
Merhaba Canlar❤️, kıyamadım, önceki bölüm oy sınırını geçmemesine rağmen yeni bölümle geldim.
Oy vermeyi ve eeennn önemlisi düşüncelerinizi yorum atmayı unutmayın lütfen🙏🏻
Belirli bir oy ve yorum sınırını geçene dek yeni bölüm gelmeyecektir.
Keyifli okumalar dilerim,
Sizi seviyom:D
…
29.Bölüm
“Aşk Delilerin İşidir”
“Sevdiğiniz çiçek milyonlarca yıldızdan yalnız birinde bile bulunsa, yıldızlara bakmak mutluluğunuz için yeterlidir.”
-Küçük Prens

…
Umudu renklerden toplayan bir çocuktum ben. Duygularımı söz ile değil de kelimelerle sayfalara anlatan, aklımdan geçen kelimelerin hızına yetişemediğinde ise resim yapan. Eve tuvallerim sığmadığında bazen çöpte bulur, annemle kavga ederdim. Baza altı, dolap üstleri kağıt ve kalemlerle dolu olurdu. Basit ama hayata bizi bağlayan hayallerimiz vardı. En sevdiğim ise ablamla kurduklarımdı. Tüplü televizyonun minik ekranında dönen pazar magazinini izlemek en büyük aktivitemizdi mesela. Ablam izler, ben bir şey anlamasam da piksel ekrana bakardım. “Murat Boz benim, Tarkan da senin.” derdi ablam haberleri izlerken. Magazin bittiğinde o kumanda için saç baş kavga edilir, küserek odalara kapanırdık. Utanç verici olmasına rağmen utanmadan sıkılmadan anlattığım bir hayalim vardı. İnanması o kadar saf ve güzeldi ki…
İzmir’deki evimizin balkonu kocamandı. Eve gelen bütüm misafirlere söylerdim, “Tarkan gelecek, beni özel jeti ile balkondan alıp Paris’e götürecek.”
Çocuk olduğumu hatırlatan bu hayali hiç utanmadan herkese anlattım. Çünkü bu bir zamanlar ben de bir çocuktum demekti, belki de kendime bir hatırlatmaydı. Hayat büyüdükçe hızlanıyor, karmaşası ile kalbi yoruyordu. Yoruluyordu insan, zaman geçtikçe kal geliyordu. Hayattan elini kolunu çekmenin bir zamanı olduğunu sanıyordu büyükler. Denedim, çok denedim ruhumu onlardan korumayı. Kaderin planlarını unutup kendim için hedefler koydum.
Elbette yanıldım.
Doktor oldum, gururla aldım mesleğimi elime. Yaka kartımda ünvanımı onurla taşıdım. Her şeye rağmen resim de yaptım. Üzgün olduğumda maviye, heyecanlı olduğum anlarda kırmızıya sığındım. Aile evinden ayrıldım, anneme hiçbir zaman mükemmel bir evlat olamadım. Güçlü aile bağlarını biyolojik ailemle kuramadım. Kendi kardeşlerim vardı ama büyüdükçe aramızdaki bağlar inceldi. Kendi kardeşimi İstanbul’da buldum.
Bütün bu düşünceler aklımdan geçiyordu şayet önümde yatan kadına baktıkça yalnızca tek bir şey yapıyordum: Sorguluyordum.
Mesleğime ara vermek bile yakmışken canımı, önlüğüme kanlar bulaşsa kim bilir ne yapardım? İşte bu bizdik, kaderin planlarını unutup kendi kendimize yaptığımız planlar suya düşünce onlar için ağladık. Sonra dedik ki, “Olacağı varmış.”
Gece ile ilk tanıştığımızda çiçeği burnunda tıp fakültesi öğrencileriydik. Kapalı bir kutuydu ama içimdeki ses onu sevmemi söylemişti. Yıllar sonra bir ses duyulmuştu kilitten, Gece’nin kardeşinin öldüğünü öğrenmiştim. Ailesini sormamıştım hiç. Gün geldiğinde kendisi anlatmıştı yetimhanede büyüdüğünü. Yüzünde mimik oynamadan anlatmıştı onca şeyi, eğlenceye vurmuştum. O gece, yatağımda oturup o küçük kız için ağlamıştım.
Hak etmiyordu. Bu kadar yükü hak etmiyordu.
Dışarıdan soğuk bir fırtınaydı Gece. Hayata karşı diktiği o duvarları kimse için indirmezdi. Ama eğer onu görebilmeyi başarırsanız size bir boşluk açar, kollarınıza sokulan minik bir kız çocuğuna dönerdi. Kimse bilmezdi, ben bilirdim.
Aşık olmamıştı, sevmeyi denememişti. Ateş ile aralarında ne vardı bilmiyorum ama Gece’nin onu ittiğinden emin gibiydim. Başkaları tarafından gaddar, soğuk, katran kalpli denmişti. Oysa acısını kimse gerçekten anlamaya çalışmamıştı. Yaranın kabuk bağlamamış tarafında devam eden savaşı kimse görmek istememişti.
Üstü morarıklar ve çiziklerle dolu elini tuttum. Gece’nin yaşadığı olay ile ilgili telefonu almamla evden fırlamış, hızla kaldığı hastaneye gelmiştim. Hâlâ konuşmuyor, gözlerini açtığında yalnızca boşluğa bakıyordu. Yeşil gözlerindeki ışık tamamen sönmüştü. Teni, canlı bir beyaz değil; solgun bir gri gibiydi. Hatırlamıyordu. Raporlarına bakmıştım. Kafasına aldığı sert bir darbe mevcuttu. Ateş’in söylediğine göre Gece’nin yattığı yerin hemen dibinde bir masa ve köşesinde kan izi vardı. Onun muydu? Yoksa her şey saçma bir oyundan mı ibaretti?
Sanki hayatlarımız düz bir yolda ilerliyormuş gibi şimdi de yokuş aşağı kayıyordu. Yakında kamplara gitmem ve orada neler döndüğünü anlamam gerekiyordu. Oğuz ile normal bir çift gibi vakit geçiremiyorduk. Oturup hiçbir şey yokmuşçasına aşkımı yaşayamıyordum. Tek başıma kaldığımda dahi başımı ne zaman yastığa koysam kalbimi hızlandıran bir korku, saçımı beyazlatan koca bir stres vardı.
Siyah saçları beyaz yastığa saçılmış durumdaydı. Yavaşça bir yana topladım, örmeye başladım. Kafa derisinde kanamalar mevcuttu. İlk geldiğimde raporu okumamla saç diplerine bakmıştım. Biri, saçlarını ölesiye çekmişti. Saçlarını örerken tutamlarına öpücük kondurdum. Hiçbir zaman yanından ayırmadığı ve kardeşine ait tokalardan biri olduğunu bildiğim mor tokayı saçına taktım.
Odanın kapısı tıklatıldı, kapıdan giren kişi Haziran’dan başkası değildi. Kızıl saçları bugün özenle yapılı değildi. Yüzünde, her daim görmeue alışık olduğumuz cesur makyajı da yoktu. Eşofman takımını çekmiş gelmiş arkadaşımızdı gelen. Aybüke’nin bana söylediğine göre öğrenmesi gereken her şeyi öğrenmiş olması lazımdı. Gece’nin avukatlığını yapabilmesi ve soru işaretlerinin havada kalmaması adına onu ilgilendiren bilgiler onunla paylaşılmıştı.
“Nasıl oldu?” diye fısıldadı. Göz altları uykusuzluktan morarmıştı. Saçı dağınık bir topuzdu. Oturduğum koltuğa yanaştı, yanıma oturarak bana sarıldı. Kolumu açtım, bana doğru yaslanmasını sağladım.
“Çok yorgun görünüyorsun.” dedim.
“Her şeyi oturup anlamam lazımdı. En hızlı şekilde Gece’yi kurtarabilmek için…”
Kızıl saçlarını okşadım. Davayı alan savcı cevvaldi. Fakat Haziran’ın seçilmesinin de bir sebebi vardı. İnatçı, zeki ve cevvaldi. Gece’yi kurtaracağına dair gram şüphe yoktu içimde. Yalnızca, Gece’nin alacağı hasardan tırsıyordum. Yorgundu. Çok yorgundu. Neredeyse on ay olacaktı o bu karanlığa gömüleli.
“Olay yerinden hiç rapor geldi mi?” diye sordum.
“Her şey incelemeye gönderildi. Eksik bir şey kalmasın diye çabalıyorum. Dava görülene dek üçüncü şahıs şüphesini netleştirmem lazım. Eğer cinayete üçüncü şahıs dahil olduğunu mahkemeye kanıtlarsak sanık şüpheden yararlanır, tutuksuz yargılanabilir.”
“Uyandığında direkt sorguya alınır herhalde. Gözaltına alınır mı?” diye sordum endişeyle.
“Sorguda şüpheyi kaldırabilirsek ve savcı gözaltı kararı vermezse çıkar. İlk davayı hemen görmeye çalışacaklardır şayet özel bir dava.”
“Ya hatırlayamazsa?” diye sordum. Sesimde bariz bir korku vardı. Gece’nin hapishaneye girmesi fikri dahi aklımda fırtınalara sebep oluyordu.
“Hatırlayacak. Hatırlamak zorunda.” dedi Haziran şakaklarını ovalarken. “Neyse, gitmem lazım. Karakolda adeta nöbetteyim bir rapor eksik ya da yamuk olmasın diye. Belli, bu maktulun eli kolu uzun. Gece’ye oynamak adına her yerden raporda sahtecilik gelebilir.”
Haziran odadan çıkarken yorgun bir gülümseme ile arkasından baktım. Koltukta duran telefonumun ekranı aydınlandığında gördüğüm isim yüzümü gülümsetmişti:
Uyuz🫒: Nasılsınız?
Siz: Yorgun. Gece hâlâ uyuyor. Kan değerleri çok düşmüş.
Uyuz🫒: Biz de alana geldik, çıkan raporlara bakıyoruz. Avukat üçüncü şahıs şüphesi için delil bulmanın önemli olduğunu söyledi.
Siz: Haziran da az önce gitti karakola.
Uyuz🫒: İyi olduğundan emin misin, Fındık? Geleyim mi?
Siz: :)) Sana orada ihtiyaç var sevgilim. Lütfen bir an önce çekip çıkartın Gece’yi bu karanlıktan. Yeter. Güçlü ama yeter.
Uyuz🫒: 🤎
Siz: Seni seviyorum sevgilim.
Uyuz🫒: Benden çok mu? Sanmam.
Başımı telefondan kaldırmama sebep olan şey duyduğum mırıltılardı. Gece; gözleri kapalı bir şekilde mırıldanmaya başlamış, bir elini ise alnına götürmeye çalışıyordu.
“Gece?” dedim yanına koşarken. Ter içinde kalmıştı. Komodindeki bez ile alnını silerken bir yandan dediklerini anlamaya çalıştım. Kulağımı dudaklarına yanaştırdım. Hiçbir şey anlaşılmıyordu ama seçtiğim bir kelime vardı: Karanlık. Burası çok karanlık.
“Gece? Uyan.” Bir rüya görüyordu. Göz bebeklerinin hareketi hızlanmış, monitör sesi hızlanmıştı.
“Gece, kalk. Kabus görüyorsun.” Hafifçe omzundan sarstım. Sargıda olan elini sıkmaya çalışıyor, duyduğu acı ile yüzünü ekşitiyordu. Onu uyandırma çabam birkaç dakika sürmüş, en sonunda yaş dolmuş gözleri aralanmıştı. O fark etmemişti ama sol gözünden saçlarına bir damla gözyaşı düşmüştü.
Beyaz tavana açılan yeşilleri en sonunda beni buldu. Saçlarını okşadım, kan ter içinde kalmıştı siyah tutamları. Kendine gelmeye çalışırken alnına yapışmış saçları elimle ittirdim.
“İyi misin?” diye sordum. Konuşmadı, başını evet anlamında salladı. Kalkmaya yeltendiğinde hastane odasında olduğunu yeni fark etmişti. Etrafa bakındı. Koluna bağlı seruma, ardından parmağındaki oksimetreye baktım. Saturasyonu düzelmişti. Yastığını düzelttim, içmesi için bir bardak su doldurdum.
“Nasılsın?” diye sordum.
“Başım.” dedi acı dolu bir sesle.
“Sert bir darbe almışsın. Saç diplerin de…” Yaşananları her ne kadar hatırlamak zorunda olsa da acısını anımsatmak istemedim. “Neyse. Aç mısın canım? Ne yemek istersin?” Elinden tutuyor, bir şekilde güç vermeye çalışıyordum. Sanki çok güçlüymüşüm gibi… Acaba Gece’nin yerinde ben olsam taşıyabilir miydim yükünü?
Eli şakaklarını sıvazlıyor, düşünmeye çalışıyordu. “Nasıl geldim ben buraya?” N’oldu Yansı?”
Derin bir nefes aldım. “Her şey gidik mi canım?”
“Gibi.”
“Bülent şerefsizi- Neyse. Ölünün arkasından şey olmaz…” Sinirle soludum, “Aranızda bir arbede yaşanmış. Bülent öldü. Bunu hatırlıyor musun?”
Birkaç saniye için gözlerini yumdu. Bedeni hatırlıyordu.”Hatırladım. Ama…Ateş bulmuştu beni?”
“Polis ekipleriyle geldin. Kendinde değildin canım, buradasın bir süredir. Nasıl hissediyorsun şimdi?”
“Bok gibi.”
“Gayet makul.” dedim.
Elleri kucağında, parmakları ile oynuyordu. Ellerinden tuttum, sarıldım. Saçlarındaki kan kokusu banyodan sonra gitmişti. Hemşire odaya girmiş, Gece’nin yemeğini getirmişti. Tepsiyi yatağa doğru sürükledim. Yüz ifadesine bakıldığında yemek yemek gibi bir isteğinin olmadığı barizdi.
“Gece.” dedim sitem edercesine. “Vücudun çok güçsüz düşmüş. Yemen lazım.”
“İstemiyorum, Yansı.”
“Yüzüm kaşık kadar kalmış, canım. Olmaz böyle. Hadi.”
Burnunu kıvırmış, başını hafifçe yana döndürmüştü. Küçük bir çocuk gibi nazlana dursun, elimde kaşıkla kalmıştım. Mutsuzdu, çok mutsuzdu hem de. Aklından bin tane düşünce aynı anda geçiyor olmalıydı, her zamanki gibi. Dikkatini dağıtmak amacıyla sırıttım:
“Bu arada, hiç anlatmadın ama ben yokken yakınlaşmışsınız Ateş ile.” dedim. Gözleri beni buldu:
“Ne?”
“Kanlı bıçaklıymışsınız. Oğuz öyle dedi ama şu an bakıyorum da buzlar erimeye yüz tut-“ Üşenmedi ve bu halde bile ayağı ile bana güçsüz ama etkili bir tekme savurdu. Yüzü acı ile ekşimesine rağmen durmadı.
“Tamam, tamam! Pardon! Sustum.”
“Yok öyle bir şey.”
“Sen öyle diyorsan öyledir, canım. Benim yokluğumda başında sabahlayınca ben bir şey oldu sandım.” dedim ağzımda geveleyerek. Tıpkı düşündüğüm gibi şaşkın gözlerle baktı bana.
“Nasıl?”
“Hastaneye ilk geldiğinde başında sabahlamış. Hep o bakmış sana. Geldiğimde şu sandalyede oturmuş seni izliyordu.”
“Değerlerime bakmıştır.”
“Ne değeri? Şeker mi? Doktor olan bizdik sanki.”
“Sus, Yansı. Başımı şişirdin yine.”
Gülümsedim, “Tamam tamam, gül diye valla. Sustum. Yiyecek misin yemeğini?”
“Hayır.”
“Gece.” dedim e harfini uzatarak.
“Hiç canım istemiyor Yansı, zorlama n’olur.”
“Peki.” dedim yerimden kalkarken. “Madem kendine gelmeye başladın. Al! Allah aşkına raporlarına kendin bak.” dedim. Dosyasının içindeki fotoğraf ve darba dair bilgileri çıkardım. Sadece kan değerlerini ona uzattım.
“Al bakalım doktor hanım, kendin bak kendi değerlerine.”
Bakmadı şayet o da farkındaydı. İnsan kendini dinledi mi neler döndüğünü hissedebilirdi. İnsanın kendinde sağır olmaması gerekirdi. Kendine sağır insanların önce ruhu hastalanır, bu fizyolojiye yansırdı.
Dosyayı kenara ittirdim, çok vaktimiz yoktu biliyordum. İngiltere’ye gittiğimizden bu yana hayatı zaten son hızda yaşıyorduk. Ne kendimize vaktimiz vardı ne de koruyacağımız bir ruh sağlığı.
Kısa bir süre baktım Gece’ye. Yatakta yana kaydı, hemen açtığı boşluğa kuruldum. Kollarına sığındım. Üstüne örtüyü örttüm. “Hiçbir şeye vaktimiz kalmamış gibi, farkında mısın?” diye mırıldandım. Cevap olarak mırıldanmış, artık mavi olan saçlarımı okşamıştı.
“Ne yaşıyoruz biz acaba? Neredeydik, nereye geldik…”
“Bir dosya istedim. Bir cinayet dosyasına karıştım.”
“Sevdiğim adamı gördüm, şimdi ölümle burun buruna savaşılan bir kampa gidiyorum.”
Bir süre sustuk. Ağlanacak halimize güldük. “Bir gün biter mi her şey? Durulur muyuz artık? Sevdiklerimin canlarının yanmasından yoruldum.” dedim.
Derin derin nefes alışlarını dinledim. Kardeşim hayattaydı. Sırada yeniden dimdik durup, topukluların üstünde durduğu gibi ince ipte yürüyüp bir savaşı daha kazanmak vardı.
“Ben hep arkandayım, Gece. Senin kadar güçlü ya da dik değilim ama hep yanındayım. Bunu da atlatacağız.” dedim. Biraz daha sarıldım çünkü içten içte biliyordum, işler sarpa sararsa ona uzun bir süre sarılamayabilirdim.
“Her şey bittiğinde…” dedim gözlerimi yumarak. “İlk ne yaparız sence?”
“Genelde hayalleri olan sensin. Sen söyle.”
“İstihbaratçı kocam olduğunu düşünürsem öyle kafamızı alıp dünyayı gezemeyiz.” dedim gülerek. “Of! Ne sıkıcı olduk be! Otuzlu yaşlar ne sıkıcı, hemen mi yaşlandık? Kabul etmiyorum!”
“Ruhumuz yaşlandı bizim.”
“N’apsak, Maldivler’e falan mı kaçsak kocaları bırakıp?”
“Tabii. Çocukları da boşver, basıp gidelim.” diye şakayı sürdürdü.
Bunu kabul etmek zordu fakat hakikat ortadaydı. Hayal etmeyi unutmuştuk. Sıkıcıydık artık, ruhu yaşlanmış olanlardık. Bence bir insan yaş aldıkça yaşlanmazdı. Yaşlı bie çocuk da olabilirdi. Yaşlılık ruha dairdi; o bir kere yoruldu mu insan yaş alıyordu.
Buna izin veremezdik.
Kapı tıklatıldı, bu sefer hemen açılmadı. “Gelin.” diye seslendim. Kafasını içeriye sokan adam sırıtmama sebep olmutşu. Gece’ye kaçamak bir bakış atıp keyifle seslendim, “Ateş! Ne güzel sürpriz!”
Yattığım yerden ayaklandım. Alttan alttan Gece’ye kaçamak bakışlar attım, gözlerinde gizlemeye çalıştığı bir şaşkınlıkla kapıda duran adama bakıyordu. Sessizce öksürdü, bakışlarını çekti.
“Rahatsızlık vermedim, değil mi?” diye sordu.
“Yok yok, gel.”
Elinde siyah bir karton poşetle gelmiş, usul usul adımlamıştı. Uzun -bayağı uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Karizmatikti elbet, sosyal medyada bir nokta üç milyon takipçisi vardı. Sosyal medyada yakışıklı, çapkın michelin yıldızlı bir şef profiline sahipti. Gerçekler elbette farklıydı. İstihbaratın kalbi olan restoranlar onun elindeydi.
Gece’nin kafasına bir öpücük kondurdum, “Benim bir işim vardı zaten, tam zamanında geldin.”
“Ne işin var acaba? Daha şimdi götünü devirmiş yatıyordun.” diye adeta tısladı Gece. Yakamdan tutmuş, beni yakınına çekmişti.
“Sevgilimle buluşacağım, bir sorun mu var güzellik?” Göz kırptım. Çantamı da aldığım gibi odanın çıkışına yöenldim. Ateş’i gizlice kapı yanına çektim, “Hiçbir şey yemedi. Bir şeyler yesin, n’olur.” dedim.
“Bende, yenge.” dedi başını sallayarak.
“Yenge?” diye kıkırdadım. Başımı iki yana sallayıp odadan ayrıldım. Hayat bize daha neler sunacaktı bilmiyorum fakat güzellikleri aramak zorundayız. Hayat, kötülüğün sonunu bekleyerek geçmez. Çünkü hayatın size sunduğu sınav hiç bitmez.
Siz: Neredesin yakışıklı?
🫒❤️🩹
Kapıda elinde poşetlerle duran adama kirpik altından baktı Gece. Ne Gece parmak uçları ile oynamaktan vazgeçmişti, ne de Ateş elinde poşetlerle boyuna posuna rağmen çocuk misali dikilmeye.
“Sabaha kadar orada dikilmek için mi geldin, Karal?” dedi Gece. Sesi pürüzlüydü. Konuşmakta zorlanıyor, boğazı acıyordu. O hatırlamıyordu fakat boynu ve ses telleri büyük hasar almıştı. Pürüzlü ve zar zor çıkan sesi günler sonra ilk defa duymuştu Ateş. Belki saat olmuştu, bilmiyordu. Gece’yi malikanede o halde bulduğundan bu yana tarih ve saatler durmuştu.
Gece’nin sesini duymasıyla gözbebekleri büyümüş, hareketlenmişti. Elindeki poşetlerle yatağa yanaştı. Sesindeki heyecanı törpülemeye çalışarak konuştu:
“Vücudun güçsüz düşmüş, Gece. Güçlenmen lazım.” dedi poşetten kapları çıkarırken. Vücuduna bağlı prangalar varmış gibi hissediyordu Gece. Amansız bir ağrı etinden kemiğine sarmalamıştı onu. Masaya bırakılan kaplara hayretle baktı Gece. Buz tutmuş kalbinde bir şey çatırdadı. Yansı’dan başka kimse düşünmez, sevmezdi onu. Küçüklüğünde annesi yemek yapmayı bırak, ateşini ölçmek için elini alnına bile koymamıştı. Hastalandığı zamanlar sabahları annesine ve onun sevgilisinin gözüne batmamak için sokağa çıkar, dolanırdı. Bazen lokantalardan gelen kokuları takip eder, çıkmaz sokağın kenarına çömer; dizlerine sarılır beklerdi. Evden çıktıktan sonra duyduğu üçüncü ezan onun için dönme vakti geldiğini hatırlatırdı. Harabeye döndüğünde geceye sarınır, karanlıkta kafasına kadar çektiği pike ile görünmez olurdu.
Yetimhaneye gittiği zaman hastalandığında nadiren doktor olan revire gider, bir ilaç içerdi. Çok ilaç vermezdi hemşire. Su içmesini söyler, metal çubuğu ateşini ölçsün diye Gece’ye uzatırdı. Hasta olduğu zamanlarda hastalığını saklamayı da öğrenmişti Gece. Şayet yetimhane hemşiresi hastalara “hasta yemeği” yedirtirdi ama o menüde hep kötü pişmiş çiğ makarna ve patates püresi olurdu. Normal çıkan yemekler az olsa da daha güzeldi.
Gece, hatıralarında boğulmuşken Ateş’in sesi çekti çıkardı onu o denizden. Ateş, Gece’nin yüzüne endişe ile bakarken öksürdü Gece;
“Efendim? Duyamadım, pardon.” dedi Gece boğazını sıvazlamaya devam ederken.
“Ne yemek istersin bilemedim.” dedi Ateş kapların ağzını açarken, “Hepsinden getirdim.”
Masadan mis kokular yükseliyordu. Burnuna dolan koku ile gözlerini yumdu Gece, masada yok yoktu. Her biri birbirinden iştah açıcıydı ama Gece’nin gözleri bir yerde takılı kalmıştı.
“Sen mi yaptın hepsini?” diye sordu Gece.
“Ayıpsın.” dedi Ateş sırıtarak, “Şefin elinden taze taze. Hadi, hangisini yersin söyle, tabağa koyayım hemen.”
Öksürük krizine girdiğinde ivedilikle ona uzatılan bir bardak suya baktı Gece. Elini uzatmak istedi ama hissettiği acı ile yüzünü buruşturdu. Elleri, bilekleri ve parmakları morluklarla doluydu. Bileğinde incinme, parmaklarında tek tük kırıklar vardı.
“Dur, dur ben içireyim.” Gece’nin yastığını düzeltip dikleştirdi, bardağı yavaşça dudaklarına yasladı. Gece, yavaş yavaş dudan içerken içinden duyduğu minnet duygusu ruhunu acıtıyordu.
“Neden yapıyorsun bunu?” diye mırıldandı Gece, gözlerini çekmeden Ateş’in yüzüne baktı. Elindeki su bardağını komodine koydu.
“Yemekleri mi?” diye geçiştirdi Ateş şayet kaburgalarına çarpıp duran duygular dışarı çıkamıyordu, çıkamazdı.
“Ateş.” dedi Gece zar zor çıkan sesiyle. Elini, Ateş’in koluna yasladı. ‘Bana bak’, der gibiydi. ‘Ben korkmadan bakıyorum, sen de bak.’
Nefesini tuttu Ateş, saatlerce uykusunu izlediği kadının en sonunda açılan çimen gözlerine baktı. Konuşamadı. Belki de sahada ortaya çıkan yürek böyle anlarda pısırık bir kedi misali gölgeye saklanıyordu. Kalbi kulaklarında atıyor, sanki Gece de bunu duyuyormuş gibi hissediyordu. Yüksekti, kalp atışının durmak bilmeyen çarpıntısı aklındaki sesten daha yüksekti.
Hastane yatağının bir köşesine, hemen Gece’nin dibine oturdu Ateş. Bir eli kadının saçlarına değerken gözleri kar beyazı tenindeydi. “İtalya’da bir restoranda çalışırken efsane dedikleri bir şefim vardı.” Konuşurken aynı zamanda saçlarını okşuyordu. Parmak uçları ha değiyor ha değmiyordu. O, daha onun saç teline dokunamazken o şerefsizler her bir yerine mor izler bırakmıştı. “Gençtim o sıralar, aşırı havalı bir adamdı. İdolüm gibi bir şeydi. Bana hiç unutmamamı tembihlediği bir öğüt vermişti.”
Ateş’in eli kadının hayat kurtaran ellerini bulduğunda sargıların üzerinden okşadı.
“Neydi?” diye sordu Gece. Bakışları pek bir yorgun, teni ise normale göre daha solgundu.
“Demişti ki, bilmediğin bir tarifi denerken iç güdülerini kendinden söküp bir kenara bırakma. Öğrenme işi akılla olduğu kadar ruhla da gerçekleşir. Bir gün en güzel yemeğini yaptığında hiçbir tarife uymadığını göreceksin. Çünkü o tarifi sen kendin yazdın.”
Gece’nin dudağı çok uzun zaman sonra hafifçe kıvrılmıştı. Dudağının kenarında kabuk bağlamış yara acısa da gülümsemeyi bırakmadı. “Güzel söylemiş.”
Evet dercesine başını salladı Ateş, gözleri hasret kaldığı gözleri yeniden bulduğunda konuştu, “Hayatım mutfakta geçince insan istemeden yaşamanın da bir tarifi olduğunu sanıyor. Her şeyi bir düzene sokma çabası, listeleme güdüsü… Daha en güzel tarifi yapamadım. İçine bilip bilmeden her şeyden katmaya çalışıyorum. Ne yaptığımı bilmiyorum, yalnızca güzel olsun istiyorum.”
“Hiçbir fikrin yok mu?” diye acıyla mırıldandı Gece.
“Tam değil. Ama o gün seni öyle görünce bir şeyleri yanlış yaptığımı anladım.”
Merakla baktı Gece’nin gözleri.
“Ruhumu alıp bir kenara bırakmışım. Aklımla bir başıma kalmışım. İnsanın aklı uçunca ruhu kalır ya, bende bir boşluk kalmış.”
“Aklını uçuran nedir, Ateş Karal?”
“Sensin.”
Sensin.
Konuşmadı Gece şayet edecek bir tek kelamı yoktu. Sadece baktı, karşısındaki adama hayretle baktı. Acıyan kaburgalarının sızısı çarpan kalbiyle arttı. Ateş’in dokunduğu teni sanki alev almış, cayır cayır yanmıştı. Oysa ruhu buzdu onun, elleri soğuktu. Ruhu ateşi söndürürdü. Ama yanıyordu.
İkisi de göğüs kafesini kıracakmışcasına çarpan kalplerinin eşliğinde birbirlerine baktı. Ateş’in gözleri Gece’nin dudaklarına kaydığında öfkelenmeden edemedi. Kırmızı dudaklar şimdi hafiften mor, kenarları yara doluydu. Oysa o eller öpülmeye, dudaklar okşanmaya layıktı. Saçları çekilmeye değil, özenle taranmaya layıktı. Ah etti Ateş, belki geç kalmamış olsaydı ses tellerini incitecek kadar bağırmasına engel olabilir, elinden tutabilirdi.
Herkes diyecek bir şey bulmuştu karşısındaki kadına. İnternet onu onursuz bir kadın olarak lanse ederken bir başkası duygusuz diye bağırıyordu. Bencil de denmişti ruhsuz da. Ama kimse görmüyor muydu bu bedenin altında yaşayan güzel kalbi? Kardeşi için kendini hiç sayan o güzel ablaya herkes mi kör olmuştu? Ona çok yakışan o topukluların üstünde her şeye rağmen dimdik duran o kadına herkes gözünde kirli bir bantla mı bakıyordu? Ateş’in en güçlü kadınlardandı Gece. Zeki, merhametli ve güzel… Sadece dışı değil, kalbi güzel.
“Güçlenmen lazım.” dedi Ateş sessizliği bölerek. “Uzay bana özellikle tembihledi. Seni iyi doyurmamız lazımmış.”
“Uzay?”
“Yeğenim vardı ya?”
“Hatırlıyorum. Sadece şaşırdım.”
“Senin fotoğrafını yeniden internette görmüş. Hasta olduğunu düşünmüş, azıcık hasta olduğunu ilettim.” Gülüyordu Ateş, aynı şekilde tatlı bir tebessüm konmuştu Gece’nin dudaklarına. “Süper kahramanlar da güçten düşermiş. O yüzden dayısından ona yemek yapmasını istedi.”
“Süper kahraman?”
“Onun gözünde o da dahil olmak üzere bir sürü insanı kurtaran güzel bir süper kahramansın.”
Gülümsedi Gece, bu hayatta karşılıksız sevdiği bir şey varsa o da çocuklardı. “Teşekkürümü ilet lütfen.”
“Ben iletemem, kendin iletirsin. Hadi süper kahraman, seni eski gücüne kazandırmamız lazım.”
“Daha düşmanı gömeceğimiz bir duruşma salonu var!” dedi Ateş.
“Yorgun hissediyorum ama bir o kadar da dik durmaya ihtiyacım var.” dedi Gece parmakları ile oynarken.
Ateş, Gece’nin alnından dökülen teri silmek adına odanın ucunda duran bez için ayaklanmış, yeniden yatağın başıma gelip kadının alnındaki boncuk boncuk teri silmişti. “Sana aylar önce bir şey demiştim, bilmem hatırlar mısın.” Bezi yeniden bir kenara bıraktı. “Yorulursan, bana yaslan.”
“Taşıyabilecek misin bunca harabeyi?”
“Sen yorulsan da harabe olmazsın. Sen yorulduğunda sen toparlanana dek ben seni dik tutarım. Yorulursan…”
“Bana gel.” dedi Gece onun repliğini tamamlayarak. Hatırlıyordu.
Yeşil kahverengiye karışırken yüzleri bir nefes kadar yakındı. O an mırıldandı Gece, “Yağlamadan yerim.”
“Ne?”
“Kayseri yağlaması var kapta. Yerim.” dedi Gece adamın kehribarlarına bakarken.
Gülümsedi Ateş, hızla masadaki kutuyu aldı ve tabağa yerleştrdi. Gece bunun bir sunum olduğunu düşünmüştü fakat yağlama özel olarak küçük toplar haline getirilmiş, içine yoğurt sushi misali sürülmüştü. Yenmesi bu şekilde daha kolaydı. Gece’nin elleri yaralıydı, parmaklarını bükerken canı yanıyordu. Ateş ise bu yüzden bütün yemekleri ellerini açıp kapama gereksinimi duymayacak hale getirmişti.
Önündeki masaya konmuş yemekten hiç zorlanmadan aldı Gece. Ateş’in de yardımı ile süper kahraman güçlerini toplamaya başladı. Gece’nin savaşı uzun yıllardır devam ediyordu. Şimdi ise mutluluğa giden son düzlükteydi. Kemiklerini kırmak istemişti Bülent, ses telleri zarar görmüştü, eti morartılmıştı ama gün geldiğinde yeniden ayaklarının üstünde gerekirse bağırarak savunacaktı kendini. Yorulduğunda ise hayatında ilk defa birine yaslanabileceğini bilerek savaşacaktı.
Ve kalbinde sevgi olanlar her savaşı çok daha kolay kazanırdı.
“Ayran var mı?” diye usulca sordu Gece ağzındakini yerken.
“Ayıpsın.”
🥹❤️🩹
Çok uzun zaman oluyordu mutluluğu hissetmeyeli. Özlem kalbimi kemirip durmuştu. Hâlâ oradaydı kendisi. Kalbimde yer etmiş bir şeytan misali ruhumu emiyordu. Acıyordu canım, yaramın tek ilacı sevdamdı.
Oğuz ile onun evinde buluşmaya karar vermiştik. İşini bitirip gelecekti, ben de bize yemek almak için dışarı çıkmış, sofrayı kurmuştum. Evinde bulduğum mumları masaya koymuş, yemekleri tabaklara yerleştirmiştim. Oğuz'un pek sevdiği ve evin her bir yanında duran mumları da yaktıktan sonra ortam aşırı romantik bir atmosfere bürünmüştü.
Bu kadar romantiklik bana bile fazlaydı.
Saat akşam sekize yaklaşırken aynada tipime baktım. Üzerimde mavi saçımı tamamlayan acı kahve bir elbise, ayaklarımda ise panduflarım vardı. Evet, panduf. Şayet evde ayakkabı ile gezecek kadar modern değildik. İkimizin de büyüdüğü sıcak sokaklar belliydi. Yıllar geçmiş, bizlere olgunluk getirmişti ama biz hâlâ bizdik.
Saçlarımı dalgalandırmış, sıcak dolayısıyla tepemde dağınık bir şekilde toplamıştım. Oğuz ile sevgili olduğumuzdan bu yana adamakıllı romantik anımız yoktu. Her şey üst üste gelirken hayatlarımıza girmiş ayrılık özlemi son raddeye getirmişti.
Kapı çaldığında yerimden fırladım, bütün güler yüzümle kapıyı açtım. Oğuz’un bakışları beni bulduğunda afalladığunı gösteriyordu. “Hoş geldin, sevgilim.”
Öyle afallatırım adamı işte.
Bakışları önce yüzümde, sonra bütün bedenimde gezinmişti. “Aşkım?” Aklındaki soruları duyabiliyordum. Özel bir günü mü atladım? Herhangi bir yıl dönümü mü vardı? Vesaire vesaire…
Şaşkın bakışları hâlâ bendeyken çıkardığı ayakkabıları içeri aldım. Koluna girdim, omzuna bir öpücük kondurdum. “Hadi gel, aç mısın?”
Parmak uçlarıma çıktım, hasret kaldığım dudaklarından öptüm. Sofraya ulaştığımızda bir de bunun şaşkınlığını yaşamıştı.
“Ben…Özel bir şeyi unutmadım, değil mi?” diye tedirginlikle sordu. Güldüm.
“Hayır, sevgilim. İçimden geldi. Yemekleri ben yapmadım bu arada. Gerçi sen anlarsın zaten.”
Şaşkınlığı geçtiğinde belimden tuttu, yanaklarımdan öpmeye başladı. “Çok güzel olmuşsun, fıstığım.”
“Ben de ne zaman bunu duyarım diyordum.” diye geçtim dalgamı.
“Nefesimi kestin bir an için, özür dilerim sevgilim.” Dudakları boynumu ve şakaklarımı buldu. Masaya oturduğumuzda sandalyemi benim için çekmişti. Karşıma geçtiğinde yüzüne dikkatlice baktım. Yara bere izi yoktu. Göz altları normalden daha mor değildi.
“Çok şükür…” diye bir nefes aldım. O duymadı lakin onu her sağlam görüşüm Allah’a bir şükür sebebiydi.
“Ellerine sağlık fındığım. Her şey çok güzel olmuş.” Ellerimden öptü. Yemeklerimizi gülücükler eşliğinde yedikten sonra beraber yan yana mutfağı toparladık. Salonda, bizim için hazırladığım ekranı gördüğünde bana baktı.
Koltukları yatak haline getirmiş, tıpkı gençliğimizde yaptığımız gibi çok rahat bir ortam hazırlamıştım. Duvara yansıttığım projeksiyonda hazır bekleyen film ise ikimizi de gülümsetmişti.
“Unutmuşsundur dedim filmi.” dedim gülerken. Mutfaktan atıştırmalık tepsisini taşırken o da üstüme rahat bir şeyler geçirmişti.
“Sen değişecek misin güzelim?” diye sordu.
“Yok, canım.” dedim çünkü üstümdeki elbise pijamadan da rahattı. Güzel duran fakat bir o kadar da spor olan bu elbise bu akşama çok uygundu.
Koltukta kendine yer edindiğinde yatak misali açılmış olan kanepede kendime onun kolları arasında yer edindim. Tüm duvarı kaplayan ekranda Matrix dönerken onun kollarına daha da sıkı sarıldım. Gençken en sevdiğimiz filmdi. Şimdi bir ajan olarak izlemesi daha eğlenceli olacaktı eminim.
“Trinity aşırı güzel bir kadın ya.” dedim kendimi filme kaptırmışken. Yerim hiç olmadığı kadar rahattı. Sevdiğime ayıcık misali sarılmış, filmin keyfine varıyordum. Elimdeki mısırları gözüm hâlâ ekrandayken Oğuz’un ağzına tıktım.
“Sen daha güzelsin.”
“Yaa! Yerim seni bak.” dedim çenesinden tutup hışımla öperken. Ettiğim iltifata kahkaha atarken onun bal yanaklarından öptüm. “Tüm ajanların deri kıyafetler giydiğine dair hayallerim vardı.” dedim bir yandan filmi izlerken.
“İnan bana, bizi deri taytla görmek istemezsin.” demesiyle yüksek sesli bir kahkaha attım. Düşününce gerçekten travmatik olabilirdi.
“Aylin giyiyor arada.” dedim sorgularcasına.
“O ayrı. Patron ne giyse taşır.”
Edindiği arkadaşlıklara ve dostluklara gıptayla bakıyordum. Kendine ip üzerinde sıcak bir hayat kurmuştu. Görevi zordu ama bütün zorlukları kolaylaştıran bir aile edinmişti kendine.
“Nişanına da gidemedim. Çok içimde kaldı. Geçen gün hediye gönderdim ama yine de üzüldüm.” dedim.
“Üzülme sevgilim, en iyi onlar biliyor sebebini. Üzülme.” Saçlarımdan öptü.
“Bir şey soracağım.” dedim hevesle. Yüzümü ona döndüm.
“Sor güzelim.”
“Siz böyle hiç filmlerdeki gibi görevlere gidiyor musunuz şimdi?” diye sordum.
“Hangi film olduğuna göre değişir, birtanem.”
“Böyle atlamalı zıplamalı şeyler yapıyor musunuz?”
“Yani, olmuyor değil. Silah pek kullanmamaya çalışırız genelde ama takip olur. Biz genelde daha görünmez ve sessiz hallediyoruz işimizi. Şayet filmlerde motorlar oradan oraya uçuşurken uyuyan bir halk gerçekte yok. En ufak şeyi fark eden ve tepki veren bir toplumun içindeyiz.”
“Hiç kadın ayarttın mı?”
“Ne?” diye hayretle sordu.
“Ne? Bütün filmlerde var bu. Hani bir görev oluyor, ajan bir kadını ayartıyor falan.”
“Hayır.”
“Gerçekten mi?”
“En azından ben yapmadım.” dedi.
“Oluyor yani öyle şeyler!” diye heyecanlandım. İçten içe onun bunlara bulaşmamasına da sevinmiştim.
Burunlarımız değiyor, gözleri gözlerime akıyordu. Yanaklarıma ve şakaklarıma minik buseler bırakırken konuştu;
“Göz aydınlığım…Sen emin misin şu kampa gitmekten?” diye sordu alnımdan öperken.
“Oğuz.” dedim yapma dercesine. Kararımı vermiştim. Bir süre orada kalacak, bu fırtınayı sağ salim atlatabilmek için istihbarat toplayacaktım.
“Nikah tarihini aldım.”
“Ne!” Yerimde sıçradım. “Nasıl?”
“Gizli nikah kıyalım dediğinden bir gün sonra hallettim o işi. İki güne nikahımız var.” Ben havalara uçmak üzereydim fakat onun gözlerinde uçsuz bucaksız bir hüzün vardı.
“Oğuz, sevgilim?” Çenesinden tutup gözlerine baktım, “N’oldu?”
“İçim hiç rahat değil. Ailenden bile gizli nikah kıyıyoruz. Hayalim hiç böyle değildi. Büyüdüğümüz sokakları inletip seni istemeye gelmek vardı. Seni evinden gelinliğinle almak vardı. Sana güzel bir gün yaşatmak vardı… Özür dilerim, sevgilim.”
Karşımda, yalnızca benim kollarımda dudakları istemsizce büzülen adama aşkla baktım. Kumral saçlarına öpücükler hıraktım. Benim ruhumda açtırdığı, ekip büyüttüğü çiçekler onda da açsın istedim. Hayatım boyunca elimden tutmuş elleri sıkı sıkı kavradım. Adlarımızın kazındığı alınlarımızı birbirne yasladım.
“Her şey bittiğinde… Her şeyin başladığı yere gidip sonsuzluğu yaşamak üzere evleneceğiz, sevgilim. Ne hayal kurduysak her birini gerçekleştireceğiz. Ben inanıyorum, biz bu savaşı kazanacağız. Sen de inan. Çünkü bu sözü bana sen verdin.”
Burnumdan öptü, kokumu içine çekti. Mumların titrek ışıkları bizleri aydınlatırken aslında geçmişten pek bir farkımız yoktu. Hâlâ umut eden, hayal kurabilen sözde yetişkinlerdik. Bizim aksimize aşkımız yaşlanmamıştı bizim. Olduğu gibi kalmış, biz yeniden karşılaşınca kenardan kalkıp yeniden ruhumuzu ele geçirmişti. Hatta belki ruhumuz bile yaşlanmıştı ama umut ettiğimiz şeyler dün kadar tazeydi.
Bu savaşı kazanacaktık, kazanmak zorundaydık. Kaybedersek ölürdük.
Fakat kaçımız toprağa gömülürdü, işte onu bilmiyorum.
“Seni çok seviyorum, Oğuz.” dedim gözlerim istemsizce dolmuşken.
“O gün İngiltere’de senden uzak durmam gerekiyordu. O günden sonra sana ulaşmamam, seni tehlikeye atmamam lazımdı. Görevi tehlikeye atabilirdim.” dedi düşünceli bir sesle. Yeşilleri yeniden kehribarlarımı bulduğunda gözlerinde parıltıyla baktı:
“Ama sen benim bile bile yapmayı seçtiğim en güzel yanlışsın.”
Dudaklarına yapıştığımda sadece şevki değil, karşılıksız bir sevgiyi de hissediyorduk. Elleri belimi bulduğunda üzerine eğildim, kollarımı boynuna doladım. Sanki mümkünmüş gibi daha da çok çektim onu kendime. Kokusu bana sinsin istedim.
İçimde patlamak üzere olan fırtına şiddetlenirken dudakları boynumu buldu. Kokum ona esir olurken ben onun kokusuna esir düştüm. Omuzlarıma düşen saçlarımı hissettiğimde saçımdaki tokayı çıkardığını anlamam zor olmamıştı. Ruhum ruhuna karışırken içimizde biriken özlem bizi bile isteye seçtiğimiz günahlara sürüklüyordu.
O benim en büyük zayıflığımdı.
İradem öpücükleri arasında kayıp giderken üstündeki tişörtü çıkarmaya çalıştım. Çıplak sırtındaki izleri sevdim, öptüm. Mumlar erirken içimde önceden var olduğundan bihaber olduğum duygular patladı. Ben önceleri karanlığa gömülmüş bir denizdim. O ise doğduğunda güzelliğimi ortaya çıkaran güneş. Güneş üstümüzde doğarken denizin dipleri karşılaştığı aydınlıkla sarsıldı. Daha önce ulaşmadığı yerlere ulaştı güneş ışığı. Karanlığı aydınlattı, hasrete ışık oldu. Denizin hoyrat dalgaları kıyıya çarparken fırtınanın sesi yankılandı. Nefes bulmuştum, güneş bana nefes olmuştu. Fırtınanın dindiğini hissettim. İçimi ısıtan güneşin yangını en sonunda yakmıştı tenimi.
Bana nefes olan adam koynumda uyurken camdan karablığı aydınlatan aya baktım. Boynuma gömülü başı okşarken bir yandan üstümüzü örten çarşafla oynadım. Birazdan gün doğacak, bizlere nefes aldırmayan savaş kaldığı yerden devam edecekti. Gerçeklerle tanışmama az kalmıştı. Korkuyor muydum? Evet. Fakat bu sefer kendim için değil, göreceklerim için.
Burnumu, buram buram ferahlık kokan saçlara gömdüm. Uyuya kalmıştı. Bugün, sahada yorulmuş olmalıydı. Onu uyandırmayacak şekilde öpmeye devam ederken aklımda savaştığım düşüncelere teslim oldum. Umduğum, herkes ile yan yana bu savaştan sapasağlam çıkmaktı.
Ve bunun için bazı şeylerden vazgeçmeye hazırdık.
🫒🤎
En büyük kumarı hayatlarıyla oynuyordu Anka Timi. Oynadıkları kumar hayatlarından ibaretti. Bu uğurda kaç can toprak altına gömülmüş, kaç yaşayan ölü artık sahipsiz kıyafetleri koklar olmuştu.
Kaç aileye kor ateş düşmüştü?
Kaç çocuk yetim, öksüz kalmıştı?
Aylin ve daha nicesi kaç silah arkadaşını toprağa gömmüştü?
Kaç aile kurulmadan yıkılmıştı?
Hangi hayallerin üstüne toprak atılmıştı?
Bu uğurda kaç litre gözyaşı dökülmüştü?
Sindiği duvardan ayrılmadı Aylin. Rize’den döndüklerinde gizlice gebelik testi almış, tekrar tekrar yapmıştı. Şimdi sonuçlar tezgahın üstünde duruyor, Aylin ise yaslandığı kapıya hüzünle sığınıyordu.
Hamileydi.
Ne hissettiğine dair tek bir fikri yoktu. Hüzün? Şaşkınlık? Mutluluk? Adını koyamadığı bu his her ne ise kalbini ağrıtıyor, soluk borusunu tıkıyordu. Göğsünün tam ortasına düşen bir ağırlık nefes alırken canını yakıyor, boğuyordu. Eli, istemsizce karnına gidiyor ve oradaki her ne ise onu çekip çıkarmak istercesine karnını eşeliyordu.
Kusuyordu.
Bunların kaçı gebeliktendi bilinmez ama gizliden gizliye çok sık kusuyordu. Sanki kendi bebeğinden tiksinir gibi…
Ağladı. Ethem’i uyandırmadan sessizce ağladı. Yüreğine yerleşen kor kanatlarını kırmış gibiydi. O anne olamazdı.
Ne zaman biteceğini bile bilmediği bir savaşın tam ortasındayken bir cana sahip çıkamazdı. O sahalara aitti. O, kendi canını da bir başka canı da korumayı bilmezdi. Savaşırdı Aylin, amansızca dövüşürdü ama minik bir canı korumayı bilmezdi.
Evlenmeyi istememesinin bir başka sebebi de buydu. Aile. Kuramayacağını bildiği bir aile için delicesine aşık olduğu adama söz vermek acıtıyordu yüreğini. Gün gelecek, çocuk isteyecekti Ethem. Ethem, Aylin gibi değildi.
O annelikten anlamazdı ki?
Tezgahta duran on üç teste bakarken yanaklarına süzülen yaşları elinin tersiyle sildi Aylin. İnanmayı kabul etmiyor, tekrar tekrar test yapıyordu.
Nasıl böyle bir hata yapmışlardı?
“Aylin’im?” dedi bir ses kilitli kapının ardından. Duyduğu ses ile kendine geldi Aylin, testleri çöp kutusunun derinine iteklerken üstünü peçete ile kamufle etti.
“Ethem? Uyandın mı?”
“Evet de… Kargalar daha sı’madı hayatım? İyi misin?”
“Evet.” dedi Aylin sesini normal tutmaya çalışarak. Bir yandan ellerini yıkıyordu.
“Böyle kapı ardından mı konuşacağız?” dedi Ethem kapının ötesinde beklerken. Kapının açılmasıyla dikkeşti, “Aylin? N’oldu?” diye sordu. Şayet nişanlısının gözleri kanlanmıştı. “Ağladın mı sen?”
“Hayır, gözüme kirpik kaçtı. Sabahtan beri onunla uğraşıyorum. Sen neden kalktın?”
“Yanımda yoktun, merak ettim.” Yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. “İyi misin şimdi?”
“İyiyim.” dedi Aylin Ethem’in gözlerine bakarken. Bir an için gözlerinin dolduğunu hissetti, başını Ethem’in göğsüne gömdü. Kollarını sıkıca ona doladı.
“Aylin’im?” diye şaşkınlıkla konuştu Ethem.
“Yok bir şey.” dese de ağladığının farkındaydı Ethem. Üstelemedi, sevdiği kadın özel dönemine girmiş olabilirdi. Doğan güneş yavaşça perdelerden sızarken Aylin’i kucakladı Ethem. Onu yataklarına taşıdı, mutfaktan getirdiği sıcak su torbasını karnına koyup üzerine elini koydu. Bir yandan sevdiğine sarılırken bir yandan karnını okşadı.
Nasıl söyleyecekti Aylin?”
“Daha iyi misin, efulim?” diye mırıldandı Ethem. Rahatlamış hissediyordu Aylin fakat stres midesini daha da çok bulandırıyordu.
“Çok streslisin.” dedi Ethem bir yandan. Şaşırmıştı Aylin ama sonradan durmadan salladığı ayağını görmesi ile verdiği tepkiyi fark etmişti.
“Değilim aslında. Uykum var, beni gideceğimiz zaman uyandırır mısın?” dedi Aylin gözlerini yumarken. Gün ışığı yavaşça yerini karanlığa bıraktığında gözlerini yeniden açtı Aylin. Soğuk bir meltem tenine çarpıyordu. Saçları olduğundan da uzundu; poyrazın etkisiyle koyu kahve saçlar gözlerinin önüne düşüyor, üstündeki şifondan elbise bacaklarına dolanıyordu.
Güneş doğuyordu. Etraf aydınlanırken ayak bastığı her yerin yemyeşil olduğunu gördü Aylin. Bir adım attı; gözünün önündeki tepenin üstünde, bir söğüt ağacının hemen dibinde uzun bir masa vardı. Oraya doğru koşan dört çocuk vardı. Masanın etrafında kahkaha atan insanlar tanıdıktı: Yansı, Aybüke, Ateş, Gece, Atlas… Bütün ailesi.
Ona bakan gözlere tek tek baktı. Rüzgar tenine işlerken çevreye baktı, her şeyden uzak yeşil bir tepe. Bir söğüt ağazının gölgesi.
Elini çeken şeye dönüp baktı Aylin; kahverengi gözlü, uğuzun saçlı bir kız çocuğu. Kafasını kaldırmış ve Aylin’e bakıyordu. Bakışları yeniden masayı bulduğunda çocukların orada eğlendiğini gördü. Tek dizinin üstüne eğildi Aylin, kız çocuğunun saçına dokundu.
“Sen neden gitmiyorsun? Gitsene sen de yanlarına.”
Tombik yanaklı kız çocuğu konuşmadı, sadece başını hayır anlamında iki yana sallamıştı.
Duyduğu ses ile etrafa bakındı Aylin, şimşek çakmış, söğüdün yaprakları bir yana savrulmuştu. Masada oturan hiç kimse kalmamıştı. Tepenin manzarasına baktığında her yerin yandığını gördü Aylin. Yağmur yağıyordu fakat ateş gittikçe harlanıyordu. Çocuk seslerini yeniden duyabilmek için etrafa bakındı Aylin ama yaşam her bir yandan sönümlenmiş gibiydi. O an karnındaki minik tepeciğe takıldı gözleri. Minik ama belirgin bir tepecik…
Uyandı.
Gözleri hışımla açıldığında bir uçurumdan düştüğünü hissetti. Tişörtünün yakası terden dolayı ıslaktı. Görüşü netleştiğinde karşısında oturmuş ona bakan adamı fark etti.
“Ethe-“ Adamın bakışları sert ve kırgınlık doluydu. Yakından baksa ağladığını dahi düşünebilirdi. Ne olduğunu anlamadı Aylin, ta ki yattığı yerden doğrulup da komodine dizilmiş on üç gebelik testini görene kadar.
Ethem’den bir şey saklayabileceğini onu düşündüren ne olmuştu ki?
Konuşmadı, konuşamadı. Yalnızca testlere ve ona oturduğu koltuktan bakan adama baktı. Ciddi duruyordu Ethem ve bir o kadar kırgın.
“Bu…” dedi Ethem. “Sanırım gebelik testi. Bunlar ne?”
Cevap yoktu. Oturduğu koltuktan kalktı, yatakta oturan nişanlısının yanına çöktü. “Hepsi aynı. Negatif demek mi bu? Ben, bilmiyorum da…” Ethem’in ciddi bakışlarına nazaran sesinde çocuksu bir heyecan vardı.
“Ethem.” dedi Aylin. Sesi yorgundu. Nasıl olacaktı şimdi bu? “Sen çöpü mü karıştırdın?”
“Sabahın köründe kalktın. Telaşlı değildin, gözüne bir şey kaçmış olamazdı. Tuvalette bir saat boyunca kaldın, Aylin.”
Kokusu ile uyuyan özel harekatçı adamı uyandırmadan kalkma düşüncesine nereden ulaşmıştı kim bilir?
“Ne bu, Aylin’im? Ha-hamile misin?”
Gözlerini yumdu Aylin, kirpiklerinden süzülen yaşı tutamadı. Onun yerine gözyaşından öptü Ethem. Konuşamadı Aylin, sadece başını evet anlamında salladı. Gözlerini açıp Ethem’in gözündeki o parıltıyı görmeyi reddetti Aylin. Zaten yıkılmıştı, yok olmayı reddetti.
Gözünü açtı.
Yok oldu.
Ethem Alaz ağlıyordu.
Gözlerinden sicim sicim yaş akarken tepkisizdi. Sanki yaşlar yanaklarına boşalırken o ağladığının farkında değildi. “Ethem?” diye hayretle konuştu Aylin. Onun da gözleri doluydu ama yapamazdı, ağlayamazdı.
“Ethem, sen ağlıyor musun?” Elleri sevdiği adamın yanaklarını bulduğunda baş parmağı ile sildi ıslaklıkları.
“Sen…” diyecekti Ethem fakat perdeleri çekili oda gibi onun da umudu kararmıştı. Korkmuştu fakat bir o kadar da farkındaydı başına geleceklerin. “İstemiyor musun?”
Şayet Aylin’in gözlerinde mutluluk değil, koca bir hüzün vardı.
Boğazına takılan düğüm sebebiyle yutkunamadı dahi Aylin. Düşüncelerinde boğulmuşken boğazında tımanmış bulantı ile tuvalete koştu. Klozete yaklamış istifra ederken saçlarının toplandığını hissetti. Bir beş dakika sonra ağzını temizledi, banyonun soğuk fayansına çöktü. Hemen karşısında onunla beraber çökmüş bir adam vardı.
“İyi misin? diye sordu Ethem ona bakarken.
“Ethem, ben bu be-“ Yutkundu. “Ben bu bebeği aldıracağım.”
Aşk yeter miydi her şeye göğüs germeye? Toz pembe bir rüyada uyuyup kalmak mümkün müydü herkes için? Peki ya vatanı koruyanlar? İsimsiz kahramanlar?
Aşk yetmiyordu ne korumaya ne de yaşatmaya. Aşk yalnızca yaşamak uğruna bir amaç veriyordu insana. Sonra ya keskin bir bıçak misali insanın celladı oluyordu ya da amacı.
İki büyük aşk birbiri ile amansız bir savaş içindeydi;
Biri vatan, biri sevdalı olduğun insan.
Hangisi birbirinin üstünde kalırdı?
Bugüne dek vatan önce gelmiş, bu topraklar yaşamıştı. Vatanı seçmişti nicesi, çoluğunu çocuğunu ardında bırakmıştı. Onların ağlamadığını mı sanır insanlar?
“Savaşın ortasında bir bebek…Biz bunu ona yapamayız, Ethem. Büyüdükten sonra kaybedersem yaşayamam.” dedi Aylin, fısıltısı banyonun fayanslarına çarpıyordu.
Tepkisizdi Ethem. Gözleri sevdiğinin gözleri yerine soğuk mavi mermere bakıyordu. Ayaklandı, çok geçmeden dış kapının açılma sesi ile ayaklandı Aylin. Koridordan ilerlediğinde açık kapı ile karşılaştı.
Ethem, evden çıkarken kapıyı açık unutmuştu. Üst üste kitlenen kapı açıktı. Kapıyı kilitlemeden kapattı Aylin. Giyindikten sonra bulutlu sabaha rağmen simsiyah gözlükler taktı. Çünkü güçsüzlüğün ona uğramaması bir zorunluluktu. Zayıflık ise gözlerindeydi.
İçinde kopan fırtınanın sızdığı tek pencere gözleriydi, onları da simsiyah perdelerle örttü.
Evden tek başına ayrıldı.
…
Teşkilattan başka hiçbir yerde bu soğukluğu tadamam diye düğünmüştü Aylin. Şimdi oturduğu kliniğin duvarları soğuk bir griden ibaretti. İkili bir koltukta tek başına oturmuş, bekliyordu. Başını sağa çevirdi; genç, sarılırken ağlayan bir çift vardı. Başını sola çevirdi, bekleyen bir başka adam vardı. Ağlamıyordu o. Yüzünde anlamsız bir tepkisizlik mevcuttu.
Aylarca- hatta yıllarca eğitim görmüş, eziyete dahi katlanmayı öğretmişlerdi. Peki içten içe onu yıkan bu darbelere karşı ne savunması vardı? Karşısındaki duvarda ayna benzeri bir kaplama vardı. Sanki yansıması onunla dalga geçiyor gibiydi. Bakışları yansımadaki karnına kaydı.
Rahmine düşen minicik bir tane, göğsünün hemen altında büyüyen yavru. Savaşın ortasında karanlığın içinde Aylin’in rahmine düşen bir bebek.
İmkansızdı.
Kolları bağlı otururken yanındaki boşluğun dolduğunu hissetti. Bakışlarını yanına çevirdi.
Ethem.
Bakışları hâlâ sevdiği kadında değildi. Aylin ise siyah perdelerin ardından bakıyordu ona. Ne hissettiğini anlamak pek mümkün değildi.
“Açık unutup gittiğin kapı gibi değilsin. Kapatmışsın kendini.” dedi Aylin önüne dönerken. Elleri bağdaş bir şekilde sırasını bekliyordu.
Bebeği. Aylin’in bebeği.
Konuşmadı Ethem. Sırası gelene kadar orada oturmaya devam etti. Bir başka odanın kapısı aralandığında hasta önlüğü ile oturmuş ağlayan bir kadın ve dizlerinin üstüne çökmüş bir adam kadrajlarına girmişti. Kapı yeninden kapandı. Dili damağı kurumuş gibiydi Aylin’in. Yutkundu, dilini kurumuş dudaklarında gizlice gezdirdi.
“Beni anla, Ethem.” dedi önüne bakmaya devam ederken.
“Seni anlıyorum.” diye net ve hızlı bir cevap verdi Ethem, “O yüzden susuyorum.”
“Aylin Bayer!” dedi doktor kapının oradan. Kalkmadan önce son kez Ethem’e baktı, ondan önce Ethem ayaklanmıştı.
“Sen yıkıldığında seni taşıyacak kadar güçlüyüm… Ama buna katlanacak gücüm yok. Sen de beni anla.” dedi ve geldiği kapıdan geri gitti. Aylin, tek başına klinikte kaldı. Yanında oluşan boşlukta ise yarısı dolu bir su şişesi vardı.
“Aylin Hanım, buyrun lütfen.”
“Geliyorum.”
İnsanın kimsede olmayan amansız bir iradesi vardı. İşte bu iradeydi ki hem insanı ipten alırdı, hem de aynı ipi boğazında bir gemici düğümü yapardı. Acıyordu. Onu aşka sürükleyen iradesi bugün boynuna bir urgan dolamıştı. Kalktı, rahmine düşen fasulyeye veda etmek için odaya doğru adımladı. Her ne olmuşsa olsun Ethem’in aksine o, odanın kapısını sıkı sıkı kapattı.
👼💔
“Sayın seyirciler, iyi sabahlar. Gündem Masası’nda yine birlikteyiz. Bugün ülkenin doğu kesiminden gelen ama doğrulanmamış bazı sağlık haberleri ve son günlerde artan toplumsal gösterileri ele alacağız…”
İnsanın doğası gereği bilinmezlik denen tilki aklına girdi mi asla durmaz, öğrenme hazzını gerçekleştirene dek dolanır. Bazen gerçeğe ulaşamadı mı kendine söylediği yalana inanır.
“…Tam da o noktadayız. Doğu illerindeki sağlık sorunlarıyla ilgili söylentiler yayılıyor. Kimisi "kontrolsüz bir salgın var" diyor, kimisi ise "mevsimsel bir virüs" olabileceğini söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?”
Üstü örtüyle kapatılmış koltuklara baktı Aybüke. Kulağı salondaki televizyondayken elleri koltukların örtülerini kaldırmakla meşguldu. Örtünün çekilmesiyle ortaya çıkan toz öksürmesine sebep oldu.
“İnsan gelmediği zamanlarda bir temizlikçi gönderir be adam.” diye mırıldandıktan sonra televizyonun sesi yeniden yükseldi.
“Açık konuşayım, bize sahadan gelen örnekler sınırlı. Ancak birkaç hastaneden ulaştırılan numunelere göre bazı alışılmadık semptom kümeleri tespit edildi. Henüz bir sınıflama yapacak kadar veri yok ama ciddiye alınması gereken bir tablo olduğu kesin. Sessizlik konusuna gelirsek… Bilim insanları olarak biz de kamuya konuşmakta zorlanıyoruz. Bu da spekülasyonları besliyor.”
“Sahadan gelen örnek sınırlı... Peki neden sınırlı? Çünkü bölgedeki bazı hastanelerin durumu bildirme izni yok. Yani siz de aslında bize sansürün bilimsel karşılığını söylüyorsunuz, değil mi?”
Televizyonda sabah yayını yapan bir haber kanalı açıktı. Ülkenin son durumundan bahsediyor, kendi sahip oldukları bilgiler ve bunun üzerine kurdukları varsayımlarla tartışıyorlardı. Bir şeyler olduğu sezdirilmişti lakin gerçekler hâlâ yansımanın öbür tarafındaydı. Devlet istemediği müddetçe, kimse bilmezdi.
“Sağlık krizleri her zaman toplumsal fay hatlarını tetikler. Zayıf olan sistemler ilk orada kırılır.”
Ve Elmas, bunu bilerek iğrenç bir saldırı planlamıştı. Televizyonu kapattı Aybüke. Bugün, tim ile ellerine yeni ulaşan raporlar hakkında toplantıları vardı. Aybüke, nadiren de olsa vakit buldukça Atlas ile eski evlerine geliyor, temizlik yapıyordu. Gerçek anlamda kilitli kalmış bir sandık gibiydi ev. Tozlanmamış, kirlenmemiş tek bir köşe yoktu. Mobilyaların üstündeki örtüleri çektiğinde saate baktı. Artık gitmesi gerekiyordu. Bugün teşkilatta önemli toplantıları vardı. Siyah topuklularını giydi, blazer elbisesini düzeltti. Simsiyah güneş gözlüklerini de taktıktan sonra arabaya bindi.
Aynı şekilde Anka Timi de bulundukları konumlardan teşkilat binasına doğru gidiyorlardı. Yeni bir gün, yeni umutlar demekti. Dün gece saatlerinde teşkilatın yürüttüğü bir araştırma operasyonu başarıya ulaşmıştı. Salgının kaynaklandığı yere dair ipuçları elde edilmişti.
Saat öğlene ulaştığında toplantı odasına doğru ilerledi Aybüke. Omuzlarında dünya yükü olsa da eğilmiyordu.
“Günaydın, Aybüke Başkan’ım.”
Başını selam vermek adına salladı.
“Günaydın, Başkan’ım.”
Selamlar eşliğinde odaya geldiğinde çoktan yerleşmiş olan timini gördü. “Günaydın. Ethem nerede?”
Odada oturan üyelere baktı. Aylin’in durgun ifadesi gözünden kaçmamıştı. Yanına yanaştı. Toplantı için herkes hazırlığını yaparken fısıldadı, “İyi misin?”
Başını evet anlamında salladı Aylin ama kötü görünüyordu. Teni solgun, saçları ve kıyafetleri normale göre daha bir gündelikti. Normalde her daim hazır gelir, resmi giyinirdi.
“Yoldaymış, Başkan’ım. Beş dakikalık konumda.” dedi Ali masanın öbür tarafından. Bilgisayar projeksiyona bağlandığında ışıklar karartıldı. Odaya tim harici birkaç teşkilat mensubu daha girdiğinde masanın başındaki yerine oturdu Aybüke.
Aylin ise sunumu yapmak üzere ayaklandı, perdenin yanına geçti. “Sayın üyeler, sevgili Teşkilat mensupları…”
Karartılmış toplantı odasının kapısı aralandı. Gelen kişi ile bakışları kesiştiğinde karnına amansız bir ağrı saplandı. Ethem gelmişti. Saçları dağınık, gözleri hafif kanlıydı. Yüzüne baktı Aylin, nefret veya öfkeyi aradı ama yoktu. Ethem kendi yerine geçtiğinde profesyonel bir mensup olarak sunumu izlemeye başladı.
“Dün gece saatlerinde, bir süredir yürütülen araştırma operasyonuna dair raporlar elimize ulaştı. Alınan örneklere göre doğu illerindeki toplu tarım bölgelerinde yüksek miktarda cıvaya ve kimyasal bir maddeye rastlandı. Bu, herhangi bir ilaçlama yöntemi ile yapılmamıştı bu nedenle zehrin nasıl yayıldığını anlamamıştık. Saha araştırmalarında bir cihaza rastladık…”
Ekranda bitki benzeri bir görsel açıldı. “Bu, bölgedeki bitkilerin mimikrisi taklit edilerek hazırlanmış bir cihaz. Bitki köklerine ya da gizli bir şekilde toprağa yerleştirildiğinde kendi kendine büyümeye başlıyor. Toprağın üst tarafında bir değişim gözlenmiyor ama cihaz toprak altında kök salmaya başlıyor. Toprak altında modelden modele metrelerce kök salabildiğini düşünüyoruz. Bu kök misali uçlarla da zehrini salıyor.”
“O kadar iyi kamufle etmişler ki önce köklerinden birinin ucu tespit edildi toprak altında.” dedi bir başkası.
“Yani zehirliyorlar.”
“Aynen öyle. Hem de zehrin Kurul’un kimyasal silahından bir parça kullanılarak yapıldığını düşünüyoruz.” dedi Aybüke.
“Neden? Direkt silahın kendisi olamaz mı?” diye bir soru daha soruldu.
“Raporu inceledim. Eminim bilir kişiler de aynı kanıya varacaklardır. Dünya örgütlerinin korumasına değecek kadar ağır değil. Ayrıca çok bilindik formülasyonlardan oluşuyor. Kurul’un silahının Dünya üzerinde varolmayan bir elementi de içerdiğini düşünüyoruz.” diye cümlesini tamamladı Aybüke.
“Sahaya inecek birkaç görevlimiz olacak. İsterseniz görev dağılımlarına geçelim.” dedi Aylin. Derin bir nefes aldı. Göreve çıkmayacak olanlar odayı terk ettiğinde toplantı odasında yalnızca Anka Timi kalmıştı- bir eksikle.
“Yansı sahaya inince içeriden de daha net bilgi alırız. İçeride Kurul’un tuttuğu adamların olduğuna eminim.” dedi Aylin önündeki dosyayı açarken. Slaytı değiştirdi. Sunum boyunca kirpik altından Ethem’e bakmış, sabah yaşadıklarından sonra nasıl hissettiğini anlamaya çalışmıştı. Lakin kara bir kutu gibiydi. İstemediği zaman kimse onu okuyamıyordu, Aylin bile.
“Ateş Gece’nin davasıyla ilgilenecek. Yansı yakın bir zamanda doğuya gidecek, onunla beraber bir adamımızı yakın koruma olarak göndereceğiz. Bu kim olur daha belli değil falat Oğuz bize lazım olacak. Ali, sen bu göreve seçilebilirsin. Aklında bulunsun.”
“Tamamdır patron.”
Aybüke’nin dağılımını yaptığı görevleri anlatmaya devam etti Aylin, “Aybüke Başkan izini sürmeye başlayacağımız kumarhaneler ile ilgilenecek. Hakan, Ethem, Ali ve Oğuz; sizler yönetimin bize bildirdiği şu robot bitkilerin depolandığı öngörülen depoya PÖH ile harekat düzenleyeceksiniz.”
“Patron?” dedi Ali meraklı bir tonda. Aylin sözünü tamamlamış olmalıydı ki bilgisayarı kapattı. “Sen operasyona gelmeyecek misin? Sen aksiyonu kaçırmazsın?”
“Ben yeni bir göreve dek Aybüke ve Çağatay ile hareket edeceğim.”
“Nasıl?” diye sordu Çağatay. Duyduklarına inanamıyordu. Aylin Bayer saha görevini reddedip İstanbul’da mı kalacaktı?
“Bir süre operasyona katılmayacağım.”
“Bir-“
“Çünkü hamileyim.”
Odada duyulan tek ses otomatik açılan perdelerim sesiydi.
“Ne?”
“Nasıl?”
“Hadi be.”
“Hass-“
Aylin’in durgun bakışları masadayken dosyaları toparlayan ellerinden tutuldu. “Lan-“
Ethem yerinden fırlamış, Aylin’i kolundan kavramış ve odanın çıkışına doğru ilerletmişti. Odadan hışımla ayrılan çiftin ardından hayretle bakan tim ise hâlâ boş bakıyordu.
“LAN!”
“Amca mı oluyorum!”
“Allah!”
Tim kendi eğlencesine devam ederken arşiv odasına sürüklenmişti Aylin. “N’apıyorsun Allah’ın manyağı!”
Önce sevdiği kadını, ardından kendini odaya soktuktan sonra kapıyı kilitledi.
İkisinin bakışları yeniden buluştuğunda bir an için ikisinin de söyleyeceği hiçbir şey yoktu. Aylin, Ethem’e ışık altında baktığında ağladığını daha net anlamıştı. Gözleri kızarık, saçları dağınıktı.
“Sabah si’tiri basıp gittin. Şimdi n’oldu, Ethem Alaz!”
Bir adım daha attı Ethem, sabahtan beri tuttuğu yaşlar yeniden gözlerini doldurmuştu. Öfkeliydi- ama kendine.
“H-hamileyim derken?” diye sordu. Kalın sesi normale göre koridorlarda yankılandığı gibi güçlü çıkmamıştı. “Sen-“
“Vazgeçtim.” dedi Aylin tok bir sesle. Oysa boğazında ağlatmak için hazır bekleyen yumru bâkiydi. “Aldırmadım bebeğimi.”
Bebeğim.
Aylin’in bebeği.
Aldığı nefes boğazında kalırken yalnızca yaş düştü Ethem’in gözlerinden.
“Başıma ne gelecek bilmiyorum. Onu koruyabilecek miyim ondan da emin değilim. Korkuyorum. Çok korkuyorum ama savaşın ortasında düştü rahmime. Bize gelene nasıl git diyebilirim? Mucize gibi doğdu karanlığıma. Vazgeçemedim.” Ağlıyordu Aylin. Raflardan destek alarak oturduğunda başı düşmüştü. Yanaştı Ethem, alnını alnına yasladı.
“Hani sabah si’tiri çekip gittin ya, eğer gün gelir yine gidersen ben bu çocupa kendim bakarım. Doğuracağım.” Ağlaması güçlendi. Hormonlardan olsa gerek duyguları darmadumandı. Öfke, aşk, endişe…
“Aylin.” dedi Ethem fakat susmadı Aylin.
“Sahalardan ayrı kalacağım. Silahımdan da uzak duracağım. Çok özleyeceğim ama dokuz ay sıkacağım dişimi. Ona bir şey olursa yaşayamam ki ben.”
“Ayl-“
“Zaten ona zarar vermeye kalkarsa o it burnundan g3 sokar götünden çıkartırım!”
“A-“
“NE!? NE AYLİN AYLİ-“ diye bağırdı Aylin gözyaşlarının arasından. Sevdiği kadına hayranlıkla baktı Ethem. Hormonları şimdiden etki ediyordu. Onu susturmak için ağlamaktan şişmiş dudaklarına yapıştı.
“Dayanamazdım, Aylin. Sana saygı duyardım ama onun…gitmesini bekleyemezdim orada. Affet beni, n’olur.”
Hıçkırarak ağlıyordu Aylin. Bütün dengesinin tepetaklak olduğunu hissediyordu. Dibindeki adamın kokusu ise afrodizyak misali uyuşturuyordu aklını. Zaten akıllı olanın delicesine sevdaya tutulduğu nerede görülmüştü?
“Bize umut olacak. Karanlığımıza doğacak. Bizim bebeğimiz, bizden bir parça.”
“Sizi hep koruyacağım. Canım…” dedi Ethem ve Aylin’in alnından öptü. Eğildi, Aylin’in karnından öptü, “Canımın canı.”
“Ethem.” dedi Aylin’in ağlamaklı sesi.
“Efulim.”
“Biz becerebilecek miyiz bu işi?”
“Beraber yapacağız.” dedi Ethem Aylin’in ellerinden tutarken.
“Of!” diye hayıflandı Aylin, sıcak basıyordu. Bakışları yeniden Erhem’e döndüğünde bu sefer bir tuhaflık vardı.
“Sevgilim neden kusacakmış gibi-“
Yerinden fırlayıp kilidi açan kadının ardından bakakaldı Ethem, “…bakıyorsun.”
Aylin ise koşar adım tuvaleye atmıştı kendini.
Süreç herkes için zorlu, herkes için fırtınalı olacaktı. Fakat ansızın kendini gösteren bu can gibi, hayat mucizelerle doluydu. Kimse ne olacağını bilemezdi. Tıpkı kaderin planlarını kimsenin bilemediği gibi.
♥️⏳
“Geldik biz, savcı Gece’yi duruşmadan önce görmek istedi. Karakolda verdik ifadeyi ama savcı bozuntusu da istiyor.” diye konuştu Haziran. Aynı anda apar topar adliyeye gelmiş, savcının odasına doğru ilerliyorduk. Telefonu kapattığında koşar adım üst kata çıktık. Ben de birkaç kişi ile beraber kapının dışında bekleyecek, ifade sonrası Gece’nin duruşmasına gidecektik.
Haziran’ın anlattığı kadarıyla bu Sulh Ceza Hakimliğinin kendi odasında yapacağı “hızlı” bir davaydı. Gece’nin asıl duruşmaya kadar tutuklu ya da tutuksuz yargılanacağını karar verecekti.
Kalbim adeta ağzımda atıyordu.
Savcının odasının kapısında bekliyordum. Haziran bir kolunda cübbesi, diğer kolunda evrak çantası ile ayaktaydı. Koridorun başında Gece’yi görmemle ayağa fırladım. Yanında iki polis eşliğinde yürüyordu. Bakışları adliyenin mermer zeminine odaklıydı. Yorgun görünüyordu, yaralarının izleri bâkiydi. Tırnaklarımı eşelerken gözlerimiz değdi. Ben ona cesaret vermek isterken o bu halde bile gülümsedi. Odaya girdiler. Yerime yeniden oturdum, sorgu bitene dek bekledim.
Umdum, dua ettim. Başımızdaki bu felaketin bitmesi için sadece dua ettim.
…
“Cerrah Gece Yaman.” dedi savcı kinaye ile. Sertti. “Hâlâ hatırlamıyor musun ne yaşadın?”
Boşluğa baktı Gece, anılara çökmüş karanlık örtüyü kaldırmaya çalıştı fakat nafileydi.
“Evine gittiğimi, misafirini yolcu ettiğimi hatırlıyorum. Bağırmaya başladık… İçmişti.” dedi Gece.
“Sayın Savcım, çıkan raporlarda maktulun kanında yüksek seviye alkole rastlandığını da hatırlatmak isterim.” dedi Haziran.
Aynı anda önündeki dosyada raporları gözden geçirdi savcı. “Doktor hanım, birazdan tutuklanmanız adına duruşmanız olacak. Elimde hiçbir şey yokken sizi dışarıda tutmam ne kadar doğru? Bana bir şey verin!”
Karşısındaki arkadaşına hüzünle baktı Haziran. “Sayın Savcım, müvekkilim hâlâ olayın şokunda. Aldığı darbeler özellikle başında büyük etkiye sahip olmuş durumda. Yapmayın lütfen, daha bütün analizlerin ulaşmaması bir yana üçüncü şahsın dahili kaçınılmaz gerçek!”
“Elinizde bana sunmadığınız bir delil mi var, sayın avukat?”
“Yok, Sayın Savcım. Fakat sizin mantık çerçevesinde bakmadığınız kanıtlar var, hemen önünüzde.”
Cesurdu Haziran, hatta belki de aptal. Fakat dosyada üçüncü şahsın olduğuna emindi. Olay yeri inceleme hala araştırmaya devam ediyordu.
“Sizi anlıyorum lakin kelimelerinize dikkat edin, Avukat Hanım! Doktor hanımın silahta boylu boyunca parmak ve kan izi var. Dosyaya göre başına aldığı darbe darp değil, bir çarpışma. Bayılma anında salondaki masa kenarına çarpmış. Kan izi uyuşuyor.”
“Saç diplerine yapılan analizi yok sayamayız sayın savcım! Kadının saçlarını çekmekten olay yeri saç içinde kalmış!”
“Benzer darb izleri maktulde de mevcut, avukat hanım. Gece hanım, bakın dönülmez noktadayız. Bana en ufak bir şey verin. Hatırlamanız gerek.”
“Gece…” dedi Haziran eğilerek. “Hatırla, arkadaşım. N’olur hatırla. En baştan düşün, kavga ettiniz. Sarhoştu, sana vurdu. Sesleri düşün…”
Durgun bir çöl gibiydi aklı. Sadece soğuk rüzgarlar esiyordu boşlukta. Yoktu. Hiçbir şey yoktu.
“Elindeki silahı kimden aldın, Doktor Hanım?” diye sordu savcı.
“Bana…” Gözlerini yumdu, hatırlamaya çalıştı, “Bana tekma attılar. Ben… Belinden aldım. Hatırlamıyorum kimdi. Hatırlamıyorum hiçbir şey.”
Derin bir soluk aldı savcı, dosyayı kapattı. “İfade tamamlanmıştır.” dedi odadan çıkarken. Haziran ise çöktüğü yerde umutsuzlukla gözlerini yumdu. Başını arkadaşının dizlerine koydu, ellerinden tuttu.
Kapıdan çıktıklarında onları kapıda bekleyen insanlar vardı. Yansı’nın endişeli gözleri iki arkadaşı arasında mekik dokurken Haziran’a döndü. Gece önde, diğer herkes onun ve polislerin ardında hakimin odasına ilerledi.
Kapıya ulaştıklarında cübbesini giydi Haziran. Normalde zor değildi taşıması ama en yakın arkadaşı için elinden bir şey gelmediğinde belini bükecek kadar ağırlaşıyordu.
“Sanık Gece Yaman, savcılık tarafından hakkınızda "kasten öldürme" şüphesiyle tutuklama talebiyle sevk yapılmıştır. Savcı bey, gerekçenizi açıklayın.” dedi hakime.
“Sayın hâkime, sanık olay yerinde silah elinde bulunmuştur. Silah üzerinde parmak ve kan izi vardır. Maktulün alkollü olduğu, sanığın ise fiziksel bir boğuşmaya girdiği sabittir. Her ne kadar hafıza kaybı beyan edilse de, olayın fiziksel bulguları sanığın doğrudan fail olduğuna işaret etmektedir. Kaçma ve delilleri karartma ihtimali yüksektir. Tutukluluk talep ediyoruz.”
“Kaçma ve delil karartma mı? Yapmayın, sayın savcım!” dedi hayretle Haziran.
Söz Haziran’a geçtiğinde savunmasını yaptı:
“Sayın hâkime… Müvekkilim şok altında. Olay gecesi ağır bir darbe almıştır. Adli raporlar henüz tamamlanmamıştır. Olay yerinde üçüncü bir şahsa ait DNA izleri bulunmuştur. Müvekkilimin adli kontrolle serbest bırakılması mümkündür.”
“Savcılık, üçüncü şahıs iddiasını araştırdı mı?”
“Araştırma devam ediyor, ancak mevcut veriler kuvvetli şüphe oluşturuyor. Cinayet silahı, parmak izi, kan izi… Bunlar inkâr edilemez. Hafıza kaybı savunması bu aşamada yetersizdir.” diye cevapladı savcı.
Küçük odanın içinde cübbeleriyle konuşan üç insan birinin kaderini belirliyordu. Gece ise bütün yorgunluğu ile ayakta durmaya çalışıyor, başına gelecekleri bekliyordu. Bir gün gece çökmüştü. Sabah olduğunda ise güneş doğmamıştı. Her yer yeniden karanlıktı.
“Mevcut delillerin yanı sıra, şüphelinin beyanlarındaki çelişkiler ve olay sonrası davranışları, suçun ağırlığıyla birlikte değerlendirildiğinde; kamu güvenliğini tehdit edici boyutu göz önünde bulundurularak, şüphelinin tutuklanmasına karar verilmiştir.”
Gözlerini yumdu, bir damla yaş daha düştü Gece’nin gözlerinden. Odada bir yanda oturan Yansı ise bacaklarının ilk defa bu denli güçsüzleştiğini hissetti. Kalkamadı. Yanında bekleyen Oğuz dahi kaldıramadı.
Zeki bir düşmandı Elmas. Kurnaz, acımasız ve en önemlisi sabırlı. Hata yapmıyordu, hata yapması lazımdı. Hem de bir an önce. Yumduğu gözleri açtı Gece, karşısında asılı duran İstiklal Marşı’nı buldu gözleri.
“Korkma!” diyordu ilk satır. “Korkma!”
“Korkutamazsın.” diye mırıldandı Gece eline takılan kelepçeleri izlerken. Düşman zeki olabilirdi fakat Gece Yaman kimsenin tahmin dahi edemeyeceği kadar güçlüydü. Hapse girmek yalnızca onu daha da güçlendirecekti, işte kimsenin bundan haberi yoktu.
“Gece! Oğuz n’olur bir şey yapın!” diye ağlıyordu koridorda Yansı. Ellerinde kelepçe, kollarında polisler eşliğinde adliyenin kapısına geldiğinde engellenmeye çalışılan adliye muhabirleri her bir yanı sarmıştı. Araca bindirilmeden hemen önce Gece’nin gözleri onu uzaktan izleyen bir adamı buldu. Araca yaslanmış adam kadınla bakıştığı anda dikleşti. Gülümsedi Gece.
Güvendi.
Ateş ve Anka Timi görevi gereği orada olamamıştı ama aslında her biri oradaydı. Aylin bir avukat, Ethem bir polis, Ali temizlik görevlisi, Hakan sivil, Ateş ise uzaktan izleyen biri olmuştu ama oradaydılar. Araca bindi Gece, kapı kapandığında bir süre göremeyeceği insanlara son kez baktı.
Gözlerini yumdu.
…
⚔️🖤⚔️
BÖLÜM SONU😘
Merhaba canlar, nasılsınız? İyi olun…
Aslında bölüm atmayacaktım ama kitaba sahip çıkan birkaç okuyucuya dayanamadım. Sizi çok seviyom🥹
Yorum ve oy atmayı unutmayın lütfen. Bölüm belirli bir oy ve yorum sayısını geçene dek yeni bölüm gelmeyecektir.
Sizce bundan sonra n’olacak?
Gece kurtulacak mı?
Aybüke kumarhanelere gidiyor… sizce neden?
Sonraki bölüme dek, sağlıcakla kalın😘🥰♥️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.44k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |