı. “Vallah’a ihtiyacın olup da istemezsen ümüğünü sıkarım!”
Gülerek, “söz olunca senden isteyeceğim. Zaten bir sensin bir de Bahri.” Dedim.
Parayı evdekilerden istemek yerine part-time işlerde çalışmaya başlamıştım. Anneannem de bize, emekli maaşından haçlık gönderiyordu fakat onun ilaçlarına ve kendisine zor yetiyordu ondan da almak istemediğimden, bu yollara başvurdum.
En son Metoş abinin mekanın da iş bulup, geceleri orada gitar çalmaya başlamıştım. Her şey güzel gidiyordu. Para ihtiyacımı en azından karşılıyordum. Fakat dedem öğrenip babama söylediğinde, çıkmak zorunda kalmıştım.
“Bak hele, sen ilaçlarını alıyor musun?” diye sordu Okan bir anda kaşlarını çatarak.
“Birkaç gün aksattım.” Dediğimde Okan’ın gözleri fal taşı gibi açıldı.
Hızla yerinden kalktığında, anlam veremedim. Sınıfın önüne gitti ve iki parmağını ağzına götürüp ıslık çaldı. “Gel oğlum.” Dediğinde, dokuzuncu sınıflardan bir çocuk gülümseyerek Okan’ın önünde durdu. Okan cebinden para çıkarıp çocuğa uzattığında, çocuk parayı aldı ve Okan’ın söylediklerini dinlemeye başladı. Çocuk, hızla başını salladı ve Okan’da onun saçlarını okşadığında, çocuk koşmaya başladı.
“Noldu oğlum?” diye sordum tekrar sıraya doğru gelen Okan’a. “İlaç çantanda mı?” diye sordu Okan. Onayladım. “Çıkar şimdi. Çocuğu su almaya gönderdim.”
Dudaklarımı ıslatıp başımı iki yana salladım, hafifçe.
“Olum, ilaçlar aksatılır mı? Düzenli kullan onları!” dedi Okan, kızgın ve bir o kadar da önemseyerek.
“Dedemin sokak ağzı versiyonu gibi konuştun.”
“Bizde yaşlanıcaz oğlum. Torunlarımla hep sokak ağzıyla konuşucam ben. Sen de o vizyonlu, ulan dedeye bak siyasi görüşü var, denilen tiplerden olucaksın!” deyip kahkaha attı.
Yüzümü buruşturdum. “Ne biçim hayal dünyan var lan senin?” dedim, gülmeme engel olamadan.
“Ama senin torunların da beni çok sevecek. Yalvaracaklar bana gelmek için.” Dediğinde, “ahlaklarını bozmak için iyi bir yer senin yanın. Hem getirmem yanına kusura bakma.” Dedim gülerek.
“Ben gelirim.” Kollarını iki yana kaldırıp kaslarını göstermeye başladı. “O zamanda fit bir adam olurum. Bana sökmez dağ bayır.”
O sırada elinde bir poşetle su almaya gönderdiği çocuk geldi nefes nefese. “Getirdim Okan abi.” Dedi elindekini uzatırken. “Eyvallah yiğido.” Dedi Okan ve poşetin içindeki suyu çıkarıp bana verdi. Poşetin içinde ise birkaç tane çikolata vardı ve poşeti olduğu gibi çocuğa uzattı. “Al bunlarda senin ödeneğin.” Dediğinde çocuk gülerek alıp gitti.
“Eyvallah.” Dedim Okan’a ve çantamdan ilacımı çıkarıp içtim.
Okan iyi bir dosttu. Nadir bulunurdu ve onu bulduğum içinde kendimi şanslı hissediyordum.
Bu sefer okulun sonuna kadar kalmıştım. Herkes gitmişti. Sınıfta biraz oturduktan sonra, sinirimi stresimi atmak için basketbol oynamıştım saha da. Buranın güvenlikçisi alışmıştı bana artık. Biliyordu, okul dağıldıktan sonra birkaç saat durduğumu. İzin verirdi bu yüzden.
Eve gitme vaktim gelmişti her ne kadar istemesem de. Ama son bir işim kalmıştı ve kendimi Kar Tanesi’nin sınıfında bulmuştum. Sırasının önünde durmuş, Fizik kitabının arasına ve artık hem maviyi hem beyazı hem de yeşili sevdiren bu kız için, yeşil kanatlı kuğu origamisi yapıp bırakmıştım. Üzerine ise kar tanesi çizmiştim.
Benim bıraktığımı biliyor muydu, bilmiyorum ama, bilmese bile ben ona her zaman her renkten kanatlı kuğu origamisi yapıp bırakacaktım.
Boynumdaki yeşil atkıya bakıp gülümsedim ve arasına bıraktığım Fizik kitabını masasının altına koydum.
