3. Bölüm

3. Bölüm | Artık Küçücük Kollarım Büyüdü

Kalanların Ardından
kalanlarinardindan

 

 

 

 

"Ben Akel Mir Karakurt'un kız kardeşi, Giz Karakurt'tum. Vazgeçmek benim gülümsemelerimi kanatırdı. Gülümsemelerim ise umudumdu."

 

Bölüm Şarkısı: Beni Hatırladın Mı | Birsen Tezer & Cem Adrian

 

Küçükken mutluluk nedir diye düşündüğümde, ağabeyimin gülüşünün olduğunu söylerdim kendi kendime. Fakat sonrasında duraksardım. Benim ağabeyim hiç gülmezdi ki... Yine de mutluluk kavramını başka bir şeye yakıştıramazdım. Hâlâ öyleydi... Bana mutluluk, ağabeyimin hiç olmayan gülümsemeleriydi.

Yansımamı izlerken istemsizce o kız geldi aklıma. Acaba benden esirgediği gülüşlerini o kıza hiç göstermiş miydi? Yüreğimin sızlamasıyla gözlerimi kendi gözlerimden kaçırdım. Göstermemiş olmasını diliyordum.

"Çıkıyor muyuz?"

Naz'ın tok sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Omzunu kapının pervazına yaslamış, ifadesizce yüzümü izliyordu. Birbirimize tamamen zıt karakterlere sahiptik. Yine de ağabeyimden sonra en çok sevdiğim insandı. Aslına bakılırsa, şen karakterime tezat olarak şu hayatta sevdiğim sayılı insan vardı. Kahve rengi saçları iki yandan balık sırtı örgüsüyle örülmüştü. Soğuk diyebileceğim kadar içine kapalı bir insandı. Onunla ilk lisede tanışmıştım. Ekim ayındaydık ve okullar açılalı sadece bir kaç gün olmuştu. Yine rüyamda yüzünü seçemediğim ağabeyimi gördüğüm bir gecenin sabahındaydım. Daha doğrusu, günün bana aymadığı sayısız gecelerden birindeydim. Kurumaya yüz tutmuş yaprakları izlerken hem gülüyor, hem de ağlıyordum. Önümden geçen dönüp bir daha bakıyordu. Tuhaf bir insan olduğumu biliyordum. Belki de ağabeyimin beni kalbine sığdıramaması da bundandı. O gün sadece Naz gelip yanıma oturmuştu. Ben ağladıkça o sadece boş gözlerle beni izlemişti uzunca bir süre. Garip bir şekilde neden ağladığımı ve aynı anda güldüğümü sorgulamadı. Sanki içimde yatan acıyı biliyordu...

O günden sonra asla ayrılmadık. Ben uslanmazlık ve haylazlığımla başımı dertten derde sokardım, o ise her daim anaçlığıyla beni kollardı. O bana kendi öz annemden daha da anneydi.

Labradorit taşını andıran gözleriyle olan temasımızı kesip ona doğru adımladım. İfadesizliğinin ardında gizlediği endişeyi seziyordum. Bunu yıllara dayanan dostluğumuz olmasaydı asla yapamazdım. Yüzümdeki yaramaz gülümseme eşliğinde en nefret ettiği hareketi yaptım.

"Kaç kere diyeceğim lan? Sevmiyorum yanağımı sıkmanı," diye homurdandı. Bana çatık kaşlarıyla baktığında sadece omuz silkip yanından geçip odadan çıktım. "Ama ben seviyorum," diye yanıtladım sakince. Hiçbir şey söylememesi içinden söylemediği anlamına gelmiyordu. Ve sanırım neler söylediğini az çok tahmin edebiliyordum.

"Ben de seni, canım! Ben de seni," diye seslendim gerimde kalmış bedenine. Arkamdan homurdandığını duyduğumda yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Salonla bitişik olan mutfağa ilerlerken arkamdan gelen adım seslerini duyuyordum. Sabah içtiğim ağrı kesicinin etkisi kaybolmuş, yerini derin bir zonklamaya bırakmıştı. Yenisini içecektim, bu gece lazım olacaktı.

"Yine başın mı ağrıyor?"

"Evet," dedim sadece.

Dolaptan bulduğum ağrı kesiciyi ağzıma attıktan sonra su doldurduğum bardağı kafama diktim. Bunları yaparken bana düşünceli bir şekilde bakan Naz'daydı gözlerim. Dudaklarını birbirinden ayırdığında gelecek olanı biliyordum.

"Giz, buna hazır olduğundan emin misin? Ben emin değilim çünkü..."

Boşalan bardağı tezgaha bırakıp tıpkı onun gibi kollarımı birbirine bağlayıp karşısına dikildim. Ufak bir tebessümle başımı sağ omzuma eğdim. Benim için kaygılanıyordu. Dün geceki duruma tekrar düşmemi istemiyordu. Aslında beni çok iyi tanıyordu. Geceki gibi bir duruma düşmeyeceğimin farkındaydı. Yinede anaç bir şekilde yaklaşıyordu olaya. İmkansızı istiyordu haliyle. Üzülmememi.

"Adaletin yerini bulması için bütün bu çabalarım," diye mırıldandım tebessümümü bozmadan. "Tamam. Onu çok özlediğim ve ne halde olduğunu öğrenmek için aradım onu yıllarca." Sertçe yutkunduktan sonra gözlerini yere indirdi. Aniden içimden geleni yapıp kollarımın arasına çektim bedenini. Burnuma gelen huzur dolu kokusuyla gözlerimi yumdum. Şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz o da kollarını dolamıştı bana. "Ama sadece bu değil sebebi, bunu sen de biliyorsun," diye fısıldadım.

"Biliyorum," diye onayladı beni. "Yine de eğer dünkü duruma düşecek olursan seni gebertirim." Sertçe kurduğu cümleye kıkırdayarak ayrıldım kollarından. Sarıldığımız nadir anlardan biriydi bu. Ben hıçkıra hıçkıra ağlarken bile gülen bir insandım. Hiçbir zaman teselli istemedim. İçimin yangınına edilen bütün teselliler lafügüzaftı benim için. Bana o fuzuli sözcükleri söyleyene değil, yanımda sorgusuz sualsiz oturan Naz'a ihtiyacım vardı.

"Öyleyse çıkmadan önce şunu söyle. Ağabeyin olacak o herifin dünden sonra oraya girmemize izin vereceğini sanmıyorum. Ne yapmayı düşünüyorsun?" Dudaklarımı büzüp, omzumu silktim. "Bunu oraya gidince düşünürüz. Bir şekilde gireriz içeri. Aksi taktirde geri dönmeyeceğim."

Gerçekten de geceki olayımdan sonra beni bir daha görmemek için elinden geleni yapacağını biliyordum. Bunu düşünmek kalbimi alazlara verse de gerçek olan buydu. Yine de ne yapıp edip o bara tekrar girecektim. Pes etmek huyum değildi. Ona o istese de, istemese de ulaşacaktım.

Artık küçücük kollarım büyümüştü, ona çocukluğundan sarılacaktım.

***

Yine aynı kapının önüne gelmiştim. Ne zaman buraya gelsem çocukluğum tutuyordu elimden. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Mir'ini göreceği anı dört gözle bekliyordu. Sol eliyle elimi tutarken, sağ eliyle de en değerli eşyasını, cam fanusunu tutuyordu. Yutkunarak ona baktım. O tebessümü hâlâ yitirmemiştim. Fakat gerçekliğini yitireli yıllar oluyordu. Şimdi büyümüştüm ve çocukluğumun elinden tutabiliyordum. Ama çocukken o gittikten sonra elimi tutan olmadı. Bunun için büyümem gerekmişti ve ben de büyüdüm.

Elimi sıkan sıcak elle irkildim.

"İstersen başka bir zaman tekrar geliriz. Bu akşam yapmak zorunda değilsin." Derin bir nefes alıp Naz'a döndüm. Dikkatlice yüzümü inceliyordu. Ona samimi olduğunu düşündüğüm bir tebessümle baktım. "Sürekli aynı şeyi sormana gerek yok Naz," diye hayıflandım yaramaz bir tonda. "Ömür boyu erteleyecek değilim ya. Ha bugün, ha yarın. Ne fark eder?"

"Peki, tamam." Tam bir adım alacakken kolumdan tutup durdurdu. Ona sorarcasına baktım. Arkama doğru bakıp bana bir adım attı. Ciddi bir şey söyleyeceğini anladığımdan benim de kaşlarım istemsizce büzüldü. "Bak," diye konuşmaya başladı kısık ama sert bir sesle. "O herif yine dünkü gibi tavır sergilerse ben kendimi tutamam."

"Saçmalama Naz! Hiçbir şey yapmayacaksın!" Dediğimi aldırmadan düz düz baktı ve önden hızlı adımlarla yürümeye başladı. Onun ne kadar aksi ve sinirli bir insan olduğunu bildiğim gibi aklına eseni yapan bir tip olduğunu da biliyordum. Aslında bu huyumuz da benziyordu ama Naz benden bir adım öndeydi. Damarına basıldığında çok tehlikeli bir kadına dönüştüğünü birçok kez kendi gözlerimle şahit olmuştum. Dediğim dedik bir insandı o.

"Lütfen. Olay çıksın istemiyorum." Omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı.

"İnan bana, ben de istemiyorum. Bu yüzden umarım ters bir harekette bulunmaz." Başımı kaldırıp sabır diledim. Belki de en başından beri Naz'la birlikte hareket ederek hata yapıyordum. Kendini kontrol etmek için en ufak bir gayret dahi göstermeyeceğine neredeyse adımın Giz olduğu kadar emindim. Yanılmayı diliyordum.

Korumaların önünde dikildiği kapıya yaklaştığımızda içlerinden birinin gözleri gözlerimi buldu. Yanındakiyle bakışıp tekrar bize döndü. "Siz giremezsiniz, hanımefendi." Dudaklarım haylaz bir gülümsemeyle şekillendi. Tam da tahmin ettiğim gibi gelişiyordu her şey. Onu tanıyordum. Beni görmemek için elinden geleni ardına koymayacaktı.

Naz benim aksime bunu beklemiyor olmalıydı.

"Anlamadım? Ne demek giremezsiniz?"

Adam mimikten yoksun suratıyla Naz'a döndü. "Girmemeniz gerektiği yönünde bir emir aldık. Lütfen zorluk çıkarmayın."

Naz histerik bir kahkaha attı. Çok kolay çileden çıkabiliyordu. Sinirle parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Bense sessizce tepkilerini izliyordum, içimde bir yerlerde saklı olan sızıya inat gülüyordum.

"Hayatın aydınlıkta kalsın istiyorsan önümden çekil,” diye hırladı.

Naz'ın tehditini duymamazlıktan gelen adam bomboş bakan gözlerini gözlerime dikti. Bir müddet sessiz kaldı. "Sizi içeri alamam, Giz Hanım."

İsmimi biliyordu. Buna şaşırmamıştım, dahası beklediğim bir durumla karşı karşıyaydım. "Anlıyorum. Peki, size iyi akşamlar," diye mırıldandım yüzümdeki gülümsemeyi bozmadan. Naz'ın bana hayretle baktığını gözümün ucuyla gördüm. Herhangi bir şeyde geri adım atmaktan hep nefret etmiştir. O an içten içe beni öldürmek istediğine emindim. Adam yalnızca başını bir defa sallamakla yetindi.

Naz'ın kolundan tutup aklımdaki dahiyane planı uygulayabilmek için kendimle birlikte sürüklemeye başladım. "Madem böyle yapacaklarını öngörmüştün, o zaman bana neden bir şey demedin, salak! Bilmiyor musun geri adım atmaktan nefret ettiğimi," diye homurdanan arkadaşımın olayı çoktan kavramış olduğunu farkettim. "Eee? Ne yapıyoruz şimdi?"

Sokağın sonuna geldiğimizde sağa dönüp arka sokağa girdik. Burada hiçkimse yoktu. "Yine ne tür şeytanlıklar dönüyor o aklında gerçekten merak ediyorum," diye homurdandı. "Belli ki her şeyi hesaplamışsın. Dökül bakalım," diye fısıldadı. Sokakta inin cinin top oynamasına rağmen temkinli bir şekilde sağa sola bakınıyordum. "Giz!" Naz'ın kolumu sıkmasıyla acıyla inledim.

"Acıdı be!"

"Acısın! Kime konuşuyorum ben iki saattir?" Gözlerimi devirdim. "Neden barın arka tarafına geldik?" Gözleri arkamda kalan demir kapıya kaydı bir anlığına. "Oradan girebileceğimizi sanacak kadar salaklaşmadığını umuyorum."

Kaşlarımı çattım.

"Sensin salak! Ayrıca oradan giremeyeceğimizi ben de biliyorum," diye homurdandım. "Buranın başka bir girişi var. Daha doğrusu sadece ağabeyimin ve yanındakilerin kullandığı bir tür gizli giriş gibi bir şey. Hatta bana kalırsa korumalar bile bu girişten bihaberdir."

Kavisli kaşlarını çatarak harelerini şüpheyle yüzümde gezdirdi. Beklediğim soru geliyordu.

"Peki bu 'gizli' girişten senin nasıl haberin oldu, Giz?"

"Hadi beni takip et," diyerek geçiştirme girişimim kolumdan tutmasıyla boşa çıktı. "Sana bir soru sordum," diye sinirle tısladı.

"Sensiz de bir kaç kere gelmişliğim oldu," diye korkuyla mırıldandım. Güzel harelerine iyice yerleşen sinir sabrının tükenmek üzere olduğunun habercisiydi.

"Devam et," dedi dişlerinin arasından.

"Ağabeyim de dahil hiçbirinin normal kapıdan girmediklerini farkettim. Arka kapıdan girdiklerini düşündüm ilk başta. Hatta bunu teyit etmek için bu sokakta nöbet tuttum. Hepsinin karşıdaki binaya girmesi ilgimi çekmişti." Daha fazla öfkelendirmemek için susmuştum ama tam da tahmin ettiğim gibi anlatmam gerekenlerin bitmediğini anlamıştı.

"Ve sen de yerinde duramayıp oraya girdin. Aferin! Ya başına bir şey gelseydi?"

Hiçbir şey söylemedim. Ciddi anlamda sinirliydi ve bunun beni önemsediği için olduğunun bilincindeydim. Birkaç dakika boyunca volta atışını izledim. Kendimi savunacak tek bir söz söylersem çıldıracağını bildiğimden ağzımı açmıyordum. Hoş, savunulacak bir şey de yapmamıştım. Aniden durup bana döndü. Sakinleşmiş gibi gözükse de öfkesi tazeliğini koruyordu. "Buralarda kameralar vardır. Enselenebiliriz. Hem madem böyle bir planın vardı, neden kendimizi korumalara gösterdik? Bu birazdan yapacağımız şeyi tehlikeye atmadı mı şimdi?"

Yüzümde tekrardan canlanmak için sınırlarını zorlayan gülümsemeyi bastırdım. Aksi taktirde Naz'ın delirmesi içten bile değildi. "Yedi yirmi dört kameraları gözetmiyorlar. Ayrıca biz içeri girdikten sonra yakalansak da olur. Zaten ağabeyimle görüşmek için giriyorum," deyip umursamazca omzumu silktim. Naz düşünceli bir şekilde gözlerini yüzümde gezdirdi.

"Diğer soruma cevap vermedin."

Yanaklarımı havayla doldurdum. "Her şeyi çok takıyorsun kafana, takma. Normal kapıdan girmeye çalışmamız düşündüğünün aksine işimize geldi. Deneyip pes ettiğimizi sanacaklar. Belli ki tetikteydiler. Lütfen hesap sorma işini sonraya mı bıraksan?" Dudaklarımı büzüp başımı sağ omzuma doğru eğdim. "Üşüdüm. Bir an önce girelim içeri."

"Umarım," diye fısıldadı durgunlaşan ifadesiyle. "Umarım gecenin sonunda daha fazla üşümezsin."

Sabahtan beri ağabeyime olan öfkesi dikkatimi çekmişti. Aslında ondan bahsederken her zaman beni yalnız bırakmış olmasına kızardı lakin bu defa başkaydı. Çok başka bir öfkeydi güzel gözlerinden taşan. Az önce gösterdiğim binaya doğru adımlamaya başladığında bu sefer onu kolundan tutup durduran ben olmuştum.

"Naz?"

"Ne?"

Şüpheli bakışlarım yüzünde gezindi bir süre. Bana sorgularcasına bakıyordu. "Sabahtan beri bitmek bilmez bir kinin var ona karşı. Bilmediğim bir şey mi var?"

Hiçbir mimiğini kaçırmamak için dikkat kesilsem de o çoktan buz gibi surat ifadesine bürünmüştü bile. Ne hissettiğini anlamamı istetemediği zamanlarda bunu çok ustaca engelliyordu. Sadece onun izin verdiği kadarını bilebilirdim.

"Saçmalama, Giz," diye karşı çıktı düz bir sesle. "Senin bilmediğin ne olmuş olabilir? Sapır saçma tespitlerin bittiyse bir an evvel halledelim şu işi." Ters tepkisine gözlerimi devirdim.

"Ne bileyim ben? Aniden bu denli sinirlenmen tuhaf geldi sadece," diye savundum kendimi.

"Ne kinleneceğim ben ona? Ayrıca aniden mi?" Sonlara doğru hayret taşıyan sesini işitince içimi ufak bir pişmanlık hissi yoklamadı değildi. Yıllarca yanımda olan, bana öz anne ve babamın vermediği güveni ve huzuru veren kişiydi o. Nankörlük edemezdim. Her yıkılışıma şahidimdi, elbetteki öfkelenebilirdi.

Her şeye rağmen, benden gizlediği bir şeylerin olduğunu biliyordum. Yakında çıkacaktı kokusu.

"Tamam, özür dilerim. Saçmalıyorum işte. Hadi, girelim şu binaya."

Ve nihayet girmiştik. Tünelden geçerken daha önceden deneyimli olduğum için gayet rahattım. Fakat bahsettiğim "gizli geçitin" bir tünel olduğunu öğrenen arkadaşım benden acısını çok fena çıkaracak gibiydi. Yine de fazla üzerinde durmadı bunun.

İki hissi aynı anda yaşıyordum. Birisi kafama koyduğum şeyin başarısına adım adım yaklaşmak üzere olmamın hazzı, diğeriyse alacağım tepkinin beni bin parçaya böleceğini bildiğim halde yine de gülümseyecek olmamdı. Daha önceden de geçtiğim büyük demir kapıya ulaşmak için kısa merdivenleri tırmandık. Ne ben, ne de Naz tünelin karanlığından korkmamıştık. Bunun elimizde tuttuğumuz telefonun flaşıyla ilgisi yoktu. Ben karanlığının cihanı sardığı zamanlarda yaşamıştım en güzel anlarımı.

Naz... O ışığını yitirip karanlığa alışalı çok oluyordu. Hiçbir karanlık onu etkilemezdi.

Yüksek perdeden çalan müziğin kaynağına yaklaşmıştık. Etrafımızı kolaçan ederek koridora sızmayı başarmıştık. Aslında heryerinde kameraların olması ve benim yapacaklarım tüneli bildiğimin kanıtı olacaktı fakat asıl yapmak istediğime ulaşamadan yakalanmak istemiyordum kesinlikle.

Bu bar gördüğüm diğer bütün barlardan farklıydı. Çılgıncasına "dans" eden insanların, birilerine sarkıntılık yapanların veya uyuşturucu kullananların bulunmadığı bir mekandı. Tam olarak kime ait olduğunu çözememiştim. Ağabeyim ve o gece benim yanıma gelen o adamın arasında gidip geliyordum. Belki de ortaktılar.

Yoğun kalabalıktan faydalanıp gözden uzak bir masaya çekiştirdim Naz'ı. Homurdana homurdana beni takip ediyordu. Onu ikna etmek zordu. Bunu da öngörmüştüm. Aslına bakılırsa sandığımdan daha az bir tepki vermişti. Tekrar eve döndüğümüzde bunları burnumdan getireceğine emindim yine de. Hatta buna çoktan başlamıştı bile.

"Bu tünelin hesabını ayrıca vereceksin. Bunu biliyorsun değil mi?"

Gözlerimi devirdim. "Fazla takmıyor musun sence de?"

"Sana ağız burun dalmamak için kendimi zaten zor tutuyorum. İstersen şansını daha fazla zorlama," diye tısladı dişlerinin arasından.

"Akıl var mantık var Naz'ım, o binadan başka nasıl bara giriş olduğunu düşündün? Çatısından uçarak mı?" Söylediklerimle gözlerini sinirle yumup muhtemelen sabır diledi. Tekrar açtığında gözlerindeki alev hâlâ aynıydı.

"Giz! Bir kere de suçunu kabullen ve sus! Bir kere! Ne işin vardı senin gecenin bir vakti o tünelde?"

"İyiki şimdi sormadın hesabını," dedim ağzımın içinden. "Tamam sen haklısın, özür dilerim. Artık işimize mi baksak?"

"Çok güzel. Umarım bundan sonrasını da planlamışsındır o her türlü fitnenin döndüğü aklınla," diye homurdandı.

Haylaz bir gülümsemeyle ona baktım.

"Bence benim bugün sesim kısık değil. Çok iyi bir durumdayım."

Anlamadığı için ilk önce kaşları çatıldı. Akabinde yüzündeki aydınlanmadan anladığını belirtti.

"Saçmalama, yine çıkıp şarkı mı söyleyeceksin?"

Sadece gülmeye devam etmekle yetindim. Onu çıldırtıyordum ve bundan delicesine zevk alıyordum. Eliyle omzuma sertçe vurup gözlerini belertti.

"Konuş!"

"Bir solist arıyorlarmış. Normalde iki taneymişler ama biri yakın bir zamanda istifa etmiş," diye sakince konuştum.

"Salak!" Bağırmasıyla birkaç insanın dönüp bize baktığını gördüm. Umursamadık. "O herif seni paramparça eder ve sen de bunu bildiğin halde ona her türlü fırsatı veriyorsun. Salak mısın sen?"

Söylediklerinin gerçekliği kalbimi sızlattı. "Peki o zaman, çok zeki arkadaşım. Başka bir önerin varsa onu uygulayalım." Gözlerini devirip sessiz kalmayı seçti. Derin bir nefes aldım.

"Bak Naz, ben bütün her şeyi göze alarak çıktım onun karşısına. Aylarca bu anı bekledim ben. Sen de artık bunu kendi içinde normalleştirsen iyi olur." Gözlerindeki sinir yerini bambaşka bir duyguya teslim etse de hâlâ oradaydı. Bağladığı kollarını çözüp harelerini yüzümde gezdirdi bir şeyi tescillemek istercesine.

"Asla, ne dersem diyeyim vazgeçmeyeceksin," dedi tok bir sesle. Başını sağ omzuna eğdi. "Değil mi? Aklına koyduğunu yapacaksın."

Sadece gülümsedim. O zaten cevabını bildiği bir soruyu sormuştu. Her şeye rağmen ardımda olacağını biliyordum.

Yaklaşık yarım saat boyunca sadece etrafıma bakındım. Onlardan herhangi bir iz yoktu. Büyük bir olsalıkla üst kattaki çalışma odalarındaydılar. Bizim geldiğimizin haberini almış olmalıydılar. Tüneli bilme ihtimalim söz konusu dahi olmadığı için pes edip gittiğimi düşünmüş olmalıydılar. Ben Giz Karakurt'um, pes etmek lügatımda yer almıyordu.

"Hâlâ dikilecek miyiz?" Naz elindeki telefonunun ekranını bana gösterdiğinde vaktin epey geç olduğunu fark etmiştim. Annemin gün boyunca bir kez bile aramamış olması beni kısa bir anlığına hayrete düşürse de boşverdim.

"On dakika sonra şurada gördüğün adamın yanına gitmem gerekecek iş görüşmesi için," derken az ileride kısık gözlerle kalabalığa bakan orta yaşlarında olan, lacivert takım elbiseli adamı gösterdim. Burayı her ne kadar ağabeyim ve arkadaşı işletiyor olsa da beyinin bu adam olduğunu zamanla kavramıştım.

"O kim? Ayrıca sen daha önceden randevu mu aldın?" Bu sefer onu ciddi anlamda şaşırtmıştım. Bütün bunları hangi ara planladığımı düşünüyor olmalıydı. Aklıma eseni yapmıştım ve pişman mıydım? Asla.

"Evet, eski solistle tanışıp bir şekilde aklına girdim beni tavsiye etmesi için. Tabii kendimi farklı bir adla tanıtmak zorunda kaldım, orası ayrı," diye mırıldandım kulağına yaklaşıp.

"Küçük, niye tanımadığın insanlarla muhatap oluyorsun? Normal yollarla başvursaydın ya!"

"Ne denli tedbirliler bilemeyiz, Naz. Ne malum adamların yedi sülalesine kadar araştırmadıkları?" Hayret dolu bir ifadeyle bana baktı. Dudaklarını bir şey söylemek için aralayıp derin bir nefes vererek tekrar birbirine bastırdı.

"Ne halt yersen ye, karışmıyorum."

Evet, sınırlarımı çok aşmıştım bu gece.

Beş dakika daha durup Naz'ın yanından ayrıldım. Direkt olarak adamın yanına gitmemin tuhaf kaçacağını öngördüğüm için bir garsonu durdurup ne için geldiğimi kısaca belirttim ve o da tam tahmin ettiğim gibi o adamın yanına götürdü beni.

Kalabalığın üzerinde dolanan bakışları önce beni buldu akabinde garson kızı. Kız ona durumu kısaca açıkladıktan sonra izin isteyip işine döndü. Adamsa eliyle buyur edip onu takip etmemi işaret etti.

"Umarım çok geç kalmamışımdır," dedim merdivenleri tırmanırken.

"Merak etmeyin, tam zamanında geldiniz."

Uzun bir koridorun sonunda önünde durduğumuz kapıya bakarken yüreğimin mengeneyle sıkıştırıldığını hissettim. Terleyen avuç içlerime tırnaklarımı batırdım. Dışımdan ne kadar sakin görünüyorsam içimde o kadar sarsılıyordum. Yer ayaklarımın altından her an kayıp gidecekmiş gibiydi. Adını hâlâ bilmediğim adam kapıya vurup "gel" yanıtını almayı bekledi. Bense nefesimi tutuyordum.

"Gel, Serhat ağabey," diye seslenen erkek sesi bana çok tanıdık gelmişti.

Sonunda kapıyı aralarken duruşumu düzelttim. Kalbim için yapabilecek bir şeyim yoktu maalesef, her türlü alacaktı o zararı.

Adının Serhat olduğunu öğrendiğim adamın peşinden içeri girdiğimde gözlerime ilk önce önündeki bilgisayara çatık kaşlarla bakan ağabeyim ilişti. Beni henüz görmemişti arkadaşının aksine. Kapıdan girdiğim saniyeden itibaren şaşkınlıkla bana bakan o adama döndüm. Çalışma masasının önünde karşılıklı duran iki kahve rengi koltuğun birinde oturuyordu. Çatık kaşlarının altından bana bakan bu adamın kahverengileriyle dün akşam tanışmıştım. Yine aynı sorgular yüz ifadesiyle süzüyordu yüzümü. Olanlara bir anlam yüklemeye çalışıyor gibiydi.

"Hanımefendi beklediğimiz solist adayı."

"Sen..." diyen sert sesiyle bakışlarım tekrardan ağabeyimi buldu. Arkadaşının bocalayan sesi dikkatini çekmiş olmalıydı ki yedi yirmi dört çatık olan kaşlarını daha da çatarak başını kaldırdı. Benimkilerin birebir aynısı olan gözleri ok gibi saplandı gözlerime. Herhangi bir şaşkınlık veya hayret belirtisi yoktu güzel çehresinde. Hislerini ifadesine yansıtan bir insan olmamıştı hiçbir zaman. En azından çocukken ve şu son aylarda gördüğüm kadarıyla öyleydi.

"Bir sorun mu var efendim?" Soruyu soran Serhat beye kısaca bakıp tekrar ağabeyime döndüm. Ortamdaki garipliği sezmişti. Buraya kadar gelmişken söyleyeceklerimi içimde tutmayacaktım. Aylardır kafamda hesapladığım anı tam da şu an yaşayacaktım. Buna hiçbir şey mani olamayacaktı.

"Kafama koyduğumu yaparım. Bunu şimdiye dek hiçkimse engelleyemedi, sen de engelleyemeyeceksin," dedim kendimden emin biçimde.

"Ağabey sen çık. Bir sorun yok," diyerek ayaklanan adama kaydı gözlerim. Serhat bey başını bir kez eğip odadan ayrıldı.

"Şimdi anlat, buraya nasıl girdin?" diye sordu. Gözleri ben ve hâlâ hareketsizce bana bakan ağabeyimin arasında gidip geliyordu. Başımı omzuma eğip dudaklarımı büzdüm. "Pek önemli bir ayrıntı değil. Sonuç olarak buradayım."

"Ne için buradasın?" diye sordu bu sefer. Kahvenin en koyu tonuna sahip gözleri yüzümü tarıyordu. Beni çözmeye çalışıyordu.

"İş başvurusu," dedim kısaca omzumu silkerken. Alenen dalga geçiyordum, evet. Tepki almalıydım çünkü.

"Git buradan."

Kulaklarıma dolan sert sesle kirpiklerim titredi. Sadece gözlerimin içine bakıyordu. Bir an için, sadece bir an için dudaklarımdaki gülümsemeyi unutacağımı sandım. Bundan sadece yirmi dört saat önce arkasından ağlayarak haykıran o küçük kızı içime saklamalıydım.

"Gidemem. Söyleyeceklerim var," dedim ciddi bir tavırla. Gözlerini yumdu. Kasılan çenesinden dişlerini sıktığını anladım. Onu uzaktan izlediğim her an uzun uzadıya çehresini izleyip ne kadar benzediğimizi düşünürdüm. Doğumumdan bu yana kendimden nefret etmek için bir çok sebep sunuldu önüme. En büyük sebebim ağabeyimdi. Fakat ona benzediğim için kendimden gurur duymadan da edemiyordum. O aynı zamanda kendimi sevmem için en büyük ve belki de tek sebebimdi.

"Seni dinleyecek kimse yok burada. Geldiğin gibi git ve bir daha karşıma çıkma," dedi, kalbimi kaç parçaya böldüğünü bilmeden.

Belki de biliyordu...

Karşıma çıkma...

Masaya doğru bir adım attım. Ellerimin hâlâ yumruk halinde olduğunu fark edince onları çözdüm. Gerginliğimi yansıtmak istemiyordum. Dün geceden sonra ne kadar anlamı kalırdı bunun, bilmiyordum. Yine de o anı telafi etmek istercesine rahat ve vurdumduymaz görünmek istiyordum. Gözlerim için bir şey yapamazdım, onlar her daim haykıracaklardı gerçekleri.

"Buraya olay yaratmaya gelmedim. Dün için özür dilerim, aklım başımda değildi. Buraya önemli bir mesele için geldim," dedim kendimden beklenmeyecek kadar soğuk bir sesle.

Bir an bile gözlerini gözlerimden ayırmadan oturduğu yerden usulca kalktı. Giydiği siyah pantolon ve kazakla bütün heybetiyle adım adım karşıma geçti. Sadece gözlerini indirip duygusuzca bakmaya devam etti siyahlarıma. O an fark ettim ki o bana bu kadar yakın olduğu halde ben ona sarılamadıkça çocuklaşıyordum. Kirpiklerimi hızla kırpıştırdım. Ona bu denli yakın olup da kollarının arasına girememenin ukdesi boğazıma yumru oluyordu. Bir yabancıdan farksızdım onun için. Aynı kan akıyordu damarlarımızdan ama o benim varlığımdan nefret ediyordu.

"Senin benimle konuşacak bir meselen olamaz. Git."

"Ağab-" Aniden susturmak için elini kaldırmasıyla bir gün öncesinde haykırdığım o şeyi söylememi engelledi. Ruhum acıyla kıvranıyordu. Yüz ifadem düzdü ama gözlerim ona kırgındı. O da bunu görebiliyor muydu?

Çocukken ona sarılabilmek için türlü türlü bahanelerin arayışına giren küçük kalbim bu sefer de ona "ağabey" diyebilmek için uğraşacaktı anlaşılan.

Sorun değildi.

Y I L L A R Ö N C E

Geceyi seviyordu. Çünkü karanlık gün ışığının üzerine kapandığında, ağabeyinin yanına gitmek için bir bahane bulabiliyordu. Gündüz gidemezdi. Çünkü gündüz ona ve ağabeyine sadece acı getiriyordu. Halbuki gece öyle miydi? Bütün yapılan gizli işlerin sırdaşıydı. Hem, babasının da haberi olmuyordu böylelikle yaptığı 'kötü' işten. Yoksa ağabeyinin yanına gittiği için ve ağabeyi onunla konuştuğu için yine onun dayak yemesini istemezdi.

Aklına gelenlerle hüzünlü bir iç çekti küçük kız. Ama artık gece olması bile işe yaramıyordu ki. Ağabeyi onu istemiyordu. Ne zaman onunla konuşmaya kalkışsa, ya da ne zaman ona bahçede bulduğu karınca yuvalarını göstermek için hevesle yanına gitse, ağabeyi onu geri çeviriyordu.

Giz'e karşı her zaman buz gibi olurdu ama o son olaydan sonra artık ağabeyi yüzüne bile bakmaz olmuştu. Hissettiği suçlulukla kara gözleri hemen doluverdi. Üzerindeki yorganı boğazına kadar çekip gözlerini beyaz duvara dikti. İki hafta öncesinde yanlışlıkla kırdığı vazonun parçalarını annesi bulduğunda hemen ağabeyinin yüzüne sertçe vurmuştu. Bunu görür görmez onların yanına koşup annesine bunu onun yapmadığını, kendisinin kırdığını ağlaya ağlaya anlattı. Fakat yine de fayda etmemişti. Annesi babasına söylemişti ve babası ağabeyini alıp gitmişti. Giz, o gelene kadar nasıl annesine yalvararak ağladığını hatırlayınca bir kez daha nefret etti ondan. Oysaki ona vazoyu onun kırdığını söylemişti. Akşam babası ve ağabeyi geri geldiklerinde ağabeyinin yüzünde yara göremeyince çok sevinmişti. Ama bu sevinç çok kısa sürmüştü çünkü ağabeyinin gözleri artık bomboştu. O akşamdan beri ona tek bir kelime etmiyordu.

Küçük kız bir babasının ağabeyine vurmasından, bir de gökgürültüsüden çok korkuyordu. Ve bu gece göğün insanlığa haykırdığı o zamanlardan biriydi. Boğazına kadar çektiği yorgana biraz daha sarılıp gözlerini sıkıca yumdu. Belki düşünmeyi bırakırsa uyurdu ve böylece o sesi duymamış olurdu.

Nafileydi.

Dakikalarca bunu yapmaya çalışmıştı ama gök öyle şiddetli gürlüyordu ki korkusundan çığlık atacak duruma gelmişti. Çığlık atmamalıydı. Yoksa babası ona korktuğu için ağabeyi üzerinden ceza verirdi. Korkmamalıymış, sadece zayıflar korkarmış. Giz hiçbir zaman korkmakla zayıf olmak arasındaki bağlantıyı anlayamamıştı. Ne yani, yemeği çok yiyince hiçbir şeyden korkulmuyor muydu?

Daha fazla dayanamayıp yatağından usulca kalktı. Bir kez daha şimşek çakınca elleriyle ağzını hızla kapadı. Neredeyse bağırıyordu. Odasından ayrılmadan önce ağabeyinin odasının karanlık olacağının bilincinde olarak ışıklı fanusunu almayı unutmadı. Bu fanusu çok seviyordu. İçinde birbirine sarılarak oturan küçük bir kız ve ondan biraz daha büyük bir oğlan vardı. Giz'e göre onlar kendisi ve ağabeyiydi.

Çıplak ayaklarla koridora çıkınca birkaç saniye boyunca gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Her şey yavaş yavaş netleşince, parmak uçlarına basarak merdivenlere doğru yürümeye başladı. Ağabeyi en alt kattaydı ve gürültü yapmadan oraya kadar gitmesi gerekiyordu. Bu onun için çok da zor değildi aslında, daha önceden aynı sebepten dolayı birçok kez gitmişti oraya. Her defasında niye geldiğini sorar ve kızardı ama yine de yanında yatmasına izin verirdi.

Nihayet kapının önüne geldiğinde yüzüne düşen siyah saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. Burası evin altı olduğu için zifiri karanlıktı. Sorun değildi, karanlık onu ürkütmezdi. Eliyle bulduğu kapı kulpuna asılıp sessizce içeri girdi. Çok sessiz olmaya dikkat ederek kapıyı arkasından kapattı.

Çok karanlıktı. Burada nasıl kalabiliyordu ki? Elindeki fanusun tuşuna basarak etrafa loş bir ışığın yayılmasını sağladı. Bir gardırop ve tek kişilik yatağın haricinde hiçbir şeyin bulunmadığı odayı kısaca süzdü. Burada olmayı seviyordu ve bunun tek sebebi yatağında uyumakta olan Mir'iydi. Çıplak ayak parmaklarını içeri büküp önüne gelen siyah saçlarını omzundan arkasına iteledi. Ağabeyine doğru usulca adımlayıp elini yorganın üstünden omzuna koydu, bir yandan da elindekini yere bırakıyordu.

Sessizce çağırmaya başladı.

"Ağabeyciğim?"

Dizlerini yatağa bastırıp saçlarının ağabeyinin üzerine serilmesine aldırmadan yüzüne baktı. Kaşları çatıktı.

"Mir'im," diye tekrar seslendi.

"Ne var?"

Yavaşça geriye çekilip dizlerinin üzerine oturdu. Ağabeyini kızdırmak istemiyordu. Parmaklarıyla oynarken kısık sesiyle konuştu.

"Ben çok korkuyorum."

Bir süre Akel Mir'in sesini duymadı. Kızmış mıydı ona? Çok geçmeden öfkeyle konuştu ağabeyi.

"Bana ne bundan? Git yat. Senin yüzünden dayak yiyeceğim yine."

Giz kalbinin kırıldığını hissetti. Aslına bakılırsa kalp kırılmasının ne demek olduğunu tam olarak bilmiyordu. Fakat Mir'i ona her kızdığında sol tarafında bir yer acımaya başlıyordu.

"Ama korkuyorum. Babama söyleyemem, çok kızar bana," diye fısıldadı. Evet, babası onun herhangi bir şeyden korktuğunu duyarsa ona çok kızardı ve ağabeyine zarar verirdi. Bunun olmasını istemiyordu.

"Ne istiyorsun?" diye sordu terslercesine, Akel.

"Seninle yatsam bu gece? Hı? Olmaz mı?" diye sordu umutla başını kaldırıp. Mir çatık kaşlarla ona bakıyordu.

"Olmaz."

"Ama lütfen ağabeyciğim. Çok korkuyorum."

Akel Mir bıkmışlıkla oflayıp tekrar uyur pozisyona geçti. "Giz, git başımdan," diye sesini yükseltti küçük kıza. Olduğu yerde sıçradı. Aslında şimdiye kadar alışmış olması gerekirdi ona bağırmalarına, kızmalarına. Yine de küçük kalbinin bir kez daha kırıldığını farketti. Başı istemsizce eğilirken kucağında birleştirdiği küçük ellerin üzerine düşen damlalara baktı. Kısa bir süre daha durdu yanında fakat sonra eğer hıçkırıksa onu rahatsız etmekten çekinerek yataktan kalkıp arkasına döndü. Fanusu burada bırakacaktı. Mir'inin karanlıkta kalmasını istemiyordu.

Tam bir adım atıyordu ki, duymayı en çok sevdiği o sesi işitti.

"Ağlıyor musun?"

"Hı hı."

"Çok mu korkuyorsun?"

"Hı hı."

"Gelebilirsin."

Şaşkınca ıslak kirpiklerini kırpıştırdı. İzin mi veriyordu? Arkasını dönüp ona yer açan Mir'e baktı.

"Gerçekten mi?" diye şaşkın şaşkın sordu.

"Evet. Ama sadece bu gece için izin veriyorum," diye uyardı, Akel.

"Canım ağabeyim!" diye haykırarak gülmekten kendini alıkoyamadı, Giz. Hızlı hareketlerle ağabeyinin onun için bıraktığı kısma yattı. Gözlerinin nemli olmasına tezat, kocaman gülümsüyordu. Çok mutluydu, içi içine sığmıyordu.

Akel Mir tam gözlerini kapatacaktı ki gözünün ucuyla kıza baktı. "Bana bak. Aramızda kalacak, tamam mı?" diye uyarıda bulundu.

"Hı hı."

Giz ağabeyinin odasının evin diğer bütün odalarından daha soğuk olduğunu fark etti. Üşümüyor muydu? Neyseki o buradaydı ve ağabeyine sarılınca onu ısıtabilirdi. Ama bu kadarının Mir'i için fazla olacağını düşünüyordu. Bu yüzden ellerini yanağının altına koyup ağabeyini izlemekle yetindi.

Şimdilik.

O uyuyunca ona sarılabilirdi.

Giz, Mir'ini küçük kollarıyla sardığında bütün kötülüklerden koruyabilirdi.

Ş İ M D İ K İ Z A M A N

Artık uyusa da sarılamayacaktım ben ona. Beni o cehennemde tek başıma bıraktığında ona küstüm ben. Ne suç işlediğimi bilmeden yıllarca kendimi suçladım. Anne ve babamın ona olan tavırlarının müsebbibi ben miydim diye düşünüyordum kara kara o çocuk aklımla. İki hafta boyunca üzüntüden hastalandığımı asla unutmuyordum. Ateşlendiğim gecelerde onu başucumda oturmuş, saçlarımı okşarken görüyordum. İlk başlarda bunu gerçek sanıyordum, beni görmek için geceleri gizlice eve girdiğini düşünüyordum. Fakat sonra onun sadece bir seraptan, bir düşten ibaret olduğunu kavrayınca acıdan kıvranmaya başlamıştım. Ona olan bağlılığım çok kuvvetliydi. Bir insan, heleki bir çocuk birçok kişiye bağlı olurdu doğumundan bu yana. Bu kişiler en başta ebeveynleri olurdu. O yüce sevgileri ben Mir'ime teslim etmiştim.

Sözde anne ve babamın kalpleri kan değil, katran pompalıyordu ve ben bunu iyi ve kötüyü ayırt etmeye başladığımdan beri görüyordum. Minicik dünyama, ufacık kalbime bir tek ağabeyimin sevgisini sığdırmıştım. En çok da Allah'ın sonsuz sevgisi. O'na olan sevgim olmasaydı bunca sene umut edemezdim. Dayanamaz, bir ırmak olup haykıra haykıra çağlardım sonsuza dek. Bu benim yenilgim olurdu.

Bir de vicdanım... Bildiklerimin ağırlığı altında eziliyordum. Aylarca aradım ağabeyimi bu yükün altından kalkmak için. Tabii bir de onun elini tutup ona bulduğum karınca yuvalarını göstermek için.

Ben hep ağladım gizli gizli, ama her daim güldüm de. Ben güldükçe umut biriktiyordum ve bir gün Mir'imi bulduğumda ona verecektim hepsini. Belki o zaman o da gülerdi. Bunun için uğraşacaktım.

Ben Akel Mir Karakurt'un kız kardeşi, Giz Karakurt'tum. Vazgeçmek benim gülümsemelerimi kanatırdı. Gülümsemelerim ise umudumdu.

Düşüncelerimden arınıp buğulu gözlerimi bir çift kömüre diktim. Ona koşmak, ona sarılmak istiyordum. Bunu engellemek için başından beri yumruk halinde olan ellerimi daha da sıktım. Şimdi değildi, ama bir gün olacaktı bu. Buna inancım tamdı. Şimdilik üzerime düşen vazifeyi yerine getirecektim.

Arkasına dönüp tekrardan masasına geçmek için bir adım atmıştı ki heyecanla konuşmaya başladım.

"Sana yardım edeceğim," dedim bir çırpıda.

Yarıda kesilen adımları, kasılan sırtı kaldığı ikilemin belirtileriydi. Onu o karmaşadan kurtarmak için herhangi bir şey söylemesine fırsat tanımadan devam ettim söyleyeceklerime.

"Bir kaç ay önce babamla ilgili bir şeye şahit oldum. Eğer o günden sonra o cehennemi terk etmemişsem, bu yalnızca senin içindi. Sana yardım edeceğim."

Birkaç saniye sonra tekrardan döndü bana. Kaşları hâlâ çatık, yüzündeki çizgilerin hepsi gözleriyle bir olmuş, dediklerimi sorguluyordu.

Buruk bir tebessüm eşliğinde derin bir nefes aldım. "İzin ver, sana çiçeğini solduranlardan intikamını almana yardımcı olayım."

Bu sefer güzel gözlerinde şaşkınlık hüküm sürüyordu. Sertçe yutkunup bakışlarını arkadaşına çevirdi. Sağ gözümün kenarında biriken gözyaşım yavaşça yanağımdan aşağı süzüldü. Onun görmesine izin vermeden hızlıca elimin tersiyle sildim.

"Ölen çiçeğini diriltmeye gücüm yetmez. Yaratan'dan başka kimsenin gücü yetmez..." diye devam ettim sesimdeki yarıklarla. Halen arkadaşının yüzünde olan bakışları donuklaştı. Elleri tıpkı benimkiler gibi yumruk oldu. Canı çok yanıyor muydu? Kalbimde hissettiğim büyük sızı onun çektiği ızdırap mıydı?

"Ama, Mir'im, ona bunu yapanların cezasını çekmeleri için yanında olmama izin ver. Madem ki benden nefret ediyorsun, bırak gözlerinin görmesini, varlığımı hissetmeye tahammülün yoksa, en azından her korktuğumda dayak yemek pahasına yanında kalmama izin verdiğin gecelerin borcunu ödeyeyim."

 

 

Bölüm : 12.08.2024 15:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...