29. Bölüm

25. | Küstüm Çiçeği

Kalanların Ardından
kalanlarinardindan

 

"Bana mı yolun yoksa, beni geçince sağda inecek misin?"

 

 

Canfeza

 

Bölüm Şarkısı: Acıyı Sevmek Olur Mu| Mehmet Erdem

 

 

Gönül bahçemde küstüm çiçekleri yetiştirdim yıllardır. Üç yıl öncesine kadar farketmemiştim bile küstüm olduklarının. Taki hüznün eli onlara dokununcaya kadar. O günden sonra hep boynu bükük kaldı çiçeklerim. O yeis bir kez olsun elini eteğini çekseydi bahçemden, küstümlerim yine açacaklardı.

 

Güneşi bir küstüm çiçeğine benzetiyordum. Ne zamanki ona ihtiyacımız olduğu anda dokunduk, hemen kendini geri çekip gecenin zifirisiyle baş başa bıraktı bizi. İşte bu yüzdendi benim tüm umutlarımı sabahlara bağlayıp, gözyaşlarımı geceye saklamam. Çünkü umudun en çok tükendiği vakittir, gece.

 

Bana bir gece daha bitmiş, bir yalancı sabah daha doğmuştu. Bugün de umutlarımızın katili olacaktık belli ki...

 

Aynadaki yabancıyla ne ilk ne de muhtemelen son göz göze gelişim olacaktı bu. Ona bakınca kendi katili olan ruhsuz bir kadın görüyordum. O güçlü değil, acizdi.

 

Dünden sonra evdekilerle yüzleşecek olmam beni geriyordu. Aklıma dün gece Eflâh'ın bana fısıldadığı cümle geldi. Kalp atışım benden bağımsızca hızlandığında kaşlarım çatıldı.

 

Bu sefer acıdı.

 

Bu sefer sorgulamayacaktım. Her seferinde neden diye haykırmaktan yorulmuş, tükenmiştim. Fakat kızmamış olmasının beni dumura uğrattığı da su götürmez bir gerçekti.

Mutfaktan gelen takırtılarla aynadaki yabancıdan gözlerimi kaçırıp banyodan çıktım. Ufak adımlarla oraya doğru ilerledim. Çıplak ayaklarımı sızlatan soğukla baş parmaklarımı büktüm. Bu hissi sevmiştim.

 

Bakışlarım ilk önce hazırlanmış olan masaya değdi akabinde henüz varlığımı farketmemiş olan Gülsima'ya. Kaşlarım şaşkınlıkla kalktı. Keyfi yerinde olduğu zamanlarda mutfakla ilgilenmeyi severdi. Onu böylesine canlı görmek beni mutlu ediyordu. Umarım gülüşü hiç solmazdı. Çünkü o gülüşüne umutlar sığdıran bir kadındı.

 

"Erkencisin?" Sesimi duyduğunda irkilerek bana döndü. Dudakları hafif kıvrıldığında tekrar önüne döndü.

 

"Sen de öyle," diye mırıldandı.

 

Küçük adımlarla tezgaha doğru ilerledim. Tabağa özenle dizdiği salatalıklardan bir dilimi ağzıma atınca Gül'ün tehditkar bakışlarına maruz kaldım.

 

"Sofrada yiyeceksin zaten Âhenk. Biraz beklesen ölmezsin," diye homurdandı. Umursamazca omzumu silktiğimde söylenerek tekrar önüne döndü.

 

Dün gece aklımdan çıkmıyordu. Eflâh'ın bana bağırıp çağırmasını beklerken karşılaştığım tavrı beni dumura uğratmıştı. Üstelik Kara'dan gelen mesajla birlikte yekten çıkmaz bir sokağa girdiğimi hissetmiştim.

 

"Abimle ne konuştunuz?" Gülsima'nın aniden ortaya attığı pimi çekilmiş bombayla birkaç saniye öylece kalakaldım.

 

"Nasıl yani?"

 

"Dün gece senin odana girdiğini gördüm," dedi sakince. Dilimlediği domatesleri tabağa güzel bir şekilde dizdikten sonra ellerini yıkayıp bana döndü. "Aslında gürültülü bir kavgaya hazırlamıştım kendimi ama beklediğimden daha kısa ve sakin sürdü." Kaşlarını kaldırmış, ne diyeceğimi beklerken neler döndüğünü merak ettiği barizdi. Ne yazıktır ki, buna benim bile bir cevabım yoktu.

 

Ciğerimi havayla doldurup seslice nefes verdim. Kollarımı birbirine bağlayıp belimi tezgaha yasladım.

 

"Dün gece odama geldiğinden haberim yoktu," diye yanıtladım sakin bir ses tonuyla. "Muhtemelen uyuduğumu gördüğü için uğraşmak istememiştir."

 

Gül'ün üzerine düşen durgunluk elle tutulurdu. O da benim gibi tezgaha yaslanmışken, düşünceli bir şekilde yeri izliyordu.

 

"Âhenk?"

 

"Hm?"

 

Gözleri usulca gözlerime tırmandığında sertçe yutkundu. Zihninde zehirli bir sarmaşık vardı ve bunun yansımasını net bir şekilde gözlerinde görüyordum.

 

"Benden herhangi bir şey saklamıyorsun, değil mi?" Ses tonuna serpiştirilmiş endişe kırıntıları boğazımda yumru oldu.

 

"Ne gibi, Gül'üm?"

 

"Ne bileyim işte." Omzunu silkti. "Mesela o adam sana bir daha mesaj attı mı?"

 

"Hayır," diye yalan söyledim. "O günden sonra bir daha mesaj atmadı. Bence zaten sadece gözdağı verme amaçlı bir şeydi bu. Kafamıza takmamızı istediği için yaptı o adam bunu."

 

Kararsızlıkla gözlerime bakmaya devam etti. Kendi vicdanıyla çatışmada olduğunun farkındaydım. Başıma bir şey gelmesinden korkuyordu. O mesajları bilip de susuyor olması onun omuzlarına büyük bir yük olmuştu. İşte bu yüzden ona olanlarda bahsedemezdim. Aksi taktirde kırıklarla dolu olan kalbine bir zararı da ben vermiş olurdum.

 

"Peki," dedi sonunda pes etmişçesine. "Sen öyle diyorsan öyledir. Ben gidipte abimi uyandırayım kahvaltı için. Sen de Onur'u uyandırırsın. Gece burada kaldı, salonda uyuyor."

 

Onu sessizce onayladığımda mutfağın çıkışına doğru yürümeye başladı.

 

"Gülsima," diye seslenince adımları durdu. Başını çevirip bana baktı.

 

"Abinle aranızın düzelmesine sevindim."

 

Dudaklarında yavaş yavaş doğan buruk gülümsemeyle baktı grilerime.

 

"Bazı gerçekleri kabullenmem gerekiyordu, Âhenk."

 

Ben hiçbir şey diyemeden kapıdan çıktı. Kalbimde çöreklenen ağrı kirpik diplerimi sızlatmıştı. Çocukluğumu beraber geçirdiğim bu insanların acısını nasıl oldu da hiç görememiştim? Bir çocukluk geçirmiş, onlarla aile olmuştum. O zamanlar her şey o kadar toz pembeymiş ki, canımdan parça olanların can çeliştiklerini görememiştim. Bu beni bencil yapar mıydı?

Bencildim.

 

Daha fazla mutfakta dikilmekten vazgeçip, Gülsima'nın dediğini yapıp, Onur'u uyandırmaya karar vermiştim. Salonun kapısının önüne geldiğimde ses çıkarmamaya dikkat ederek araladım. Yine aynı şekilde parmaklarımın üzerinde içeri süzüldüm.

 

Karşılaştığım manzarayla dudaklarım şefkatle kıvrıldı. Büyük cüssesiyle o kanepede nasıl uyuyabilmişti tüm gece boyunca, anlamıyordum. Onur her yerde ve her şekilde, yerini yadırgamadan uyuyabilen o şanslı insanlardandı. Yattığı koltuğa biraz daha yaklaştım. Dün bana ilk defa o kadar sesini yükseltmişti. Bana hiçbir küskünlüğü veya kırgınlığı uzun sürmezdi. Bir saat bile sürmezdi. Bu seferki ne zaman bitecekti bilmiyordum ama çektireceği tüm cezalar başım gözüm üstüneydi. Hakketmiştim. Elimi omzuna hafifçe dokundurup yumuşak bir sesle ismini söyledim. Hiçbir hareketlilik olmayınca sesimin volümünü arttırdım.

 

"Onur, hadi uyan."

 

İlk önce kaşları çatıldı. Sonrasında yüzünü buruşturup tek gözünü açıp bana baktı. Olabildiğince şirin görünmeye çalışıyordum. Ciddi bir şekilde bana yüz çevirmeyeceğini adım gibi biliyordum, ama bu kaprislerini çektirmeyeceği anlamına da gelmiyordu.

 

Açtığı tek gözünü tekrar yumup yattığı yerden ağır hareketlerle doğruldu. Elleriyle gözlerini ovalayıp alttan alttan bana baktı.

 

"Neden maymun taklidi yapıyorsun?" Gülümsemem yavaş yavaş solarken ona şaşkınca bakakaldım.

 

"Ne?"

 

Kaşlarıyla yüzümü işaret etti. "Ağzını gözünü değişik bir hale sokmuşsun. Maymun taklidi yaptığını düşünmüştüm."

 

"Aslında sadece gülümsüyordum," diye homurdandım.

 

Kaşları hayretle havaya kalktı. "Maymunlar öyle mi gülüyorlarmış?"

 

"Onur!" diye sinile tısladım dişlerimin arasından.

 

Uyarımı görmezden gelip ayağa kalktı. Elleriyle ensesine ovalarken aslında ne kadar yorgun olduğunu farketmiştim. Muhtemelen çok geç saatlerde yatmıştı.

 

"Kahvaltı hazır. Acıkmışsındır," diye mırıldandım. Bakışları aniden bana döndü. Sertçe yutkundu.

 

"Sen mi hazırladın kahvaltıyı?" Harelerinde gördüğüm korkuyla kaşlarım çatıldı. Bu da ne demekti böyle? Küskünce kollarımı göğsümün altında bağladım.

 

"Pek çok konuda olduğumun aksine mutfakta mükemmel olmayabilirim, ama kahvaltı hazırlamasını da biliyoruz herhalde."

 

Somurtan yüzüme bakıp güldü. "Evet. Aynı zamanda da çok mütevazisindir."

Ters bakışlarımın etki etmediği barizdi.

 

"Yani sen mi hazırladın," diye sordu yeniden kaşlarını kaldırarak.

Omzumu silktim. "Ben değil, sevgilin hazırl-"

Dudaklarıma bastırdığı avucuyla gözlerim iri iri açıldı.

 

"Kızım, manyak mısın? Abisinin olduğu evde söylenecek söz mü o şimdi?" Onun bu telaşlı hali beni güldürdü. Bileğinden tutup dudaklarımdan uzaklaştırdıktan sonra sırıttım. Şimdi de o somurtuyordu.

 

"Ha yani sevgilisiniz?"

 

"Bunu neden ona sormuyorsun?"

 

"Peki sen neden inkar etmiyorsun?"

 

Yanaklarının içini havayla doldurunca gülüşüm biraz daha büyüdü. Bana sinirlendiği zamanlar çok nadir olurdu fakat arada böyle sıkıştırdığım zaman fazlasıyla eğleniyordum.

 

Tabi gerçekten kızmadığı sürece.

 

"Ben o zaman babaanneme söyleyeyim de Gül'e damat aramayı bıraksın." Sahte bir ciddiyetle kurduğum bir cümle onun bana ateş saçan gözlerle bakmasına yetmişti.

 

Ellerimi teslim olurcasına kaldırdım. "Sadece şaka yapmıştım."

 

"Allah aşkına sen şaka yapma Âhenk," diye homurdandı. Elleriyle gözlerini ovuşturup ayağa kalktı. Gitmesini engelleyerek tam önünde dikilip ona alttan alttan bakmaya başladım. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu.

 

"Hani ben senin Şeker Kızındım?" Dudaklarımı büzdüm. "Şimdi Âhenk mi olduk?"

 

"Sen niye benim yanıma geldin ki? Biz dün senle küsmemiş miydik?"

 

"Küsmüş müydük?"

 

Başıyla onayladı. Sesli bir nefes verdim.

 

"Peki beni nasıl affedersin?"

 

Hayret ve şaşkınlık bütün gözlerine dağıldı. "Nasıl yani, itiraz etmeyecek misin? Asilik yapmayacak mısın?"

 

Başımı olumsuzca salladım.

 

"Hiç mi?"

 

"Hiç."

 

"Peki o zaman," diye mırıldanırken gözleri arkamda bir noktaya kaymıştı. Belli ki kaprisleriyle hayatı bana zindan etmeyecekti. Daha farklı planları var gibiydi. Diyeceklerine dikkat kesildim. Çok geçmeden onu meraklı bir şekilde izleyen bana tekrardan bakınca dudakları sinsice kıvrıldı. Gözlerinde gördüğüm oyuncu pırıltılar istemsizce gülmemi sağlamıştı.

 

Başını çevirip işaret parmağını yanağına iki defa vurduğunda ne istediğini anlamıştım. Seslice gülüp ona yaklaşmıştım ki koridordan gelen sert sesle irkilerek arkama döndüm.

 

"Orada oyalanacağına gel de yemeğini zıkkımlan. İşlerimiz var."

 

Yeni kalktığının kanıtı olan dağınık kıvırcık saçları, alnında sinirlendiği için kabaran damarı ve çatık kaşlarıyla doğrudan gözlerime bakıyordu. Sözlerinin muhatabı ben değildim ama gözlerime öyle bir bakıyordu ki sanki yeşilleri benim bilmediğim bir lisanda bana haykırıyordular.

 

Aslında o lisanı bilmemek benim seçimimdi. Böylesi daha kolaydı.

 

Uzun zaman sonra ilk defa hiçbir zorunluluk olmaksızın bir masanın etrafında toplanmış, kahvaltı yapıyorduk. Yanımda Onur, tam karşımda da Eflâh vardı. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyordum. Oysa şu an tek istediğim ızdırap verici bu sessizlikten soyutlanmak, hiçbir şeyin olmadığı ve hiçbir şey hissetmediğim bir anda olmaktı. Bu mümkün müydü? Keşke olsaydı. Çünkü içimde taşıdığım, benliğime ağır gelen bir yük vardı. Ve ben o yükü sırtlanmış, hangi güzergahta ilerleyeceğini bilmeyen bir virane gibiydim.

 

Çatal bıçak seslerini bastıran melodiyle bakışlarım yanımdaki bedeni buldu. Çatık kaşlarıyla ekrana bir bakış attıktan sonra çağrıyı yanıtlayıp telefonu kulağına yasladı. Bir erkek sesi olduğunu anlamıştım fakat ne dediğini anlayamıyordum. Ama Onur'un anbean çatılan kaşlarıyla bir şeylerin yolunda gitmediği aşikardı. Onur sertleşen bakışlarını Eflâh'ın gözlerine çevirince içimdeki huzursuzluğun çığ gibi büyüdüğünü hissediyordum.

 

"Tamam Ali. Şimdi yola çıkıyorum ben," dedi. Telefonu kapatır kapatmaz ayaklandı. Ağzına keyifle bir zeytin atıp bize göz kırptı. Onun bu aniden değişen ruh haliyle şaşkınlıkla bakakaldım. Neler oluyordu?

 

"Ben çıkıyorum kardeşim," dedi ve bir cevap beklemeden gitti. Çok geçmeden dış kapının kapanma sesi doldurdu evin içini. Eflâh hiçbir şey olmamış gibi yemeğini yemeye devam ediyordu. Hiçbir şeyi anlamamış olmamın verdiği huzursuzlukla tabağımdaki kahvaltılıklarla oynamaya devam ettim dakikalarca.

 

"Âhenk, buraları sen halleder misin? Ben biraz uyuyacağım ya," dedi Gülsima yüzünü buruşturarak. Gözlerimin irileştiğini hissettim. Bir müddet sessiz kaldığım için Eflâh da bana bakmaya başlamıştı.

"Tabii, dinlen sen. Ben toparlarım burayı," dedim mümkün olduğunca sakin çıkarmaya çalıştığım sesimle. Sonuçta Eflâh yemeğini bitirene kadar salonda oturabilirdim. O çıktıktan sonra ben de tekrar girer ve işlerimi hallederdim. Böylelikle onunla yalnız kalmamış olurdum. Gülsima ikimize kararsızca baktı akabinde sandalyesinden kalkıp o da mutfağı terketmişti. Şimdi benim de çıkmam gerekiyordu.

 

Onunla baş başa kalmak beni geriyordu. Bakışlarını yüzümde hissederken nefes almak çok zordu. Boğazıma oturan hisle sessizce yutkunup yavaşça ayaklandım. Onunla yalnız kalmak ateşlerin arasına atlamaktan daha zordu.

 

"Konuşacağız."

 

Sesini duymayı beklemediğim için birkaç saniye öylece kalakaldım. Kalp atışlarımın ağırlaştığını hissediyordum. Ondan tarafa dönüp boş bakışlarımı yüzüne diktim. İfadesizce yüzüme bakıyordu. Benimle ne konuşmak istiyordu?

 

"Konuşacak bir şey mi var?"

 

Ağır ağır ayağa kalkıp tam karşımda dikildi. Şimdi o bana tepeden bakıyordu. Yakınlığımızdan dolayı geri adım atmamak için zor tutmuştum kendimi.

 

Yeşilleri yüzümün haritasında seyre çıktı saniyeler içinde. Kaşlarımın gittikçe çatılmasına engel olamıyordum.

 

"Sen söyle," dedi boğuk bir sesle. "Konuşacak bir şey var mı?"

 

"Yok," diye karşı çıktım sertçe. Gözleri bu defa grilerime demir attı.

 

"Emin misin? Yok mu?"

 

"Neyi ima ediyorsun? Açık konuş benimle!" Ses tonum istemsizce yükselmişti. Tavırları beni geriyordu. Onunla birkaç kelime paylaşmak bile zorken can sıkıcı imalarına kafa yormak bezdiriciydi. O beni yoruyordu.

 

"Bana kızıp acısını ellerinden çıkarma."

 

Ben henüz ne olduğunu anlayamadan yumruk şeklini alan elimin etrafında soğuk parmaklarını hissedince kolumu hiddetle geri çektim. "Dokunma," diye çıkıştım refleksle. Parmakları soğuktu ama dokunduğu yerler alev alevdi şimdi. Tavrım karşısında gözlerinden geçen bir hisse şahitlik eder gibi olmuştum fakat hemen sonra o düşünceyi kafamdan defettim.

 

"Ne sana ne de boş imalarına katlanacak tahammülüm yok!"

 

Sinirden yanan gözlerimle arkama dönüp kapıya doğru yürümeye başladım. Fakat sert sesi adımlarımı bıçak gibi kesmişti.

 

"Senin aldığın her nefesi biliyorum ben!"

 

Ruhumun diri diri toprağa gömüldüğünden bahsetmiştim önceden. Boş bedenimin nefes alıp vermekten başka bir işe yaramadığını da söylemiştim. Ama herbir zerremin kırgın olduğunu söylememiştim. O boşlukları kırgınlıklarımla doldurmuştum ben. Eflâh, pervasızca savurduğu kelimelerinin yaşamı dileyen zavallı ruhuma umut bahşettiğini bilmiyor muydu? Bilse, yapar mıydı?

 

Buna benim verecek bir cevabım yoktu.

Kalbim? Ona sessizlik, öğretilmiş çaresizlikti.

 

"Aldığın nefesleri değil, alacağın nefesleri de biliyorum. Kendini benden gizleyebildiğini mi sanıyorsun sen?"

 

Beynime ok misali saplanan gerçekle kirpiklerim titredi. "Biliyordun," diye fısıldadım.

 

Bana yaklaşan ağır adımlarını hissettim. Durduğundaysa, sırtım ve göğsünün arasında kısacık bir mesafe kaldığını biliyordum. Kor nefesi saçlarımın arasına sızıyordu. Bedenime dokunmuyordu ama vücudunun sıcaklığını iliklerime kadar hissediyordum. Derin bir nefes alma ihtiyacıyla dolup taştım. Ama buna yeltenemedim. Kokusunun ciğerlerimi dağlayacağını biliyordum çünkü.

 

"O adamın beni çağırdığını ve benim de onun yanına gideceğimi biliyordun," dedim bu sefer daha yüksek bir sesle.

 

"Evet," demekle yetindi sadece. Sesini bu kadar yakınımdayken duymak yutkunmamı sağladı.

 

"Neden?" diye sordum bu sefer, tarazlı bir sesle. "Neden gitmeme izin verdin peki?"

 

"Merak ettim," diye yine kısaca yanıtladı. Kaşlarım çatılırken bir adım öne atıp bedenimi ona döndürdüm. Kapalı gözlerini aralayıp ifadesizce yüzüme bakmaya başladı. Üşüdüğümü hissettim.

 

"Anlamıyorum. Neyi merak ettin? Gidip gitmeyeceğimi mi?"

 

"Senin alacağın her nefesi bildiğimi söyledim. Gideceğini biliyordum. Merak ettiğim bu değildi."

 

Kollarımı iki yana açıp bezgince sordum. "Neyi merak ettin o zaman? Açık konuş!"

 

Az önce açtığım mesafeyi kapatıp, gözlerime daha yakından bakmaya başladı. Nefesim sekteye uğramıştı. Geri adım atmak isteyen ayaklarıma engel olup karşımdaki zehir yeşillere alttan alttan bakmaya devam ettim.

 

"Kara'nın benim hakkımda söylediklerine inanıp inanmayacağını merak ettim," dedi tok bir sesle.

 

Bu cevabı asla beklemiyordum. Şaşkınlıktan gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Bu onun için ne kadar önemliydi ki? Onun hakkında kötü düşünüp düşünmediğimi umursadığını sanmıyordum. Peki o halde, neydi bu merakının sebebi?

 

"Bunun senin için herhangi bir önem teşkil ettiğini sanmıyorum," diye fısıldadım bakışlarım çenesine düşerken. O anda, ızdırap verici gözlerine bakmayı kaldıramazdım.

 

"Evet," diye cevap verdi keskin bir ses tonuyla. Kalbim acıyla kasıldı.

 

"Beni tanıdığını söylüyorsun. O halde inanıp inanmadığımı da biliyor olmalısın." Sesim yine bir fısıltıdan ibaretti. Sesli konuşursam kalbimin acı inlemeleri sesimden dışarı sızardı. Eflâh'ın onu duymasını istemiyordum.

 

"Seni tanıyorum. Ama sendeki beni tanıyıp tanımadığımdan emin değilim."

 

Sertçe yutkunup grilerimi yeşil harelerine mühürledim. Kısık gözlerle ifademi süzüyordu. Neden yapıyordu bunu bana? Acı çektirmekten zevk mi alıyordu? Belkide gerçekten de kalbimin acıdığını teyit etmek istiyordu.

 

"Hâlâ bende bir 'sen' olduğunu düşünmen zavallıca," diye konuştum alayla. İfademi toparlayıp aramızda ki mesafeyi tekrar açtım. Cevap vermesine fırsat tanımadan tekrar konuştum.

 

"Bana sadece tek bir şeyden bahsetti ve o şeyin yalan olduğunu biliyorum." Heybetli bedenini arkasında kalan masaya yaslayıp kollarını birbirine bağladı. Delici bakışları yüzümde dolaşırken beni dikkatle dinlemeye başladı. Konuyu uzatmaması benim yararımaydı.

 

"Ama anlatmadığı ve seninde bildiğini bildiğim daha bir çok şey var," diyerek sustum. Dudağının usulca kıvrıldığına şahitlik eden gözlerim yüz ifadesine dikkat kesilmişti. Alaycı bir kıvrılmaydı bu. Tok sesini işitince tekrar gözlerine tırmandı bakışlarım.

 

"Ne söyledi?"

 

Bakışlarımı kaçırdım. Bunu kendi kendime bile söyleyemezken, ona yakıştıramazken, nasıl sesli dile getirirdim ki?

 

"Ne söyledi?" diye tekrarladı sorusunu.

 

"Annesini..." Gözlerimi sıkıca yumup gözümün önüne gelen görüntüden kurtulmaya çalıştım. Ben onun ellerine kanı yakıştıramazken bir başkası benim bunu hayal etmeme sebep oluyordu. Yapmazdı Eflâh, bundan asla şüphe etmezdim.

 

"Söyle," dedi tekrar sertçe.

 

"Annesini öldürdüğünü söyledi." Tedirginlikle gözlerine diktim grilerimi. İfadesizliği hâlâ yerli yerindeydi. Düşüncesinin bile beni nasıl kahrettiğini biliyordu, biliyordum.

 

"Korkuyor musun benden?" diye sordu aniden. Beklemediğim bu soru karşısında birkaç saniye bocaladım. Ondan korktuğumu mu sanıyordu?

 

"Hayır," diye itiraz ettim kesin bir şekilde. Onun varlığı olmazdı hiçbir zaman beni korkutan şey. Kabullenmek acı da olsa, gerçek bundan ibaretti.

"Neden Kara'nın söylediklerinin doğru olduğuna inanmak istemiyorsun?" diye sordu bu sefer.

Çok değil, birkaç dakika önce vücuduma hükmeden siniri arıyordum fakat ona ulaşamıyordum. Neden böyleydi bu?

 

Sorduğu soruları beni köşeye sıkıştırmak istercesine özenle seçiyor gibiydi. Bense kaçmaktan yana değildim. Sahi, ne geçiyordu eline? Amacı neydi? Gözlerimi sıkıca yumdum ve pes edercesine nefes verdim.

 

"İnanmak istemiyorum değil, inanmıyorum. Sen hiç kimsenin canına kıymazsın Eflâh."

 

Saniyeler birbirini kovaladı, ama ondan hiçbir tepki gelmedi. Kapalı gözlerimi aralamaya karar vermişken yanağımda hissettiğim soğuk parmaklarla irkildim. Olduğum yerde taş kesilmiştim. Neden bana işkence ediyordu? Birbirine kenetli olan kirpiklerim yavaşça ayrıldılar. Gözlerimden ifadesiz gözlerine akan hüzün onda gram etki etmiyordu. Kısa bir süre sonra dudaklarını beni yerle bir edecek o şeyi söylemek için araladı.

 

"Ben öz babamın katiliyim."

 

Üzerime bütün İstanbul çökseydi ve ben de o enkazın altında kalsaydım, canım bu kadar yanmazdı, emindim. Ellerim bileğini tutup parmaklarının baskısını kendimden uzaklaştırdı. Gözleri havada asılı kalan eline bakakaldı.

Unutmak için üstüne toprak attığım o anı tekrar yaşamayı kaldırabilir miydim, emin değildim.

 

"Peki şimdi ne olacak?" Ses tonuma karışan telaşı gizleyememiştim. Elini yavaşça indirip yeşillerini arkamda bir noktaya sabitledi. "Kara sizden gizlice onunla düzenli olarak buluşmamı istedi. Amacını anlayamıyorum. Ailemden uzak durması için gittim yanına. Bir de gerçekleri Kara'da-" Aniden kolumdan tutup kendisine çekmesiyle gözlerim iri iri açıldı.

 

"Sikeceğim şimdi Kara'yı," diye hırladı sinirle. Ettiği küfürle yanaklarımın kızardığını hissettim. Bir kaç saniyeliğine alnında kabaran damara kaydı bakışlarım.

 

"Alma şu itin adını ağzına," diye tısladı. Kolumu sertçe çekerek elinden kurtardım. Acıtmamıştı ama üzerimde bu şekilde baskı kurulmasından nefret ediyordum.

 

"Bana bir daha bu şekilde dokunma," diye tısladım aynı onun gibi. "Hem madem ondan bahsedilmesini istemiyorduysan onu başına bela etmeden önce düşünecektin!"

 

"O şerefisizin ismini söylemeni istemiyorum," dedi daha sakin bir sesle. Öfke hâlâ yerli yerindeydi oysa.

 

"Canım ne isterse onu yaparım," dedim kararlılıkla.

 

Gözlerini sıkıca yumup birkaç dakika boyunca kendini dizginlemeye çalıştı. Öfkesini söndürmeye çalıştığını görebiliyordum. Nihayet tekrar açtığında hâlâ azalmamış bir sinirle baktı grilerime.

 

"Ailen için endişelenmene gerek yok. Onların kılına zarar gelemez. O şerefsiz hiçbir şey yapamaz. Sadece intikamını senin üzerinden almaya çalışıyor."

 

"Neden?" diye isyan edercesine konuştum. "Bıktım artık bu bilinmezliklerden. Ya sen bana anlatırsın ya da ben Kara-"

 

"Söyleme şu şerefsizin ismini dedim sana!"

 

Hayretle baktım ona. "Gerçekten tek derdimiz bu mu? Onun ismi mi?"

 

Söylediklerimi kaile almadan mutfağın çıkışına doğru sert adımlarla yürümeye başladı. Şaşkınlık ve sinir herbir hücremde kol geziyordu.

 

"Onunla hiçbir şey olmamış gibi buluşmaya devam edeceksin. Her adımından haberim olacak zaten ama sen yine de beni uğraştırmadan kendin anlatacaksın bana." Adımlarını bir anlığına duraksadı. "Onunla arandaki mesafeye de dikkat edeceksin," diye sertçe tembihledi. Ne saçmalıyordu bu? Şaşkınlıktan tek bir kelime dahi edememiştim ki zaten o da çoktan kapıyı çarpıp çıkmıştı evden.

Adımlarım beni istemsizce pencere önüne doğru götürürken kendime lanetler ediyordum.

 

O her istediğini bir şekilde bana yaptırabiliyorken benim onda zerre etkimin olmaması beni kahrediyordu.

 

Gidişini izlemekten kaçınıp sırtımı pencereye döndüm. Gözlerimi mutfağın içerisinde gezdirirken aklım az önceki konuşmalarımızdaydı. Onunla yıllar sonra ilk defa bu kadar uzunca konuşmuştuk. Bu nasıl oluyordu da kalbimi hem acıyla kavurup hemde içimdeki küstüm çiçeklerini sevindirebiliyordu?

 

Ellerinde öz babasının kanının olduğunu söylüyordu. Ondan soyutlanmak için çırpınan aklım ve kalbim buna inanmamı komut vermişti ilk başlarda. Fakat günlerce üzerime bir karabasan gibi çöken hislerimi kulak ardı edememiştim. Eflâh katil olduğunu söylemişti. Buna nasıl inanmamı beklerdi ki? O sadece benim ruhumun katiliydi. Buna her şeyimle inanıyordum.

 

"Belki benim katilimsin, ama sadece benim. Bir başkasının ölümüne ferman imzaladığına inanmıyorum Eflâh," diye fısıldadım ardından.

 

Bölüm Sonu.

 

Bölüm : 12.03.2025 02:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...