14 Ağustos 2015;
♪Jordan Critz-Novella
Merdivenin başındaydım. Ayaklarım yalın, bacaklarımın etrafına sardığım kollarım ile çenemi diz kapaklarımın üzerine yaslamış salonda tek başına bir oraya bir buraya giden annemi izliyordum.
Herhangi bir geceydi ve annem babamı bekliyordu.
Uzun süredir izlediğim annemden bakışlarımı çekip, geriye doğru bedenimi hafifçe yatırarak, aralıklı duran kapıdan içeriyi kontrol ettim. Güneş’i. Canım kız kardeşimi.
Önüne en sevdiği oyuncakları dökmüştüm ve içlerinden birini almış, dişleriyle eziyordu.
Ona baktığımı fark ettiğinde, oyuncağı ağzından çekip gülümsedi. Bende ona el salladım. Daha el sallamasını bilmiyordu ama gülümsemesi bile yeterdi bana.
Annem, Güneş’i uyurken yanıma bırakıp gitmişti. Fakat Güneş yarım saat içinde tekrar uyanmıştı.
Ben yine uyuyamıyordum çünkü her gece olduğu gibi babam ile annem yine kavga edeceklerdi, biliyordum.
Dışardan anahtar sesi gelmeye başladığında, hızla yerimden kalkmış, odaya fırlamıştım. Güneş’e gülümseyip sus işareti yaptığımda, önümü kapıya dönüp minik bir aralık bırakacak şekilde kapadım.
Babam ya da annem onları dinlediğimi düşünmemeliydi.
“Sonunda evin yolunu bulabildiniz beyefendi!” dedi annem sinir ve alayla karışık.
“Zehir etme bana Havva!” dedi babam sesli nefes vererek. “Birkaç şey vardı onları alıp gideceğim!”
“Niye o zaman aldattığın kadınların yanından geliyorsun buraya?” dedi annem. Ama bağırmıyordu. Sesi cılızdı, güçsüzdü. Burnundan alayla güldü sonra annem. “Son bir ceketin kaldı evde. Her şeyini götürdün!” dedi.
Babam bir sesli nefes daha verdi. Öfkesini buradan bile duyumsayabiliyordum. “Bıktım senden Havva, bıktım!”
“Bıkarsın tabii. Artık beni beğenmiyorsun, sana güzel gelmiyorum da ondan!” dedi annem ve o anda öksürmeye başladı.
“Git o orospularının yanına! Gelme evime!” dedi annem yüksek sesle. İlk defa sesi şimdi gür çıkmıştı.
Hızla kapıyı kapatıp, Güneş’in arkasına geçip oturarak bacaklarımın arasına aldım kardeşimi ve kulaklarının ikisini de ellerimle kapadım. Onun bunları duymasını istemiyordum. Ben çok maruz kalmıştım onların kavgalarına ama kardeşim huzurla, kötü cümleler duymayarak büyüsün istiyordum.
Güneş, başını arkaya çevirip bana bakmaya başladı. Anlamıyordu ne yaptığımı. “Abiciğim.” Dedim gülümseyerek. Güneş’te sesimi duyar duymaz gülmeye başladı. Dişleri yeni yeni çıkıyordu. Oyuncağı kemirdiğinden, çenesi dudaklarının kenarı hep salya olmuştu.
“Abin seni çok seviyor Güneş.” Dedim kısık sesle gülümserken. Gözlerim ara sıra kapıyı yokluyordu.
İkisinin de sesi aşağıdan boğuk bir şekilde geliyordu odaya. Benim kulaklarımı kimse kapatmamıştı ama ben Güneş’in kulaklarını kötü şeylerden korumak için hep kapatacaktım.
Sesler kesildi aşağıdan birkaç dakika sonra ve içeri annem girdi elindeki kurabiyeyle. Tebessüm ederek, bize bakıp karşımıza oturdu. Tabağın içindeki kurabiyenin birini bana uzattı. Elinden alıp ısırdım. Annem gibi kimse yapamazdı kurabiye. Annem en güzelini yapardı.
“Sizi çok seviyorum.” Dedi annem. Güneş kollarını iki yana açtı, annemin onu kucağına alması için. “Bizde seni seviyoruz anne.” Dedim onu incelerken. Yüzü içe doğru çökmüştü. Gözaltları morarmıştı. Teninin üzerinde çürükler meydana gelmişti. Fakat sıcak bakışı, içten gülümseyişi değişmemişti.
Annem, Güneş’i kucağına alırken zorlanan sesleri çıkarmıştı. Dizlerinin üzerinde kayıp yanıma geldi ve kolunun altına beni aldı, bir bacağının üzerine ise Güneş’i oturtturdu.
“Sen benim hayat verenimsin Toprak,” dedi annem, yanağını başımın üzerine yaslarken. Bende başımı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapadım. “Güneş’te hayatıma ışık veren.” Dedi yeniden.
“Sende bunların hepsisin.” Dedim. “Sen olmasaydın biz olmazdık anne.”
Bakışlarımı yüzüne kaldırdım alttan. Gülümseyerek bana bakıyordu annem. “Sen her şeysin anne.” Dedim. Saçlarımdan öptü. Sonra da Güneş’i öptü. “Sizde benim her şeyimsiniz.” Dedi annem, yanağını tekrardan başıma yaslarken.
Birkaç ayımız hep böyle geçmişti ve bir gün annem ve babamın sesi aşağıdan gelmemeye başladı. Güneş kucağımdaydı ve ikimizde, annem ve babamın odasının önünde dikiliyorduk. Babam son kavgasını annem ile yapmış, bir daha eve gelmemişti. Annem ise erimişti. Yatağından kalkamıyor, sesi çıkmıyor, bir deri kemik kaldığı bedeni, kıyafetlerinin içinde esiyordu.
Bu süre zarfında Güneş’e ben bakıyordum. Onu yediriyor, içiriyor, sonra da uyutuyordum. Güneş’in hem annesi hem babası hem de abisi olmuştum. Ama ya ben… Anneannem vardı, elbette. Yetiyor muydu? Bir anne ve baba kadar değil! Güneş’e de, bana da yetmiyordu.
Güneş’i kucağımdayken, kapıyı hafifçe araladım ve yatağın içinde gözlerini bile açmaya hali olmayan annemi gördüm. Başucunda anneannem oturuyordu. Birkaç ayda sık sık gelmeye başlamıştı ve artık gitmek yerine bizde kalıyordu. Memnundum elbette bu durumdan fakat herkes üzgündü.
Durmadan annemle ilgileniyor, bizi içeri sokmamak için elinden geleni yapıyordu. Bende kapalı kapıların arasından izliyordum annemi.
Anneannem, annemin saçlarını okşarken, kolunu başının altından geçirip kaldırmaya çalıştı ve elinde tuttuğu bardaktan su içirmeye çalıştı. Annem bir yudum içmeyi başarsa da, ikinci yudum ağzından içeri girmeyi başaramamış, kıyafetlerine doğu akmaya başlamıştı. Anneannem, gözyaşlarını tutamayıp, elindeki bardağı yan tarafa koyup, hızla ağzını kapadı. Hıçkırıklarının sesini bastırmak istiyormuş gibi geldi.
Yavaşça annemin başını yastığa geri koydu.
Annem, su içemeyecek kadar yorgundu artık!
Annem acıyla sızlandı. Bedeni acıyordu, canı acıyordu. Artık kavgalarının yerini, onun acı inlemeleri almıştı.
Annem çok hastaydı. Hasta olan insanlara ne yaparlardı, nasıl iyileştirirlerdi hiçbir fikrim yoktu. Tek yapabildiğim şey, aralıklı kapılardan izlemekti. Ama kalbim çok acıyordu.
Arkadaşlarla oyun oynarken, oyundan kovulmak gibi değildi…
Yere düşüp dizini kanatmak gibi değildi…
En sevdiğin çizgi filminin bitmesi gibi değildi…
Ya da annen ve babamın her gece süren kavgaları gibi acıtacak türden değildi…
Bu durum çok ama çok canımı yakıyordu. Annemi bu halde görmek, yanımıza bir daha gelememesi, sesini duyamamak, sarılamamak, onunla uyuyamamak… Her şey acıtıyordu.
“Evlat!” dedi biri ve elini omuzumda hissettiğimde, irkilerek arkamı dönmüş Güneş’i daha sıkı tutmuştum. İlk defa gördüğüm adamı korkuyla incelemeye başladım. Saçlarının birkaç yeri beyazlamaya başlamış olan adam, saçlarını özenle geriye doğru yatırmış, burnun kemiğine doğru kaymış siyah çerçeveli gözlük takıyordu.
Çok az üst bedenini bana doğru eğmiş, gülümseyerek yüzüme bakıyordu. Fakat gülümsemesi çok soğuktu. Bir anda üşümeye başlamıştım. “Sen kimsin?” dedim kolumu, Güneş’in sırtına daha çok yaslarken.
“Babanın, babasıyım.” Diyerek, gülüşü genişledi.
Kaşlarım bu sefer havalandı. Ne işi vardı onun burada? Neden şimdi gelmişti?
“Adım, Berzah. Sen de Toprak olmalısın.” Deyip Güneş’e baktığında, yanağından makas almak istedi ve geri çektim hemen. Ona dokunmasına izin veremezdim. Adam bu hareketime kıkırdadı. “O da Güneş olmalı.”
Cevap vermedim. Zaten tanıyor gibiydi bizi.
Dikkatim bir anda Berzah denilen adamın arkasından hızlı hızlı yürüyerek buraya doğru gelen babama yöneldi. Birkaç aydır eve gelmemişti, şimdi ise saçları dağınık, gömleğinin uçları dışarı fırlamış ve ağlamaklı bir ifadeyle buradaydı. “Baba?” dedim şaşkın ve istemeden de olsa içimdeki heyecanla. Ama babam önümdeki adama göz ucuyla bakmış, annemin yattığı odaya girmişti. Ne bana bakmıştı, ne de Güneş’e. Yok saymıştı bizi, görmezden gelmişti.
“Ne işin var ha burada senin? Senin yüzünden bu halde kızım, senin yüzünden!” Aynı saniyelerde anneannemin sesini duydum. Şimdi tamamen, açık duran kapıdan içeri baktığımda, babam anneme bakarak ağlıyordu. Elini yumruk yaparak ağzına yaslamış, annemin başucunda ayakta dikiliyordu.
Anneannem ise kolundan tutmuş, çıkması için çekiştiriyordu.
Annemin yüzü ise bana dönüktü. Gözleri kapalıydı. Zayıf kolları, iki yanında yorganın üzerindeydi. Babama bağırmıyordu. Kavga etmiyorlardı.
“Havva.” Dedi babam sessiz ağlamalarının arasından. Annemin adı, ilk defa babamın dudaklarından acıyla dökülmüştü.
“Senin yüzünden, senin yüzünden!” diyordu anneannem durmadan.
Babam dizlerinin üzerine çöktü. Annemin dökülen saçlarının üzerine koymak istedi ellerini ama hava da kaldı. Başını eğdi. Gözlerini yumdu. Bir avuç gözyaşı yanaklarından döküldü. İlk defa böyleydi. İlk defa babam bu kadar çaresiz ve üzgündü.
Anneannemin dehşetle açılan gözleri bu sefer kıpırdamayan anneme indi. Annem ikisini de, tepki göstermiyordu!
Babamın da gözleri dehşetle açıldı ve annemi buldu. “Havva!” dedi o da ve yanaklarına ellerini yaslayıp kendisine doğru çevirdi. “HAVVA!” diye bağırdı.
Olduğum yerde sıçradım, babamın sesine. Güneş’e daha sıkı sarıldım.
Annemin başının altına yerleştirdi kolunu babam.
“HAVVA!” diye yeniden feryat etti. Yanaklarına dokunuyor, gözlerini açması için yalvarıyordu. Anneme ne oldu?
“Senin yüzünden!” dedi anneannem ve annemin ayaklarına kapandı. Yorgana geçirdi parmaklarını, çığlıkları odayı yıkarken. Babam ne yaptı ki?
“Hadi gel.” Dedi varlığını yanımda unuttuğum adam. Kucağımda tuttuğum Güneş’i aldı benden. Olmaz diyemedim, itiraz edemedim. Donup kalmıştım yerimde. Güneş kollarımın arasından çıkar çıkmaz ağlamaya başladı.
Evi yıkan çığlıkların sahiplerine döndüm. Anneannem kızım diye ağlıyordu. Babam şok yüzünden ifadesi donmuş, annemin uyanması için adını haykırıyor, yalvarıyordu.
“Gidelim Toprak!” dedi adam ve buz kesen elimi tuttu.
Kucağında Güneş, bir elinde ben varken, çekiştirerek, odaya arkamı dönmemi sağladı. Bacaklarım birbirine çarpıyor, kulaklarım çınlıyordu. Omuzumun üzerinden geriye doğru baktım, bulanıklaşan görüntülere rağmen.
Babamın kolunun üzerindeki başı aşağı düşmüştü annemin.
Babam anneme sarılıyordu. İlk defa!
Anneannem, annemin üzerindeki yorganın uç kısımlarını, dudaklarının üzerine kapatmış, acı acı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Ağlamayın, bir şeyim yok, demeyip, cümlesinin ardından ise kahkaha atmıyordu. Zaten annem en son ne zaman içten kahkaha atmıştı ki? Gülüşleri ne zaman kulaklarımda yankılanmıştı ki? Sahi, babam annemi ne zaman güldürmüştü ki?
“Sen kızımı öldürdün! Sen benim kızımı öldürdün!” dedi anneannem boğulduğu hıçkırıklarının arasından.
Ben senin dedenim, babanın babasıyım diyen adam bizi evden çıkardı ve gördüğüm görüntü, kapanan kapıyla son buldu.
Babam kaldı. Babam hep giderdi.
Annem gitti. Annem hep kalırdı.
Ve bir daha kimse doğum günümü kutlamadı!
Devam Edecek...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |