
Görseller Yargı adlı televizyon dizisinden ve Pinterest’ten alınmıştır.
Bu bölüm 10 oyu geçmeden yeni bölüm paylaşılmayacaktır.
bu bölümü bilerek kısa tuttum canlar, böyle olması gerekti kurgu açısından.
keyifli okumalar dilerim🥰
♣️♦️♠️♥️
28. Bölüm
“Deli Kral”
"İnsan güçlü olmadığı zaman akıllı olmak zorundadır."
Germinal - Emile Zola

…
Başka bir ipucu için etrafa bakınan Ateş’in gözleri bu sefer Gece’nin diğer eline kaymıştı; tıpkı silahı tutan eli gibi bu eli de kapalıydı. “Güzelim, aç elini.” Gece’nin onu duymadığını biliyordu ama konuşmaktan geri durmadı. Gece’nin elini narince açtı, gördüğü şey inanılmazdı.
Bir başka kart.
Zaman akıp geçerken Gece Yaman’ın dudaklarından yalnızca üç kelimelik bir cümle dökülmüştü:
“Ne yaptım ben..”
Maça Onlusu kartı, Gece Yaman’daydı.
…
Hayat ellerinden kayıp giderken söyleyecek tek bir sözü kalmamıştı Gece’nin. Yükler omuzlarına durdurak bilmeden yüklenirken ilk defa altında bu denli ezildiğini hissediyordu. O bir cerrahtı, titremezdi eli. Oysa şimdi yalnızca elleri değil, her bir zerresi titriyordu.
“Gece, Gece. Bana bak, bana bak.” diyordu Ateş fakat algısının da vücudu ile uyuştuğunu hissediyordu Gece. Ateş’in başını çevirmeye çalışmasına rağmen gözlerini yerde kanlar içinde yatan cansız bedenden asla çeviremiyordu.
Ateş, uzun yıllardır şefliğin altından ajanlığı yürütmüş profesyonel bir istihbaratçıydı. Buna rağmen kalbini sıkıştıran korku aklını çeliyordu.
Gece için korkuyordu.
“Gece, Gece iyi misin? Güzelim, bak bana. Duyuyor musun beni?” Ateş’in gözleri bir yandan etrafa bakınıyor,
ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Birazdan polis ekipleri gelmiş olurdu. Başını iki yana salladı, kendine gelmeye çalıştı. Anında Gece’ye döndü:
“Güzelim, bak bana. Hayır, ona değil bana bak.” Alnını kadının kan revan içinde kalmış alnına yasladı. Saçlarını kenara itti, yüzünü sıkıca kavradı. Kadının yeşilleri asla onun gözlerini bulmuyordu.
“Birazdan ekipler gelecek, seni alacaklar. Sakın korkma, Gece. Sen yapmadın tamam mı?”
“Ben ne yaptım, ben…” diye sayıklıyordu Gece. Kendi aklına hapsolmuş ve o boşlukta sürükleniyordu.
“Sen yapmadın!”
“Bilmiyorsun!” diye söylendi Gece. Konuştuğu kişi aklıydı, Ateş değil. “Bilmiyorum. Bilmiyorum. Ben ne yaptım…”
Gece’nin girdiği o boşluktan çıkmayacağını anladı Ateş, kadının elindeki iskambil kağıdını kendi cebine soktu. Tahmin ettiği gibi birkaç dakika içerisinde olay yeri inceleme sesleri duyulmaya başlamıştı. Siren sesleri artıyordu.
“Gece! Kendine gel artık!” diye bağırdı Ateş. Yeşil gözler dakikalar sonra onun gözlerini buldu. Derin bir nefes aldı Ateş.
“Ben n’aptım…” diyordu Gece. “Ateş…” Karşısındaki kadına gözlerinde belli belirsiz birçok duygu ile baktı Ateş. Gece’nin yeşilleri kana bulanmış, dolmuştu. Ellerini yeniden kadının yüzüne sabitledi, alnını alnına değdirdi:
“Bana güveniyor musun?” diye sordu Ateş. Bir süre cevap gelmedi. Güvenmiyorum dese sonuna kadar haklıydı. Polislere bizzat kendi eli ile teslim etmişti kadını.
Beklemediği oldu, ruhuna hançer misali saplanan o cevabı aldı.
Gece, başını evet anlamında salladı. Her şeye rağmen, Ateş’e güvenmeyi seçti. Hayatında ilk defa birine gerçekten güvenmeyi seçti.
Malikanenin aralanan kapısı ile saha ekipleri içeri girdi. Ateş’in kimliğini göstermesi ile birçok polis ve beyaz kıyafete bürülü insan oradan oraya yürümeye başladı. Gece’nin gözleri yerde yatan cansız bedenden ayrılmadı. Elindeki silah, amansız bir leke misali yapışmıştı. Ateş, polislerin gelmesi ile uzaklaşmış ve profesyonel kimliğe geçmişti fakat gözleri asla Gece’den ayrılmıyordu. Kal gelmişti kadına.
İki polis Gece’ye yanaştı. Sorularına cevap alamayınca kadının sağlık durumunu göz önünde bulundurarak önce elindeki silahı ondan ayırdılar. Diğer eli boştu, kart Ateş’teydi.
Gece, gözlerinden akan yaşların ve daha birçok şeyin farkında olmadan bir yere götürülürken Ateş ardından baktı. Aynı sahne aylar önce de yaşanmıştı ve Ateş Kral kadının ardından bomboş gözlerle bakmakla yetinmişti. Artık farklıydı. Cebinde duran kartı sıktı, gözlerinde yaşlarla kapıya doğru yürütülen kadının ardından yemin etti, onu bu bok çukurundan kurtaracaktı.
Çünkü her şeye rağmen Gece ona güvenmeyi seçmişti.
Ve her şeye rağmen Ateş Karal ilk defa bu gece kadına olan aşkını kabul etmişti. Deli gibi aşıktı. Aklı başında olmadan, manyakça tutulmuştu kadına.
Gece, malikaneden çıkartılırken son bir kez başını çevirdi. Buğulu fakat güçlü gözleri son kez Ateş’i buldu. Bu sessizlik, en büyük ve de son çatışmanın başlangıcıydı.
Gece gözden kaybolunca geride kalan bedene döndü Ateş, yerde yatan pisliğe nefretle baktı. Gerçekten Gece’nin yapıp yapmadığını bilmiyordu. Şu an için emin olacağı hiçbir delil yoktu. Burada ne bok dönmüştü ondan da haberdar değildi. Fakat Bülent’in ölümü onu pek üzmemişti.
“Ölü halin bile kadına ceza gibi!” diye hayıflandı ve tiksinerek baktığı bedene estağfurullah çekerek alanı terk etti.
Kapıdaki motoruna hızla bindi, kanlı eldivenleri çıkardı ve bir yenisini giydi. Yola çıkmadan önce Aybüke’yi aradı.
“Neler oldu Ateş?” dedi Aybüke hattın öbür tarafından. Derin bir nefes aldı Ateş,
“Gece’yi polis ekipleri götürdü. Alana cinayet bürosu geldi. Savcı göndermeleri de yakındır.”
“Ateş…”
“Bülent öldü.” dedi Ateş bütün soğuk kanlılığı ile. “Ve şu an için öldüren Gece gibi görünüyor.” Hattın diğer tarafından bir ses gelmiyordu, dikkatle dinlediğinden emindi. “Ama ben biliyorum, Gece yapmadı bunu. Ve bulacağım, bu kızı yine ne tür işlerine alet ettiklerini and olsun bulacağım!”
“Ateş, sakın delice bir şey yapma. Beni bekle. Şimdi nereye gidiyorsun?”
“Karakola gideceğim.”
“Kamufle ol, bok gibi ünlüsün. Gazeteciler anında çeker seni. Sonra al başına belayı!”
“Alsınlar ulan , almazlarsa adam değiller!”
“Nereden geliyor bu cesaret? Hayırdır, bilmediğim bir şey mi var? Ne diyeceksin millete?”
“Gece Yaman benim sevgilim ulan! Çeken çeksin yazan yazsın. O kadın benim sevgilim! Var mı?”
Görmüyordü ama Aybüke hattın ardından hayretle sırıtıyordu. “Var, var…” Telefon kapandı. Ateş ise kuşandığı öfkeyi maskesinin altına saklayıp son sürat karakolun yolunu tuttu.
Polis arabasının içinde boşluğa bakıyor, kendini bile tanımadığını hissediyordu Gece. Ne yaşanmıştı, ne olmuştu tek bir şey dahi hatırlamıyordu. Ne yaşanmıştı bu gece? Başı bir yandan delicesine ağrıyor, kemikleri kırılmış gibi hissediyordu. Kucağında duran eline baktı, hâlâ yarı kapalı ve kanlıydı. Önceden kanlı elleri hayat kurtarırdı, bu gece birinin canını almıştı.
Saatler geçerken Aybüke odasından hışımla ayrılmış, kostüm odasından değiştirdiği kıyafet ve saçı ile karakolun yolunu tutmuştu. Gece’nin çok cevval bir avukata ihtiyacı olacaktı. Tanıdığı biri vardı, kazandığı davalar ve imkansızı başarmaları ile ünlü manyak bir avukat.
Haziran.
Yatağından telefon çağrısı ile uyanan Haziran hızla giyinmiş, o da karakolun yolunu tutmuştu. Ne bok döndüğünün farkında değildi ama elbet öğrenecekti. Gece bir cinayete karıştı demişti Dilruba. O hâlâ Aybüke’yi Dilruba olarak biliyordu.
Onun da öğrenme sırası gelmişti.
Gece, arabadan indirildiğinde gördüğü ilk yüz Ateş olmuştu. Polisten önce gelmiş, olaya şahit bir istihbaratçı olarak karakola dikilmişti. Gece, kollarını tutan iki polis ile binaya girerken bir yere oturmuş, su içirilmişti fakat her şey durağandı. Sanki zaman, uyandığı andan itibaren durmuştu. Birileri bir şeyler söylüyordu ama sözcükler yalnızca uğultudan ibaretti.
“Sorguya alacağız.” demişti savcı. Tam o an yetişmişti Haziran. Şimdi, beyaz duvarlı bir odada tepedeki floresan ışığı eşliğinde sorgudaydı Gece Yaman. Ağlamıyor, gülmüyor veya herhangi bir duyguya dair mimik göstermiyordu. Teni sanki mümkünmüş gibi daha da solgunlaşmıştı.
“Sayın Savcım, müvekkilimin ihmal edilen sağlık kontrolünün tamamlanmasını talep ediyorum. Sizin de görebileceğiniz üzere müvekkilim darp edilmiş olabilir, bunu görmezden gelemeyiz! Bağımsız bir sağlık kontrolü yapılmasını istiyorum. Aksi takdirde, bu sürecin tamamı hukuka aykırı sayılır!" demişti Haziran. Yine onlarca insan eşliğinde bir hastaneye getirilmişti Gece. Bir odaya yürütülmüş, kapalı kapılar ardına konmuştu. Girdiği odada bir sedye ve mavi, loş bir aydınlatma vardı. Kapının önünde öylece durdu, bir doktor gelene dek hareket edemedi.
Doktor önce saçlarını topladı. Kıyafetleri tek tek, yavaşça çıkarıldı. Vücudunun morarmış her bir yerinin fotoğrafları çekildi. Hiçbir tepki vermedi Gece, veremedi. Şayet farkında değildi.

Kıyafetler delil olarak fotoğraflanırken artık Gece’nin üstünde, omuzlarındaki kanlı yükten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bir hastane önlüğü giydirildi, muayenesi yapıldı. Tek bir ah etmedi, edemedi. Sol gözünden tek bir damla yaş düştü önlüğüne. Elinden, ayaklarından ve tırnaklarından örnekler alındı. Her biri bir cevap ya da bir başka soru olacaktı mahkemede.

Odadan çıktığında onu kapıda bekleyen Haziran ve Ateş’ti. Tekerlekli sandalyeyi süren kişi de Ateş olmuştu. Gece, bir süre tedavisi için hastanede kalacaktı.
Odaya ulaşmış, sedyeye yatırılmıştı. O fark etmemişti ama Aybüke de odaya gelmişti. Haziran’ın odadan ayrılması ile beraber Ateş, uykuya dalan kadına bakarak konuşmuştu:
“Teşkilat operasyonuna dahil olduğunu söylediğimizde dava kalkar mı?” diye sormuştu Ateş bir ümit.
“Bilmiyorum. Savcı zaten işin içinde İstihbarat Teşkilatı olduğunu öğrendiğinde gizlilik kararı aldıracaktır. Fakat Gece, Elmas Operasyonuna dahil bir üye yalnızca. Tam bir ajan değil. Ayrıca, ona verilmiş herhangi bir öldürme emrine dair izin ya da kağıt yok. Bu, ayrı bir dava.”
Eli ile yüzünü sıvazladı Ateş, Gece gözlerini yummuştu. Aşık olduğu kadının beyaz tenindeki çiziklere, kanlı yaralara ve morluklara baktı Ateş. Her biri için bir kurşun sıkmak istiyordu düşmana.
“Sakın fevri bir hareket yapma, Ateş.” demişti Aybüke. “Davayı yakından takip edeceğim ben zaten-“
“Avukat olarak neden o kızı seçtin? Haziran’ı? Teşkilat avukatlarından biri olsaydı?” diye sordu Ateş.
“Haziran, plana dahil olacaklar listesinde zaten vardı. Yalnızca, tahminimden erken gerçekleşti. Ayrıca, Gece’yi oradan en hızlı şekilde kurtaracak biri varsa o da Haziran’dır. İlk davası görüldüğünde ne dediğimi anlayacaksın.”
Hayatı bir uçurumdan yuvarlanan kadına, Gece’ye baktılar. Karanlığa ait olduğunu sanırdı Gece. Onun için o, gölgelere ait olan karanlıktan ibaretti. Ellerinde uğursuzluk, yüreğinde sevgisizlik taşıyan bir kız çocuğuydu. Hayatı boyunca sevgiye ait görmemişti kendini. Hiç sevilmemeye alışmıştı. Sonra gün gelmişti, onu önce Yansı adında bir kız; şimdi ise Ateş denen adam çok sevmişti. Ateş için o gözlerinde vatanının ormanlarını, saçlarında geceyi; teninde güneşi taşıyan biriydi.
Odada yalnızca Ateş ve Gece kaldığında yatağın baş ucuna bir sandalye çekti Ateş. Eli çenesinde düşünmeye koyuldu. İzledi, kadının ellerine dikkat kesildi. O yapmış olabilir miydi? Kalbi buna hayır diye çığlıklar atıyor olsa da gerçeğe ulaşmak ve Gece’yi bu bataklıktan kurtarabilmek için serin kanlı olması gerekiyordu. Gözlerini yumdu, incelediği evin görüntüsünü gözlerinin önüne getirdi. Baktı, baktı…
Cebindeki kartı hatırladı. Kapıya koştu, “Dilruba!” diye seslendi koridorda. Uzakta ilerleyen kadın ardını döndü, odaya geri yürümeye başladı. Odaya gelmesi ile Ateş’in kartı ona uzatması bir olmuştu:
“Gece’nin elinde bu kart vardı. O yapmış olamaz, gafletle saldırmış olabilir ama vurmuş olamaz. Elinde bu kart, Bülent’in üstünde ise bu kart vardı.”
Aybüke, aldığı kartlara bakarken kanının çekildiğini hissetti. “Elinde miydi bu? Sıkıştırılmıştı o zaman?”
“Uyanıkken eline alıp almadığını yalnızca konuşursa bilebiliriz.”
“Şoku sence ne zaman atlatır?” diye ekledi Ateş.
“Biraz zaman tanınmalı. Çok güçlüdür o, tenini çelikten yelek gibi kuşanmış. Bu kadar şeye herkes kolay kolay katlanamaz.” diye net bir cevap vermişti Aybüke.
Elindeki kartlara baktığında aklındaki boşluklar bir bir yeni sorularla doluyor fakat yavaş da olsa kendine bir yol çiziyordu. Bu işin arkasında Elmas vardı, biliyordu.
“Evde herhangi bir gazete kupürü var mıydı Ateş?” diye sordu Aybüke.
“Düşünmem lazım, salonu gördüm sadece. Ben görgü tanığıyım, olay yerine yeniden gitmem delil karartma sayılabilir. Gerekirse sen bir git bak, Başkan’ım.” dedi Ateş.
“Tamam, ben halledeceğim. Git, dinlen.” dedi Aybüke odadan çıkarken. Kendinden emin adımları koridorda yankılanırken Ateş çektiği sandalyeye geri oturdu. Karşısında yatan uyuyan güzel için dua etti. Kar beyazı elinden tuttu, “Sen yapmadın. Biliyorum, sen yapmadın…” Elinin üstüne bir öpücük kondurdu. Gece uyanık olsaydı Ateş’i lafları ile dövebilirdi. Uyuyan güzelin elini yanağına yasladı, yorgun çehresini ilk defa bu denli sakince izlemeye başladı.
Bundan sonra yaşanacak her gün çok daha yorucu ve biraz daha uzun olacaktı.
🖤
Rusya’nın soğukluğu yalnızca bedeni değil, ruhu üşüten türdendi. Buz kesmiş kalpler, donmuş zihinlerle dolu bir şehir. Tanju, Kurul toplantısının gerçekleşeceği mekana gitmek üzere Rusya’ya gelmişti.
Caddeden aptal bir güleryüz ile yürürken geçen kadınlara bakıyor, elinden damlayan kanları görmezden gelip heyecanla ilerliyordu. Kurul’da yeni bir dönem başlayacaktı. Eskilerin üstünün sonsuzda dek örtüleceği, oyuna ayak uydurabilenlerin ayakta kalabileceği yepyeni bir düzen…
“Rusya’yı en çok gece seviyorum, Rachel.” dedi Tanju yanındaki kadına. Ayak işlerini yaptırdığı, asistanı yerine koyduğu güzel bir kadındı Rachel. Otele girer girmez özel konuk ilgisi gören Tanju omuzlarındaki kaban ile odasına doğru ilerledi. Otelin her bir katına adamları yerleşirken odasının kilidini açtı. İşte karşısındaydı.
“Sevgili karıcığım!” Sevim, yatakta oturmuş, stresli olduğunu belirten bir ifade ile dışarı bakıyordu. Bakışları Tanju’yu buldu.
“Sevgili karım mutsuz mu?” diye yanaştı Tanju. Asıl kimliğini ortaya çıkarmasından bu yana Sevim’i uzakta tutmuş, korktuğundan emin olmuştu.
“Korkmasın.” dedi Tanju neşeli bir ses ile. Elinin tersini kadının yüzünde gezdirdi. “Tabii arkamdan bir iş çevirmedi ise.” Kabanını çıkarıp tekli koltuğa oturdu, dolaptan kendine bir viski çıkardı. Sevim, ayakta kalakalmış, ona doğru dönmüştü.
“Eleanor’a ne yaptın?” diye sordu Sevim. Bunun üzerine Tanju histerik bir kahkaha atmıştı.
“Oğlundan önce o kızı soruyor olman ne kadar da trajik! Ne bu, kadın dayanışması mı? Aa dur, yüzündeki çizgiler artmış! Ben anladım.” diye ironisine devam etti Tanju. Kocasının aksine gülmüyor, burnundan soluyordu Sevim.
“O kızın kanı çok değerli. Öldürdün mü?!”
Viskisinden bir yudum daha aldı Tanju, “Bu seni gram alakadar etmez. Kendini beğendirmene de gerek yok karıcığım, ne de olsa kaç yıllık karımsın. Birkaç çizgi yüzünden seni beğenmeyecek değilim ya.” dedi Tanju. Delici bakışlarını karısının üzerinden çekmemişti. “Tabii hâlâ kendini beğendirmek istediğin birileri yoksa?”
“Ne demek istiyorsun, açık ol!” diye bağırdı Sevim
“Hiç.” dedi Tanju. Ayaklandı, “Ama hayatım, bu kadar öfke hiç iyi değil. Erken yaşlanırsın.”
Karısının boyalı sarı saçlarına dokundu, “Oğlunu sormayacak mısın?” dedi.
Sessiz kalmayı sürdürdü Sevim. Her şeyi öğrenmişti. Oğlunun eziyete uğradığını da duymuştu ama kalbinde tek bir yer dahi sızlamamıştı.
“Bu akşam çok önemli. Çok güzel olman lazım. En pahalı elbiseni giy, en görkemli takılarını tak.” dedi Tanju odadan ayrılırken. Sevim ise karanlığın içerisinde, bir başına akşam için hazırlanmaya başladı.
Karanlığın tam ortasına düşmüştü bir kere. Hiçbir şey olmamış gibi odaya getirilen elbiseleri denedi. En pahalı mücevherleri taktı. Eleanor’un derisi ve kanı ile yaptırdığı estetik tedavilerinin etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Yenilenmesi esastı. Ellerini kollarında gezdirdi. Spreyden kaskatı olan saçına son kez baktı. Dudaklarına sürülen ruju tazelettirdi. Ayakkabılarını giydi. Yatağa oturdu, kaderini beklemeye koyuldu. Bu gece çok önemli demişti Tanju. Bu gece herkesin kaderi farklı bir yol daha çizecek demişti.
Odanın kapısı açıldığında kolunu Sevim’in girmesi adına uzatmış bir Tanju vardı. Beraber arabaya doğru ilerlemişlerdi. Gidecekleri yer sadece Rusya’nın değil, Asya kıtasının en büyük kumarhanelerinden biriydi. Önce acı tatlı bir kumar oynanacak, ardından yerin birkaç kat altında bir odada toplantı yapılacaktı.
Kumarhaneden içeri girdiklerinde gördükleri görüntü ego okşayıcıydı. Yerden tavana kadar kaplanmış altın varaklar ve yansımaları her bir yana saçan aynadan duvarlar vardı. Masaya oturdu Tanju, bir diğer yanında Sevim vardı. Masada illegal işlerle adını tarihe kazımış ve de kazımaya devam eden adamlar ve kollarına taktıkları kadınlar vardı. Tek bir kadın vardı adını kanla tarihe yazmış olan.
Rosalia.
Kartlar verildiğinde oyun başlamıştı. İnsanlar birbirine gözdağı veriyor, yeri geldiğinde rest çekiyordu. Sırayla açıldı kartlar, Rosalia ilk çekilen olmuştu. Rest çekti İspanyol bir adam. Oyun dönmeye devam ederken bir başka çekilen Tanju olmuştu.
“Bu akşam havanda değil gibisin, Tanju? Bakıyorum da şansın yaver gitmedi.” dedi alayla bir başkası. Yalnızca güldü Tanju:
“Benim için oyun birazdan başlayacak baylar… bayanlar.” dedi gözleri Rosalia’yı bulurken.
Bir maske ile kapatılmış olan kumarhane gayet kalabalıktı. Kürkünü giymiş de gelmiş kadınlar, adamlar, mafyalar…Birkaç kart ile egosunu tatmin ediyordu her biri. Tanju’nun masasındaki ve diğer masalardaki birkaç kişi sırası geldikçe kalkıyor, gizli bir labirent ile ulaşılan toplantı odasının yolunu tutuyordu. Pek çok kez parmak izi ve yüz tanıma kilidinden geçiyordu üyeler. Sıra Tanju’ya geldiğinde Sevim’i de kolundan kavrayarak kaldırdı. Kürkün altından belli olmuyordu fakat Tanju karısının kolunu sıkı sıkı kavramıştı.
“Ben neden geliyorum?” demişti Sevim ilerlemeye çalışırken.
“Senin arka planda kaldığın günler geride kaldı. Hem, sen yakınmıyor muydun hayalet olmaktan? Al, sana oynaman için güç vadediyorum işte.”
Kapıya ulaştıklarında parmak izini okuttu Tanju. Bu gece, herkes için ayrı ayrı sürprizler hazırlamıştı. Kapı açıldığında önceliği Sevim’e tanıdı. Korktuğunun farkındaydı. Kürkünü tutan parmak boğumları sıkmaktan ötürü beyazlaşmıştı. Korkusunu çok kolay belli ediyordu.
Masanın olduğu odaya ulaştıklarında oturan üyeler Sevim’i gördüklerinde şaşırmıştı. “Karını getireceğini bilmiyorduk, Alastan.”
“Ben bir Alastan değilim.” dedi Tanju net bir şekilde. Her şeye rağmen gülümsüyor, gecenin keyfini çıkartıyordu.
“Ama Alastan’ın boşalan koltuğuna oturuyorsun. Bari, koltuğunu sana bırakan kayınpederine hürmet duy.” diye dalga geçti Viktor. Ağzındaki puroyu masaya bıraktı.
“Sevgili Viktor.” dedi Tanju ona dönerek, “Yusuf Alastan’a duyduğun bu derin sevgiden kayınpederimin haberi olsaydı emin ol sana çok daha farklı yaklaşırdı. Keşke, o sahalardan ayrılmadan önce söyleseydin.”
Masaya oturduğunda herkesin bakışı ona döndü. “Pekala Tanju Coleman. Bu acil toplantıyı isteyen sensin. Ne istiyorsun?”
“Oyun oynamak.” dedi Tanju, aynı anda eli ceketinin cebine ulaşmış ve özel bir kutu çıkartmıştı. Kutunun içinde bir deste kart bulunuyordu.
“Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?”
“Ülkelerimizden kalkıp senin s’k kumar aşkın yüzünden mi geldik buraya?”
Sesler yükselmiş, birçok kişi hayrete düşmüştü. Ülkelerin belki de en tehlikeli insanlarını bir kumar eli oynamak için Rusya’ya mı çağırmıştı Tanju?
“Yeni bir düzen.” dedi Tanju ayağa kalkarken. Kurul’un asıl lideri küçük toplantılara katılım göstermezdi. Bu tip küçük toplantılarda ise biraz güç gösterisi kimseye batmazdı. “Yusuf da siz de eskisiniz. Yeni dünya için yeni bir düzen gerek. Dünya değişiyor. Biz gölgeyiz, değişen hiçbir şeyin gölgesi aynı kalmaz. O da değişir. Size, çürükleri ayıklamak ve yeniden şaha kalkmak için bir oyun teklifi ile geldim.”
Odadakilerin teklifini çekmiş olacaktı ki herkes eli çenesinde onu dinliyordu. “Dikkatimi çektin.” dedi Rosalia oturduğu yerden.
“Sen de benim dikkatimi çektin, Rosa.” dedi Tanju beklenmedik bir şekilde. Üyelerin şaşkın bakışları Sevim Alastan’ı bulmuştu. Rosalia şok olduğunu belirten gözleri ile bir Sevim’e, bir de odadaki üyelere baktı. Tanju ise bakışlarını Rosa’ya dikmişti.
Kutudaki iskambil destesini kapalı bir şekilde masaya koydu, tek eli ile desteyi üyelere doğru açtı. “Bir oyuna var mısınız?”
Sesli bir kahkaha attı Damon, Rus bir mafyaydı. Kimyasal silah ile uğraşan bir üyeydi kendisi. Tanju’yu ciddiye almadığını fakat oyunu kabul ettiğini işte böyle gösterdi. Yerinde dikleşti, gülmeye devam ederken kartları beklediğine dair masaya yanaştı. Sırayla diğer üyeler de yanaşmış, masa hazırlanmıştı. Odaya giren bir kadın kurpiyer kartları Tanju’dan teslim aldı. “Başlayalım mı?”
Suskun cevapların ardından odaya biri daha girdi. Üyeler, şaşkın bir şekilde sürüklenen adama bakmıştı. İki kolundan tutmuş adamlar onu zar zor yürütüyor, odanın bir köşesine ilerletiyordu. Başı düşmüş, vücudu yara ile kaplanmıştı. Sarışındı ama kandan ve pislikten saçları görünmüyordu.
“Bu kim?” diye sordu Viktor ezik büzük duran adama bakarken. Kimse cevap vermedi, bakışlar kurpiyere döndüğünde oyun başlamıştı:
“Kral’ın Eli oyununa hoş geldiniz.”
“Neyin neyi?” diye sordu biri. “Poker oynamayacak mıyız?”
“Elinin körü.” diye mırıldandı Rosalia.
“Bilmediğim bir oyuna neden girmeliyim? Hem de bir oda dolusu piç ile?” diye sordu Viktor.
Güldü Tanju, “Önemli olan bilmediğin oyuna ayak uydurabilmek değil midir, Viktor? Ezberindeki şeyleri oynamanın eğlencesi nedir?”
Herkes sustuktan sonra kartlar tıpkı poker kurallarındaki gibi dağıtıldı. Oyunun mantığı ve amacı poker ile aynıydı. Yalnızca bir modifiyeden ibaretti Kral’ın Eli. Kartlar özellikle sıralanmış, oyuncuların oturacakları koltuklar dahi hesap edilmişti. Poker’in aksine bu, hilelerin üstüne kurulmuş farklı bir pokerdi.
Kartlar dağıtıldığında herkes şaşırmıştı şayet kartların üstünde bir de semboller vardı. Bazı kartlarda sembol, bazılarında tarih, bazılarında bir kelime… Ortaya açılan kartlar ile eşleştirebilen kişi ise oyunun galibi olacaktı.
Yani şifreyi çözebilen kişi.
Ortaya açılmış üç ortak kart vardı. Birinci kart bir maça onlusuydu. Üzerinde ise bir sayı yazılıydı: 522/2020
Diğer kart bir kalp ikilisiydi. Kartın üzerindeki kalpler normalin aksine kırılmış, kan ile kaplanmış olarak resim edilmişti.
Üçüncü kart ise bir karo kraliçesiydi. Üzerinde başka hiçbir sembol yoktu. Yalnızca kraliçeydi, karo kraliçesi.
Kimse göremiyordu fakat oyunculara dağıtılan ikişer kartlarda da semboller vardı. Oyunun hilesi ise burada başlıyordu, her oyuncunun elindeki sembol o kişiye özel yapılmıştı. Kişinin anlayacağı türden ipuçlarıydı. Bu, oyunun en büyük hilesiydi.
Herkes önündeki karta bakıyor, toplam beş ipucu ile bir şeyi deşifre etmeye çalışıyordu. Kimsenin ne olduğuna dair bir fikri yoktu. İşte oyun asıl burada başlıyordu. Aklını kullanmayı bilen, zeki adamlar bu oyunda ayakta kalabilecek ve oyun oynandıkça çürüyenler elenecekti. Zaman, güçsüzleri affetmezdi. Kurul’un ise güçsüzlere ihtiyacı yoktu.
Tanju, her şeye hakim olduğu için oyundan çekilmiş; izlemeye koyulmuştu. Oyun sırayla dönüyor, çipler konuyordu.
“Bir kart daha açalım.” dedi Tanju. Şu an için kimseden çıt çıkmayacak gibiydi. İlk oyunun günahı olmazdı.
Açılan dördüncü kart ise bir maça valesiydi.
“Rest.” dedi Carmine. Bütün gözler onu buldu. Carmine, Meksika’dan gelen ve uy’şturucu ticareti yapan bir mafya grubunun genç temsilcisiydi. Kurul’a gireli birkaç sene oluyordu. Babasının koltuğunu doldurmuştu. Genç ve yakışıklıydı. Ve bir hata yapmıştı.
Sahte bir şaşkınlıkla ona baktı Tanju. “Hızlısın, Carmine.”
“Şimdi ne yapıyorum?” diye sordu Carmine. Şifreyi aslında çoktan bulmuştu fakat konuşmak için erken davranmamıştı.
“Mesajı deşifre et ve Kral’ın Eli ol.” Kral’ın Eli olmak demek ise itibar kazanmak demekti.
“Herkesin önünde mi?” diye sordu Carmine. Ayaklandı. Önce, ortaya açılan ilk kartı eline aldı.
“522/2020. Bu bir tarih. Saçma bir matematik oyunu ile örtülmüş. Beşin karesi 25, ilk üç rakamın toplamı ise dokuz. İşlem önceliği yapılması gerekiyor. 25 Eylül 2020, Kurul’un yıllar önce gerçekleşmesi gereken ama patlatılan teslimatının tarihi. Diğer hiçbir kombinasyon anlamlı bir tarihe çıkmıyor.”
İkinci kartı eline aldı, “Kırık kalplerden oluşan bir kalp ikilisi. Teslimatı patlatan kişinin kalbinin sökülerek Kurul’a teslim edilmesi kararlaştırılmıştı. Adamı öldürecek kişi Rosalia’ydı. Kanlı bir kalbi toplantıya getirmişti. Ama… biri bir hata yaptı.”
Üçüncü karta uzandı:
“Üçüncü kart karo kraliçesi. La Reine de Carreau. Asaletin, gücün ve güzelliğin kartı. Tıpkı bir Fransız kadını gibi. Güç görünmez olmalı ama hissedilmeli. Tıpkı bu kart gibi. Zarafetin altında bir demiri saklayan bir kart. Rosa’yı temsil eden bir kart.” diye tamamladı Carmine. Rosalia’nın dehşet dolu bakışları onu bulmuştu. Şaşkınlıktan konuşamadı. “O gece Rosa o adamı öldürmedi çünkü aşık olmuştu.”
“O günden sonra hata yapan biri daha vardı.” dedi Carmine ve dördüncü karta uzandı. “Maça valesi. Atik, tezcanlı, zeki fakat hâlâ gelişen bir kart. Her şeyi doğru yapmak isteyen fakat hayatın karmaşasını hala kavrayamamış genci temsil eder. Toyluk ve hata… O geceden sonra hata yapanlardan biri de bendim. Bu kart da benim kartım.” Son kartı da masaya fırlattığında Tanju’ya döndü. Başı yukarıda, omzuları dikti.
“Bir süre sonra Rosa’nın hatasını deşifre ettim ama onu şikayet etmedim. Ben de ona aşık olmuştum. İşte şifren bu. Sen, bizi ele vermek istedin.” diye tamamladı Carmine.
“Ne tür bir saçmalık bu!” diye bağırdı Rosalia elindeki kartları yere fırlatırken. “Ne bu? Bir tuzak mı? Ben onu öldürdüm, kalbini elimde taşıdım!”
“Öyle mi?” diye sordu Tanju. Sahte bir şaşkınlıkla Carmine ve diğer üyelere baktı, “Biz bir hata yapmış olmalıyız o zaman.”
Tam o sırada odadan içeriye bir adam daha getirildi. Bu, sapasağlamdı ve adamların elinden kurtulmaya çalışıyordu. Bu, Rosalia’nın sakladığı o adamdı.
Tanju ayaklandı, masadaki silahı Rosalia’nın eline tutuşturdu fakat Rosalia getirilen adama bakmakla meşguldü. Algıları kapanmış, vücudu şok etkisi ile sarsılmıştı. “Sevgili Rosa…” diye kulağına fısıldadı Tanju, “Şimdi bu silah ile sevgilini vur.”
Karşısında duran adama ağzı beş karış açık bir şekilde bakakaldı Rosa. Elindeki silah adama doğrultulmuştu fakat kendi zihninde aşkını infaz eden bir başka namlu daha vardı.
“Affedilecek miyim?” diye sordu Rosa yanaklarıma timsah gözyaşları akarken.
“Affetmek bir erdemdir, sevgili Rosa.” dedi Tanju. Ve tam o anda odada bir silah sesi yankılandı. Rosa, sevgilisini vurmuştu. Yerde kanlar içinde yatan adama gözlerinde yer etmiş bir vahşet ile baktı Sevim. Gözleri fal taşı gibi açılmış, kanı çekilmişti. Bir sonraki hamlesini kaçırmamak için dikkatle kocasına baktı.
Gülüyordu Tanju, yerde kanlar içinde yatan adamı sürüklemeleri adına adamlarına işaret yaptı. Rosa’nın değerli sevgilisi şimdi kollarından tutulmuş bir şekilde sürükleniyordu. Yerde kandan bir yol oluştuğunda kanların üzerinden yürüdü Tanju. Rosa’nın elindeki silahı aldı, Rosa ise transa geçmiş gibiydi. Tanju, elindeki silahı Carmine’e uzattı.
“Fakat sevgili Rosa, ben çürük bir zambağım. Erdemsiz bir adamım.” dedi Tanju.
Ne yapacağını anlamıştı Carmine. Aşık olduğu kadına baktı, yüzünde mimik oynamadan namluyu Rosalia’ya doğru doğrulttu. Tereddüt etmedi.
Odada bir silah sesi daha yankılandı. Ve silahın içine konmuş iki kurşun bitmişti. Silahın içinde sadece bir tane kurşun kalmıştı.
“Kurul’da yeni kanlara ihtiyaç var, sevgili Carmine. Sen zeki ve cevval bir gençsin. Burada, bizimle çok iyi büyüyeceksin.” dedi Tanju. Rosa’nın yerde yatan bedeninin yanından geçip gitti. Carmine’in elindeki silahı almıştı.
Ona bakan kireç suratlara gülümsedi Tanju. “Yeni bir dönem başlıyor sevgili dostlarım. Sevgili Carmine, bu kart sana.” dedi Tanju genç adama bir iskambil kartı uzatırken. “Günü gelene dek iyi sakla. Bombalardan biri olmayı hak ettin.”
Kimse soru sormadı. Diller adeta kesilmiş, kelimeler kifayetsiz kalmıştı. Silahına baktı Tanju, “Bugün hata yapan üç çürüğü temizledik.” diye lafa girdi.
“Üç?” diye sordu Viktor. “İki gördük.”
Güldü Tanju, “Her şeyin sırası var sevgili dostum. Ben, Elmas. Kömürden gelen en değerli kristal. Ve ben yanımda Yusuf Alastan’ın aksine hiçbir çürüğü saklamam. Türk’lerin bunun için çok güzel bir sözü vardır bilmem bilir misiniz.” Silahı kaldırdı, hedefine çevirdi, “Üzüm üzüme baka baka….”
Silahı ateşledi ve son kurşunu da Tanju sıktı. “…kararır.”
Yerde yatan cesedi alması için adamına bir işaret yaptı. İşte o gün, yerde kanlar içinde sürüklenen karısına son kez baktı.
Atlas ise odanın bir ucundan annesinin ölümünü dikkatle izledi.
Geride kalan kan kokusu insanların üzerine sinerken Tanju iki kişi girdiği binadan tek başına ayrıldı. Yüzünde aynı çapkın gülümseme ile arabasına bindi, telefonu çalmaya başladı. “Efendim?”
“Bülent ölmüş.” dedi telefondaki.
“Ne diyorsun?” dedi Tanju hayretle. Telefonu kapattı, siyah gözlüklerini çıkardı. Araba hareket etmeye başladığında yan koltuğa düşmüş sarı saç telini aldı. İğrenç bir kahkaha savurdu. Cebindeki çakmağı çıkardı, saç telini yaktı, “Senin saçının bir teli için dünyayı yakarım, karıcığım.”
Havaya kan kokusu karıştı. Masumların masumiyeti ölürken silahlar patladı. Yalnızca bedenler değil, ruhlar da kanadı. Elmas, geldiğine dair haberi bir deliye yakışır şekilde vermeyi başarmıştı.

♥️♠️♦️♣️
Karadeniz’in umudu biterse inadı başlar derdi masallar. Bu akşam umutsuz değildi belki fakat korkaktı Karadeniz’in en yeni gelini. Üzerinde nişan elbisesi ile odanın içinde oradan oraya volta atıyor, endişe ile tırnağını koparıyordu. Haberler ulaşmıştı. Bülent ölmüş, Gece tedaviye alınmıştı. Her şey belirsizdi. Stresten karnının kasıldığını hissetti Aylin. Çevresindeki insanların kalpleri kanarken gülümsemek mide bulandırıcı geliyordu.
Beyaz, mavi çiçekli tiril tiril bir elbise giymişti. Karadeniz’e uygun olduğunu düşünmüş, ruhundaki heyecanı elbisesine yansıtmak istemişti fakat kalbi kasılıyordu.
Bu stresin başka bir kaynağı daha vardı elbet.
“Aylin’im?” diye araladı kapıyı Ethem. Odanın ortasında volta atan sevdiğine doğru ilerledi, “İyi misin?”
“Bilmiyorum.” dedi Aylin. “Gelen var mı?” diye ekledi. Yaşanan olaylar yüzünden Yansı özür dilemiş ve Gece’nin yanında kalmıştı. Nişanın iptalini bile düşünmüştü Aylin ama daha fazla ertelemek doğru olmazdı. İstanbul’dan ilk uçakla gelmişti Aybüke, Ali, Çağatay ve Ateş. Atlas’ın yokluğu kalplerde büyük bir boşluktu ama operasyon dışındaki hayat bir şekilde akmaya devam ediyordu.
Zamanı durduramamak ise özellikle böyle anlarda çok ağır bir yüktü.
Aynı saniyelerde odaya tim girmişti. “Gelin Hanım müsait mi?” demişti Ali neşeyle. Hüzün onun da boynunu büküyordu fakat bir şekilde ayakta kalmak mühimdi. Odaya girdiklerinde her birine sarıldı Aylin.
“Hazır mısın Aylin patron? İçerisi Malazgirt Meydanı gibi olmuş. Ethem ağabey, bakalım Anadolu’nun kapıları açılıyor mu bu akşam?” diye bir şaka yapmıştı Çağatay. Başına yediği silke yeterli bir cevap olmuştu.
“Sanırım kusacağım.” dedi Aylin. Stresten boncuk boncuk terlemişti. Aybüke ise samimi bir gülümseme ile Aylin’in alnındaki terleri silmişti.
“Geçelim artık.”
Odadan teker teker çıktılar. Aileler bahçede toplanmış muhabbette dalmışken Aylin ve birkaç kız daha mutfakta kahveleri yapmaya koyulmuştu. Elinde tepsi ile bahçeye çıktığında bütün gözler Aylin’deydi. Elbisesinin tiril tiril kumaşı uçuşuyor, onu peri kızı gibi gösteriyordu. Kahveyi Ethem’e uzattığında bu sahneyi izleyen Aybüke’nin yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Aylin, Ethem’in yanındaki yerine oturduğunda tüm gözler damada dönmüştü.
“Ethem ağabey, tekte içesun ha kahveyi!” Gülüşler havaya karışırken Ethem, ayıpsın der gibi bakmış ve tuz dolu kahveyi tekte kafasına dikmişti.
Sohbetler edilmiş, anılar paylaşılmıştı. Karadeniz’in ılık esintisinin çıkması ile Remzi bey lafa girmişti.
“Biz Aylin kizumuzu çok sevduk. O da bizi sevmiştir inşallah.” dedi Remzi Aylin’e bakarken. Aylin ise adeta ‘hanım hanımcık’ gelin olmuş, gülümsemekle yetinmişti.
“Bizim oturaklı geline bak sen.” demişti Aybüke Ateş’in kulağına doğru. İkisi de Aylin ve Ethem’in bu hallerine baktıkça gülüyor, kahkaha atmamak için elleri ile ağızlarını örtüyorlardı. Her şeye rağmen mutlu olabilenler hâlâ vardı. Bu mutluluğu izlemek de mutluluk saçıyordu.
“Allah’ın emri, peygamberin kavliyle güzel kızımız Aylin’i, bizim deli oğlan Ethem’e istiyoruz.” demişti Remzi. Aylin’in annesi; babasına bakarken gülümsemiş, kızına döndüğünde ise göz yaşını silmişti.
“Kızımız bizim her şeyimiz elbet. Gözümüzde hâlâ büyümedi ama istemesek de kabul etmek zorundayız evladımızın büyüdüğünü. Tek göz aydınlığımız o bizim. Vermek çok zor. Ama eğer kızım sevmişse bize de her zaman ardında dimdik durmak düşer. Ethem artık bizim de oğlumuz. Hakkınızda hayırlısı olsun… Verdim gitti.”
Herkes heyecanla ayaklanırken Aylin önce Ethem’in ailesine, daha sonra da kendi ailesine sıkı sıkı sarılmıştı. Annesinin dökülen yaşlarını eteği ile silmiş, babası alnından öpmüştü. Yüzükler takıldığında kurdele kesilmemişti elbet.
“Makas kesmiyor!” demişti tepsiyi tutan genç bir kız. Bu durumda ise Ethem’in en yakın dostu olarak Ateş tepsiye bir para destesi bırakmıştı.
“Oha, bu benim bir okul taksidim!”
Gülüşler, kahkahalar ve edilen dualar…Yüzükler takıldığında alnından öpmüştü sevdiğini Ethem. Karadeniz inadın yeriydi. Aylin ve Ethem’in aşkı ise vazgeçilmeyen deli bir inadın eseriydi. Hayat devam ederken kenarda durmadan aşklarına devam etmişler, bütün zorluklara beraber göğüs germişlerdi. Yaralarını beraber kapatmış, beraber aynı gökkubbenin altında dua etmişlerdi.
Alın alına vermiş çifte bakan Aybüke’nin gözlerinde biriken yaşlar beraberinde geçmişin tozlu raflarından anıları da çıkarıp getirmişti. Yüzünde acı tatlı bir gülümseme, kalbinde ise Aylin ve Ethem için duyduğu derin mutluluk vardı.

Saatler geçtikçe misafirler azalmış, Aylin ve Ethem İstanbul’a tim arkadaşları ile beraber dönmek üzere eşyalarını arabaya yerleştirmişlerdi. Fakat her şeyden önce havada asılı kalan bir başka soru vardı
Aybüke, heyecanlı adımlar ile tuvalete ilerledi, içeride onu bekleyen endişeli bir Aylin vardı. Aybüke, içeri girdiğinde kapıyı kilitledi. “Yaptın mı?” diye sordu. Karşısında bacakları titreyen bir Aylin vardı. İkisi de tezgaha bakamıyordu. Birbirinin gözlerine kenetlenmiş bekliyorlardı.
“Kaç dakika oldu?” diye sordu Aybüke.
“On yedi.” dedi Aylin, sesi çatallaşmıştı.
“Ben bakıyorum o zaman.” dedi Aybüke, Aylin’in onayı ile başını tezgaha çevirdi.
Kalbindeki taşların devrildiğini, dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Testi eline aldı, yaşlı gözler ve şaşkın bir ifade ile Aylin’e döndü.
“Aylin…”
“Ne?” Aybüke’nin elindeki teste kaptığı gibi baktı. Yanaklarına dökülen yaşlarının hiçbirini tutamadı.
“Hamileyim.”
❤️🩹🥹
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.44k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |