Herkese yeniden kocamaaan bir merhaba🖤 Alev alev yanan bir bölümle geldim🔥❤️🔥🫣
Bölüme başlamadan önce, okuyacağınız tango sahnesinde POR UNA CABEZA (by Carlos Gerdel) şarkısını açmanız ŞİDDETLE tavsiyemdir🔥🥀Atmosfere çok daha iyi giriyorsunuz…
Yorum atmayı ve oy vermeyi es geçmeyin lütfen, yazarken en büyük motivasyonum sizlerin görüşleri…
Keyifli okumalar dilerim♟️🪶
Not: Yazım hata ve anlam bozuklukları daha düzeltilmemiştir, düzeltilecektir.
…
19. Bölüm
“Kış Ateşi, Sıcak Şarap ve Sessiz Bir Tango”
31 Aralık Gecesi, 23.30 Civarı
Gece, otuz yaşındaydı lakin her yıl ona aynı geliyordu. Yeni yıl için asılan süsleri görmedikçe yılın bittiğinin bile farkında olmazdı. Kaldığı yetimhanedeki çocukların çoğuna hediyeler gelir ya da giymek için heyecanlandıkları kıyafetleri olurdu. On yaşındaki Gece, yılbaşlarını sevmezdi. Bir kere çok ses olur, bütün çocuklar bağırırdı. Bahçede hayırseverlerin getirdiği ışıklar açılır, havai fişekler patlardı. İstanbul’un kalabalığı nedeniyle zaten görünmeyen yıldızlar, yeryüzünde açılan ışıklı konfeti ve sisler yüzünden tamamen görünmez olurdu. Çocukların yeni yıl ağacı niyetine bir erik ağacına bağladıkları dilekler bir gün sonra öğretmenler tarafından toplanır, çöpe atılırdı. Gece’nin her bir notu hala oradaydı çünkü o, on altı yaşına gelip de yetimhaneden kaçana kadar bütün notlarını toprağa gömmüştü. Gece, ta ki Yansı ile aynı eve çıkana kadar her bir yıla tek başına girmişti. Herkes yeni yıl heyecanıyla ışıklarını açıp, etrafı onlarla süslerken Gece ışıklarını kapatır, gökyüzünden süzülen ay ışığıyla girerdi.
Birkaç ay öncesine kadar can dostu, geçmişinden bugüne gelmiş olan aşkına kavuşmuştu. Bazı insanlar geçmişinden hala hediye kabul edebiliyorken bazılarının hala ondan zarar görüyor olması belki de masum görünen bir adaletsizlikti.
Gece, saçları dağınık bir şekilde toplanmış oturuyordu. Yansı sevdiği için açık olan televizyonu o gittikten sonra kapatmıştı. Dışarıdan salona süzülen sarı bir sokak lambası evi aydınlatan tek ışık kaynağıydı. Yansı, her ne kadar Gece’yi yalnız bırakmak istemese de en sonunda Gece’nin de müdahelesiyle Oğuz ile buluşmaya gidebilmişti.
Elindeki salepten bir yudum daha aldı, ayaklarını önündeki pufa doğru uzattı. Beyaz tavanı izlerken dışarıdan tek tük geçen arabaların sesi haricinde pek bir şey duyulmuyordu. Gece, bir an üşüdüğünü hissetti; arkasını döndüğünde az önce Yansı’nın açık bıraktığı pencere ile karşılaştı. Yerinden kalktı ve açık olan pencereye doğru yeltendi. Onunla beraber perde de açılmıştı. Cama uzanırken dışarıda tek başına sokakta park edilmiş siyah bir arabayı gördü Gece. Işıklar kapalıydı fakat yine de tedbir için tül perdenin ardından dışarıya bakmaya çalıştı. Arabadan inen takım elbiseli adamların her birinin sol yanında bir şişlik vardı; bunlar silah olmalıydı.
Bir tanesi Gece’nin olduğu apartmana doğru ilerlemeye başlayınca korkmadan edemedi Gece. Belki de onunla alakalı bile değildi bu adamlar lakin Bülent ve Yusuf Alastan denen adamlarla konuşmaya başladığından beri daha tedbirli davranır olmuştu: Kendisi için değil, kardeşi bildiği Yansı için.
Yansı, onun gibi değildi. Babasızlığı o da tatmıştı fakat hala narin bir kızdı. Yeri geldiğinde dimdik durmayı bilse de içten içe çok kolay kırılırdı. Gece, bnun için üzgün değildi, asla da olmamıştı. Hayat, onu dikenlerin üzerinde dik durmaya zorlamamıştı. En azından birinin çocukluğu gerçek bir çocukluktu. Belki de en büyük acılarından biri Oğuz’u kaybetmiş olmasıydı lakin hayat ona yeniden gülmüş, on üç yıl sonra aldığını geri vermişti.
Gece, kaybettiği onca şeye rağmen hiç kazanmamıştı.
Gölgelere saklanmaya devam ederken sokağın ilerisinden gizlice hareket eden bir kapüşonlu gördü. Simsiyah giyinmiş, şapka takmıştı. Çok geçmeden bu adamın diğer adamları etkisiz hale getirişini izledi.
Şapkalı adam ilk önce apartman girişinde duran adamı tek hamlede yere sermiş, ardından diğer iki adama geçmişti. Cam açık olmasına rağmen dövüş ve kavgaya dair tek bir ses duymak neredeyse imkansızdı. Gece, adeta penceresinin önünde sessiz bir film izliyordu.3
Şapkalı adamı tedirginlikle izlemeye devam ederken yerde yatan birinin ona silah doğrulttuğunu gördü. Bu denli sessiz olan adamların silahının da sessiz patlayacağına emindi. Tahmin ettiği gibi silahın ucunda bir susturucu vardı. Şapkalı adam hala ona yerden doğrultulan silahı fark etmemiş olacaktı ki az önce bayılttığı bir adamı arabaya taşımakla meşguldu.
Adam vurulmak üzereydi lakin haberi yoktu.
Gece, telefonuna koşar adım ilerlediğinde telefonunun kitlendiğini fark etti:
Telefonu açmaya çalışsa da yersizdi çünkü uzaktan biri telefonuna girmiş ve polisi arama şansından ötürü kilitlemişti. Gece, bunu kimin yaptığını bilmiyordu ama telefonunu kilitleme emri alan kişi Çağatay’dan başkası değildi.
Telefonunu kullanamayacağını anladığında yeniden cama koştu Gece. Az önce doğrultulan silahın şapkalı adamın elinde olduğunu gördü. Takım elbiseli üç adam bayıltılmış ve ikisi çıktıkları arabaya geri tıkılmıştı.
Gece’nin içindeki ses, ona şapkalıdan korkmamasını fısıldıyordu adeta. Kadın, elinde silah tutan ve yerdeki adama bir şeyler anlatan adama daha net bakmak istedi. Önüne çektiği perdeyi ittirdi, camı sonuna açtı. Plastik cam pervazının sesini duyan adam Gece’nin olduğu pencereye doğru baktı, az öncekinin aksine güneş gözlükleri yere düşmüştü.
Pencerenin pervazında duran kadına baktı, kadın da onu tanıyabilmek amacıyla gözlerini kısmıştı. Şu an görevini bitirmiş ve oradan ayrılmış olması gerekiyordu lakin durdu, karanlıkta kaybolmuş olan kadına doğru bakmaya devam etti. Ne de olsa bu karanlıkta ve mesafede onu tanıması neredeyse imkansızdı diye düşündü.
Gece, sokak ortasında duran adama iyice baktı. Karanlıkta tanınmayacağını düşünebilirdi fakat Gece’nin isminin Gece olmasının birçok sebebi vardı.
Biraz daha kıstı yeşil gözlerini Gece, biraz daha, biraz daha ve biraz…
Tanımıştı adamı, kısılmış olan gözlerini panik ve şaşkınlık ile geri açtı:
“Ateş…”
Sokakta durmaya devam eden adam kadının dudaklarını okumasıyla donakalmıştı. Onu tanımıştı. İsmini söylemişti, ‘Ateş’ demişti ve haklıydı: Sokağın ortasında duran ve adamları etkisiz hale getiren kişi Ateş Karal’dan başkası değildi.
Gece, açtığı camı bile unutarak koşar adım dairesinde çıktı. Herkes evine kapanmış, sayım yapmakla uğraşırken o sokağa doğru son sürat koştu. Binanın kapısına çıktığında hala orada olan ve kapüşonu çekili adama baktı. Yanına yanaşmadı şayet az önce gördüğü şeyler normalde bildiği Ateş ile uyuşmuyordu.
Ateş, sokağa bakınmaya devam ederken kadın minik adımlarla ona doğru yanaşıyordu.
Gece, onun Ateş olup olmadığından emin olmak istercesine hala adamın gölgelere saklanmış olan yüzüne bakıyordu.
Ateş, bir kez daha etrafı kontrol ettikten sonra kadının kolundan kavradığı gibi onu ilerletmeye çalıştı fakat birkaç adımın ardından karşılaştığı manzara onu mutlu etmemişti.
“Ayakların çıplak mı geldin buraya!”
Gece, karşısındaki adamın bu denli koyu çıkmış olan sesiyle ilk defa tanışmıştı. Bu derin ses ile afallamışken ayakkabı giymeyi unuttuğunu ancak hatırladı. Gece, şaşkınlığı sebebiyle konuşmazken Ateş, kızı hızlıca kucağına aldı ve etrafa bakınmaya devam ederken hızlıca apartmandan içeri girdi. Kapının kapanmasıyla Gece’yi yeniden bir paspasın üzerine bıraktı.
“Senin ne işin var burada!” dedi Gece lakin ağzına kapanan el ile susturuldu:
Gece, konuşmaya devam etmek için ağzını araladığında yeniden susmak zorunda kaldı. Üzerindeki hırkanın omzunda bir ıslaklık vardı:
“Omzun kanıyor.” dedi Gece. Etrafa bakınmaya devam eden adama baktığında ona, “Pansuman yapmam lazım… Yukarıya gelmen gerekebilir.”
“Gerek yok, ben gideyim. Sen de eve-”
“Sana seçenek sunmadım, sadece kibardım. İki dakika pansuman yapacağım sadece!” dedi Gece net bir tavırla. Yeşil bakışlarındaki ormanlar adeta alev altındaydı. Normalde, Ateş’in toz olması gerekirken o bunu yapamıyordu. Karşısındaki bu kadının gözlerinde kayboluyor, bakışlarına hapsettiği ormanları yakıyordu. Yine gidemedi.
“Ayaklarım üşüdü, sabaha kadar seni bekleyemem.” dedi Gece, oysa ayakları üşümemişti fakat belki bunun olasılığı Ateş’in kalbini üşütür diye düşündü, bunu koz olarak kullanmayı denedi. Neden böyle bir şeye kalkıştığından emin değildi ama adamın kolu kanamaya devam ederken çok da detay düşünmedi.
Konuşmadılar fakat Gece’nin öfkeli bakışları yetmişti. Gece, yanında duran adam sessizliğini korumaya devam ederken onu kolundan tuttu, merdivene doğru ilerletti. Onu tutarak adeta ona yolu gösterdi.
Ateş, üçüncü kata ulaştıklarında aralık duran kapıya çatık kaşlarla baktı:
“Kapıyı açık mı bıraktın gerçekten?” diye öfkeyle sordu Ateş fakat Gece cevap vermedi.
Ateş, kapıya ulaştığında ayağındaki postalları çıkardı fakat kapıya koymadı, koyamazdı. Bunu anlamış olacaktı ki Gece, “Bana ver, dolaba koyayım.” dedi ve adamın elindeki botlara uzandı. Ateş, içeri girdiğinde eve biri girdi mi diye etrafa bakındı. Kimse yoktu:
“Bu denli bir aptallık yapamazsın, Gece. Ya evine biri girseydi?”
“Ne gibi? Bahsettiğimiz kişi bir hırsız mı yoksa senin şu kapıda öldürdüklerin mi?” İğneleyici konuştu Gece. Ev hala karanlıktı ve bu Ateş’in işine gelmişti, ikisi de ışıkları yakmadı.
Gece, elinde tuttuğu bir çantayla döndüğünde girişte bekleyen adamı salona geçmesi için uyardı. Ateş, adeta bir çocuk çekingenliği ile salona girdiğinde masada duran salep, açık bir cam ve içeriye süzülen sokak lambası ışığı ile karşılaştı. Gece, gerçekten de isminin anlamını çok iyi taşıyordu.
Ateş, kadının da onu yöneltmesiyle beraber koltuğa oturdu. Yaslanmadı veya rahat etmedi, llöbir misafir nidasıyla kendini en rahatsız edeceği şekilde; koltuğun ucuna oturdu. Hemen yanına ise siyah saçları topuzundan fırlamış kadın oturdu. Ateş, kadının üzerindeki şort ve tişörte baktı, onlar da siyahtı.
“Omzunu aç.” dedi Gece Ateş’e bakmaya devam ederken. Adam, kafasındaki şapkayı dahi çıkarmamıştı.
Hırkasının fermuarını açtı, çıkarmaya yeltendiğinde ise dudaklarından acı bir nida döküldü. Gece, canının yandığını anlamıştı. O da adamın hırkasını çıkarmaya yardım ederken elleri birbirlerine sürtündü.
Bu ilkti ve Ateş’in dikkatinden kaçmamıştı. Zamanında, yeğeni hastalandığında Gece’nin elini tutmamıştı fakat şimdi de geri çekmiyordu. O bu denli düşüncelerde kaybolurken Gece ayaklanıp hırkayı çıkarmaya devam etti.
Kadın, uzun kollu ve dar olan siyah bir tişörtle karşılaştığında durdu. Omzuna yaka kısmından ulaşamazdı şayet bu tişörtün yırtılması demekti:
Ateş, karanlık dahi olsa karşısındaki kadının yeşil gözlerini seçebiliyordu. Camdan yansıyan sarı ışık yeşillerinde kaybolmuş sarıları ortaya çıkartıyordu.
Doktorunun dediğini yaptı Ateş, tişörtünü çıkarmak için kollarını kaldırdı fakat çıkarması uzun sürdü; az önceki kurşun omzunu sıyırmıştı.
Gece, karşısında acı çeken adama bir kez daha yardım etti. Kaldırmış olduğu kollarındaki tişörtü yukarı doğru çekti, elinde kalan tişörtü kenara koydu. Ne kendisinin ne de Ateş’İn beklediği bir şey yaptı, elini adamın kafasındaki şapkaya doğru uzattı ve şapkayı da çıkardı. Ateş’te görmeye alışık olduğu kumral saçlarla karşılaştı. Ateş, Gece’nin karşısında kaskatı kesilmişti. Gece ise karşısındaki adama bu haldeyken bakmadan edememişti.
Hızlıca bakışlarını kaçırdı kadın, çantadan uzandığı pamuk ve ilaçla önce yarayı temizledi.
“Ah.” diye tiz bir ses yükseldi Ateş’ten. “Elin mi sert yoksa bilerek mi yapıyorsun anlamadım ama neyse.”
“Elim şu an yumuşak.” dedi Gece her zamanki monoton sesiyle, “Ve canın bu kadar tatlıysa sorduğum sorulara cevap vermen hayrına olur.” dedi Gece ve alevler altında bıraktığı bakışlarla adama baktı:
“Senin burada ne işin var? Kimdi o adamlar?”
“Öncelikle…” dedi Ateş lakin Gece’nin yaraya bastırmasından ötürü bir kez daha derin bir nefes çekti:
“Bana yalan söyleme. Oradan bakıldığında salak bir kadına mı benziyorum?” dedi Gece yarayla ilgilenmeye devam ederken.
“Hayır.” dedi Ateş. Yanı başında ayakta duran kadın omzuyla ilgilenirken o, onun ay vurmuş yüzüne bakıyordu, “Hayır hiç de salak bir kadına benzemiyorsun…” Konuşmaları adeta bir fısıltıdan ibaretti. Ateş, girdiği hipnozdan uyandığında öksürdü:
“Sokakta bir çocuğu kovalıyorlardı. Çocuk çöp topluyordu, ben de yardım ettim kaçmasına.”
“Adamları öldürerek mi!” Sesi normalde göre biraz daha yüksek çıkmıştı Gece’nin ve bunu fark ettiğinde bir kez daha etrafına bakındı, fısıldamaya devam etti:
“Bana yalan söylemeye devam edersen bir yara da ben açacağım.” Kadın, adamın sol göğsüne bir yumruk attı.
Ateş, yumrukla sarsılsa da canının yandığını hissetmedi. Gece de acımadı şayet bu denli bir kas kütlesine zarar verebilmek için bir tırla çarpmak gerekirdi.
Ateş, darbe alan yere baktı. Kalbinin tam üzerindeydi:
“Sanırım orada bir yara çoktan açıldı doktor. Başka bir yer seçmen gerekecek.”
Gece’nin yarayı temizleyen elleri birkaç saniyeliğine duraksadı. Kirpiklerinin altından yanındaki adamın gözlerine örtmeye çalıştığı bir şaşkınlıkla baktı. Daha on saniye olmadan kendisini toparlamıştı:
“Konuyu değiştirmeye çalışma, Ateş Karal.”
“Doğruyu söylüyorum ve seni inandırmam için ne gerekiyor bilemiyorum, Gece Yaman.”
Gece, aldığı bandajı adamın koluna sarmaya başlamıştı. Sırtından geçirmesi gerektiği için Ateş’in göğsüne yanaşmak zorunda kalmıştı. Aynı soğukkanlılık ile bandajı adamın sırtından dolaştırdı. Gece, ayakta olduğu için karın kısmı adamın kalbinin üstündeydi ve bir doktor olarak hızlıca çarpan kalbini hissetmemesi imkansızdı.
“Madem öyle, bu saatte burada ne işin var?” diye sordu Gece, bir başını sol omzuna eğmiş; meydan okuyan bakışlarla adama bakmaya başlamıştı.
Aynı şekilde adam da başını yana eğmiş ona bakıyordu:
“Beni evine sen davet ettin.” Gülümsedi Ateş, yakalanmamış olması gerekiyordu lakin o buradaydı işte.
“Ondan bahsetmediğimi iyi biliyorsun.”
“Adamları tanımıyorum, sadece çocuğa yardım etmek istedim.”
“Peki ya burası? Neden bu sokaktaydın? Hem, sen nasıl bu kadar iyi dövüşüyorsun?”
“Birinci sorunun cevabını veriyorum: Meyvelerimi satın aldığım toptancının manavı alt sokağınızda. İkinci soruya cevap veriyorum: Dövüş sanatlarına merakım vardı ve İtalya’dayken ders aldım.”
Gece, karşısındaki adamın yalan söylediğini düşünse de adeta kendini yalanladı. Ateş, onun aksine rahat bir ifade ile ona bakıyor, düşünmeden konuşuyordu.
“Başka sorunuz?” diye gülümsedi Ateş.
Gece, konuşmadı. ‘O adamlar binaya girmek üzereydi’ demek istedi fakat sustu. Bunun, herhangi bir fayda etmeyeceğini biliyordu. Aslında Gece yeni tanıştığı kimseye kolay kolay güvenmezdi fakat Ateş’e güvenmeyi seçti. Hata yapıp yapmadığını ise zaman gösterecekti.
İkisi de sükunetle bakışmaya devam ederken dışarıdan ard arda patlama sesleri yükseldi. İkisinin de gözleri sarı ışığın süzüldüğü pencereye döndü; saat gece yarısını gösteriyordu.
“Mutlu yıllar, Gece Yaman.” dedi Ateş, pencereye doğru bakan kadına bakıyordu. Gözleri bir süre sonra yeniden buluştu, ikisi de konuşmadı.
“Pansuman için sağol.” dedi Ateş, tişörtünü de giydikten sonra ayaklanmıştı lakin evin sessizliği yeniden dikkatini çekti:
“Arkadaşım sevgilisi ile buluştu. Yalnız olmak genelde işime gelir.”
Ateş, gitmek üzereyken kapıya bakakaldı. İçinden kendine okkalı küfürler savurdu lakin yalnız olan seçeneğe yeniden ve isteyerek bastı:
“O zaman yeni yıla tek girme.” dedi ve salonun ortasında duran kadına yanaştı:
“Müsaden var mı?” diye sordu Ateş. Gece ise ona merakla bakarken baş sallamakla yetindi.
Ateş, mutfağı hızlıca buldu. Işığı açmaya yeltendiğinde Gece onu durdurdu:
“Led ışığı aç, öbürü çok aydınlık oluyor.” Ateş, kadının dediğini yaptı ve ışığı açtı. Dolaplara bakınmaya başladığında Gece onu kapı pervazına yaslanmış izliyordu.
Ateş, aradığını bulmuş olacaktı ki bardaklara yöneldi ve her zaman alışık olduğu şeyi yapmaya başladı.
On beş dakika sonra elinde tuttuğu bir bardağı Gece’ye uzattı Ateş:
“Senin salebin soğumuştu. Bir de benimkini dene, belki kahvem kadar seversin.” Gülümsedi Ateş, o sırada kendi bardağından bir yudum aldı.
“Beğenirsem, bu sefer verir misin tarifini?” dedi Gece yüzünde meydan okuyan bir bakışla, vermeyeceğini çok iyi biliyordu oysa.
“Maalesef.” dedi Ateş, yine yüzünde silinmeyen kocaman bir gülümseme vardı.
Gece, saçlarını açmıştı. Yaslandığı pervazdan uzaklaştı ve yeniden salona döndü. Hemen arkasında ise Ateş vardı. İkisi de yan yana duran koltuklara ayrı ayrı oturmuştu.
Gece, koltuğa oturup aynı onun gibi kafasını geri yaslamış, tavanı izleyen adama baktı:
“Gerçekten yalnız olduğumu düşündüğün için mi buradasın şu an?”
“Bu kötü bir şey mi? Bana iyi geliyor.”
“Ben de yalnızım, Gece. Ve bana iyi gelmiyor.” Tekrardan kadının gözlerine baktı, “O zaman sen benim için yanımda dur. Olmaz mı? Sanki, sen benim için gelmişsin gibi davransak, olmaz mı?” dedi kısık bir ses ile.
Gece, adama bakmaya devam etti. Ateş, tıpkı Gece gibi kafasını koltuğa yaslamış tavanı izliyordu. Çok geçmeden Gece de kafasını koltuğa yasladı ve onunla aynı tavanı izlemeye devam etti.
Az önce yine aynı beyaz tavana bakıyordu fakat şimdi yanında Ateş vardı. Ve belki de geceleri yalnız olmamak o kadar da kötü değildi.
“Hayatım gittikçe tuhaflaşıyor.” dedi Gece. “Sanki az önce kapımda üç adam ölmemiş gibi burada oturmuş salep içiyorum, hem de bir katille.”
“Onları öldürmedim, Gece. Bayılttım.”
“İçime su serptin, Ateş. Çok sağol.” İkisi de tavana bakmaya devam ederken gülümsedi.
“Genelde yakmayı tercih ederim, su serpmek pek işim değil.” dedi Ateş gülümsemeye devam ederken.
İkisi de karanlık üstlerine çökmeye devam ederken sessizliği sürdürdü. Gece, ilk defa fark etmeden de olsa karanlığına birini kabul etti.
“Hep karanlıkta oturmayı mı tercih edersin?” dedi Ateş, hala beyaz tavana bakıyordu lakin gördükleri farklıydı. Gece yanındayken adeta her yer içinde kaybolduğu yemyeşil bir ormandı.
“Karanlık bana iyi hissettiriyor.” diye mırıldandı Gece. “Işıkları çok sevmem. Sadece yıldızlar.”
“İsmini koyan kişi tam tutturmuş desene.” dedi Ateş, salebinden bir yudum daha içti.
Gülümsedi Gece lakin bu buruk bir gülümsemeydi. İkisi de ayrı koltukta otururken tavana bakıyorlardı; Birbirlerinin yüzlerini görmediler.
“İsmimi ben koydum, Ateş.” dedi Gece.
Ateş, şaşırmıştı. Kafasını kaldırıp hemen çaprazında oturan kadına baktı fakat konuşmadı.
“Sence bir gün…Işıkları da sever misin?” diye sordu Ateş.
“Bilmem. Sanmıyorum, gözümü alan şeyleri sevmem. Güneş gözlüğümü her daim yanımda taşırım.”
“Peki ya sen? Sen sever misin karanlığı?”
“Karanlığı değil, geceleri severim. Karanlıkta yıldızlar olmaz, ay çıkmaz, etraf görünmez…Ama hiçbir zaman geceye ait olmadım.” dedi Ateş.
Bu sefer ona bakan kişi Gece idi.
İkisi de bir süre sustu. Sessizliği bozan yeniden Ateş oldu:
“Sence, bir gün sever misin ışığı?”
Gülümsedi Gece, “Aynı soruyu az önce sordun ya.”
“Belki de bir cevaba ihtiyacım vardır.”
Gece, tavana bakmaya devam etti:
“Ben sevsem de karanlığım ışığı sömürür, patlatır, yaşatmaz. Geceler dayanıksızlara göre değil, Ateş. Ve her ışık günün sonunda sönmeye mahkumdur. Geceler ise baki.”
“Belki ben senin karanlığında yaşarım.” dedi Ateş, kadının yeşil bakışları yeniden onunkileri bulmuştu, “Bir ateş parçası olarak.”
“Kim bilir, belki de sönmem. Belki, karanlığına hapsettiğin tek ışık olurum. Yıldızlar görünmediğinde bile gece yanmaya devam eden, o sönmeyen ateş olurum. Işığım ikimize de yeter.”
“Geceleri soğuk olur Ateş, yine söndürürüm.”
Bir yudum daha içti Ateş, “Belki de sandığının aksine ısıtırım, Gece. Belki de ben güçlü bir yangın olur çıkarım. Senin karanlık gördüğün her yeri aydınlatırım, belki yıldızları bile görürsün.”
“Ben sevsem de ışıklar beni sevmez. Benim yangınlarım dahi karanlıktır.”
“O zaman sen ışıkları yeniden sevene kadar ben de minik bir alev olarak kalırım.” Yeniden kadına baktı, hala tavanı izliyordu, “Yeter ki isteyerek söndürmeye kalkma. Ben her türlü yanarım.”
Tekrar tavana döndü bakışları. Çok geçmeden çalan telefonunu fark etti Ateş, Gece’ye baktığında uyumuş olduğunu gördü. Yanda duran battaniyeyi kadının üzerine örttü, elindeki bardağı masaya bıraktı. Son kez baktı kuzgun siyah saçlarına.
“Yansı’yı birazdan evine götüreceğim, hallettin mi adamları?”
“Hallettim. Üç kişi vardı. Buraya gözcü yerine bir koruma ekibi de koymak lazım.” Ateş , konuşmaya dalarak sessizce evden ayrıldı. Postallarının oluşturduğu lekeyi de sildikten sonra evden hiçbir iz bırakmadan ayrıldı. Koltukta unuttuğu hırkası ise dalgınlığının Gece’ye bıraktığı bir anı olarak koltuğun kenarında kaldı.
“Sen neredesin?” diye sordu Oğuz.
“Restorandaydım, eve geçiyorum.”
“Kız iyi değil mi? Kontrol etseydin keşke ama seni tanırdı.” dedi Oğuz her şeyden habersiz.
“Ben…İyiydi. Kız iyiydi, sıkıntı yok.”
Telefonu kapattı, alt sokağa park ettiği arabasına bindi ve tıpkı Gece gibi her gün bir şöminenin başında, karanlıkta oturduğu evine doğru sürmeye başladı.
“Alo? Aybüke?” dedi Ateş. Arabada yükselen kadın sesiyle rahatladı:
“Ben iyiyim. Yansı Akar ve Gece Yaman’ın evinin önünde adamlar vardı, kimlik belirtmeden bayılttım. Öldürmem dikkat çekerdi. Oraya bir ekip koyalım derim.”
“Demek sonunda vakti geldi… Tamamdır Ateş, ben ilgileniyorum. Kimse görmedi değil mi seni?”
“Ateş?” diye yokladı Aybüke. O sırada o her zamanki gibi merkezdeydi.
“Peki.” dedi Aybüke, telefonu kapattı. Derin bir nefes aldı, içi acıdı çünkü bu sahne ona çok tanıdık geldi. Aybüke, Ateş ile konuşurken sokağa ait kameraları izliyordu. Silmek için açtığı kameralar ona gerçeği sunmuştu.
Aybüke, Ateş’in yalan söyleyeceğini biliyordu; sanılanın aksine nedenini de biliyordu, Ateş kendine daha itiraf edememiş olsa bile olan bitenin farkındaydı Aybüke.
Ateş, aşık olmaması gereken bir kadına aşık olmuştu. Ve bu, Aybüke için çok tanıdık bir duyguydu. Bu masalın çok benzerini, o daha önce yazmıştı. Yazdığı sayfalar ise kocaman bir yangınla kül olmuştu.
🔥🌙🥀
Daha bir çocukken, her dilek dilediğimde o gece aya bakardım. Kabul olmayan dileklerimi bir dolunayda dilediysem bir başka dolunayda o dileğin bana geri döneceğini düşünürdüm. 2011’in son gecesinde de gökyüzündeki dolunaya bakmış ve Oğuz’un beni tekrardan bulmasını dilemiştim. Başka dolunaylarda başka dilekler dönmesin diye de aya bakarak bir daha hiç dilek tutmamıştım: çünkü ondan sonraki her dolunayda Oğuz’u beklemiştim.
Ve biz, artık resmi olarak bir çifttik.
“Aşkım bundan da ye, burası çok güzel yapıyor.” Önümdeki reçeli ekmeğe sürüp ona uzattığımda ağzını açmış, tek seferde parçayı ağzına tıkmıştı.
Beraber çok zaman geçiremiyorduk o nedenle bu sabah kahvaltıyı dışarıda yapmaya karar vermiştik.
“Ruj lekelerinin acısını çıkarmadım diye unuttum sanma, Dilbeste Akar.” dedi Oğuz. Güldüm. Geçenlerde, beraber uzanmış film seyrederken gitmesi gerektiğini söylemişti. İçimden gelen çocuksu bir dürtüyle o an rujumu tazeleyip boynundan öpmüştüm. Görenler olaylı bir gece geçirdi sanabilirdi lakin aslında sadece film izlemiştik.
“Fark ettiğin anı görmeyi ne kadar isterdim bir bilsen.” Kahkaha attım, o sırada çatalıma aldığım peyniri de onun ağzına tıktım. Biz gülüşmeye devam ederken Oğuz’un odaklandığı yere döndüm, kafede açık olan televizyondaki haberi dinliyordu. Ben bu haberi çoktan arkadaşlarımdan duymuştum.
Doğu illerinde tarımdan olduğu düşünülen bir salgın vardı ve bütün hastaneler dolmuştu. Görevimi doğuda yaptığım için orada arkadaşlarım vardı ve bana durumun ne kadar kötü olduğunu anlatırken neredeyse ağlamak üzereydi birçoğu.
“Allah yardımcıları olsun, gerçekten çok kötü bir durum. İnsanların tarımdan bile böyle zehirlenmesi… Şaka gibi.” dedim hastane görüntülerini izlemeye devam ederken. Oğuz’un kaşları çatılmıştı.
“Sen biliyor muydun güzelim?” diye sordu.
“Maalesef. Görevimi beraber yaptığım bazı arkadaşlarım oradaydı, onlar anlattı. Gençler ve orta yaş yine bir şekilde atlatabiliyormuş ama yaşlılara bakamıyorlarmış bile. Öncelik sırasına koymak zorunda kalmışlar insanları. Doktor eksiği olursa biz de gideceğiz Gece ile.”
Oğuz, telefonuna gelen birkaç bildirime baktı ve zoraki de olsa gülümsemeye çalıştı. O mesajlarına bakarken ben de haberlerdeki görüntülere bakmaya devam ettim. O sırada telefonum çaldı:
“Yansı hocam, acil hastanız var.”
“Hemen geliyorum.” dedim ve yerimden kalktım. Oğuz’a döndüm ve, “Sevgilim, acil hasta. Hemen gitmem lazım. Özür dilerim.” dedim. İki yanağına da birer öpücük kondurdum ve oradan uzaklaştım. Hastane yakındı bu nedenle hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Acil’in kapısından girdiğimde çantamı bir hemşireye verdim ve elime eldivenlerimi giydim:
“Hasta nerede?” diye sordum aceleyle. Tanımadığım erkek bir hemşire bana yolu gösterirken müşahede odalarından birine girdim lakin beklediğim manzara asla bu değildi.
Odanın ortasında bacak bacak üstüne atmış olan takım elbiseli bir adam ve etrafında başka takım elbiseliler…
“Hoşgeldiniz, doktor hanım. Yok, yok…Doğru oda, doğru hasta.”
Etrafıma öyle anlamsız bakışlar atıyordum ki…
“Acil hasta, siz misiniz?” diye sordum. Adam, oturduğu yerden kalktı ve bana doğru geldi. Yaşlı denemezdi lakin kırkı geçtiği kesindi. Sıkmam için elini uzattığında adını söyledi:
“Ben Tanju Coleman. Sizinle, kalp cihaz tedaviniz için konuşmaya geldim.”
Adama, aklımdaki soru işaretleriyle bakmaya devam ettim. İçimde genelde yanılmayan o ses bu adamın normal bir yatırımcı veya hasta olmadığını söylüyordu.
🩺🫣♟️
“Başta Malatya, Elazığ ve Bingöl olmak üzere doğu illerimiz sarsıcı bir salgınla karşı karşıya. Uzmanlar, bunun…”
Elindeki kumandayı masaya fırlattı Mustafa. Yanında Anka Timi, önünde ise televizyonla haberlere bakıyordu. Tabi ki haberler yine olayı gerçeğiyle anlatmıyordu lakin bu, toplumun olayları nasıl öğrendiğini görmek için belki de tek yoldu:
“Kansız itler! Harekete geçtiler artık, ben de ne zaman çıkarlar b”k çukurlarından diyordum!”
Mustafa Başkan sinirle savurduğu sandalyesinin başından tutmuş, burnundan soluyordu. Yanı başında duran operasyon lideri Aybüke ise gelecek olan emri bekliyordu. Odanın diğer kalanını ise Anka Timi üyeleri doldurmuştu.
“Şirket içindeki ajanımız yazılımı denemek amacıyla bu şekilde bir test uyguladıklarını söyledi. Coğrafyaya göre tarım, su, hayvancılık, kumaş gibi birçok yoldan salgına sebep olmuşlar. Baloyu beklememişler.”
“O zaman balo yazılımın teslimatının yapılacağı yer.” dedi Mustafa.
“Evet, başkanım. Biz de sizinle aynı fikirdeyiz. Baloya katılım gösteriyor olacağız fakat Yusuf Alastan’ı almayacağız.”
Mustafa, şaşırmış bir ifadeyle Aybüke’ye döndü:
“Onun planı farklı, başkanım. En yakın müsaitliğinizde anlatabilirim.” diye ekledi genç başkan.
Baş sallamakla yetindi Mustafa. Az önce sesini kıstığı televizyona bakmaya devam etti. Salgın her neydi ise yaşlılar için neredeyse yüzde doksan dokuz oranında ölümcüldü. Dolan taşan hastaneler yüzünden hasta bakım sırası bile yapılmak zorunda kalınmıştı.
“Hem halk, hem de toprak ölüyor!” diye yeniden bağırdı Mustafa.
O sırada otomatik olan kapı açıldı, gelen kişi Oğuz’du ve elinde bir kutu tutuyordu. Toplantı masasının ortasına yerleştirdi ve açtı, içerisinde adeta mekanik kolları olan minik bir robot vardı.
“Bu, yazılımın ürünü, başkanım. Bir soğan köküne benziyor, aynı şekilde toprak altına giriyor ve kök şeklindeki kolları sayesinde birçok alana yayılabiliyor. Uzaktan gelen komutlar doğrultusunda madde salgılıyor. Bu kollarının içinde fiber kablo kalınlığında başka kolları var, adeta kök salmasını sağlıyor.” diye açıkladı Oğuz. Az önce bu teslimatı Alastan’ın şirketine yerleştirdikleri ajandan almıştı.
“Planınız nedir Aybüke?” diye sordu Mustafa. Herkes, masanın etrafında yerini alırken Aybüke, odaya taşıttığı zihin haritasının yanına geçmişti:
“Yusuf Alastan’dan önce partide kaçıracağımız kişi alışverişi yapan kişi olacak. Ondan elde ettiğimiz bilgiler kurula doğru giden yolda işimize yarayacaktır. Plan sarkmaz veya bozulmaz ise de balodan iki gün sonra gerçekleşecek olan partide Yusuf Alastan’ı alacağız.”
Aybüke’nin balodan sonra gerçekleşecek dediği parti Atlas’ın doğum gününden başka bir gün değildi. Atlas, kendi ailesinin ellerine bizzat kendi doğum gününde kelepçeleri takacaktı.
“Peki ondan sonra? Alastan’ı aldın, Kurul’un tedbiri arttırmayacağını mı sanıyorsun?” diye konuştu Mustafa.
“Hayır başkanım, tabi ki de öyle sanmıyorum.” dedi Aybüke, az önce haritayı ters çevirdi ve fotoğraflarla bezeli bir başka harita ortaya çıktı:
“Her şey normal düzeninde olmaya devam edecek çünkü kimse Yusuf Alastan’ın nasıl öldüğünü bilmeyecek.”
Panoda asılı olan resimlere baktı Anka Timi ve Mustafa. Çağatay, son iki haftadır sosyal medyayı sahte bir hastalıkla uyutuyordu. Herkes, Yusuf Alastan’ın hasta olduğunu ve bunu gizlediğini düşünüyordu. Böyle olması gerekiyordu ki ani ölümü gürültü çıkarmasın.
“Onu öldürecek misin?” diye sordu Mustafa. Karşısındaki kadının potansiyelini biliyor, zihninde kurduğu planları hep merakla dinliyordu.
“Eğer gerekiyorsa evet, başkanım. Ölür fakat onu öldüren ben olmam.” diye cevapladı Aybüke. İki liderin gözünün önünden aynı mazi bir film şeridi gibi geçti.
“Kurdukları sistemin adı Yakut. Az önce Oğuz’un da bahsettiği gibi uzaktan aktive ediliyor. Herhangi bir saldırının önüne geçmek için sistemi yerleştirilen yerden sökmek, yazılıma ulaşmaktan daha kolay görünüyor. Analistlerimiz, sistemin güvenlik protokollerini kırmak ve incelemek adına çalışmalara başladılar fakat başarısızlık faktörünü de göz önüne almamız gerekiyor. Bu nedenle ilk önce işin lojistik kısmına odaklanacağız. Bu kısmı Çağatay ve ana merkezdeki ekiplerimize bıraktık. Bugün asıl meselemiz balo.” dedi Aybüke. O da Oğuz’un getirdiği kutuya benzeyen bir başka kutu çıkardı. Kapağını açtığında gösterdiği şey özel olarak tasarlanmış bir maske ve hap kutusuydu.
“Bu maskeler Atlas’ın bizlere getirdiği maske örneği ile birebir olarak tasarlandı. Atlas’ın kutusunda bir hap vardı, hala ne için olduklarını bilmiyoruz ve fakat onları da çoğalttırdık. Baloda görevli olan personelimiz bu maskeleri takacaklar.”
“Bunlar niye takık bu maske işine bu kadar?” diye sordu Ali odanın bir ucundan.
“Ateş’in etkinliklerine de maskesiz katılım göstermiyorlar.” dedi Oğuz oturduğu yerden.
“Kimlik sıkıntısıdır, başka ne olacak.” diye mırıldandı Mustafa, sert bakışları yeniden Aybüke’yi buldu.
“Baloda bütün ekip mi olacaksınız?” diye sordu Mustafa, “Ne planladın?”
“Ben, Oğuz, Hakan, Ethem ve Aylin baloda görev alıyor olacağız. Atlas, orada Coleman kimliği ile hareket ediyor olacak. Herhangi bir terslik söz konusu olmadığı müddetçe pasif olacak.” dedi Aybüke. O bakmadı fakat oturduğu yerden onu izleyen yeşil gözlerin varlığını hissetti. Mustafa başkan ayaklandığında bütün oda ayağa kalkmış, selam vermişti. Herkes ikinci bir emre kadar odayı boşaltırken Aybüke’nin kahverengi gözleri telefonuna bakan Atlas’ı buldu.
Toplantı odasını herkes boşaltmış, yalnız dosyalarını toplayan Aybüke ve diğer bir yanda el çantasını dolduran Atlas kalmıştı.
“Efendim anne?” diye bir ses yükseldi Atlas’tan. “Evet, okuldayım ama çıkyorum. Hmhm, evet. Neden? Tamam, geliyorum.” Atlas telefonu kapattı ve ona bakmayan lakin onu dinlediğine adım gibi olan kadına döndü:
“Annem kıyafet bakmak için çağırdı.” dedi Atlas telefonunu gösterirken. O sırada belgeleri dosyaya sıkıştırmaya devam eden kadın ona bakmadı:
“Bana her şeyinizi söylemeniz gerekmiyor, Atlas bey. Yalnızca gerekli detayları söylemeniz yeterli olacaktır.” dedi Aybüke ve odadan çıktı.
Atlas, odada tek kaldığında şaşkınlıkla kadının ardından baktı, sebepsizce güldü:
“Diyene bak sen. Sonra beni Dilruba’dan bile kıskanırken iyi. Öyle olsun Aybüke başkan, bunun da üstesinden geliriz evelallah.”2
♟️🖤💔
İstanbul’a vuran kar, belki de son beş yılın en güzeliydi. Arada açan güneş korkutsa da hemen ardından daha güçlü bir fırtına esiyordu dışarıda. Ara sokaklar ve evlerin kiremitten yapılma çatıları beyaza boyanırken Eleanor’un kahverengi saçlarına aklar düşüyordu. Telefonunun kamerasına gülerek bakarken saçlarındaki beyazlıklar aşırı hoşuna gidiyordu.
Eleanor, malikanenin bahçesine çıkmış, karlarla oynarken korumalar hemen ardında onu bekliyordu. İngiltere’de bu denli güvenlik önlemleri yoktu fakat burada içten içe kanatları bağlanmış bir kuş gibi hissediyordu. Amcasının onun iyiliğini istemesinden ötürü ağzını açmıyor, itiraz etmiyordu.
“Eleanor, yavaş ol!” diye bağırdı Sevim oturduğu yerden. Eleanor, adeta bacağına yapışmamış olsaydı onu bu soğuğa asla çıkarmaz, koşuşturmasına müsaade etmezdi fakat istediğini alamadığında çok inatçı bir kız olabiliyordu.
“Karlar çok güzel yağıyor.” dedi Elenor Sevim’in oturduğu kış bahçesine doğru ilerlerken.
“Şanslısınız, küçük hanım. Normalde İstanbul’a çok kar yağmaz.” dedi Sermet, o da o sırada kapalı bahçenin içinde elleri önünde bağlı bir şekilde nöbet tutuyordu.
Eleanor, yağan karlara bakarken gülümsemeyi ihmal etmedi. Alastan malikanesine çok uzun yıllardır böyle tatlı gülüşler uğramamıştı.
“Norveç de harikaymış su sıralar. Arkadaşımın attığı fotoğraflar kartpostal gibiydi. Keşke ben de orada olsaydım.” dedi Eleanor. Yanında oturan ve hiçbir zaman ciddi ifadesini bozmayan Sevim’e döndü:
“Sizce amcam balodan sonra gitmeme izin verir mi Sevim teyzeciğim?”
Sevim, içtiği kahveyi yudumlarken sinirle bağırdı:
“Teyze değil, abla demeni daha kaç kez söylemem gerekiyor, Eleanor! Öğren şunu artık, rica ederim!”
Eleanor’un yüzündeki gülümseme soldu, neşe saçan bakışları yerini korkuya bıraktı. “Özür dilerim efendim.” diyerek hızlıca bahçeden çıktı. Evdeki odasına doğru ilerlerken hazırda bekleyen gözyaşlarını tuttu. O saatten sonra kimse onun bir daha kar oynamaya çıktığını görmedi. Yıllar sonra uğramış olan kahkahalar bir anda yeniden soldu:
“Bu kızdan bir kurtulamadım gitti. Balo da geçtikten sonra artık tahammülüm kalmadı!” dye hayıflandı Sevim. Bahçede yalnızdı fakat ilerden ona doğru gelen abisi sayesinde ayaklandı:
Yusuf, kardeşine otur işareti yaptı ve yanındaki koltuğa oturdu:
“Eleanor’u sevmiyorsun, değil mi?” diye sakince bir soru yöneltti Alastan. Sevim, kelimelerini özenle seçmeye çalışarak konuştu:
“Hayır, seviyorum tabi ki. Sadece… Sadece anlam veremiyorum ağabey. Bu kız niye hala bizimle?”
“Görevi daha bitmedi. Hem, yıllar boyu senin de işini gördü, Sevim. Ona haksızlık etme.”
Sevim aniden sessizleşti, oturduğu koltukta sindi. Abisi haklıydı; Yusuf Alastan kadar Sevim Alastan Coleman da bu kızdan yararlanmıştı.
“Tanışmasını istediğim kişiler var, Sevim. Zamanı geldi.”
Sevim, zamanın gelmesine şaşırmıştı. Bu kız her daim uzakta adeta bir kapana konmuş, korunmuştu. Kıstırıldığı kapana on beş yıl boyunca özgürlük denmişti ve Eleanor, inanmıştı. Oysa gerçek özgürlük bambaşkaydı.
Sevim ve Yusuf oturmaya devam ederken nöbet tutan adamlarından bir başkası ona, elinde bir telefonla yaklaşmaya başladı:
Yusuf, ona doğru uzatılan telefonu hoşnutsuzlukla açtı:
“Artık gerçekten sona yaklaştığımızı düşünmeye başladım, Yusuf Alastan.”
“Ne geveliyorsun sen yine, alnından vurmamı istemiyorsan düzgün konuş.”
Telefonun ardından sinirli bir gülme sesi yükseldi:
“Haberleri görmeyecek kadar bunamış olamazsın.”
“Bülent!” diye adeta kükredi Yusuf. Çok geçmeden etrafındaki adamların korku dolu bakışlarını fark etti, konuşmaya devam etti:
“Ne oluyor, Bülent?”
“Bitti, Yusuf Alastan. Seninle beraber ben de bitiyorum.” dedi Bülent. Tam o sırada önüne getirilen tabletteki habere baktı Yusuf. Bülent ise okuduklarını özetledi:
“İtalya’ya yaptığın teslimatlar patlamış. Polis Özel Harekat baskın düzenlemiş. Lojistiğinin başına koyduğun o Tanju gerizekalısı hepimizi mahvetti! Öldürmek için neyi bekliyorsun hala, anlamıyorum!” diye bağırdı Bülent telefonun ardından.
O sırada haberi okuyan Yusuf Alastan tuttuğu telefonu yere fırlattı. Sevim, olduğu yerde titrerken Yusuf burnundan soluyordu. Gözü dönmüştü. Bütün medya ve sosyete artık onun adıyla çalkalanıyordu. Hem de ilk defa hayır işleri ve başarıları ile değil, kaçakcılıklarıyla…
“Bana o şerefsizi getirin hemen!” diye boğazının el verdiğince bağırdı Yusuf.
Korumalar sırayla kış bahçesinden ayrılırken Sevim de sessizce orayı terk etmeye çalıştı:
“O kocanı korumaktan artık vazgeç, elime geldiği an öldüreceğim Sevim! Bitti, buraya kadardı!”
Sevim, üzerindeki şala sarılmış, korkudan titriyordu. Sessizce başını salladı, abisi ona zarar vermeden bahçeden çıktı.
Raflarda duran bütün saksılar artık parçalanmış bir biçimde yerde duruyordu. Toprak, Alastan’ın ayakları altında eziliyordu.
“Efendim…” diyen adama döndü Yusuf. Sermet, korksa da devam etti:
Yutkundu Sermet:
“Tanju bey yoklar, efendim. İngiltere’ye kalkış yapan ilk uçakla gittiği haberini aldık…”
Kötüye neden bir şey olmaz? İyilerin, ince bir ipte dans etmeye çalıştığı bu dünyada onlar, dümdüz yolda gittiği için mi kötülere bir şey olmazdı? Hayatın adaletsizliğine baş kaldırıp kendi kurdukları adaletleri yetiyor muydu onları korumaya?
Peki ya şimdi? Kimdi kötü olan? Alastan mı yoksa Tanju mu? Yusuf, ‘ben korkmam’ diyerek kanda boğulmuş bir adamken Tanju iyi olan taraf mıydı? Yusuf, ona güvenmişti. O, kötü bir adamdı fakat güvenmeyi biliyordu. Belki de yaptığı en büyük hatalardan biri güvenmeyi unutmamış olmasıydı.
İnsan, istemese de güveniyordu işte. İstemsiz olan, güçsüz kılan, çaresiz bırakan ve belki de en çok yaralayan şeyin adı güvendi. Grisi yoktu bu duygunun: Ya siyahtı ya beyaz.
Eleanor, makyaj aynasının karşısında akan yaşlarını silmeye çalışırken bir yandan süzülen karlara bakıyordu. Camına konmuş olan bir güvercine heyecanla ilerledi fakat güvercin çıkan yüksek sesle korktu; uçtu, uçtu…Bir ses daha yükseldi. Eleanor’un cam önünde sevdiği güvercin vuruldu. Beyaz güvercin kendi kanına bulanmışken bir kar tepeciğinin üzerine düştü. O gün o evde iki el silah patladı: Biri bir adamı, bir diğeri ise masumiyeti öldürdü.
🥀♟️🕊️
“Ne düşünüyorsun böyle kara kara?” diye sordu Oğuz, karşısındaki boy aynasından siyah gömleğinin yakalarını düzeltmekle meşguldu. Ateş’in restoranında, arkadaşının neredeyse hiç kullanmadığı ofisinde gömleğini değiştiriyordu.
Ateş, şef önlüğü hala üzerindeyken bir koltuğa uzanmış beyaz tavanına bakmakla meşguldu. Artık her gün altında gezindiği beyaz tavanlar ona aynı gelmiyordu.
Ateş’ten bağımsız olan Oğuz ise keyifle açık kumral saçlarını taramakla meşguldu. Koltukta uzanan arkadaşına döndü:
“Nasılım?” İki elini yana açmış Ateş’e bakıyordu. Oğuz’un aksine Ateş, ne dağılmış olan saçlarını ne de yakası açılmış olan formasını düzeltmişti.
“Manitan mı geliyor?” diye sordu, uyanmak adına yüzünü sıvazladı.
“Hayır, senin için hazırlandım.” dedi Oğuz, arkadaşının yorgunluğu aklına da vurmuştu anlaşılan.
“İyi olmuşsun ama maalesef, kumral tercih etmiyorum.” dedi Ateş yerinden kalkarken. O da en az Oğuz kadar uzundu, hatta Oğuz’u beş santim ile geçiyordu. Sabahtan akşama kadar dur durak bilmeden çalışmıştı. Bugün günlerden cumaydı, bu da özel bir gece anlamına geliyordu. Kızları da davet etmiş, isimlerine rezervasyon yaptırmıştı fakat hiçbiri şu ana kadar yapılmış olan gecelere katılamamıştı. Ateş, yine de isimlerini yazdırmaktan vazgeçmemişti.1
Bu tür gecelerin bir diğer özelliği ise Alastan ve çevresindekilerin zevklerine hizmet ediyor olmasıydı. Ateş’in düzenlediği bu geceler adeta onları yakınlarına çekmek için hazırlanan yemlerdi.
Ateş, saçlarını karıştırıp kapıya doğru ilerlerken arkasından sırıtan Oğuz mırıldandı:
“Sen daha kuzgun siyah seviyorsun tabi.”
“Efendim?” dedi Ateş, yanındaki adamın ne mırıldandığını duyamamıştı.
“Bir şey demedim. Sen hazırlanmayacak mısın?” diye sordu Oğuz, bu sefer gömleğinin kollarını düzeltmekle meşguldu. Sevgilisi Yansı ilk defa müsait olacaktı, bu şansı kaçıramazdı. Cuma günleri görevli olan ekibin içinde Oğuz yoktu, bu nedenle bu saatlerde o da bir görevi olmadığı sürece boştu.
Ateş ise akşam saatleri restoranda kalmayı tercih etmez, mutfağı cuma günleri için ayarlanan ekibe bırakır ve giderdi. Büyük bir kalabalığa ev sahipliği yapan restoranın kapısı da gelen sporcu, ünlü ve sosyeteyi çekmek için dizilirdi. Bundan mütevellit erkenden arka kapıdan çıkardı.
“Size iyi eğlenceler, ben kaçacağım.” dedi Ateş, son hazırlıkları kontrol etmek için mutfağa girdi. O sırada odada kalan Oğuz biriciğini, canım dediği sevgilisini aradı:
“Güzelim?” dedi Oğuz. Yansı’nın hızlı nefes alışları kulağını doldurdu, “İyi misin?”
“Çantamı hastanede unuttum, oraya koşuyorum aşkım. Birazdan geleceğiz Haziran’la.”
“Peki güzelim, ben geldim. Bekliyorum.”
Telefon kapandı, Oğuz saçını başını son bir kez daha kontrol etti.
“Hiçbir eksik istemiyorum millet! Hazır mısınız!” Ateş, mutfakta son kontrolleri yaparken elleri arkasında geziyor, yeri geldiğinde bağırıyordu. Restoran bir saat önce tamamen boşaltılmış, dekorlar yerleştirilmişti. Dans için açılan alan süslenmiş, masalar koktely masası şekline getirilmişti. Bugün restoran kırmızı, siyah ve altın rengine bürünmüştü. Meksika gibi renkli latin kültürünün aksine bu gece havada daha ağır bir latin dokusu işlenecekti.
Sahnede oturan müzisyenler çello ve keman ağırlıklı besteler çalarken garsonlar masalardaki son eksiklikleri gidermek ile meşguldu. Ve tabi, kapının yanına isteyen davetliler için üç farklı renkte ve süste maskeler hazırlanmıştı. Çünkü Alastan ve çevresi, kimliklerini gizleyebildikleri yerleri tercih ediyordu.
Ateş, boş mekanda gezinmeye devam ederken misafirler için hazırlanmış olan maskelerden siyah olanı eline aldı: Zarif tüyleri olan, ince dokumalı simsiyah bir maskeydi. Diğer maskelere nazaran daha ağırbaşlı bir yapısı lakin bir o kadar da ayrı bir zarifliği vardı. Elinde tuttuğu maskeye bakmaya devam ederken iç sesine engel olamadı. Girişte bekleyen garsonlara seslendi:
“Bu maskeyi kimseye vermeyin, kenara ayırın.” dedi ve elinde tuttuğu maskeyi kadına uzattı. Arkasını dönüp gitmeye yeltendi lakin susturamadığı düşünceler yine engeli olmuş, onu durdurmuştu. Derin bir nefes verdi Ateş, gözlerini yumdu ve kendine söveceğini bilerek tekrar resepsiyonda duran kadına doğru ilerledi:
“Maskeyi yalnızca bir kişiye verin, eğer gelirse tabi.”
“Tabi şefim, ismi nedir? Yine aynı kişi mi?”
“Ya da boşver…” dedi Ateş, içten içe kendisine ve durmak bilmeyen zihnine bir küfür daha savurdu. “Gelmeyecek zaten.”
Resepsiyonda duran kadın şaşkınlıkla şefinden gelecek olan talimatı bekledi. O sırada düşünceleriyle bir kavgaya girişmiş olan Ateş Karal kendini toparlamaya çalıştı:
“Gece… Gece Yaman. Eğer gelirse bu maskeyi ona verin.”
“Bugün de gelmez ise ne yapalım şefim?”
Biraz daha düşündü Ateş, kadının elindeki maskeye bakarken gülümsemeden edemedi. “Diğer maskeler gibi onu da ofisime bırakın.”
Çok geçmeden kapılar misafirler için açılmış, servislere başlanmıştı. Saat, akşam dokuzu gösterdiğinde kalabalıklaşmaya başlayan mekanın yıldızlar geçitinden bir farkı yoktu.
Oğuz, yakasına yerleştirdiği kırmızı bir gül ile bekliyordu. Kokteyl masalarından birisine yaslanmış, arka planda çalınan tango müziğinin keyfini çıkartıyordu. Ateş, daha gitmemişti. Alastan mekana girene dek de gitmeyecekti. O, Oğuz’un aksine ofisinde yalnız başına içkisini yudumlamakla meşguldü.
Oğuz, kapıdan içeriye giren kırmızı elbiseli bir kadını gördü: Yansı’sı gelmişti sonunda.
Kadın, arkası dönük bir biçimde ismini söylerken Oğuz ona sessizce yanaştı, belinden sardığı gibi çıplak omzundan bir öpücük aldı:
“Güzelim.” dedi, bir kere daha öptü sevdiğinin omzundan.
“Oğuz.” dedi Yansı. Oğuz, onları masaya doğru ilerletirken sevdiği adama sarıldı. Üzerinde kırmızı, diz altına ulaşan geleneksel latin tarzını yansıtan bir elbise vardı.
“Çok güzelsin.” dedi Oğuz sırıtırken. Sevdiği kadının elinden tutarak onu bir tur döndürdü, elbisesinin etekleri de dönüşüyle beraber havalandıç
“Siz de çok yakışıklısınız, beyefendi.” dedi Yansı. Oğuz, yakasına yerleştirdiği gülü aldı, en sevdiği kahverengi saçlara taktı. İkisi hasret gidermeye devam ederken kan kırmızı maskesiyle barda oturan Haziran bir içki sipariş vermekle meşguldü. Saçları gibi kırmızı olan elbisesinin omuzlarından aşağıya el işi dokumalar iniyordu. Elbisesine işlenen latin motifleri ayrı bir hava katıyordu. Elbisesi, Yansı’nınkine kıyasla çok daha kısaydı ve kalça altında bitiyordu.
Barmene seslendiğinde gördüğü adam şaşırmasına sebep olmuştu:
“Yine sen.” dedi Haziran. Adam konuşmadı fakat tabureye yerleşen bu kadını baştan aşağı süzen gözleri Haziran’ın dikkatinden kaçmadı:
“Ne o? Olmuş muyum güzel?” Haziran, zar zor konuşmaya devam ederken bir bardak dolusu içkiyi kafaya dikmişti.
Barmen, ona bakarken şaşırmadan edemedi. Belki de uzun zaman sonra ilk defa kadınla konuştu:
“Kör kütük sarhoş olup mu geldiniz gerçekten?” dedi Hakan iğneleyici bir tonla. Aynı zamanda diğer müşterilerin siparişleriyle meşguldu. Elinde çevirdiği şişe ve bardaklar bara gelen kızların dikkatini çekmeye yeterken Haziran, sadece bardağının yeniden doldurulmasını istiyordu. Kapanmaya dünden razı olan algısı yok olmak üzereydi.
Herkes, onu sadece sarhoş olmayı seven, düşüncesiz, libidosu yüksek ve zengin bir aile kızı olarak görebilirdi. Evet, herkes onu aynen böyle bilirdi. Kimsenin bilmediği ise bir günde kaç tane evli çifti ayırdığı, kaç çocuğun ağlamaları ile yüzleştiği, her akşam kaç tane aile kavgasına göğüs gerdiğiydi.
Haziran, yoktan bir sebepten boşanma avukatı olmayı seçmemişti.
“Yine hangi evleri yıktın?” diye sordu Hakan durduğu yerden. Bu kız ile her daim uğraşacaktı. Kaşları çatılan Haziran sarhoşluğuna inat düzgün bir cevap vermeye çalışsa da bu pek mümkün değildi:
“O da ne demek be! İsteyerek mi yapıyorum sanıyorsun?”
Hakan, başını iki elinin üzerinde tutan kadına doğru yanaştı ve adeta fısıldadı:
“İsteyerek yapmadın mı? Bir önceki sarhoşluğunda anlattığın hikaye başkaydı oysa.” dedi. Haziran’ın sarhoş bir şekilde bara oturuşu ilk değildi. Fark etmeden de olsa gereğinden fazla şeyi Hakan’a çıtlatmıştı.
“Ben seninle ilk defa tanışıyorum yahu!” diye bağırdı Haziran. Gülen kişi yine Hakan idi:
“Az önce bana ‘yine mi sen’ diye bağırdın.” dedi Hakan sakince.
“Hayır!” diyerek durumuna yakışan bir cevabı -adeta- haykırdı Haziran
“Pekala, öyle olsun. Ama başımı yine seninle şişiremem, başkalarına sar. Keyifli bir gece dilerim, efendim.” Hakan, kadından uzaklaştı ve barın diğer bir tarafına doğru ilerledi. Haziran denen bu kadınla yine başka bir sarhoşluğunda tanışmıştı. Haziran, yine destursuzca sarhoş olduğu bir gece bütün dertlerini karşısındaki bu tanımadığı adama anlatmıştı. Tabi ki bunu çoktan unutmuştu bile.
Hakan, barda pür dikkat işine devam ederken mekana giren müşterileri de sırayla inceliyordu. Görünürde hala hedef aldıkları kimse yoktu.
Pescadores de Perlas çalıyordu arkada. Birkaç çift dans için kalkmış eğlenirken diğer insanlar kahkahalar atıyor, fotoğraf çekiniyor ve özel hazırlanan menünün tadına bakıyorlardı.
Dışarıdan her şey harika görünüyordu.
Ateş, elindeki telefonu masaya fırlattı. Üstünü değiştirmek için ofisine gelmişti. Yine kalabalık bir akşamı terk edecek, kendisini karanlığa ve sessizliğe gömecekti.
Deri ceketini giydi, motorcu kaskını da taktı ve arka kapıdan, kimsenin ruhu bile duymadan, sıvıştı.
O sırada aşk sarhoşu olmuş Oğuz, yanında dalgalı saçlarını sevdiği kadına bakıyordu. Ellerini saçlarına daldırmış, buklelerini okşuyordu. Kafasındaki kırmızı gül rujuna uyum sağlarken, yanakları da tatlı bir pembeye bulanmıştı.
“Bir şey alır mıydınız efendim?” dedi yanlarına gelen genç bir garson. Elinde tuttuğu tepside alkollü alkolsüz içecekler ve tadımlık spesiyaller vardı. Oğuz, gözüne kestirdiği kırmızı içeceğe uzandı ve Yansı’nın önüne koydu. Kıza teşekkür ettikten sonra yanındaki kadına döndü:
“Alkolsüz sevgilim, içebilirsin istersen.” dedi Oğuz.
Yansı gülümsedi ve sevdiği adamın yanağına kırmızı bir buse daha bıraktı. Ruj izini baş parmağı ile temizlemeye çalışırken Oğuz, yanaklarında gezen parmaklara öpücükler bırakmayı ihmal etmedi.
“Çok tatlısın.” dedi Yansı kahkaha atarken.
“Çok güzelsin.” dedi Oğuz, ruj lekesini silmeye çalışan baş parmağa bir öpücük daha kondurdu.
Haziran, oturduğu bardan dans edenleri izliyor, etrafında gülen çiftlere bakıyordu. Hiçbir zaman uzun ilişki insanı olmamıştı, olamamıştı. Onun hikayesi, anne ve babası yüzünden yeni bir sayfa açtırmayacak kadar yara almıştı.
Oğuz, aniden doğruldu ve yakalarını düzellti. Elini havaya kaldırdı ve:
“Bu dansı bana armağan eder misiniz, hanımefendi?” dedi.
Şaşırmıştı Yansı, gülümsemesini durduramazken kaşlarını çatmaya çalıştı fakat pek de başarılı olduğu söylenemezdi:
“Partnerim çok sinirlenecektir, maalesef teklifinizi reddedeceğim yakışıklı bey.”
Oğuz, sırıtışına engel olamazken kadının elini nazikçe kavradı ve vücudunu kendi bedenine yasladı. Aniden çekilen Yansı, şaşırmıştı.
“Partneriniz sorun olmayacaktır, eminim. Öyleyse dahi, siz kendinizi bana bırakın yeter.” dedi Oğuz ve kadını belinden kavrayarak açılmış piste doğru ilerletti. İkisi de maske takmamıştı. Maske takanların sayısı neredeyse takmayanlara denkti. Misafirler, bunun yalnızca konsepte dahil olan bir şey gibi düşünse de gerçekler yanıltıcı olabiliyordu.
Arkada çalan dans müziğinin ritmine uyum sağladı Oğuz ve Yansı, yavaş da olsa dans ettiler. İkisi de anın tadını çıkarmaya çalıştı. Hoş, ikisinin de aklının kurcalanmadığı ve serbest oldukları nadir anlar vardı.
Kalabalık restoranın aksine Ateş Karal, şehrin uzak kesiminde yer alan evine doğru ilerliyordu. Motorunu son sürat sürüyor, yanına denizi de alarak yolculuk yapıyordu. Restoran, motor ile gidildiğince uzak değildi. En fazla yirmi dakikalık bir yolculuk yetiyordu. Ateş, yüksek bir tepede konumlanmış villasına geldiğinde otoparka girdi, kaskını çıkardı. Eve geldiğinde her zamanki gibi odalara karanlık ve sessizlik hakimdi. Camlar, tavandan yere boylu boyunca uzanıyor, denizi ayaklar altına seriyordu. İstanbul gibi bir şehirde belki de çok nadir rastlanacak bir hazineydi burası.
Led ışıklandırmayı açtığında bütün evi saran loş ışık yetiyordu Ateş’e. Amerikan tarzı mutfağında hazırladığı kahvesini eline aldı, üzerini çıkardı ve koltuğuna oturdu. Bütün ışıkları kapattı, devasa bir camın önündeki koltuğunda karanlığa bürünmüş denizi izlemeye daldı. Yaptığı işi ve onu görmek için bile kilometrelerce yol kat eden onca insan varken Ateş Karal aslında buydu: Onca gürültünün içinde yaşamaya çalışan bir dinginlik, hatta belki de umursamazlık.
Kafasını yaslanmış, gözlerini kapatmışken çalan telefonu onu bölmüştü.
“Efendim, Çağla.” dedi Ateş telefona doğru. Arayan kişi, cuma günleri etkinliklerde çalışan görevlilerin takım lideriydi.
“Ateş bey, özür dilerim rahatsız ettim fakat bilmek istersiniz diye düşündüm.” Çağla denen kadın konuşmaya çalışırken arkadan yükselen müziği duymak mümkündü.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu Ateş.
“Yok efendim, her şey tam olması gerektiği gibi. Fakat, geldiler. Bilmek istersiniz diye düşündüm.” Çağla, sesini duyurabilmek adına adeta bağırıyordu.
“Kimler geldi? Ne diyorsun Çağla?” diye sordu Ateş, hiç bir şey anlamamıştı. Gözlerini kapalı tutmaya devam etti:
“Maskelerin sahibi, efendim. İlk defa geldiler, belki bilmek istersiniz diye aramıştım.”
“Ne maskesi Çağla-“ durdu Ateş. Fal taşı misali açılan gözlerine ek oturduğu yerde dikleşti. Düşüncelerine Çağla tercüman oldu:
“Gece Yaman geldiler efendim. Biliyorum, cuma günleri katılmıyorsunuz fakat belki bunu bilmek istersiniz diye…” Çağla konuşmaya devam ederken Ateş’in şaşkınlığı neredeyse algısını kapatmıştı. Gece, ilk defa restorandaydı.
“Tamam, Çağla. Sağol.” Telefonu kapattı, birkaç saniye karşısında uzanan denize baktı. Kol saatinden bir cızıltı yükseldi; kalp ritmi hızlanmıştı. Neydi bu heyecanın sebebi? Bu kadında Ateş’i bu denli çeken ne vardı? Yoksa… hayır, olamazdı. Olmamalıydı.
Yılbaşından sonra neredeyse hiç görüşmemişlerdi. Sadece bir kez restoranda arkadaşlarıyla buluşmuştu Gece, onun dışında ikisi de birbirini görmemişti.
Ensesini sıvazladı, geriye yaslandı. Her zamanki gibi kendisine okkalı bir küfür savurdu. Çok değil, üç dakika sonra giyinme odasında aynasının karşısında buldu kendini.
Restoranın atmosferi saatler ilerledikçe daha da cazip bir hal alıyordu. Gece Yaman, evinde oturuyor, çayını yudumluyor, aynı zamanda bilgisayarından hasta dosyalarına bakıyordu. Sadece iki dakika eline aldığı telefonu adeta çıldırıyordu: Sosyal medya tek bir isim ve tek bir yer ile çalkalanıyordu. Giden bütün ünlüler fotoğraf paylaşımı yapıyor, canlı yayın açıyordu. O ismin adı Ateş Karal’dan başkası değildi.
Telefonundaki görselleri kaydırmaya devam ediyordu Gece, bazı görseller de arkadaşı Yansı’dan gelmişti.
Yansı: Gece, gelmezsen kendimi odama kilitlerim bir hafta da konuşmam. (21.45)
İyi be, gelmezsen gelme. Taşınacağım o evden. (22.13)
Şaka yaptım, kurtulamazsın benden ay parçam:) (22.25)
Arkadaşının ard arda gönderdiği mesajlara bakarken gülümsedi. Haziran ve kendisinin fotoğrafını atmıştı. Sosyal medyada gezinirken onca fotoğrafın içinde görmek istediği simayı yakalayamadı. Popüler bir haber sayfasının hesabına tıkladı, son gönderideki yorumları gözüne kestirdi.
“Ateş şefim, bir görseydik yüzünüzü, gözümüz gönlümüz açılırdı!”
“Ateş Karal etkinliğe yine katılmamış.”
“Ben de bu kadar ünlü olsam kaçardım, baksana ortama çakal sürüsü gibi.”
“Param olsa kapısında yatacağım tek mekan.”2
“Paramla kendimi rezil edeceğim tek restoran.”
“Adı gibi ateş ediyor resmen.”
Gece, okuduğu yorumlar karşısında şaşırmıştı. Restoranın sahibinin bu denli bir etkinliğe katılmaması tuhaftı. Bir an, karşısında duran televizyondan yansımasıyla karşılaştı: Siyah, kemikli gözlükleri, dağınık saçı ve pijama takımıyla rapor okuyordu. Daha önce de bu tür etkinliklere davet almış fakat hiç birine gitmemişti. Bazen işi çıkmıştı, bazen ameliyatı; bazen de sadece canı gitmek istememişti. Ve içten içe onu görmekten kaçınmıştı.
Bir süre düşündü Gece, bilgisayarını kapattı ve odasına doğru ilerledi. Bu tür etkinliklerde boy göstermediği için dolabında uygun bir şey olup olmadığından şüpheliydi fakat giyinmeyi seven bir kadındı.
Dolabını açtı, elbiselerine baktı. Genellikle formal elbiseleri görünürdeydi: Yalnız arka tarafta kalan bir elbisesini gözüne kestirdi.
Her zamanki gibi siyah, saten bir elbiseydi. Fazla cesur bir göğüs ve sırt dekoltesine sahipti, ayak bileklerine kadar uzanan eteğinde derin bir yırtmaç gizlenmişti. Yırtmaç, bilerek açılmadığı müddetçe sıkıntı yaratmazdı. Aynasına döndü, üzerine tuttuğu elbiseye bir kere baktı: Bu denli cesur olmaya gerek var mıydı?2
Belki de vardı. En son ne zaman kendisi için bir şey yapmıştı? Hatırlamadı. Madem böyle bir gece ayağına gelmişti, gidecekti.
Elbiseyi giydi, boy aynasına tekrar ilerledi. Sırtının açıklığı neredeyse bel sokumuna kadar uzanıyor, yapılı sırtını gözler önüne seriyordu. Göğüs dekoltesi de vardı fakat yine yırtmaç gibi daha güvenli bir kesimdi. Saten kumaş, Gece’nin vücudan tam oturmuş, kıvrımlı vücudunu ortaya çıkarmıştı.
Gece, bir an için aynadaki kadını tanıyamadı.
Saçındaki tokaya uzandı, kalçalarına uzanan dalgaları elleriyle düzeltti. Makyaj masasına hızlı bir makyaj yaptı, kan kırmızısı bir ruj sürdü. Belki de çok uzun zaman sonra ilk defa özenerek hazırlandı.
Dolabından sivri uçlu, kırmızı tabanlı stilettolar çıkardı. Tenini açıkta bırakan elbisesinin üzerine siyah bir kürk aldı: Yine siyahtı lakin siyah bir insanın tenini ancak bu denli beyaz gösterebilirdi.
Bu gece, sadece kendisi için eğlenecek, Bülent ya da çevresini sarmış olan kara bulutu düşünmeden tek bir gece geçirecekti.
Arabasına doğru ilerledi, adresini ezberlediği restorana doğru sürmeye başladı.
…
“Ateş neden yok?” diye sordum. Buraya geleli neredeyse bir saat oluyordu ve atmosfer gerçekten de anlatıldığı kadar büyülüydü. Kapıda dizilmiş olan gazeteciler ikide bir fotoğraf yakalıyor, restoranın şefi Ateş Karal’ı soruyorlardı.
“O bu tür gecelere katılmaz. Çok büyük bir şey olması gerekiyor onun burada kalması için.” dedi Oğuz. Onu ilk defa bu kadar havalı ve özenli görüyordum. Her zaman özenli bir adam olmuştu fakat bu gece biraz farklıydı: Siyah gömleği vücuduna tam oturmuş, siyah pantolu ve rugan ayakkabıları onu daha da çekici kılmıştı. Açık kumral saçları dans etmemize rağmen hala düzgündü.
Çalan müziğin ritmine ayak uyduruyor, olduğum yerde salınıyordum. Gözlerim, barda oturan Haziran’ı aradı fakat hiçbir yerde yoktu:
“Ben bir Haziran’a bakayım aşkım.” dedim ve arkadaşıma bakmak için Oğuz’un yanından ayrıldım. İlk geldiğimizde oturduğu bar koltuğu boştu. Etrafın karanlığı işimi zorlaştırsa da bakınmaya devam ettim. Telefonlarımı açmıyor, mesajlarıma bakmıyordu.
“Kızıl saçlı, kırmızı elbiseli bir kadın gördünüz mü? Kırmızı bir maskesi vardı.” diye sordum geçen bir garsona.
“Bilmiyorum efendim ama en son şuradan geçiyordu kendileri.”
İşaret ettiği yöne baktığımda arkası dönük bir adamı gözüme kestirdim. Çok geçmeden en köşede, duvara yaslayıp öptüğü kadını da görmüş oldum.
Yanlarına doğru ilerledim, Haziran burayı Amerika sanıyorsa çok yanılıyordu. İstediğini yapmakta özgür olan bir kadındı fakat onu korumaktan da vazgeçecek değildim.
“Haziran!” diye seslendim, onun duyup beni fark etmesini diledim fakat kör kütük sarhoş olduğuna adım gibi emindim.
“Haziran!” Durduğum mesafeden bakıldığında adam, Haziran’ı hala öpmeye devam ediyordu. Derin bir nefes alıp adamın omzunu parmağımla dürttüm.
“Başlayacağım sizin libidonuza be!” Haziran’ın elini çektim ve kendine gelmesini sağladım. Tahmin ettiğim gibi önünü bile göremiyordu. Adam, benden rahatsızlık duymuş olacaktı ki ters ters baktı. Bana doğrı bir adım atacağı sırada arka sol çaprazımda ne gördü ise durdu, uzaklaştı. Arkama döndüm, sol çaprazımda masaya yaslanmış duran ve beni izleyen bir Oğuz Karaca vardı.
Boşuna düşmüyoruz işte adama kızım, kocan olay!
“Haziran, canım iyi misin? Çok içmişsin yine, en azından algın gitmesin be canım.” Kollarımda duran kadına sarıldım, duvara yasladım. Arada bir gülümsüyor, bir o kadar da sızlanıyordu:
“Ben sebep olmadım Yansı, ben kötü bir insan değilim.” diye sızlanıyordu. Bana tutunmasını sağladım fakat gücüm de bir yere kadardı. Oğuz, uzaktan durumu anlamış olacaktı ki yanı başımda belirdi. Haziran’ı o da kolundan destekledi. Adeta konuşmam için gözlerime bakıyordu:
“Aşkım, ben abisini arayacağım. Dışarı kadar götürelim.”
O da beni onaylamış olacaktı ki Haziran’ı yavaşça ilerletmeye başladık.
“Ben kötü bir insan mıyım Yansı!” diye adeta acıyla inledi.
“Hayır, hayır değilsin. Düşünme bunları.” desem de yeterli değildi. Beni duyamayacak kadar sarhoş olmuştu. Hatta bugün değil, son zamanlarda aşırı sarhoş oluyordu. Her davasından sonra alkollü görüyordum onu.
Telefonumdan abisini aramış, durumu açıklamıştım. Beş dakikaya orada olacağını söylemişti abisi. Kapıda, Oğuz ile birlikte Haziran’ı geçiriyorduk.
“Dikkat et kendine, git dinlen iyice.” dedim arabaya oturmasına yardımcı olurken. O ise çoktan uykuya dalmıştı.
Arkalarından gidişlerini izledim. Tekrar içeri girdiğimizde saat gece yarısını vurmuştu:
“Ne kadar devam ediyor etkinlik?” diye sordum, Oğuz’un koluna sarıldım ve kendimi müziğin ritmine bıraktım.
“Sabah üçü buluyor.” diye cevapladı beni, o sırada o da bana sarılmış, kafasını boynuma gömmüştü. Kıkırdadım:
“Belin ağrıyacak.” dedim. Şayet, boynumdan öpmesi ya da orada şu an olduğu gibi kafasını yaslaması için eğilmesi gerekiyordu. Ben bir yetmiş iki boyundaydım, o ise bir seksen dokuz.
“İyileştirirsin artık, sevgili doktorum.” Yine gülümsedim. Kollarımı boynuna sarmış dans etmeye devam ederken dışarıda patlayan flaşları ve çıkan gürültüyü fark ettim. Kapıya doğru baktığımda ise simsiyah giyinmiş olan, siyah saçlı bir kadını gördüm. Kapıda görevli ile konuluşuyor, ona doğru uzatılan maskeye bakıyordu. Arkası dönüktü, Oğuz’a sarıldığım için ayrıca görüş alanım kapanıyordu. Kadın, yüzünü bana doğru döndüğünde tüyler ve maske yüzünü kapatmıştı. Kırmızı dudakları net görünen tek şeydi.3
Kadın, üzerindeki kürkü yavaşça omuzlarından bıraktığında ışığın altında parlayan bembeyaz teni ortaya çıkmıştı. Cesur bir göğüs dekoltesi giymişti. Allah var, aşırı güzel kadındı.
Kadından ayıramadım gözlerimi, bir süre onu izledim. Saten elbisesi adeta kıvrımlarında dans ederken o, boş masalardan birine ilerledi. Eline aldığı şaraptan yudumlarken gözleri etrafa bakınıyordu. Kadın, Gece’ye çok benziyordu fakat bu elbise onun giyeceği bir şeye benzemiyordu. Eğer giyseydi emin bu gördüğüm kadından çok daha iyi bile taşırdı. Saçının bir yanından dalgalarına karışan taşlı bir toka vardı. Daha dikkatli bakmaya çalıştım, belki de gözlerim bana bir oyun oynuyordu. Belki de Gece olmasa bile Gece’nin olmasını diliyordum içten içe. Önüme döndüm, sevgilime daha sıkı sarıldım. Bu tür fırsatları nadiren yakalıyorduk, tadını çıkarmaya çalıştım.2
…
Gece Yaman, tango müziğinin sokağa taştığı restorana girdiğinde beklemediği bir sürprizle karşılaşmıştı: Girişteki kadın ona ayrılan bir maske olduğunu söylemiş, takması için simsiyah, tüylü, zarif bir maskeyi ona uzatmıştı. Mekandaki insanların çoğunun maskeli olduğunu fark ettiğinde kendisini saklamak için ayağına gelmiş olan bu fırsatı geri çevirmedi. Yansı, sevgilisi ile vakit geçiriyordu, buradalar mı ondan bile emin değildi. Oğuz ile geçireceği bu zamanı bölmek istemedi, geldiğini kimseye söylemedi.
Boş bulduğu bir masayı gözüne kestirmişti. Garsonun uzattığı şarabı almış, etrafa bakınıyordu. Gece, karanlığın tadını çıkartırken restoranın arka kapısından giren adamı kimse fark etmedi.
Ateş, motorunu park ettikten hemen sonra üzerine son bir çeki düzen verdi. Kameramanlara yakalanmaması gerekiyordu, restorana girdiğinde odasındaki siyah maskelerden birini de kendisi için aldı.
Ateş, karanlığın içinden yürümeye devam ederken gözleri sadece tek bir kadını aradı. Neden buradaydı, değer miydi bilmiyordu. Ne tür bir kuvvet onu buraya getirmişti bunun da farkında değildi. Gözleri, siyah saçlı, ay tenl bir kadını aramaya devam etti. Restoranda çalan müzik durdu, ışıklar daha da koyulaştı. Kulakları tek bir müzik doldurdu: Por Una Cabeza.
Gece, hala yüzündeki maskesinin ardına saklanırken şarabından bir yudum daha aldı. Piste çıkan çiftler dans ediyor, insanlar gülüşüyordu. Geriye doğru bir adım attı Gece, bir adım daha, bir adım ve bir adım…Sırtı birine çarptığında durdu, bakışları hemen dibinde duran adama döndü. Uzun bir adamdı, kafasını az da olsa kaldırmak zorunda kaldı Gece. Tıpkı onun gibi maske takan, kahverengi gözlü bir adamdı. Ve Gece, bu gözlerin sahibini çok iyi tanıyordu:
“Ateş…” Adı ağzından bir fısıltı gibi çıktı. Şaşkınlığı arşa tırmanırken Ateş’in koyulaşmış gözleri en sevdiği yeşillerde oyalandı. Karşısındaki kadın ona ayırdığı maskeyi takıyor, kan kırmızısı dudaklarıyla hemen dibinde duruyordu. Bakmamak, yanaşmamak ceya onun için yolları aşmamak elde değildi.
Ateş, adını söyleyen bu kadının elini narince kavradı, vücudunu ona çevirdi. İkisi de maskenin ardına gizlenmişti ve ikisi de yine kendilerini aynı yerde bulmuştu: Yan yana.
Belki de maskelere saklanmak, bu gece olacakları yarınlardan silerdi.
“Dans et benimle.” dedi Ateş derinden çıkan sesiyle. Bembeyaz ellerini tuttu kadının, hayat kurtaran bu elleri yavaşça havaya kaldırdı. Gece’nin üzerindeki elbiseyi gördüğünde iki kez yutkunmak durumunda kalmıştı: Elleri, adeta açıkta kalan sırtına dokunmak için tutuşmuştu.
Oysa, bir ateşin tutuştuğu nerede görülmüştü? Bu kadın, çoktan yanan bir alevi yakıyordu, bu bir suç olmalıydı.
Gece, Ateş’in burada olduğunu bilmiyordu. Maskesi, şaşkınlığını gizlemesinde inanılmaz bir rol oynamıştı.
Ateş’in eli, Gece’nin pürüzsüz sırtını kavrarken diğer eli onun elinden tuttu. Kadını, yavaş adımlarla piste doğru ilerletirken gözlerini gözlerinden bir saniye olsun ayırmadı.
“Sen…” dedi Gece fakat devamını getiremedi. Ateş’in adımları onu da ilerletirken karşı gelmedi. Maskesine sığındı, yüzünün büyük bir bölümü zaten kapanmıştı.
Ateş’in maskesi de onun yüzünü örtüyordu lakin yakından baktığı gözleri onu ele vermişti.
Arkada çalan tango müziği mekanın duvarlarına çarparken Ateş Karal, öne doğru bir adım attı. Aynı şekilde Gece, bir adım geriledi. Adımları ahenkle atarken ikisi de etrafı unuttu.
“Burada olmadığını sanıyordum.” dedi Gece kısık bir sesle. Dibindeki adamın kokusu sarhoş edecek türdendi.
Dudağının kenarı hafif de olsa kıvrıldı:
“Bu senin için iyi haber demek miydi? Ben yokken geleceğini bilseydim, hiçbir zaman gelmezdim.” dedi Ateş, o sırada kadını döndürdü. Hemen ardından uzaklaşan vücudu sertçe kendisine yasladı. Gece’nin topuklu adımları Ateş’in ayaklarının çaprazında gezinirken çekilmesiyle sarsıldı.
Ateş’in bakışları bir anlığına kapıya doğru yöneldi: Flaşlar yeniden patlamaya başlamıştı, Tanju Coleman ve Bülent mekana giriş yapmıştı. Onlar da maskelerini takarken Ateş’in gözlerindeki alev harlandı. Gece, bakışlarındaki değişimi fark etmiş olacaktı ki kafasını kapıya doğru çevirecekken Ateş’in onu çevirmesiyle yeniden bakışları adama kaydı:
“Sakın ayırma gözlerini benden.” dedi Ateş, kadının kokusuna adeta bağlılık duymak üzereydi. Ayarladığı maske, Bülent’ten saklanması için yeterliydi fakat bu elbise, bu ten… Bu kadın her türlü adamı kendine çekecek türdendi.
Şarkı hiddetlenmeye başlarken Gece’nin bir bacağı Ateş’in bacağını kavradı: Açılmaz diye düşündüğü yırtmacı şimdi tamamen açıktaydı. Ateş, bacağına sarılan pürüzsüz bacağa baktı, ardından bakışları yeniden kadının gözlerini buldu. Ateş, tangoyu İtalya’da öğrenmişti fakat Gece’nin nerede öğrendiğini anlamadı: Tango’da çok iyiydi.
“Tangoyu nereden biliyorsun, Gece Yaman?” diye sordu Ateş, o sırada sırtındaki eli, kadının narin tenini biraz daha sıkı kavramıştı.
Tam o sırada kadının bacağı yeniden ve daha güçlü bir şekilde adamın bacaklarına sarıldı. Ateş, Gece’yi geriye doğru eğmiş, burunlarının değmesini sağlamıştı. Ateş, kadının üzerine eğilmişken Gece’nin kolları adamın boynuna sarıldı. Ateş’in boşta kalan eli, bacağına sarılan çıplak bacağı buldu:3
“Sandığından çok daha fazla şey biliyorum, Ateş Karal.” dedi Gece adamın kulağına doğru. Tekrar dikleştiklerinde dansa devam ettiler, figürleri daha da sertleşti. Adımları, adeta bir çarpı misali hareket ederken Gece, kendini havada dönerken buldu.
Gece’nin bakışları bir kere daha Bülent’e kaymışken Ateş, kadının çenesinden tuttu. Yemyeşil bakışları yeniden kendisine kilitledi:
“Neden izin vermiyorsun onlara bakmama?” diye sordu Gece, o sırada bir eli yine havalanmıştı.
“Bakmak istiyor musun gerçekten? Şu an, gözün görebiliyor mu bir başkasını?” diye konuştu Ateş, aklı ve yüreği adeta kadının etkisiyle büyülenmişti.
“Neden? Senin görmüyor mu, şefim?” Gece, bir kez daha etrafında döndükten sonra vücudu adamın yapılı göğsüne yapışmıştı.
“Sen…sen büyüsün, doktor. Sarhoş oluyorum, iyi edebilecek misin bu hasta adamı?” dedi Ateş. Belini tutan eli adeta yanıyordu.
Sırıtmakla yetindi Gece, nadir de olsa gülebiliyordu bu adamın yanında. Ve her gülüşü, Ateş’in yüreğindeki yangına atılan bir odundu.
“Yakmaya çalıştığım her yerde sanki ben kül oluyorum.” dedi Ateş, bakışları kadının kırmızı dudaklarına kaydı, “Bu nasıl mümkün oluyor?”
“Beni mi yakmaya çalışıyorsun?” diye sordu Gece, o sırada ikisinin de bacakları bükülmüş bir şekildeyken adamın bacağına oturdu: “Sana söylemiştim, gecenin soğukluğu üşütür her bir yanı, zayıf olanlar söner. Kimse benim soğukluğumda yaşayamaz, Ateş Karal.”
“Ben de söylemiştim, Gece Yaman; sen beni isteyerek söndürmediğin sürece yanmaya devam edeceğim, belki bir yangın belki de bir kamp ateşi olarak.” dedi Ateş.
Gece’nin dudakları hafif de olsa kıvrıldı.
“İstersen bir kar fırtınası ol gel, herkes sana karlar kraliçesi demeye devam etsin. Ben yine de sönmeyeceğim.” dedi Ateş, kadını döndürdü ve sırtını göğsüne yasladı.
“Bir kibrit çöpü gibisin.” dedi Gece, tekrar önüne döndüğünde gülümsemesini engellemeye çalışıyordu: “Bunca fırtınanın ortasında yakılan minik bir kibrit çöpü… Fakat verdiğin umutlar kendinden de büyük. Sanki koca bir fırtınayı dindirebilecekmişsin gibi bakıyorsun.” dedi Gece karşısındaki adama bakmaya devam ederken.
“İstediğin bir kibritse olurum, fakat zamanım geldiğinde seni bile ısıtmaya yetecek bir yangın olacağım çıkmasın aklından. Ateş Karal sözü.” dedi Ateş. Şarkı bitmişti. Her ne kadar isteksiz olsa da kadının elinden öptü ve önünde eğildi.
Karanlığa sığındıkları bu gecede son kez birbirlerine baktılar. Gece, sert adımlarıyla kürkünü almak için garsona doğru ilerlerken Ateş de onun ardından baktı. Açıkta kalan sırtının her bir detayı artık istese de istemese de aklında yaşayacaktı.
Maskesini çıkarmamış olan kadının, ona omzunun üzerinden son bir kez daha baktığını gördü. Ve böylece, siyahlara bürünmüş o kadın gecenin karanlığında kayboldu.
❤️🔥🔥🪶
Bu bölümü yazarken kendi karakterlerim için bağırmış olabilirim… Çıldırdım! (Abartmıyorum, atmosfere girebilmek için iki saat aralıksız latin ve tango müziği dinledim.)
Gece ve Ateş’i resmen zor tuttum, bıraksam yanacak ortalık, alev alacak🔥
Umarım beğenmişsinizdir… Bir sonraki bölümünüz, bu bölüm belirli bir oy ve yorum sınırını geçince gelecektir.
İyi geceler canlar🖤
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
11.74k Okunma |
804 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |