6. Bölüm

5. BÖLÜM

Kahveyeşilineaşık
kahveyesilineasik

Bu kurguda geçen her şey hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla herhangi bir ilgisi yoktur.

 

🌙

 

"Anlamadım?" diye mırıldandı sorgularcasına. Gözleri bu sefer kısıktı. Başımı hafifçe sağa yatırırken "Anlaşılmayacak bir şey yok," dedim. "Ben de kendi planımı sundum ve uygulamaya geçirmek için her şeyi yapacağım."

 

"Bir dakika, bir dakika." dedi işaret parmağını havaya kaldırırken. "Terör grubu olarak oyuna devam edeceğiz, hem de sen bizim liderimiz olacaksın, öyle mi?"

 

"Evet," dedim tükenmeye başlayan sabrımla.

 

"Saçmalıyorsun." dedi burnundan soluyarak. "Sence onlar bunu yer mi? Ayrıca kimse bir daha sana güvenmez. Bunca ay tarafsız bir şekilde ortalarda dolaşmışsın. Şimdi tutup da ben örgüt lideriyim diye ani bir şekilde parlarsan tüm dikkati üzerimize çekersin."

 

Kollarımı gövdemde birleştirdiğim esnada alaylı cümlemle araladım dudaklarımı,

 

"Peki ne yapmalıyız çok sevgili komutanım?"

 

Çok değil, kıstığı amberlerini ciddileştirmesi ve "Lider ben oluyorum." demesi yalnızca dört saniye çalmıştı zamandan.

 

Kurduğu bu komik cümle dolayısıyla yüksek bir kahkaha firar etti dudaklarımın arasından. Birkaç saniye ayıplayıcı bakışlarının altında karnımı tuta tuta gülmeye devam ettikten sonra zar zor sakinleştim,

 

"Saçmalıyorsun," dedim nefesimi düzene sokup ciddileştiğimde. "Sana göre değil belki ama kendimi bu konularda oldukça tecrübeli görüyorum. Bu işi sana bırakmam."

 

Aramızdaki boy farkını azaltmak adına üzerime hafifçe eğildiğinde şu sözleri söyledi:

 

"Bu oyunu bu zamana kadar sen oynadıysan sıra bende. Şu andan itibaren dizginler benim elimde ve sen sadece bana itaat edeceksin. Aksi halde seni kısa süreliğine etkisiz hale getirip Hakkari'ye geri götürmem yalnızca birkaç saatimi alır."

 

Kelimeleriyle savaş açıyordu. Ancak şu an sözler değil, yumruklar savaşsaydı çok başka durumda olacaktık. Ne şükür ki sözlerle yetiniyorduk.

 

"Oyunbozanlık yapıyorsun komutan." dedim delici bakışlarımı sarı harelerine hücum ettirirken.

 

"Oyunu kurtarıyorum." dedi. "Hem yine senin planın devreye girdi, buna da şükretmelisin." diye eklerken aynı delici bakışlarım yine üzerindeydi.

 

"Hay hay efendim," dedim histerik bir şekilde. "Ama şunu bil ki, eğer plan istemediğim bir şekilde ilerlerse burayı da, pavyonu da şartsız koşulsuz patlatırım."

 

"Hay hay," dedi aynı benim gibi.

 

Önceki dik konumuna dönerken ben de başımı soluma çevirdim.

 

Gün doğmaya başlamıştı.

 

🌙

 

"Komutanım, peki ya ben ne olacağım?" dedi Mustafa tabureye uzattığı sargılı ayağını okşarken.

 

"Sen çoğunlukla otur mümkünse Mıstık," dedi Murat.

 

"Aman, kapana oturma da." uyarısını yaptı Baturalp. En sonunda, "Murat nasıl olsa hep şoför koltuğunda olacak. Sen de onu yalnız bırakmamak için yanında beklersin." cümlesini kurdu Barlas.

 

"Şimdi bir kere daha üzerinden geçiyorum," deyişiyle bakışlarım yeniden onu buldu. "Ben örgütün lideri, Ahzar Karun. Sizlerse örgütümdekiler ve aynı zamanda korumalarımsınız. Yıllar öncesine kadar Amerika'daydım. Dün seçimlere yetişebilmek için buraya döndüm. Gazinoya geldiğimde Lana'yla tanıştık." dedi bir eliyle beni işaret ederken. "Barda beraber sohbet ederken birden elektrikler kesildi ve geceyi beraber geçirmek üzere çıktık. Arabada giderken köyümün bir başka örgüt tarafından ele geçirilmesine fırsat vermedim ve o gece sizlerle beraber bir örgütü yok ettik. Sabah olur olmaz da gazinoya geri döndük. Soran olursa böyle anlatacaksınız."

 

Herkes suskunken Poyraz elini kaldırıp söz hakkı istedi ve Barlas'tan aldığı işaretle dudaklarını araladı, "Komutanım, çok önemli bir noktayı atladık!" dedi heyecanla. Hepimiz soran bakışlarla birbirimize bakarken tekrar duyduk sesini, "E örgütümüzün adı yok!" dedi en sonunda.

 

"Ben buldum!" diye öne atıldı Ömer. "On Bir Silahşör" derken gözlerinin içi parlıyordu.

 

"O ne lan öyle," dedi Burak ve ekledi, "Kellelerin Efendileri"

 

"Yok, Maymunlar Cehennemi!" dedi Hayrettin siz adam olmazsınız bakışları savururken.

 

"Tofaş'ın Lastiği?" dedi Murat.

 

"Bahtsızın Ayağı?" dedi Mustafa.

 

"Bence Cevahir'in Boklu Donu olsun," diye ekledi Baturalp.

 

"Yok ya," dedi Cevahir. "Batu'nun Hanımcılar Derneği makbul."

 

Barlas elini alnına vurduğunda sessizliğine son veren Gülşah konuşmaya başlamıştı,

 

“Komutanım, burası cehennem. Biz de bu cehennemin bekçileri olalım diyorum, ne dersiniz?”

 

“Olabilir.” dedi Barlas. “Cehennem, örgüt ismi olur. Bekçileri de telsizlerde kullanabiliriz. Aferin Örgülü.”

 

Gülşah, kısık sesiyle “Eyvallah komutanım,” derken hafifçe başını eğdi. Bu görüş herkesin kafasına yatmış ve onaylanmıştı. Saniyeler sonra komutanın önderliğinde ayaklanırken Poyraz’ın bana seslenişini işittim:

 

“Siz de artık üzerinizdeki kamuflajı çıkarın bence.” dedi.

 

Kaşlarımı kaldırıp küçümser bakışlarımı üzerinde gezdirirken, “Ne o, yakıştıramadın galiba?” cevabını verdim kinli bir tınıyla.

 

“Ne alakası var hanımefendi? Yakalanmayı göze alabiliyorsanız hiç çıkarmayın,” dedi bu sefer de.

 

“Haklısınız beyefendi,” dedim kelimeleri vurgulayarak. “Gönül isterdi kokana kadar giyeyim ama malum, gizli görev.”

 

Laf dalaşını bırakıp kulübenin kiler sayılabilen küçük odacığına geçip lacivert saten elbisemin ip askılarını dikkatlice geçirdim omuzlarımdan. Saçlarımı ellerimle şekillendirip ensemde dağınık bir topuz haline getirdikten sonra kırmızı rujumu dudaklarımla buluşturdum. Elbisemin rengindeki topukluları da ayaklarıma geçirince duvara asılı olan küçük kare aynanın önüne geldip, dün gecenin izlerini göz altlarımdan ve yüzümün çeşitli yerlerinden kapatmaya başladım. Lacivert tonlarındaki göz makyajımı fazla abartmadım. Kısa sürenin ardından suratımın kusursuz göründüğüne inanıp çıktım odadan. Timin sorgulayan bakışlarını yok sayarak kapıya yöneldiğimde, arkamdan söylene söylene beni takip eden askerlerin dedikodularına kulak misafiri oldum,

 

"Lan Batuş, hani biz inanmıyoruz kadınların dolandırıcılığına da... İnanmalıyız bence lan." dedi Murat.

 

"Valla beni böyle konulara karıştırma, Poyraz iti akım derken bokum anlıyor. Gidip yengene fişlerse sıçarız." dedi Baturalp. Evli olduğuna kanaat getirmiştim.

 

Bu sefer de Cevahir'i duydum, "Murat Komutanım haklı," dedi ve ekledi, "Daha demin korkuluk gibi kadındı."

 

Onların bu sohbetlerinde timin diğer üyeleri gibi ben de sessizlik hakkımı kullanırken çoktan minibüse gelmiştik.

 

Gazinoya gelene kadar sakin bir yolculuk geçirmiştik. Tabii Barlas tüm planı en baştan iki kere daha anlatmıştı. Arabadan yedi kişi olarak indiğimizde Gülşah ve Hayrettin de Mustafa ve Murat'a katılmak istemişlerdi.

 

Ben ve Komutan yan yana, diğer askerler arkamızda sırayla giriş yapmıştık gazinonun içine. İlerideki masanın birinde rakısını yudumlayan Horat beni görünce hızla ayağa kalkmış, yanımda bitmişti.

 

"Lana!" dedi öfkesini gizleme gereksinimi duymadan. "Neredesin sen?" Konuşmalarına bakılacak olursa Arapça'yı özlemediğimi fark ettim.

 

"Merak etmeyin," dedim ılımlı bir sesle Arapça olarak. "Dün gece Bay Karun ile tanıştım." derken bir elimle Barlas'ı gösterdim. "Elektrikler kesilince korkmamam için bana yardımcı olmuştu. Sonrasında zaten birliktelikteydik. O artık benim nişanlım sayılır."

 

Cümlemi bitirir bitirmez ona döndüğümde sarılarındaki öfkeyi sadece ben fark edebiliyordum. Her ne kadar gülümsüyor olsa da harelerindeki öfke kendini ele veriyordu. Sağ elini öne doğru uzattı ve ilk defa duyduğum sakin ses tonu ile konuşmaya başladı,

 

"Ahzar Karun," dedi Horat'ın öne uzanan Elini sıkıca tutarken. "Bayan Lana oldukça çekici bir kadın. Onu izlemek için her gece buraya gelebilirim." diye eklediğinde şaşkınlığımı zar zor gizleyebilmiştim. Rolünü kusursuzca oynuyordu.

 

Horat ise hemen yumuşamıştı. "Öyledir, gazinomuzun en sağlam direğidir kendisi." dedi o iğrenç esprisini bir kere daha tekrarlayarak. "İsterseniz buyurun, ön masalara alalım sizi."

 

"Hayır demem." dedi Barlas. "Yalnız, Lana bu saatten sonra benden başkasının masasına oturmazsa sevinirim."

 

"Ricanız başımızın üzerine," dedi Horat ve Barlas önden yol verdi. Arkalarından onları takip eden Cevahir, Baturalp, Burak, Ömer ve Poyraz sırayla önümden geçerlerken arkamı dönüp gazinonun ahşap merdivenlerine yöneldim. Ardımda bıraktığım her bir basamak geçmişte kaybettiğim her bir duygumu yansıtıyordu. En çok da insan sevgisini.

 

Kendimi ahşap duvarlı odama kapattığımda köşedeki mini buzdolabına ilerledim. Kapağı açıp raftan buz küpleri, bir şişe su ve büyük bir bardak çıkardım. Önce buz küplerini, sonra da suyu bardağa boşalttım. Aynalığımın çekmecesindeki puro ve kibrit kutusunu da elime geçirip yatağa oturdum. Dudaklarının arasına paketten yeni çıkardığım puroyu yerleştirip kibritle alevlendirdim. Puronun turuncu ucunu alevlendirdiğinde yanan kibriti elimle sağlayarak söndürdüm. İşaret ve orta parmaklarımın arasındaki çubuktan derin bir nefes çektiğim sırada odamın kapısı hızlı açıldı. Kimin geldiğini sorgulamamak lazımdı. Komutan, içeri gelip kapıyı aynı hızla kapatana kadar istifemi bozmadan seyrettim onu,

 

"Nişanlım demek ne? Ne yaptığını sanıyorsun sen?" dedi öfkesi kelimelerinde yankılanırken.

 

Rahatımı bozmadan bardaktaki soğuk sudan Bir yudum aldım ve ekledim, "Oyunu kurtarıyorum."

 

Kaşları daha da çatılırken öfkesini zar zor kontrol ediyor gibiydi. "Ben varken sana düşer mi oyunu kurtarmak? Amacın ne bilmiyorum ama bana olan mesafeni korumanı öneririm. Benim senin gibi biriyle sivil hayatta gram işim olmaz."

 

"Ki olamaz da zaten," dedim. "Ama sen yine de fazla büyük konuşma, günün birinde bana işin düşerse inim inim inletirim seni."

 

"O gün gelsin, kim kimi inletiyor, görürüz." dedi. Onu çıldırtmak, damarına basmak o kadar hoşuma gidiyordu ki bu bir meslek olsaydı kesinlikle milyoner olmuştum.

 

"Bana kafa tutarken iki kere düşün bence. Yaşlasın, maazallah orana burana bir şey olur, uğraşmayalım." dedim aramızdaki yaş farkını öne sürerken. Aklıma dün gece gördüğüm asker künyesi gelmişti. 1994 doğumluydu. Aramızda altı yaş vardı.

 

"Bunu saatler önce benim tarafımdan duvar köşelerine fırlatılan bir kadın mı söylüyor?" demesiyle yüzümü ekşiterek suratına baktım ve ayıplayıcı ses tonumla cevap verdim,

 

"Ya bak, ben şu cinsiyetçil konuları hiç sevmem tamam mı? En nefret ettiğim şeydir. Ayrıca kusura bakma da yani ben olmasam perişandınız."

 

"Anlamadım," dedi burnundan sırıtırken "Nasıl sen olmasan perişanmışız biz?"

 

"Yani sizi buldum, Lâl olduğumu kanıtlayana kadar akla karayı seçtim, zor da olsa senin önderliğinde planı uygulamaya çalışıyoruz. Sen söyle,o zaman, ben olmasam nasıl kalkacaktınız işin altından?" dedim tek nefeste.

 

"Allah razı olsun," dedi alayla. "Vazifesi iki yer göstermek, gelmiş ben olmasam muhabbeti yapıyor bana burada."

 

"Nankörlük yapma," dedim puroyu tutan işareti parmağımı sallarken. "Ben olmasam kim kiminle ne işbirliği yapmış, haberiniz olmazdı."

 

Zehirli dumanı bir kere daha ciğerlerime bahşettiğimde, önce derin bir soluk verdiğini duydum sonra da sesini: "Ne yap, et bitir şu saçmalığı. Bir daha da benim planlarıma burnunu sokma."

 

"Bence gayet inandırıcı. Hem senin planın da uygulandı. Şükretmelisin." dedim önceden bana kurduğu cümleye atıf yaparak. Laf vurdurduğumu anladığında gözlerindeki öfke sen iflah olmazsın bakışlarına döndü. Ahşap kapıyı aralayıp, çıktığında sertçe geri kapattı.

 

Bardaktaki suyu hızla mideme indirdikten sonra kalan buz parçalarını kırarak yemeye devam ettim. Kısalan puroyu bardağın içinde kalan suda söndürdüğümde hızla yataktan kalkıp aynalığın karşısında durdum. Lacivert elbisemin omzumdan düşen askısını tekrar yerine yerleştirip biraz evvel komutanın sertçe kapadığı kapıyı nazikçe açıp dışarı çıktım.

 

Ayağımdaki topuklular ahşap merdivende yankılanırken kısa sürede sahnenin olduğu kata inmiştim. En öndeki masada gördüğüm tanıdık simalarla adımlarım oraya yöneldi. Barlas'ın yanı, Horat'ın karşısındaki konuma oturduğumda sohbetleri kaldığı yerden devam ediyordu,

 

"Söylediğim gibi," dedi Barlas Arapça bir şekilde konuşup tebessüm ederken, "Bayan Lana oldukça çekici bir kadın. Elbette Ben de onun gibi alımlı ve güzel bir kadına sahip olmak isterim ama zamanı gelince. O zaman gelinceye kadar Lana himayem altında olmalı. Ben hariç kimsenin masasına veya evine gitmemeli."

 

Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Ta ki Horat'ın sorusunu duyana kadar, "Nasıl yani, siz nişanlı değil miydiniz?"

 

Bir Horat'a bir Barlas'a bakıyordum kaşlarım çatıkken. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam?

 

"Siz koynunuza giren her kadına nişanlım mı diyorsunuz?" dediğinde şoktaydım. "Lana güzelliğinin yanında oldukça zeki bir kadın, ona sahip olmak istemenin en geçerli nedeni de bu. Ancak dediğim gibi her şeyin bir zamanı vardır. O zaman gelene kadar Lana benim korumam altında olacak."

 

"Anladım," dedi Horat kafasını aşağı yukarı sallarken. Gözlerim Barlas'ın sarı harelerine odaklanmışken alayla karışık bir şeyler fısıldadım.

 

"Beyefendi hoş olduğu kadar boş da konuşuyor." Horat bunu duymamış, ancak Barlas çok net bir şekilde anlamıştı.

 

"Efendim," dedi sorarcasına sarılarını daha da belirginleştirerek.

 

"Hoşsunuz, diyorum sesinizin naif dokusu ruhumu dinlendirdi." dedim dalga geçercesine. Ancak kabul etmeliydim ki sesinin bu tonu kulağıma hoş gelmişti.

 

"Ben de öyle tahmin etmiştim zaten," deyip gülümsediğinde aynı şekilde sırıtarak karşılık verdim yoksa hemen ardından Horat'a döndüm,

 

"Kendilerine çay sözüm vardı." dedim bir önceki geceyi hatırlayarak. "Mutfağa geçiyorum." Başını hafifçe sallayarak yetinirken oturduğum yerden kalkıp barın arkasında yer alan mutfağa yönelttim adımlarımı. Sarı mermerden tezgaha yaslandığımda çok geçmeden Horat'ın bedeni yanımda belirdi.

 

"Nereden buldun bu adamı?" dedi öfkeyle dibime yaklaşırken. "Amacı belli değil, ne yapmaya çalıştığı belli değil, ne istediği belli değil!"

 

Onun aksine daha yavaş bir Arapça kullanarak konuşmaya başladım, "Size anlatmış olmalı, Cehennem örgütünün lideri ve oldukça güçlü bir adam. Kendi fiziksel ihtiyaçlarının yanında zihinsel olarak danışmanlığını yapacak bir kadın arıyor, belli. Hem merak etmeyin, bu adam bize fazlasıyla gelir kaynağı olacaktır." Açıklamasını yaptım. Aslında daha çok yalan söylemiş oldum ama, Kural bir: Her ne olursa olsun kendi yalanına inan.

 

"Bu adam senin elinde," dedi. "Bir an önce kendine bağla." diye eklediğinde hızla salladım başımı tamam demek yerine. Mutfaktan çıktı. Ben çıkmadım. Tezgahın üzerindeki ısıtıcının haznesine su ve kavanozun içindeki çeşitli bitkileri yerleştirdim ve kaynamasını bekledim. Fazla değil tam on beş dakika sonra elimdeki tepsi ve üç adet fincanla çıktım. Masaya geldiğimde Ahzar Karun, Nam-ı diğer Komutan, belki de hiç gitmediği Amerika hakkındaki son durumu Horat'a aktarıyordu.

 

"Silahlarla güçlenmeye çalışıyoruz ancak biraz zor toparlayacağız," dedi Barlas.

 

"Siz de haklısınız," dedi horat. "Bay David'i tanır mısınız bilmem. Gora örgütünün başındaydı. Türk askerinin saldırısı yüzünden çok ayıp verdi. Sessiz sedasız Amerika'ya taşınmış."

 

"Gördüm," dedi fincanları masaya servis eden bana bakarken. "Amerika yolculuğunda karşılaşmıştık. Sapasağlamdı. Selamı var hatta, sizi de bekliyormuş en kısa sürede yanında." Tamam, eyvallah sallarsın da bu kadar da gerçekçi sallama Komıtan, diye geçirdim içimden.

 

Çaylarımızı ağır ağır yudumlarken zaman hızla akıp geçmiş, gazino yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Oturduğumuz masanın arkasında oturan Cehennem Bekçilerimizden Cevahir ayağa kalkmış, Barlas'ın yanı başına dikilip kulağına eğilmişti. Cevahir fısıltıyla bir şeyler söylüyor, Barlas kafasını sallıyordu. Neler konuştuklarını merak ediyordum. Saniyeler sonra Cevahir yerine geri döndüğünde Barlas'a yönelttim soran bakışlarımı. Bana inatla bakmıyordu uyuz. Meraklanmam hoşuna gidiyor olmalıydı.

 

"Lana," dedi Horat. Ona döndüm,

 

"Evet,"

 

"Gazino oldu, herkes seni bekliyor." fediğinde sahnenin ortasındaki metal direkle göz göze geldim. Kafamı tamam anlamında sağladıktan sonra ayağa kalkıp direkten önce bara yöneldim. Tezgahtaki kadehlerin birini tek hamlede dikip adımlarımı sahneye yönelttim. Metal direği kavrayıp birkaç kez etrafında dolaştığında bacaklarımı devreye sokup soğuk metale tırmandım.

 

Vücudumun sağ uzunları sabitken sol tarafımla çeşitli figürler canlandırıyordum. Arada bir komutanın olduğu masaya yöneltiyordum bakışlarımı, beni izliyordu. Ne öfke, ne hayranlık vardı gözlerinde duygusuzca bakıyordu. Figürler yapmaya devam ederken bir terslik olduğunu fark ettim. En önlerde oturan yalnız bir adam... Herkes gibi beni izliyordu ama diğerlerinin aksine bakışlarını hayranlıktan çok hırs vardı. Rahatsız olmuştum. Ona bakmamaya çalışarak dansı devam ettim ama nafileydi. Resmen gel beni paramparça et diyordu.

 

Önce Horat'ın çırağını yanına çağırdı be bir şeyler söyledi. Çocuk başını iki yana salladığında ise öfke ile Horat'a çemkirmeye başladı,

 

"Horat! Bu kadını istiyorum!" dedi hınçla. Ne olduğunun farkında olamamakla durdum ve indim direkten. Çatılan kaşlarım ve kısılan gözlerimle bir Horat'a bir adama bakıyordum. Dans müziği yavaş yavaş kısılmış, mekanı insan sesleri doldurmuştu.

 

"Efendim, Bayan Lana büyük bir emirle bir daha kimsenin masasına oturmayacak." dedi Horat.

 

"Bu nasıl bir karar?" dedi kalabalığın ortasından bir ses.

 

"Saçmalık!" dedi bir diğeri

 

"Amacınız ne?"

 

"Ne yapmaya çalışıyorsunuz?"

 

Bunlar gibi onca soru...

 

Herkes Lana'nın şeytani büyüsüne kapılmıştı ama kimse de farkında değildi. Lana cehennemde bir okyanustu. Lâl ise okyanusun ortasındaki hırçın ve ölümcül girdap. Hilal ise tenini al bayrağın bembeyaz hilalinden, bayrak kızılı saçlarını annesinden, asker yeşili gözlerini babasından alan masumluktu. Hilal, masumluğunu Lâl'in karanlığında korurdu. Lana bulup getirir, Lâl parçalayıp yok ederdi. Hilal sadece sessizce olan biteni izlerdi. Ancak gerçek şuydu ki bunların hepsi benim kişiliklerimdi.

 

"Ne demek oturmayacak?" diye sordu adam. "Ben Onsra örgütünün asil üyelerinden biriyim. Gelecek diyorsam gelecek, oturacak diyorsam oturacak." diye eklediğinde şok olmuştum. Bu adam Firavun'un liderlerini yaptığı Onsra'nın üyesiydi. Onsra ile ilgili tüm bilgileri onda saklıydı ve şimdi şans ayağıma gelmişti.

 

"Horat!" diye seslendim, "Oturacağım, misafirimizi kırmayalım." dedim ılımlı olmaya çalışan ses tonumla. Horat, birden Barlas'a döndü ondan olay almak istercesine. Barlas'a baktım. Dimdik bana bakıyordu.

 

"Oturmayacak." dedi sert bir Arapça ile. Hâlâ gözleri üzerimdeyken "Buna ben karar veririm." dedim aynı onun gibi sert bir sesle. Sahneden inip adamın yanına gitmeye hazırlanıyordum. Elbisemin omuz askısını düzelttiğimde yüksek bir ses kulaklarımı çınlattı.

 

Masasına gitmek istediğim asil üyenin alnında koyu kırmızı bir delik vardı şimdi. Başı masadaki meyve tabakların üzerine düşmüş, gözleri açık ve boşluktaydı.

 

Barlas'a baktım. Elindeki bronz silahın ucu hâlâ dumanlıydı. Gözlerini ısrarla çekmiyordu üzerimden. Gazinoya dolu fısıltıkar, yerini onun cümlelerine bırakmıştı:

 

"Lana sadece ve sadece benim masama ve benim evime gelmekle yükümlü. Bir daha kimsenin masasında veya evinde görmeyeceğim. Olur da görürsem sonu Onsra örgütünün asil üyesi gibi olur. Makamına, durumuna bakmam ilk hatada vururum. Var mı itiraz olan?"

 

Tüm gazinoda sessizlik hâkimdi. İnkârın sesini susturmaya bir ölüm yetmişti. Kimse itirazım var demedi. Ya da kabul ediyoruz kelimelerini kullanmadı. Ancak benim itirazım vardı.

 

Sahneden indiğimde Barlas'ın yanından sert bir omuz darbesiyle geçip çıkıştan önceki en son masaya yöneldim. Boş masanın üzerinde hazır duran dolu kadehi alıp dışarı çıktım.

 

Yağmur yağıyordu. Aldırmadım. Gazinodan birkaç metre uzaklaştığımda ıslanmamı umursamadan kadehi kafama dikip tekledim. Sinirlerim acayip derecede bozulmuştu. Kendimi zar zor kontrol ediyorum. Çok geçmeden ıslak toprağın ezilen sesi geldi kulağıma. Arkamı döndüm. Barlas duygusuz bakışlarıyla karşımdaydı. Yağmur hızını arttırmaya devam ederken bir türlü bastıramadığım öfkemle konuşmaya başladım,

 

"Sen, hilekar, kuralcı, aptal bir komutansın!"

 

"Laflarına dikkat et, haddini aşıyorsun!" diye kükrediğinde sinir katsayım gitgide daha da artmaya başlamıştı.

 

"Sen," dedim kadehi tutan elimin işareti parmağını öne savururken. "Sen hiçbir şeyin farkında olmayan bir odunsun! Evet, odunsun. Çünkü sana anlattığım her şeyi bir oduna anlatsam ancak böyle tepki verirdi!"

 

"Hilâl!" dedi öfkeli sesi bu sefer. "Mızmızlanmaya bırakıp yoluna devam et. Eğer o ölmeseydi en yüksek ihtimalle gecenin sonunda sen ölecektin!"

 

Burun kıvırarak sırıttım sözlerine ve ekledim, "Yüksek ihtimalle ölecektim, diğer alçak ihtimalle çoktan lafı ağzından almış, kurtulma planları yapıyorduk!"

 

"Sırf buradan gitmemek için bu oyunu kuran sensin!" dedi. "Ne değişti birdenbire? Kurtulma çabalarındasın?"

 

"Bu oyunu ben kurdum, ben bitiririm!" dedim bu kez.

 

"Hiçbir şeyi bitirmiyorsun!" dedi. "Bu oyunu sen başlattın, biz de oynadık. Ha, sen dersen ki, ben çok yoruldum, orası ayrı. Hiçbir şey öğrenmeyip burayı yok etmene izin vermeden Hakkari'ye geri döneriz."

 

Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım dudaklarıma bükmüş bir şekilde. O sustu, ben de sustum. Gözlerimi gazinoya yaklaşan siyah eski tip bir mercedese diktim. Şoför koltuğundan kalkıp arka kapıyı açan adam, kilolu bir adamın arabadan inmesine yardım ediyordu. Ucundaki gümüş yapılı figürlü bastonunu sıkıca kavradı adam. Bir ayağı topaldı. Daha dikkatli baktığında bir gözü bandajlı ve bir kolu protezdi.

 

Grody Fitz. Kendisine defalarca kez suikast kurduğum ama hepsinden de vücudundan bir parça kaybederek sağ çıkan dokuz canlı şerefsizdi bu. Bu sefer ıskalamak yoktu. Hazır buradayken onu da almam gerekti.

 

Barlas'a döndüm, "Ben de Lâl isem bu gece bir cesete daha imza atmadan ne Hakkari'ye ne de bir adım öteye giderim. Şu anlık işime karışma komutan. En azından bir kez olsun bana yardım et."

 

Cevabını beklemeden hızla yanından geçip gazinoya yavaş yavaş ilerlemeye devam eden Fitz'in yanında belirdim. Bastonu tutan koluna girip diğer kolundaki korumasına "Bay Fitz benimle," deyip göz kırptım Arapça.

 

Koruma, Fitz'in onaylayıcı bakışlarından sonra yanımızdan ayrılmıştı.

 

"Ah Lana, özlemişim seni," dedi sahte olduğu belli bir tını ile. Beni değil, danslarımı özlemişti.

 

"Gelmenize sevindim," dedim sıcakkanlılıkla. "Ama isterseniz içeri girmeyelim."

 

"Neden?" dedi sorguyla kaşları çatılırken.

 

"Biraz evvel içeride tatsız bir olay yaşandı. Kötü etkilenip gecemizin mahvolmasını istemem." diye eklediğimde biraz düşündü.

 

"Nereye gitmek istersin?" sorusuna hiç düşünmeden "Bana," cevabını verdim. "Ne zamandır sizi evimde ağırlamak istiyordum."

 

"Olur," dedi kısa bir süre durduktan sonra.

 

Bize adım adım yaklaştı Barlas. Sanki normal bir davetliymiş gibi gazinoya girecekken elimdeki boş kadehin görevini yerine getirmesine izin verdim. Sanki yanlışlıkla kadehi önüne düşürmüşüm gibi şaşkınlık ve mahcup bir sesle Rusça konuşmaya başladım,

 

"Beni takip edin."

 

Umarım Rusça biliyorsundur komutan, diye geçirdim içimden.

 

Gözlerini kısıp kısa bir vakit yüzüme baktı. Tam ümidi kesmiştim ki benim gibi Rusça konuşmaya başladı,

 

"Önüne baksana," diye tersleyip gazinoya girdiğinde şaşırma sırası bendeydi. Amacı neydi bu adamın?

 

Bir yerdeki cam kırıklarına, bir gazinonun içinde giderek uzaklaşan bedenine baktım. Sessizliğimi korurken Fitz'in seslenişi ile kendime geldim,

 

"Arap değildi, ne konuştunuz öyle?"

 

"Arap değil, Rus. Kendisinden özür dileyip çok üzgün olduğumu söyledim." dedim yalanımı belli etmeden.

 

"O ne dedi?" dedi bu sefer.

 

ALLAH'IM NASIL BİR SINAVDAYIM BEN?

 

"Önemli olmadığını söyledi." cevabını verdim onu arabanın olduğu tarafa yönlendirirken.

 

Nihayet o arabasına şoför koltuğuna, ben yanındaki koltuğa yerleşmiştim. Gazino göz odağımdan çıkar çıkmaz elbisemin iç kısmında, vücuduma bağladığım kemere gitti elim. Fitz araba kullanırken başka işlerle uğraşmadığı için kemerdeki küçük tabancayı elime geçirmem zaman almadı.

 

Ani bir hamleyle namluyu şakaklarına dayadığımda şaşkınlığını gizlemeden bağırmaya başladı,"Lana! Ne yapıyorsun, çek şunu!"

 

"Kendimden başkasının söylediklerini emir kabul etmem ben. Akıllı ol, beynini delik deşik ederim." dedim sıktığım dişlerimin arasından.

 

"Tamam, sakin ol lütf-" diye başlayan cümlesini yarım bıraktım:

 

"Sikerim sakinliğini, sağa dön!"

 

Söylediğimi saniyesinde yaparken dikiz aynasından arkayı kontrol ettim. Kimse bizi takip etmiyordu. Bu bir yandan iyi, bir yandan kötü bir durumdu. Komutan büyük partiyi kaçırdığına üzülecekti.

 

Dakikalar sonra kulübemin önünde durduğumuzda önce ben indim arabadan. Tabii bu arada namluyu onun üzerinden çekmiyordum. Onun kapısını da açtım. Şakağına dayadığım silah, o ve ben kulübenin içine girdiğimizde onu ortadaki tabureye oturttum. Silahı üzerinden çekmemekte ısrarlıyken urgan arayışındaydım. Salonda iç içe olan mutfağa yöneldiğimde çekmeceleri karıştırmaya başladım. Nihayet aradığımı bulmuştum. Birbirine dolaşmış urgan yığını tezgahın altına düşerken aniden yere eğildim. Ahşap küçük sütunların arasındaki urgana uzattım parmaklarımı.

 

Daha amacıma ulaşamadan bir cismin yere düşüş sesi doldurdu kulaklarımı. Hemen sonra da üzerimde hissettiğim ağırlıkla hamle yapmaya çalıştım. Ancak çabam boşaydı. Sağ elimdeki silah dolabın altına sülüklenirken Fitz'in boynuma dolanan kolunu ısırıp geri çekilmesini sağladım.

 

Silahın altına sürüklendiği küçük ahşap dolaba ulaşma çabalarım Fitz'in ayağımdan tutup beni sertçe yere sermesi ile yarım kalmıştı. İçkiden olmalıydı. Sersemlememin nedeni gazinodan çıkarken teklediğim kadehte olmalıydı. Yüzüstü yere uzanan bedenimin üzerinde sıçsın bedeni yer alıyordu.

 

"Belki vücudumun yarısı yok ama seni bu halimle bile alt edebilirim," dediğinde ufak bir kahkaha attım.

 

"Gözünün birini ben aldım," dedim. "Kolun, bacağın... Hepsini de benim tüfeğimden çıkan kurşunlarla kaybettin!"

 

"Seni adi kaltak!" diye bağırdığında çekmecenin birini araladığını duydum. Aklımda, içkinin içindeki maddenin ne olduğu varken ani bir hareketle altından kurtulup salona yöneldim sürünerek. Koltuğun altına yerleştirdiğim silahlardan birini elimle geçirmemle sırtımın sol kürek kemiğinde sancılı bir acı hissetmem aynı anda oldu. Beni bıçaklamıştı. Küçük silahın namusunu zorlukla bacak arasına yerleştirip tetiğe bastım. Acıyla inleyip yanıma düştüğünde içim hırsla dolmuştu. Kıvrılan bedenin üzerine oturup dudaklarını yırtarcasına ikiye ayırdım. Hala acıyla inleyip kıvranırken bir elimle dişlerini aralamış, diğer elimle tiksinmeden dilini kavramıştım.

 

"Beni mi bıçakladın sen?!" dedim hırslı bir Türkçe ile. "Siktim seni orospu çocuğu!" diye eklediğinde dilini hırsla çekiştirmeye başladım. Ara ara elimi ısıracak gibi olduğunda diğer elimin parmaklarını gözlerine geçirdim. Bir yandan dilini dişlerine sürterek kopmasını sağlıyor bir yandan parmaklarımla gözlerini oyuyordum.

 

"Amına koyduğumun dokuz canlısı," dedim gözlerindeki elimi çekip diline götürdüğümde. "Kaç kere pusu kurdum, Azrail bile istemedi canını almayı. O bile iğreniyor senden!"

 

Söylenmelerim arasında dilini hızlı hızlı üst dişlerine sürtmeye devam ediyordum.

 

"Sözde hemen öldürmeyecektim, öğreneceklerim vardı senden. Ama siktir et gitsin. Yediğiniz her boku başınızdaki Firavun köpeğinden seve seve olmazsa sike sike öğreneceğim."

 

Daha hızlı sürttüm dilini.

 

"Bay Fitz... Fitz, Firavun'un süs köpeğinin ismi. Böyle sarılı siyahlı minik bir köpek. Firavun'un kaşları çatılsa korkuyla mırıldanan türden. Sen ne tür bir köpeksin? Dokuz canlı olanlardan mı? Yoksa sırf Firavun'a yaranmak için Philia olan soyadını Fitz olarak değiştirenlerden mi?"

 

Dilinden boşalan kan, soluk borusuna ulaştığında inleyişinin ortasında öksürüklerini de sıkıştırmıştı.

 

"Kendi kanında boğulacaksın. Merak etme, şimdi değil. Dilini tam anlamıyla kopardığımda ve hâlâ yatar pozisyonda kalmaya devam ettiğinde bütün kan soluk boruna hücum edecek. Yutmayı önlesen bile kan kaybından maksimum on beş dakikam var."

 

Saniyeler sonra altımda erkenden ruhunu teslim etmiş bir beden ve elimde kopmuş dili ile baş başa kalmıştım. Sırtımdaki sızı giderek artmaya başladığında kalkmaya hazırlanıyordum ki kulübe kapısından bedenime yönlendiren bakışları hissettim. Önde komutan, arkalarında timin üyeleri vardı. Birkaçı vahşetle kanlı bedenime bakarken diğerlerinin gözlerine tiksinti vardı. Barlas'ın bakışlarındaysa duygusuzluk hüküm sürüyordu. Kim bilir kaç dakikadır işlediğim cinayete şahittiler. Onları fark edemeyecek kadar mı gözüm kararmıştı?

 

Zar zor sendelerek yerdeki cesedin üzerinden kalktım. Yerdeki silahı ve sehpanın üzerindeki el fenerini bir elime alırken Fitz'in ölü bedeninden bacağını diğer elimle kavradım. Kapının önünde bekleyen askerlere seslendim,

 

"Yolu açın."

 

Hepsi sırayla iki yana dağıldığında sürüklediğim bedenle çıktım dışarı. Arkamdan geldiklerini ispatlayan ayak seslerini duyduğumda önümü onlara dönmeden arkaya seslendim,

 

"Eğer peşinden gelirseniz hiçbir şey yolunda gitmez."

 

Adım sesleri kesilirken birkaç metre uzaktaki ölü çukuruna yerdeki kırmızı yaprak topluluklarına basmadan ilerlemeye devam ettim. İçkinin içindeki katkı maddesi tesirini ağırlaştırarak bedenime yüklediğinde sendeleye sendeleye geldim çukurun önüne. Ardımdan bir kişinin geldiğini hissetsem de beynim o kadar uyuşmuştu ki ağzımı açıp tek kelime Söyleyecek halim yoktu. Cesedi çukurun kenarına bıraktım. Feneri bir elime silahı diğer elime yerleştirdim. Önce Fitz'in sağlam uzuvlarına kurşun yağdırdım. Gözüne, kulaklarına, sağ koluna, sol bacağına. Dokuz canının beşi gitmişti.

 

"Dört," diye mırıldandım karnına sıkarken.

 

"Üç," dedim sağ omzuna sıktığımda.

 

"İki," dedim ve sol omzuna ateş ettim.

 

"Öldürürüm zaten, yetmez mi?" dedi arkamdaki komutanın sesi.

 

"Ben eşeğimi sağlam kazığa bağlarım komutan," dedim ve alnının ortasına bir kurşun daha yerleştirdim. Şimdi tamamen dokuz canının dokuzunu da yitirdiğine emindim.

 

Kan gölüne dönen topraktaki bedeni çukurun içine ayağımla ittiğimde ızaktan bir ses işittim. Biri yavru, biri yetişkin iki kurda ait ulmalar...

 

Önümü komutana dönüp yıkık dökük adımlarla bedenine yaklaşmaya başladım.

 

Bir...

 

İki...

 

Üç...

 

Dördüncü adımı atamadan dizlerimin üzerine çöktüğümde iki kol sımsıkı yakaladı serilmek üzere olan bedenimi. Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında kolları arasında olduğum komutanın ileriye doğru seslenişini işittim,

 

"Örgülü! Hayrettin! İlk yardım kitini hazırlayın!"

 

Yavru kurdun uluması, yetişkin kurdun uluması, komutanın söyledikleri...

 

Sesler birbirine karıştı ve ben bilincimi kaybetmeden hemen önce aklımda beliren bir soruyla baş başa kaldım: Ben Barlas'la en son ne zaman kurt ulumaları eşliğinde bir acı paylaşmıştım?

 

🐺

 

(Yazarın Anlatımıyla)

 

Küçük Hilal o hafta sonu evde tekti. Annesi sabah erkenden Hilal için bir kahvaltı hazırlamış, kendisi de eşiyle birlikte görevleri gereği askeriyenin yolunu tutmuştu. Küçük kız uyandığında saat 09.45'i gösteriyordu. Yatağında uzunca genleşti ve çıplak ayaklarını parkeye şap şap vurarak oturma odasına geldi. Koltuğun sağındaki sehpanın üzerindeki ev telefonuna, telefonun yanındaki kağıtta yazılı numarayı tuşladı. Bir süre bekledikten sonra arama cevaplandı.

 

"Piyade Er Osman Alagöz, emredin Nezih komutanım."

 

"Osman amca benim, babamla annem orada mı?"

 

"Ooo, küçük hanım sana da günaydın. Baban dışarıda da annen yan tarafta. Bekle sen ben Nevra komutanıma götüreyim şimdi telefonu."

 

"Tamam." dedi cılız sesiyle beklemeye devam ederken.

 

Çok geçmeden telefon el değiştirmiş ve Nevra Aydan şen şakrak sesiyle konuşmaya başlamıştı,

 

"Günaydın Yavru Kurt, nasılsın?"

 

Kız telefonun başında asker selamı verdi ve annesine cevapladı, "Yavru Kurt güne güzel başladı, emrindeyim Anne Kurt!"

 

"Bugün dışarıda oynayabilirsin minik kurt. Ama önce mutfakta senin için hazırladığım kahvaltıyı bitirmen lazım. Sonra direkt dişler fırçalanacak, yatak toplanacak ve evin anahtarını alıp Beyza Teyzenlere geçeceksin, anlaşıldı mı?"

 

"Anlaşıldı, yanıma Ayucuk'u da alabilir miyim?"

 

"Tamam, alabilirsin ama başka yerlerde unutmamak şartıyla."

 

"Yaşasın! Babama ona çok sevdiğimi söyle."

 

"Söyleyeceğim güzelim."

 

Telefon henüz kapanmazken küçük kız bir kere daha seslendi karşı tarafa,

 

"Anne, akşam geleceksin değil mi?"

 

"Anneciğim, geleceğim tabii ki. Hem bu akşam en sevdiğin yemeği yapacağım sana."

 

"Soğanlı yoğurtlu makarna!" dedi küçük bedeni ile olduğu yerde birkaç kez zıplarken.

 

"Evet! Ama benim şu an görev başına dönmem lazım -ki akşama yetişebileyim."

 

"Seni seviyorum Anne Kurt."

 

"Ben de seni Yavru Kurt."

 

Telefonlar aynı anda kapatıldığında Hilal koşarak banyoya yöneldi. Önce yüzünü yıkadı, sonra odasına geçip yatağını topladı. Mutfağa geçtiğinde kahvaltı masasındaki yerini aldı. Yalnız başına yaptığı ilk kahvaltı değildi. Yaklaşık bir sene boyunca bu duruma oldukça alışmıştı. Kahvaltı tabağındaki reçelli ekmekleri, peyniri, salamı ve zeytini birer birer midesine indirip sütünü içtiğinde boş tabağın içine bardak ve çatalını koyup tezgaha yöneldi. Elindeki bulaşıkları lavabonun içine bırakıp tekrar banyoya gitti. Küçük kırmızı sandalyesinin üzerine çıktı ve ellerini yıkadıktan sonra dişlerini fırçaladı. Odasındaki dağınık oyuncakları toplayıp oyuncak ayısını bir kolunun altına sıkıştırdı ve evin anahtarını alıp lojmanların K bloğunun yolunu tuttu.

 

Aradan geçen kısa sürenin ardından Hilal, melodisi çok tanıdık olan zile bastı. Her zamanki kamyoncu atleti ve kırmızı renkli boxerı ile küçük Barlas kapıyı açtı. Kız içeri girmek için hamle yaptığında çocuk kapıyı hızla kızın suratına kapattı. Küçük kız kapıyı yumruklamaya başladığında konuşmayı ihmal etmiyordu,

 

"Ya Beyza Teyze! Barlas, aç şu kapıyı anneme söylerim seni! Aç!"

 

"Her hafta sonu huzurumu kaçırıyorsun Cadaloz! Açmayacağım!" cevabı yükseldi kapının ardındaki çocuktan.

 

Kız zile basmaya devam ettiğinde içeriden bu sefer Beyza'nın sesleri yükselmeye başlamıştı, "Eşek sıpası, açsana kapıyı!"

 

Adım seslerinin birkaçı evin sol koridorunun üzerinden geçerken Beyza'nın adımları kapının önünde durmuştu. Saniyeler sonra Hilal, Beyza'nın açtığı kapıdan içeri girdiğinde gözleri Barlas'ı arıyordu.

 

"Sabah sabah kudurdu yine bizimki," diye dert yanan Beyza, kapıyı kapatıp dizlerinin üzerine çöktü ve aynı boy hizasına geldiği Hilal'e sıkıca sarıldı. Küçük kız da aynı şekilde sıkıca sarılarak karşılık verdiğinde kadının koyu kahve saçlarının kokusunu derince içine çekti ve geriye çekildi.

 

"Senin saçlarında lavanta kokusu var. Ama annemin saçları hep yıldız gibi kokuyor." dedi karşısındaki kadına.

 

"Yıldızın nasıl koktuğunu biliyor musun ki sen?" dedi Beyza tebessümünün arasına bu soruyu sıkıştırırken. Küçük kız başını aşağı yukarı salladı.

 

"Hayatımda hiç yıldız koklamadım ama, annemin saçları da en az yıldızlar kadar güzel ve güzel kokuyorlar."

 

Kadın yüzünden düşürmediği gülümseme ile ayağa kalktı ve Hilal'in elinden tuttu. Beraber kahvaltı ile donatılmış yemek masasının önüne geldiklerinde Beyza, Hilal'in tüm ısrarlarına rağmen onu sandalyeye oturtmayı başarmıştı.

 

"Ama ben kahvaltımı yapmıştım!" dedi kız.

 

"Yemesen bile yanımızda otur, sohbet edeceğiz." cevabını verdi genç kadın kendi bardağına çay, diğer iki kupayı süt koyarken. Onun da sevdiği bir koku vardı: Barut Kokusu. Hatta ona göre özlem bir koku olsaydı şüphesiz Barut Kokusu olurdu. Çünkü Orhan Korlu da Nezih ve Nevra Aydan ile aynı kışlada askerdi.

 

"Anne!" dedi odasından koşarak gelip annesinin dizinin dibinde biten Barlas, "Pazartesi günü okula gelir misin?" sorusunu sesinin tonunu düşürerek sormuştu. Gözünün bir ucuyla kahvaltı masasında, oyuncak ayısının peluş kumaşını mıncıklayan Hilal'e baktı. Konuştuklarını onun duymaması lazımdı.

 

Annesinin kaşlarını çatıp "Neden?" diye sorduğu soruya kendinden önce Hilal cevap vermişti,

 

"Yine camı mı kırdın yoksa?"

 

"Sana ne ya, Sen ayını oynasana!" diye sesini yükselttikten sonra bu sefer daha yumuşak bir sesle annesine döndü tekrar. "Yine camı kırdım ama bu sefer hepsi Abuzer'in suçu. Salak mıdır nedir bir şuta karşılık veremedi velet!"

 

Beyza kendi sandalyesine yerleşirken Barlas da kalan sandalyelerden birine geçmişti.

 

"Vallahi ben bilemem artık. Akşam babanla konuşursun, o bakar durumuna. Her tarafta okula gidip gelmekten müdürden utanıyorum. Ne topmuş arkadaş!"

 

"Babama söyleme anne ne olur! Sonra askeriyeye adım çıkıyor Camkıran diye!"

 

"Benim de okula adım çıkıyor Camkıran'ın Annesi diye. Babanla konuş Barlas, artık gına getirdin."

 

"İyi anne tamam, halledeceğim ben babamla" dedi küçük çocuk ve haşlanmış yumurtasından bir dilim aldı.

 

Herkes kahvaltısını bitirdiğinde Barlas, kitaplarını annesinin henüz yeni topladığı yemek masasına getirmiş, matematik ödevi ile savaşmaya başlamıştı. Küçük Hilâl ise televizyondaki sabah programından sıkılmış, oyuncak ayısını tekli koltuğun üzerinde bırakıp Barlas'ın yanındaki sandalyede yerini almıştı.

 

Ders kitaplarının üzerindeki kurt figürlü isim etiketleri dikkatini çekmişti. İlkokul 1. sınıfta, dönem yarısında olduğundan okumakta zorluk çekmiyordu.

 

"Barlas Toprak KORLU." ismini okudu kız ve şaşkınlıkla yanındaki çocuğa döndü, "Senin iki adın mı vardı?"

 

Barlas elindeki kalemi kağıda değdirmeyi sürdürürken "Evet," cevabını verdi. "Toprak'ı kullanmayı sevmiyorum."

 

"Neden ki?" diye sordu Hilal merakla. "Bence çok güzel bir isim."

 

"Çünkü sınıfımızda ismi Toprak olan bir kız var." dedi çocuk ve bulaşık yıkayan annesine baktı uzunca. "Annem bana neden bir kız ismi verdi acaba?"

 

Beyza bulaşıkları durulama aşamasına geçerken arkasını dönmeden cevap verdi oğluna, "On kere anlattım sana, daha da anlamıyorsan pes."

 

"Doğduğumda toprak gibi koktuğum için." diye ekledi çocuk.

 

"Şükür anlamışsın," diye ekledi Beyza ve elinde kalan son tabağı da bulaşıklığa yerleştirdi. Barlas ödevine, Hilal kitapları incelemeye yaklaşık yarım saat daha devam ettiğinde ev temizliğini yeni bitiren kadın, elinde fotoğraf makinesi ile yeniden geldi mutfağa.

 

"Sakın bozmayın," dedi Beyza. Çocuklar duruşlarını bozmadı. Kadın gözlerini merceğe yerleştirip tuşa bastı. Saniyeler sonra eline aldığı kağıt parçasını hafifçe salladı ve oğlunun kalemliğinden aldığı mavi pilot kalemle fotoğrafın arkasına yazı yazmaya başladı:

 

 

-Kiraz ve Kurtçuk bugün ev ödevlerini yaptılar.-

 

-Mayıs 2006.-

 

 

"Hilal, akşam annenlere söyle de bu fotoğraftan bir tane daha çıkarsınlar sana çarşıdan. Makinenin pulu bitti çekim yapmıyor." dedi Beyza.

 

Küçük kız incelediği kitabı kapatıp "Tamam Beyza teyze," cevabını verdi kadına. Hemen ardından ekledi, "Saat 12.00'ye geliyor, biraz Barlas'la dışarıya çıkabilir miyiz?"

 

Hilal'in ısrar edici masum bakışları ve Barlas'ın annesine gönderdiği lütfen izin verme bakışları arasında kaldı Beyza. Ama kalbi küçük kızın üzülmesine el vermedi.

 

"Çıkabilirsiniz ama bir saat sonra burada olmak şartıyla," diye konuştu kadın. Dakikalar sonra biri mutlu gözlerle, diğeri somurtkan bakışlarıyla lojman avlusunda, üzerinde birer hırka ile iki çocuk yürüyüşteydi.

 

"Amma mızmızsın sen de ha!" dedi küçük kız. "Ne olmuş yani ödevlerine bir saat ara verdiysen? Canın mı çıkar?"

 

"Sen niye büyüklerden duyduğun boyundan büyük laflar ediyorsun? Kızdırma kafamı ne oynayacaksan oyna eve dönelim hemen."

 

"Kozdormo kofomo! Bir de topunuzu kestirmen bana diyen dedeler gibi bağırsaydın dedi Hilal.

 

"Çok komiksin," cevabını verdi Barlas. Karşılığında bir cevap alamadığında kızın nihayet sustuğunu sanıp derin bir nefes verdi. Ancak Hilal yanında değildi. Etrafında dört döndüğünde koruluk tarafında, kucağındaki kurt yavrusunu okşayan kızı gördü. Ne araya oraya gittiğini sorgularken hızla Hilal'in yanına geldi.

 

"Oha Barlas, kocaman olmuş bu, baksana ağırlaşmış!"

 

Çocuk kurt yavrusunun başını okşamaya başladığında şüpheci bir şekilde araladı dudaklarını, "Bunun yavru bir köpek olduğuna emin miyiz? Dişlerine baksana çok keskin sanki."

 

"Köpeklerin dişleri keskin olur zaten akıllım. Nasıl yiyecek yoksa etleri?"

 

Barlas gözlerini kurt yavrusundan ayırıp koruluktaki hareketliliğe odaklandı. Çalılıkların ardındaki hışırtının beraberinde yetişkin ve iri bir kurt gördüğünde belli belirsiz mırıldandı,"Eyvah... "

 

"Ne oldu?" dedi küçük kız. Elindeki kurt yavrusu ile beraber arkasını döndü. Barlas'ın baktığı yönde göz gezdirirken onlara doğru yaklaşan yetişkin kurdu fark etti.

 

"Hiiii! Köpeğin annesi!" kelimeleri döküldü dudaklarının arasından.

 

"Ne köpeği Hilal, kurt o. Kucağındaki de yavrusu." dedi Barlas.

 

Küçük kız kucağındaki kurt yavrusunu havaya kaldırdı. Bir yavruya, bir korulukta kendilerine yaklaşan yetişkin kurda baktı.

 

"Ne?!" diye bağırdı Hilal şaşkınlıkla. Onun bu ani tepkisi kucağındaki kurt yavrusunu da korkutmuş, küçük pençesi saçlarının ve alnının kenarında küçük bir çizik açmıştı. Kız hissettiği acıyla yavru kurdu yere bırakırken, Barlas son anda yavruyu eline geçirerek düşmekten kurtardı.

 

"Düşürecektin hayvanı az kalsın!"

 

"Ya Barlas alnım acıyor!" dedi Hilal bir eliyle başını tutarken.

 

Çocuk, kızın alnına baktı, "Küçük bir yara, ölmezsin."

 

"Barlas, kurt yaklaşıyor!" dedi Hilal koruluğa bakarken bu sefer de.

 

"Sakin ol, şimdi yavrusunu bırakacağım önüne."

 

"Hayır o bizim köpüşümüz!"

 

"Onun bir annesi var!"

 

"Ben de bakabilirim ona!"

 

Çok geçmeden "Çocuklar," diye bir ses böldü aralarındaki tartışmayı. "Burada ne yapıyorsunuz siz?"

 

Hilal ve Barlas aynı anda sesin geldiği yöne döndüklerinde Nevra Aydan ile karşılaştılar.

 

Küçük kız, orta yaşlardaki kadının beline sıkıca sarılırken konuşuyordu: "Anne, haftalardır köpek diye beslediğimiz şey kurt yavrusu çıktı. Koruda annesi var. Buraya geliyordu."

 

"Şurada," diye eliyle işaret etti Barlas koruluğu. Kadın, kızını yanına çekip elini tuttu ve çocuğun işaret ettiği bölgeye baktı. Yetişkin kurt ile kısa bir an göz göze geldi. Ancak kısa bir süre sonra kurt çalılıkların arasında kayboldu.

 

Bir çocuğun kucağında annesine gitmek için çırpınan yavruya, bir elinden sıkıca tutup yalvarmaya başlayan kızına baktı.

 

"Anne, kurt bize çok kızmıştır, eve gidelim!" Barlas'ın kucağında çırpılan yavru kurda baktı Nevra. Bir annenin yavrusundan ayrı kalma düşüncesi içini ürperti.

 

"Eğer Bu yavruyu annesine kavuşturursak bize kızmaz Hilalciğim. Hadi ikinizi de tutun elimden, koruluğa gidelim."

 

Dakikalar sonra korunun içinde yetişkin kurdu arıyorlardı.

 

"Anne," dedi Hilal kucağında tuttuğu yavru kurdu okşarken. "Bu küçücük orman kurtlara nasıl yetiyor?"

 

"Kurtlar çok aç kaldığında şehre inerler. Şehirde bulduğu yemekleri yavrularına götürürler." açıklamasını yaptı Nevra. Ardından Barlas'a döndü,

 

"Beyza'nın haberi var değil mi Dışarıya çıktığınızdan?"

 

"Var Nevra teyze, merak etme." cevabını verdi Barlas. Üçünün daldığı derin sessizlik kısa sürede yerini Hilal'in ritimle söylediği kelimeleri bırakmıştı,

 

"Kurt Baba, Kurt Baba, saatin kaç?" dedi Barlas'a bakarak.

 

"Beş!" dedi Barlas.

 

"Bir, iki, üç, dört, beş!" diye sayarak beş adım attı Hilal. Sonra tekrardan ritimli kelimelere bıraktı kendini.

 

"Kurt Baba, Kurt Baba, saatin kaç?"

 

"Yedi!"

 

"Bir, iki, üç, dört-"

 

Beş demeye fırsat bulamadan yakınlarından duyulan silah sesiyle korkuyla annesinin beline sarıldı Hilal. Sesi işiten Barlas elini tutan kadının eline daha sıkı sarılırken, Nevra da etrafta göz gezdiriyordu. Biraz ileriden gelen küçük iniltileri işittiğinde iki çocuğu da sürükleyerek büyük çınar ağacının gövdesine sakladı.

 

"Sakın buradan ayrılmayın!" diye sert bir emir verdi çocuklara.

 

"Anne! Gitme!" dedi Hilal kadına doğru koşmaya çalışırken. Ancak Nevra buna izin vermedi. Koluna sıkı sıkı tutunan kızını istemeye istemeye sertçe itti.

 

"Hilal! Sözümü dinle!" diye bir kere daha sertçe çıkıştı kadın. Ardından kızının arkasında endişeyle sağa sola bakılan Barlas'a seslendi, "Barlas, Hilal'i sakın bırakma. Birbirinize göz kulak olun. Hemen geleceğim."

 

Kızının ardından sessiz çığlıklar atarak ağlayışı içini parçalasa da ardına bile bakmadan ilerlemeye devam etti Nevra. Bugün ağlasa bir daha hiç ağlamaz diye düşündü. Arkasına hiç bakmadı. Bakarsa yıkılırdı. İlerlemeye devam etti. Adımlarına dört ayak daha katıldı. Anlaşılan kurtun yavrusu çocukların elinden kaçmıştı. Yavru kurt Nevra'dan önce toprağın üzerindeki kan gölünün ortasında yatan annesinin ölü bedenine sokuldu. Nevra önündeki manzaraya baka kaldı. Erkenden ayılıp belindeki silahını çıkardı ve dürbünden tek tek kontrol etti etrafı. Doğu temizdi. Batı da. Güneyde de bir şey yoktu. Kuzeye döndü. İlerideki çalılıkların arkası terörist kaynıyordu. Mermisinin azlığına aldırış etmedi. Koca bir orduyu yok etmek istercesine bastı tetiğe.

 

Vurduğu her bir hedefe karşılık vurulduğunda bir delik açıldı vücuduna. Belki on defa vuruldu, belki yirmi... Ancak öfke ve aşk birleşmiş, öyle bir güçle doldurmuştu ki içini vurmaya da vurulduğunda güç almaya da devam etti. Sol omzuna iki Kurşun yedi, sağ omzuna dört. Yedi kurşun çoktan karnına yerleşmişti. Göğsünde üç, bacaklarında on bir kurşun daha yerini aldı. Sendelemedi. Acı hissinden çok öfke kaplamıştı vücudunu. Ancak silahındaki mermi bittiğinde diz çöktü toprağa. Göz odağına biri anne diğeri yavru iki ölü kurt girdi. Sonları o kurtlar gibi olmayacaktı. Kendisi yaşamasa bile kızını yaşatacak, koruyacaktı.

 

Küçük kızı hıçkırıklarla önden, arkadaşı Barlas arkasından koşarak geldiler yanına. Kurşun yağmuru devam ediyordu. Kalan son gücünü iki çocuğunun üzerine sımsıkı kapanıp siper olarak kullandı Nevra. Gözleri sonsuzluğa kapanmadan önce iki çocuğun da nefes alış verişlerinin tenine çarpmasıyla mutlu oldu. Onları yaşatmanın verdiği sevinç ve dudaklarında beliren tebessümle beraber derin bir uykuya daldı.

 

Düşmanın hedefi birçok kez çocuklar oldu. Ancak çocuklara hedeflenen her kurşun, Nevra'nın cansız uzuvlarına isabet etti. Düşmanlar başarısızlıkla daha da hırslandı. Sanki o iki çocuğu da öldürmek için kendileriyle bahse girmiş gibiydiler. Hilal ağlamaya, düşman tetiğe basmaya devam etti. Barlas'ın yardım çığlıkları karıştı silah seslerine.

 

Annesinin saçları hep yıldız kokardı Hilal'e. Şimdi ise her hıçkırığı ve iç çekişinde kan kokusu dolduruyordu burnunu. Oysa ona göre annelerin saçları hep yıldız kokmalıydı... Her ne kadar ölü olsalar bile...

 

 

 

Bölüm : 12.04.2025 23:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kahveyeşilineaşık / KIZIL KURŞUN | Askeri Kurgu / 5. BÖLÜM
Kahveyeşilineaşık
KIZIL KURŞUN | Askeri Kurgu

625 Okunma

123 Oy

0 Takip
6
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...