22. Bölüm (2. Kitap 1. Bölüm)
“Kuyuya Atılan Taş ve Delisi”
Dâr-ı Dünya, Cem Yıldız
Black Out Days, Phantogram
A Canım, Mabel Matiz
Habits, Tove Lo
Hızlı adımlarla kafeden çıktı Aybüke. Aynı saniyelerde evsiz bir adam onun ardından çıkmış, ters yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. Onun gittiği ters yön Aybüke ile kesişiyordu. Muazzam ve çabuk bir plan ile Aybüke bu işi tek başına bitirecekti.
İstanbul’un kalabalık sokaklarında elinde kahvesi ile ilerlerken çok rahattı Aybüke. Şayet etrafında dönen sahte evsizlerin arasında gerçekleşen mesajlaşmayı bir hafta önce izini bulmuştu.
Balat’ın sokaklarında izini kaybettirdiğini sanıyordu çöpçü çetesi. Fakat bilmedikleri şey Aybüke Akman’ın artık saf nefretle harmanlanmış olan zekasıydı. Şu saatten sonra Aybüke’nin tek bir hataya tahammülü yoktu.
Balat’ın bir yokuşundan inerken sürdüğü el arabasında en üstte duran kartona baktı adam. Ona ulaştırılan mesajı iletmek için yürürken hiç beklemediği bir anda, karanlık bir köşede yalpaladı adam. Elindeki kartonlar birer birer yeri boylarken cebindeki bıçağı çıkardı. Görünürde kimse yoktu ama baldırına bir tekme yediğine yemin edebilirdi. Acısı hâlâ bakiydi.
Ensesinden tutuldu, döndürüldüğünde karşılaştığı kömür karası gözlerdeki yangına bizzat şahit oldu. Hiçbir şey söylemedi Aybüke, dibindeki adamın bıçak tutan elindeki titreme her şeyin özetiydi. Çıkmaz sokağın yanlarından birkaç adam daha çıkarken adam da onu tutan kadını itmeye çalışmış, karnına bir hamle için yeltenmişti.
Durdu Aybüke, göz ucuyla kaç kişi olduklarını ve ne tür eşyalara sahip olduklarına baktı. Beş kişiydiler. Oysa Aybüke Akman esir düştüğü kampta yirmi sekiz kişiyi etkisiz hâle getirmesi ile anılıyordu.
Üstündeki geniş paltoyu kirlenmemesi için çıkardı, çöp kenarına atılmış köhne bir masaya yerleştirirken aynı zamanda korkutucu bir yavaşlıkla boynunu kütletmişti. Sahaya çıkmayalı uzun zaman olmuştu.
“Aybüke, yedek ekip çağırabiliriz.” dedi kulaklığındaki ses.
Önce elinde bıçakla bekleyen adam sağdan saldırdı. Aybüke, çevik ve sert hareketlerle elindeki bıçağı fırlattı. Diziyle geçirdiği tekme adamı sersemletirken hemen ardında ona saldırmayı bekleyen iki adam daha vardı. Bir adamı düşürdükten sonra geri dönerken attığı sert tokat adamı şaşırtırken çevik bir şekilde adamın omuzlarından destek alarak kendini adamın üstüne attı. Bacakları ve ağırlığı adamı yere devirirken nefesi ise boynunun sıkıştığı yerden ötürü kesiliyordu.
“Aybüke? Orada mısın Başkan’ım?”
Kulaklığından gelen sesleri duyuyor fakat gerekli sebeplerden ötürü cevap veremiyordu.
Topuklu çizmesindeki topuk kısmına gizlenmiş ince metali çıkardı, içindeki uyutucu zehri sırayla adamlara saplarken atikti.
“Ne var lan! Ne var?” diye bağırdı son kalan adamın yumruklarını engellerken. Adam, ona bağırdığını sanmış, salak saçma bir hareketle kadının üstüne çullanmıştı.
Aybüke, dizlerine sert darbeler vurup adamı oturtmuş, hareket kabiliyetini azaltmak için iğneyi boynundan uygulamıştı.
Nefes nefeseyken konuştu, “Burası tamam. Temizlik için ekibi yollayabilirsin.”
Yerde kıvranan adamların üstüne basa basa geçti Aybüke, yere saçılmış olan kartonlardan aradığını buldu. Kesiklerine, boşluklarına ve katmanlarına baktı. Tahmin ettiği üzere mesaj kartonun içine sıkıştırılmıştı.
Küçük, rulo halinde bir kağıttı. Açtı, ingilizce bir metnin yanında anlam veremediği bir alfabe daha vardı.
Masaya özenle yerleştirdiği kabanını almak için döndü. Ne etrafında baygın yatan adamlar ne de dünya umrunda değildi. Aybüke’nin o günden sonra uykuları kaçmış, göz altları bir daha mordan öte renk görmemişti. Siyah kabana uzandı, bu Atlas’a aitti.
Balat’ın sokaklarında elindeki kabana sarılmış yürürken yalnızca onu düşünüyordu. Operasyon bitmişti, temizliği ise bir başka ekip yapacaktı. Elindeki kabana sarıldı, güneş gözlükleri gözlerinde beslediği hüznü gizlese de ruhu yeniden paramparçaydı.
Atlas’tan tam beş aydır haber alamıyorlardı.1
Son görüştüklerinde el ele sahilde yürümüş, buz tutmuş kalbi az da olsa erimeye başlamıştı. Yine o günün akşamında Atlas İngiltere’ye uçmuş, teşkilat Tanju Coleman’ın gerçek kimliğini ifşa etmişti.
Hamlelerini aptal bir damadın maskesinden zekice oynamış, Kurul’da İngiltere üyesinin desteği ile kendine yer edinmişti. Kurul onun varlığından ve yaptıklarından haberdardı. Hepsi yalnızca Yusuf’un acı verici ölümünü izlemek adına yavaştan almıştı her şeyi. Elmas, Yusuf’u gizliden gizliye ölümüne hazırlamıştı. İstediği olmuştu, Kurul her yerde Yusuf Alastan’ı arıyordu.1
Oysa şu an Aybüke için bunların hiçbiri önemli değildi. Atlas’ın izini o günden sonra kaybetmiş, en son izinin bulunduğu çiftliğe gittiklerinde ise yalnızca terk edilmiş bir harabe ile karşılaşmışlardı. Düşman, sandıklarından çok daha zeki oynamıştı. Atlas’ın kimliğinin deşifre olmamasına imkân yoktu.
Balat’ın yokuşlu sokaklarında topuk sesleri yankılanırken donuk bakışları etrafta duran posterlere, mahallelere asılmış olan pankartlara kayıyordu. Her biri yönetime karşı gelen farklı toplulukların propagandalarıydı. Her yere kavga gürültü hakimken halkı kontrol etmek günden güne zorlaşıyordu. Doğu’da, Batı’da, Kuzey ve Güney’de yaşayan bütün azınlıklar yavaş yavaş harekete geçiriliyor, el altından kışkırtmalara maruz bırakılıyorlardı. Bu olaylar ise Elmas’ın deşifre olmasından hemen sonea başlamıştı. Bu başka bir şeyin daha kanıtıydı:
Elmas deşifre olmamıştı, Elmas deşifre edilmesine izin vermişti.
Düşman harekete geçmişti. Sokaklarda bağırışlar, karanlık bir hava ve umutsuzluk hakimken baskıcı bir psikoloji uygulanıyor, toplumun umutları yakılıyordu. Elmas, zaman içinde ülkenin içine yerleştirdiği yüzlerce hatta binlerce kimliği belirsiz adamı ile içten içe yok ediyordu halkı. Kimsenin ne geleceğe, ne ülkeye ne de kendine dair umudu kalmamış gibiydi.
Ülke yanıyordu. Yakana ulaşmak ise neredeyse imkansızdı.
Üstüne geçirdiği kabanla beraber metro istasyonuna doğru indi Aybüke. Son beş aydır topluma karışmak, milleti yakından gözlemlemek sıklıkla yaptığı bir şey haline gelmişti. Masa başından emir vermek zordu elbet ama görevi için ayrıca görmesi gerekiyordu bazı şeyleri.
Doğu’dan geliyordu Aybüke. On altı yaşına kadar orada yaşamış, Atatürk’ün ilkelerini ve ülkesinin tarihini orada öğrenmişti. Umut dolu bakışları vardı Türk milletinin. Gururla bayrak sallayan çocukları, Türk marşlarını bağıra bağıra, göğüs gererek söyleyen çocuklar vardı. Geleceğe umutla bakan, ülkesine güvenen, devlete bağlı olan ve bireysellikten öte bir halk olmayı bilen milleti vardı. Öyle bir tohum ekmişti ki kalplere Elmas, adeta halkın kanını emmişti. Azınlıklar hareketleniyor, Doğu karışıyor, TSK günden güne şehit veriyordu.
Başını yasladığı yerden metroda oturan insanlara baktı. Sanki renkler artık yoktu, yüzlerdeki kan çekilmişti. Aşk, nefret, hoşgörü, sevgi, mutsuzluk…Sanki hiçbir yüzde hiçbir duygu yoktu. Ne kalmıştı insanlıktan geriye? Herkesin başı eğik, gözleri ekranda veya kapalıydı. Dudaklar bir kibrit çöpü misali dümdüz, bakışlar siyah noktalar kadar boştu.
Metrodan indi, yolunu teşkilata çevirirken aklında hâlâ tek bir isim vardı. Atlas. Onur Atlas.
Her şey belki de ilk defa yayına otururken gitmesi ne de acı verici bir sınavdı. Hiç sevmediği o çarpık gülüşünü, dalga geçişlerini, timin eğlence kaynağı olduğu ve onu sinir ettiği anları özlediğini fark etmişti Aybüke. Özlemişti. Çok özlemişti hem de. Dili söylemese de kalbi tasdik ediyor, gerçeği biliyordu.2
“Neredesin Atlas? Daha yeni onca söz vermişken yine gidemezsin.” Telefonunda en son çekildikleri bir tim fotoğrafına tıkladı. Bir saha operasyonu sonrası Ali’nin selfie yaptığı bir fotoğraftı. Saçları başları dağınık, yüzleri toz ve kir içindeydi. Siyah kamuflajları vücutlarını örtüyordu. Aybüke’nin yüzü diğerlerine nazaran ciddi iken Atlas kamera yerine yalnızca ona bakıyordu. Yeşillerini özlemişti Aybüke. O gittikten sonra hiçbir yaprağın yeşili o denli tutkulu görünmemişti. Gözlerinde koca bir orman saklı gibiydi.2
Teşkilata ulaştığında giyinme odasına girdi, habersizce giydiği kabanı Atlas’ın dolabına geri bırakırken Aylin de odaya girmişti. “Arabayla gelseydin, dışarısı kaynıyor.”
Konuşmadı Aybüke, koruyucu yeleğini çıkarırken sütyenle kalmış, giyinmeye başlamıştı.
“Yüzünden düşen bin parça.” dedi Aylin durgun sesiyle. Aslında aynı manzaranın biraz daha iyi hali onda okunuyordu.
“İyi olmayı unuttum, Aylin.” dedi Aybüke bir tişört giyerken. Odanın köşesinde duran kadına döndü, “İçimde sadece intikam var.”
‘Seni anlıyorum’ diyordu Aylin’in bakışları. Aylin de Aybüke kadar üzgündü şayet sevdası görev için Doğu’ya gitmişti birkaç hafta önce. TSK Doğu’da artışa geçen silahlı saldırı ve planları bozmak adına harekete geçmişti. Bir bordo bereli olarak timiyle sahaya dönmüştü Ethem. Dönecekti elbet, bunun farkındaydı Aylin. Tek temennisi canlı dönmesiydi. Gidenin geri dönmeme şansının olduğu bir dünyaydı.
Aybüke’nin omzuna dokundu, sert bakışlarının aksine sevgiyle baktı Aylin, “Başaracağız Aybüke. Yapacağız. Uğruna ölsek dahi.”
“Endişelendiğim ölmek değil, ölmeye yüz tutmuş bir milleti canlandıramadan ölmek. Ben insanlığımı kaybetmeye dahi göz yumarak çıktım yola ama insanlığını kaybetmek üzere olan bir milleti nasıl kaldırırız, onu bilmiyorum.”
İki kadın da toplantı odasına döndüğünde karşılaştıkları manzara can yakıcıydı. Çağatay masa başında terler döküyor, boş koltuklar onlara bakıyordu. Ethem, Ali, Oğuz…Her biri başka bir yerde görevdeydi. Atlas ise…yoktu.
Oğuz’un durumu da son dört aydır pek iç açıcı değildi. Yansı’nın yokluğunu profesyonel bir şekilde idare etse de gözlerindeki renkler solmuş, saç sakalı uzamıştı. Kilo vermiş, yüzü düşmüştü. O da içten içe yok oluyordu ama bir ah bile etmemişti. Söz konusu vatandı, gerisi ise teferruat.
“Aybüke Başkan’ım, hoş geldiniz.” dedi Çağatay nefes nefese.
“Çaça? Ne oldu, niye nefes nefesesin.” diye sordu Aylin merakla. Cevabı Aybüke de merak ediyordu elbet.
“Bir sorunumuz var, Başkan’ım. Ciddi.”
İki kadın da hızlıca koca ekranın başına geçti, “Anlat.” dedi Aybüke’nin tok sesi.
Önündeki harita ve grafikleri işaret derek konuştu Çağatay, “Doğu’daki ve Doğu Karadeniz’deki çoğu köyde salgın başlamış. Mevsimsel ya da öncekiler gibi değil. Sağlık Bakanlığı ile iletişime geçtim ama yalnızca yüzeysel bilgi geçtiler. Sizin sormanız gerekiyormuş. Salgın için şu an haber izni vermediler ama…” Bir görsel açtı Çağatay. Vücutları çürüyen, renkleri solan, kan kusan yüzlerce insan vardı. “Durum çok vahim, Başkan’ım.”
“Salgın sadece burada mı?” diye sordu Aylin, Aybüke ise dikkatle görsellere bakmaya devam ediyordu.
“Bir iki doğu ülkesinde de mevcut. Oralarda çadır hastanelere dair bir iki habere ulaştım ama orayı da sır gibi saklıyorlar. Buradaki köylerin aksine orada yabancı kökenli doktorlar var. Bunun bilgisini ise oradaki bir ajanımızdan aldık.”
Ülke hem politik açıdan, hem de sağlık açısından uçuruma doğru gidiyordu. Ve hepsi, Elmas’ın özenle ektiği mayınlar yüzündendi. El altından dikkatleri dağıta dağıta öyle güzel kurmuştu ki her birini…Zamanı gelip de patlamayana dek kimsenin iz bulmasına imkân yoktu.
Atlas’ın fevkalade pratik zekası gerçekten babasından geliyordu.
Ekranlara bakarken cebindeki telefonun titrediğini hissetti Aylin, arayan kısmında siyah bir kalp vardı.
Odadan ayrıldı, telefonu açtı, “Ethem.”
Dağdaydı Ethem, yüzü gözü kan ter içinde kalmış, her bir yanı toprak olmuştu. Günler sonra ilk defa bir üsse gelebilmiş, adamakıllı dinlenmek için bir fırsat bulmuştu. Gidip yatmaktan önce yaptığı ilk şey ise yârisini aramak olmuştu.
“Aylin’im. Efulim. Sevgilim. Canım.” Sesinden oluk oluk yorgunluk akıyordu. Üsteki bir duvara tünemiş, gözleri yarı kapalıyken konuşuyordu.
Aylin ise sessiz bir yere tünemiş, sesine hasret kaldığı adamı dinliyordu.
“Yorgun.” dedi Ethem yumuşak bir tonda.
“Keşke bütün yorgunluğunu alabilsem. Hepsini.”
Gülümsedi Ethem, Aylin onun kadar romantik değildi. Duygularında Ethem kadar dürüst olamasa da biliyordu onu Ethem,hissediyordu. İnsan, bir diğer yarısını hissetmez miydi hiç?
“Durumlar nasıl?” diye ekledi Aylin.
“Artıyor, Aylin’im. Anlayamadığımız bir biçimde yerleşmiş piç kuruları. Köklerini öğrenmeye çalışıyoruz.” Bu aslında daha dönmeme var demekti. Şimdi değil demekti.
Hayal kırıklığı ve biraz daha korku demekti.
“Peki.” dedi Aylin yalnızca. Sesi hüzünlü, kalbi kırık, bedeni yorgundu. Kendi evine artık uğramıyor, Ethem’in kokusunu unutmamak için onun yatağında onun kıyafetleriyle uyuyordu.
Kısa süren bir sessizliğin ardından konuşan Ethem oldu. Elinden geldiğince sesindeki neşeyi arttırmaya çalışmıştı:
Yüzünü ekşitti Aylin, sanki Ethem onu izliyormuş gibiydi bir an için. Özlemek az kalırdı, belki de biraz daha gelmezse hasretinden geberecekti. Yatarken ona sarılmasını, sabahları onun ağırlığı ile uyanmayı, nefesini nefesinde hissetmeyi çok özlemişti.
Güldü Ethem. gerçeklere duymasa bile hakimdi.
“Sen?” diye sordu Aylin başını geri yaslarken. Günler sonra sesini ilk defa duyuyordu.
“Ben…” dedi Ethem, o da aynı şekilde yorgunlukla başını geri yaslamıştı. “Özlemimden geberdim sanki. Kokunu, sesini, bağırmanı, koluma silke vurmanı, gülümsemeni, tenini, boynunu…Çok özledim be kızım.”
Derin bir nefes aldı Aylin, ne diyebilirdi ki? Gözlerini yumdu, onu hissetti. Tenini teninde, ellerini elinde, gözlerini bakışlarında…
“Geldiğimde yapacağımız ilk şey isteme olacak, Aylin. Haberin olsun sonra trip atma.” dedi Ethem telefonun ardından şayet Aylin’sizlikten şuracıkta ölebilirdi.
“Tamam, Ethem. Sen gel de…Bakarız.” dedi Aylin, yalnızca onun gelmesini diliyordu.
Güldü Aylin, “Saçmalama Ethem.”
Güldü Aylin, bu seferki minik bir kahkahaydı. Telefondan gelen hışırtılara kulak verdi, “Gitmem gerek, Aylin’im.” dedi Ethem.
Hüzünlüydü Aylin, sevdiğini beklemenin yükü ağırdı. Hele de bir asker yâri ise o kadın, kimse görmese dahi omuzlarında bir kaf dağı taşırdı.
“Seni seviyorum, sevgilim.” dedi Aylin telefonu kapatmadan hemen önce. Gülümsedi Ethem.
“Benden fazlası mümkün değil.”
Söz demedi Ethem, diyemezdi ama dua etti Allah’a. Sevdiğine bir kere daha kavuşmak için dua etti ikisi de.
Telefon kapandı. Belki de sesini duyacağı bir sonraki tarih onca gün sonraydı, emin değildi.
Çöktüğü duvar kenarından kalktı, tekrar toplantı pdasına girdi. Kapıyı açmasıyla beraber Aybüke’nin konuşması bir oldu:
“Ali’ye ulaş, Aylin. Operasyonun ikinci fazına geçiyoruz.”
En fazla on dakika olmuştu Aylin gideli. Bu on dakikada neler olmuş olabilirdi ki?
“Karanlığa gömülmeye çalışılan bir milleti yeniden ayağa kaldıracağız, Aylin. Elmas denen ite asla geçit vermeyeceğiz.”
Karşısında dimdik duran kadına baktı Aylin, işte bildiği Aybüke Akman buydu.
“Uzun sürdü ama toparlandım. Şimdi sıra ilk önce sizi, sonra da vatanı toparlamakta.”
“Herkes yerle yeksan. Tek başımıza ne yapacağız? Vakit dar, düşman kabul etmek istemesem de bu sefer gerçekten zeki.” dedi Aylin.
Cevap basitti, tek bir cümle söyledi Aybüke.
“Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Bize düşen, tıpkı onun gibi asla umudumuzu yitirmemek.”
Gerekirse vatan uğruna ölürdü Türk evladı. Çekinmez, usanmaz, bıkmazdı. Anka kuşları ise küllerinden her daim yeniden doğardı. Bu timin adı Anka’ydı, hem de bir başka Anka kuşu tarafından adlandırılmıştı.
🪶❤️🔥
Akan kan damlaları yerde yansıma oluşturacak bir gölcük haline gelmişti. Florasanların delici ışığı kırmızıya yansıyor, kurumuş kanları belirginleştiriyordu. Nefes almak ciğerlerini yakar hale gelmişti. Oksijen haramdı;nefes almadan önce üçe kadar sayıyor, çekeceği acıya hazırlıyordu kendini. Elleri arkada iğneli bir zincirle bağlanmış, ayakları sandalyenin metal ayaklarına tutturulmuştu. Omurgası aldığı darbelerden olsa gerek artık dik duracak gücü kendinde bulamıyor, başını taşıyamıyordu. Onu, öne doğru düşmekten alıkoyan tek şey zincirleriydi.3
Karanlık odada damlayan kanın sesi ve serumun sinir bozucu akışı yankılanırken gözünün önüne gelen birkaç anı vardı. Belki de burası son duraktı ve bu onun son yedi dakikasıydı.
İngiltere’deki okulunda gösteriye çıkacaktı on bir yaşındaki Atlas. Sahnedeki perdenin ardından babasına bakmaya çalışıyor, gelip gelmediğini görmek istiyordu. Daha önce hiçbir gösterisine gelmemişti oysa Atlas tıpkı onun istediği şekilde piyano çalmaya başlamıştı. Düzgün, etkileyici ve zoru başaran.
Kadife perdenin ardından bir yüz seçti, babasıydı! Sıra ona geldiğinde yüzünde kocaman bir gülümseme ile çıktı ama diğer babaların aksine Atlas’ın babası karanlıkta parlamıyor, ışık yüzüne vurmuyordu. İfadelerini seçmek zordu.
La Campanella’yı çalmıştı küçücük elleri. Piyano için belki de en zor bestelerden biriydi bu, bitirdiğinde koca bir alkış tufanı salonu ezip geçerken o yalnızca babasına bakmıştı.
Alkışlamıyordu. Yine yeterli değildi. Her şeye rağmen gülümsedi küçük Atlas, ne de olsa gelmesi bile bir başlangıçtı.
Soğuk depo benzeri odanın duvarlarında bir yerlerde bir çocuk piyano çalıyor gibiydi. Gülümsedi Atlas, ne de güzel çalıyordu öyle. Kulakları da ruhu gibi doyuyordu sanki. Ağız kenarından bir damla kan süzülürken gülümsemeye devam etti.
Yıl 2016, Aybüke ile yeni evlenmişler. Atlas’ın kaldığı minik eve gelmişler beraber. Aybüke’nin üstünde hâlâ sabah giydiği nikah elbisesi, Atlas’ın üstünde takım elbisesi…
Kendini yatağa bıraktı Aybüke, üstündeki ceketi bir yana atarken yorgunlukla bakıyordu kocasına.
Kocası. Onun sevdiceği, biriciği.
Yataktan sarkan ayaklarını sallandırırken yanına uzanan adama sarıldı Aybüke. Boyalı saçları yatağa saçılmışken bir tutamı Atlas’ın yüzünü kapatıyordu. Huzurlu sessizliği bölen bir karın gurultusuyla gülümsedi Atlas.
“Karın aç, kocam bey. Doyurman gerek. Happy wife, happy life*” derken gülüyordu Aybüke. Kimsenin görmediği çocuksu bir nida ile sarılmıştı kocasına. Gülüyor, eğleniyor, çocuklaşıyordu. Atlas, olduğu yerden onu da kucağına alarak kalktığında yönünü mutfağa çevirmiş, dolabı açmıştı. Kucağında hâlâ karısı vardı, Aybüke dolabı açtı ve birkaç yiyeceğe uzandı. Beraberinde koltuğa geçtiklerinde önceden hazırladıkları sandviçlerden yiyor, evlerinin tadını çıkarıyorlardı. Kimsenin haberinin olmadığı bir anda ve yerde birbirlerine aittiler.
“İlaçlarını alman lazım, Anka.” dedi Atlas elindeki hapları Aybüke’ye uzatırken. İkiletmedi Aybüke, hepsini tekte içti. Sıcaklığına sokulduğu adam tepsiyi kucağından aldı, karısını sarıp sarmaladı. Bugüne dek Aybüke’nin koyduğu hiçbir sınırı geçmemişti, Aybüke ona kendi isteği ile gelene dek de aşmayacaktı.
Boynunda sıcak öpücükler hissettikçe yanındaki kadına biraz daha sokuluyor, kendini dizginlemeye çalışıyordu. Belki de heyecanı gençliğin verdiği toyluktandı.
Aybüke öpücükleri ile sıcaklığına sokulduğu adamı adeta mest etmeye devam ederken ilk defa kalbini tam anlamı ile dinliyordu. Nikahın her türlüsünü kıymışlardı. Resmi nikahlarını saklamak onlar için sıkıntı teşkil edecekti ama ikisi de bu gece bunu düşünemeyecek kadar aşk sarhoşuydu.
Zihnine doluşan anılar onu bu kan gölünün içinde gülümsetmeye devam ederken belki de son nefesini verene dek hatırlamak istediği tek şey karısıydı. Dini nikahlarını bozmadıkları, bozamadıkları eşi.
Atlas, İngiliz doğmuş, Türk büyümüş biriydi. Ruhu her ne kadar ben Türk’üm diye haykırsa da içten içe bir yerlerde o çocuk vatansız hissediyor, hiçbir yere ait hissetmiyordu. Elinde tuttuğu bir valizle oradan oraya sürüklenip duruyordu yalnızca. Türk olduğunu biliyor, vatan için seve seve canını feda ediyordu ama işte…İzi kalmış bir burukluktu onunkisi.
İlk defa bir yere ait olduğunu onunla hissetmiş, onunla var olmuştu. Atlas’ın vatanı Aybüke’ydi ama Aybüke bunu bilmezdi.
Şimdi, aklına doluşan o simâ ile bakışmaya devam ederken metal, sürgülü kapının gıcırtısı dolmuştu odaya. Tek tük adım sesleri ona doğru yaklaşıyordu. Başını düşen yerden istese dahi kaldıramadı, akan kanlardan teni görünmeyecek haldeydi. Karşısında dikilen adalın cilalanmış, siyah, parlak ayakkabıları ile bakışıyordu. Tertemizdi. Tek bir toz tanesi bile düşmeye tövbeli gibiydi. Kan dolu tükürüğünün hedefi belirlenmişti işte.
“Ahmak!” Morluk dolu yanağına bir tokat daha indi. Güldü. Yine, yeniden, her zamanki gibi güldü Atlas Coleman. Çenesinden kanlar damlarken başını geri atmış, bir an için kanında boğulduğunu hissetmişti.
Acı dolu kahkahası deponun yüksek duvarlarında yankı buluyordu.
Karşısında janti bir takım elbise giymiş olan adama baktı ama görüşü kanlı ve pusluydu.
“Ne zaman gelirsin diye düşünüyordum. Özlettin kendini, Tanju.”
Elleri arkasında iken dik duran adam eli ile diğerlerinin çıkması için işaret verdi. Adamları odayı boşaltırken o sevgili oğlunun yanına yanaşmıştı. Eğilmedi veya adım atmadı, yerler kanlıydı ve üstünün kirlenmesine tahammülü yoktu.
“Sana tam beş aydır tolerans gösteriyorum, Atlas. Görünüşe kalırsa babana yeterince minnet duymuyor gibisin.”
Yine aynı acı kahkaha duyuldu.
“Sen-sen benimle..” Öksürükleri konuşmasını engelliyor, ciğerleri yanıyordu. Acısını gülüşüyle örttü, “Öldürsene beni, Elmas. Hadi, öldür.”
“Seni şu âna dek öldürmememin tek sebebi oğlum olman, Atlas. Konuşmamak adına sınırlarımı çoktan denediğini düşünüyorum.”1
“Oğlun mu?” Gülüşü yok olmuş, maytap geçen ifadesi ciddiyetle toparlanmıştı, “Ne oğlu lan? Sen hangi oğuldan bahsediyorsun piç!” Sandalyesinde bir ümit debelendi, elinde olsa karşısındaki adamı tek kurşunda gebertirdi.
“Seni burada devletçilik oynadığın adamlar bile bulamaz, Atlas. Ya ölümün burada olur ya da babana en sonunda gerçek bir erkek çocuğu olmaya karar verirsin.”
İyice baktı Atlas, acıyan ve kanayan boynunu zar zor kaldırdı ve Elmas’ın ona yanaşmadı için işaret verdi, “Yaklas. Yaklaş yaklaş, biraz daha.” Tanju, genç adamın söylediklerine merak salmıştı. Derin ve gür sesi ile konuştu Atlas, “Oradan, ölümden korkuyormuş gibi mi duruyorum? Sen, hani vatanın evladını kaçırdığının farkında mısın dört yüz kromozom? Huh?”1
“Ne evladıymışsın sen, Atlas? İngilizsin sen ama ondan da kovuldun. Vatansız bir sokak köpeğinden ne farkın kaldı! O Türk’lere ağız açmaktan başka ne yapıyorsun sen!”2
Atlas nefretini haykırmak istese de vücudunda yer bulmuş acı onu git gide tüketiyordu. Canı yanıyor, az da olsa depoladığı enerjisi yine bitiyordu.
Bir zamanlar oğlu olan adama baktı Tanju, gerçekte oğlunu kazanmak istemiyor sadece düşmanı hakkında bilgi toplamak istiyordu. Bilmiyordu ki Atlas onu hem aklında hem kalbinde yıllar yıllar önce öldürmüştü. Ne bir ölü zarar verebilirdi insana ne de yaşayan bir ölü. Farkı yoktu, yalnızca yürekte bıraktıkları hasar farklıydı.
Tanju, kapıya doğru ilerlemeye başlamışken oturduğu metal sandalyenin yeniden ısıtılmaya başladığınu hissetti Atlas. Sırtından ayaklarına dek yandığını hissediyordu. Otururken bile acıyordu çünkü yanıklar su toplamıştı. Şimdi Tanju işkencelerinden en hafif olanını yeninden başlatıyordu.
Bağlı olduğu sandalyeden az da olsa kalkmaya çalışsa da nafileydi, hayatta kalmaya çabalamak için dahi enerjisi kalmamıştı.
Acı dolu çığlıkları boş deponun duvarlarında yankı bulurken bundan sonra gelecek olanın ölüm olmasını umdu. Çünkü babası canını hayalindekinden bile öte yakmayı başarmıştı.3
⛓️
Teşkilat binası olduğundan daha hararetli bir havaya bürünmüş, yüzlerce karıncanın bir araya toplandığı bir binaya dönmüştü. Çok cepheden açılmış bir savaş karşılarındaydı; sadece askeri gücün aksine eli kalem tutanların yeneceği türden bir savaştı bu. Daha yeni tanıdıkları düşman birden bire bütün cephelerden saldırıyor, zamanla ülkenin dört bir yanına yerleştirdiği mayınları teker teker patlatıyordu. Canlar acıyor, evlere ateş düşüyor, haberler şehitlerle doluyordu. Vatan kan ağlıyordu.
Günlerden sıcak bir 2 Temmuz’du. Altmış iki katlı bir gökdelenin en tepesinde bütün önlemlerin alındığı, ruhların duymadığı bir toplantı olacaktı. Dış İşleri, İç İşleri, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve saygıdeğer bakanları…Ve Aybüke Akman. Dışişleri Bakanlığı Özel Operasyonlar Başkanı ve şimdiki Elmas Operasyonu Lideri Aybüke Akman.
Ellerinden terler boşalırken önünde birazdan dolacak olan koltuklara baktı. Ardında duran ekranda onlara en yeni ve belki de en kurnaz düşmanlarını tanıtacak, beş aydır izini kaybettirmiş bu adam için kritik kararlar alınacaktı. Masanın iki yanına yasladığı ellerini duyduğu ses ile kaldırdı. Şu son beş ay yalnızca ülke için değil, onun için de çok zorlayıcı olmuştu. Yüreğinde kimseye bahsedemediği eksiklik günden güne artıyor, kalbinde bir zamanlar kabuk tutmuş yaralar yeniden kanıyor, yeni yaralara yer açıyordu. Belki de Aybüke yaşamak adına on altısında evden kaçarken annesinin ahını almıştı, bilmiyordu. Bildiği tek şey hayat denen şu kısa hikayenin onu en sert fırtınalara tabii tuttuğuydu. Her birinden yaralı ama bir o kadar da canlı çıkmıştı Aybüke, bu seferkinden çıkabilir miydi bilmiyordu. Çünkü herkesin aklında yer etmiş, hatta çoğunluğun inandığı bir bilgi vardı.
Herkes için, Onur Atlas Coleman şehit olmuş olabilirdi.
Çoğunluk için, Onur Atlas Coleman şehit olmuştu.
Tek bir kişi için, Onur hâlâ yaşıyordu. Her zamanki gibi acılarıa gülüyor, Aybüke’si ile uğraşmayı bekliyordu.
Kapının açılma sesiyle toparlandı, hazır pozisyonuna geçerken yüzünde yalnızca intikam isteyen onurlu bir Türk kadınının ışıltısı vardı. Bakanlar ciddi ifadeleri ile selamlaşırken onları izledi Aybüke, odadaki en genç ve en toy kişi oydu. İstanbul’un zirvesinde en dipte hissettiriyordu güç dolu bakışlar.
Herkes yerleştikten sonra ekranda duran yazılar onlar için çok da önemli değildi lakin karşılarındaki kadının söyleyecekleriydi geçerli olan. Odada yalnızca bakanlar ve eski dostlar vardı. Ne bir adam fazlalık, ne basına süs vermek adına gelmiş tek tük adamlar, şaşalı takımlar…Yalnızca gerçekler.
“Elmas denen adamın Tanju olduğu nasıl anlaşılmadı?” diye sordu Kara Kuvvetleri Başkanı dostane bir tınıyla. Ne de olsa orada yalnızca rütbeler yoktu; onca şehidin acısını paylaşmış ihtiyarlar, eskimeyen dostluklar, ülkesi için canını hiçe sayan adamlar vardı.
“Nasıl anlamadık.” Pişmanlık vardı bu cümlede; hataları ve ihmalleri yüze vurmanın acısı vardı.
“Elmas en son İngiltere’ye gitti ve son beş aydır kendisine dair hiçbir ize rastlayamıyoruz. Ülke sınırları dışına çıkması elimizi kolumuzu bağlıyor ve süreyi saçma sürelere uzatıyor!” diye yakardı Aybüke yıllarca babacan gördüğü adamlara.
“Doğu kısımları en son konuşulduğu gibi, Bahtiyar. Ateş yayıldıkça yayılıyor, çok çeşitli örgütlenmeler baş gösteriyor. Hepsinin başı bu it mi?”
“Ülke içine öyle mayınlar koymuş ki hiçbiri bizlerin tatbikatını yapıp rutin kontrol ettiğimiz etkenler değil. Öylesine topun tüfeğin uçuştuğu bir savaş değil bu, top tüfek oyalamak için oyuncak.”
“Top tüfek daha çıkmadı ortaya, Mehmet. Onun da zamanı var, örümcek ağ misali işliyor bütün bir yanı. Bir an önce köklerini bulup kurutmak elzem! Köke ulaşmayı kol kası beceremez. Aybüke’ler yapar, Ethem’ler yapar, Oğuz’lar yapar!”
Önüne eğdiği bakışlarını kaldırdı, karşısında ona bakan adama kaldırdı. Buz tutmuş mavi gözlerinde yılların yorgunluğu ve bir Türk’ün kudreti yer etmişti. “Komutanım…” Nefes aldı Aybüke, “Bahsedildiği üzere sınır dışı olması ve konumuna dair tek bir bilgimizin dahi olmaması elimizi kolumuzu bağlıyor. Başka ülkelerde yapacağımız gizli bir operasyonun açığa çıkması riskini almak çok riskli. Şayet hükümete yakalanan bir Türk ajan grubu demek…”
“Evet…Ucunda milyonların ölme riskini taşıyan bir savaş demek, komutanım.” Bir kere daha derin bir nefes çekti, gözünden bir yaş damlaması adına içten içte dua etti,
“Teşkilat mensubu Atlas Coleman hâlâ kayıp, komutanım.”
“Evladımızı şehit vermediğimize dair bir istihbarat ulaştı mı eline?”
Odayı yalnızca sessizlik doldurdu, bir evladın ardında bıraktığı endişe ve bilinmezliğin sesiydi bu. Çaresizlik? İşte en çok böyle anlarda çaresizdiler.
“Elmas’ın izlerini ülkeden sileceğiz evelallah. Fakat ona ulaşmak uğraştıracak tahmine ederim.”
“Sıkıştırdığımızda Kurul aracılığı ile ülke hükümetine sığınacaktır.”
“İşte o zaman elimiz kolumuz bağlanır, hükümet katiyen vermez onu. İnsanlık suçu işlemiş olsa dahi.”
“Kurul’daki her bir üye kendi ülkesinin hükümetini ele geçirmiş durumda. Çoğu bakanlıklar, yönetim…Hepsi paranın ve gücün köpeği. Elmas’ın takma adının Elmas olmasında var bir neden.”
“İzlenecek yolu evvelinden çizmemiz mühim. Aybüke, sen ve timine ek bir destek sağlayacağız.”
“Bu süreçten sonraki ana konumumuz ne olacak, başkanım? Biliyorsunuz, son beş aydır iç ayaklanmaların söndürülmesinde görev alıyoruz.”
“Ekibinden Ethem ve Hakan TSK ile irtibatta kalacaklar, bundan sonraki göreviniz yüzde doksan beş oranında dış işleri ile bağlantılı olacak. Fakat çok daha atik ve ince düşünmeniz gerek, Aybüke. Bu işin başına senden başkasını getirme gibi bir lüksümüz yok.”
“Çünkü senden daha iyimiz yok.”
“O timi ülkenin en iyilerinden seçerek kurduk, biliyoruz. Hâlâ bütün hünerlerinizi göstermediniz bile. Vatan bizlere emanet, çocuğum. Kararımız şudur, Elmas operasyonu hâlâ sende kalacak. Bul onu, Aybüke.”
“İhtiyar Yusuf Alastan’a ne oldu?”
Bunu da cevapladı Aybüke, “Bizlere emanet ettiğiniz üzere kendi evinde halk tarafından dikkat çekmeyecek bir biçimde gözetim altında, komutanım.”
Toplantı bitmeye yüz tutarken son sözler söylenmiş, kritik birçok karar alınmıştı. Askeri güçler işin savaş boyutunda savaşırken İstihbarat iz sürecekti. Komutanlar bir bir odadan ayrılırken tekbir kişinin ardından koştu Aybüke. “Komutanım! Komutanım!”
Ardını dönen komutanın yanında soluklandı Aybüke, “Müsaadenizle bir soru sormak isterim.”
Başını evet anlamında salladı komutan.
“Atlas Coleman’ı aramak için yola çıkan ekip…Hâlâ bir haber yok mu onu sual etmek istemiştim.”
Atlas bir Türk evladıydı ve Türk milleti ardında hiçbir evladını bırakmazdı. Atlas’ı bulmak adına Özel Kuvvetlerden oluşturulmuş bir ekip vardı ama birkaç aydır hiçbir haber yoktu. Ona dair ne bir iz bırakmışlardı ne de bir mesaj. Yoktu, sanki bulut olup uçmuştu.
“Maalesef, hâlâ bir haber ulaşmadı.”
“Komutanım…Eğer ekibe istihbarattan da bir ekip eklerseniz…” İz ve kayıp bulmakta Türk İstihabarartı’ndan iyisini kim nerede görmüştü? Özel Kuvvetler ile birleşen bir ekip demek Atlas’ın çok daha hızlı bulunması demekti.
Derin bir nefes aldı komutan, Aybüke’yi yıllardır tanıyan komutanlardan biriydi, “Bak Aybüke kızım, seninle dürüst konuşacağım. Hiçbir izine rastlamadığımız bir evladımız için özel kuvvetlerden bir timi sahaya çıkarmamız bile çok zor oldu. Ülkede değil, doğu kesiminde değil ve bu işleri çok daha fazla çıkmaza sürüklüyor. Sen bunu benden de iyi bilirsin. Elimden geleni yapıyorum elbet ama şu an için bu kadar.” Adamın ihtiyar bakan gözleri Atlas’ın öldüğüne inanlardan olduğunu söylüyordu. Şu küçücük dünyada yalnızca Aybüke mi inanmıştı onun yaşadığına? Bu bilginin doğruluğu kesin bile değildi!
“O ölmedi komutanım. Yaşıyor.” dedi Aybüke ihtiyarın gözlerine bakarken.
“Umarım hayat beni son bir kez daha haksız çıkarır, kızım.” Ardını döndü, elleri arkasında ilerledi. Gitti. Gitti ve arkasından binlerce parçaya bölünmüş dimdik duran bir kadını bıraktı.
Binbir parçaydı ama hâlâ ayaktaydı. Binbir parçaydı ama hâlâ umudu vardı. İnanıyordu ve inanmayı da bir zamanlar o adamdan öğrenmişti.
Gözlerindeki sızı ve boğazında geçmek bilmeyen yumrunun acısı gözlerini sulandırırken az ilerideki tuvalete girdi. Hışımla girmesi içeride aynaya bakan asistanı ürkütmüş olacaktı ki birkaç saniye sonunda Aybüke yalnızdı.
Dudakları titriyor, hafiften de olsa gözleri kızarıyordu. Nefesini tuttu, tavana baktı, yüzünü yıkadı ama şu saatten sonra her şey nafileydi. Önce tek bir damla düştü gözünden, bir diğeri hemen ardından…Ağladı. Elleri yüzünü örterken ağladı. Hıçkırıkları siyah mermerlere çarpıyor, boğuk sesi yüreği dağlıyordu. Saçlarına geçirdiği elleri diplerini acıtıyordu ama bunun da umrunda değildi. Sadece ağlıyordu. Gözlerinden akanlar ise tuzlu su gibi değil de yüreğinde biriken kanlar gibi hissettiriyordu çünkü çok ağırlardı.
Yaslandığı duvardan yavaş yavaş yere çökerken aklındaki adamdan başka hiçbir şey umrunda değildi. “Allah’ım! Ne olur ölmesin, lütfen Allah’ım. Ne olur ölme!” Hıçkırıkları kısık çığlıklara dönüşürken duyulmaktan da korkmadı, kendinden de. İçinde yıllardır süren savaş beyaz bayrak sallıyordu, kanlı bir beyaz bayrak.
Aşıktı, bu sarışın İngiliz oğlana hâlâ köpek gibi aşıktı hem de.
“Allah’ım tek umudum sende, dermanım sende. Ne olur bana bir yol göster. Allah’ım ne olur yaşasın. Lütfen yaşasın. Lütfen yaşasın. Lütfen yaşasın. Lütfen yaşasın…”
Tıpkı yıllar önce kıydıkları dini nikahlarını bozamadıkları gibi aralarındaki o aşk da hâlâ ilk günkü gibi bâkiydi. Ne eskimiş ne de tozlanmıştı, yalnızca daha fazla güçlenmişti.
Hiç bir insan bir insanı böyle sever miydi?
🖤
Bir insan uzuvsuz yaşar, aşksız yaşar, hatta anasız babasız bile yaşar ama vatansız olmazmış. Hayat son beş ayda bana bunu da öğretmişti. Oysa bunu öğrenmeyi hiç dilemezdim.
Ben Dilbeste. Acılarının ardına saklanıp kendini hayattan sakınmış kadın.
Ben Dilbeste. Acı bildiği yalanlarla kendini kandıran kadın.
Ben Dilbeste. Aşık olmuş ama hayata geç kalmış kadın.
Ben Dilbeste. Kendinden dahi utanan kadın.
Ben Dilbeste. Bambaşka adamlar yüzünden vatanından gönderilen kadın.
Temmuzun daha başı, sıcak güneş tepemdeyken su tenime değiyor, ışıkla ısınıyor ruhum. Şezlongta uzanırken elimde tuttuğum kitabım, kollarını bana dolamış aşkım ve su sesi çevreliyor beni.
Soğuk rüzgar burnumu üşütüyor, bulut kaplı gri gökyüzü ruhumu karartıyor. Kim bilir kaç saattir dışarıdayım, siyah bir nehrin kenarında yürüyorum. Hayalim neden şimdi bir kabus olup dönmüştü bana?
Elimdeki deftere birkaç çizgi daha karalarken gülen insanların sesi kulağımı tırmalar olmuştu. Kendi mutsuzluğum bütün mutluluklara kir aracak türden zehirli ve gaddardı. London Eye’ın soğuk gri rengini kağıda işlerken ruhsuzdum. Ne kim olduğumu ne de kim olacaiımı bilmez bir haldeydim. Yalnızca Dilbeste’ydim, aşık.
Oysa içimde büyümüş bu nefret ve mutsuzluk hissettiğim aşkı yok etmek istiyordu. Acı çektiriyordu, canım yanıyordu ve yaşarken ölmeye başlıyordum.
Canın bu kadar yanabileceğini bile bilmiyordum.
Belki bir bypass ameliyatının acısı bu acıyla ölçüşebilirdi.
Üstümde hissettiğim bir ıslaklık ile kendime geldim, bakışlarım elimde haddinden fazla bastırdığım mürekkepli kaleme kaydı. Şimdi içindeki bütün kara mürekkep sayfalarıma bir de bana bana bulaşmıştı. “Kahretmesin!”
Üstümdeki lekeyi silmeye çalıştıkça her yer daha da batıyordu. Oturduğum duvardan kalktım, eşyaları çantama tıktım ve mürekkebi bir yana bıraktım. Benden kalan lekelerle belki bir insan başka bir şeye hayat verirdi. Bende yer edinmiş hayatsızlık artık her bir yanımdaydı. Thames nehrinin kenarında yürürken kirlenmiş nehre baktım, oysa benim boğazlarım turkuaz mavisiydi.
Temmuz ayındaydık ama bugün hava buz kesmişti, başımdaki bere artık mavi olan saçlarımı örtüyordu. Son beş aydır çalıştığım atölyeye doğru ilerlemeye devam ettim. Londra’nın merkezinde küçük ama çocukların çok sevdiği bir sanat atölyesiydi. Atölyeler halka açılmadığı sürece mekan sahibi, yani sanatçı, kendi ile baş başa kalır ve çalışırdı. Benim için ise bir istisnası vardı, binanın çatısındaki odada ben de çalışabilirdim.
Çanlı kapıyı açmamla güler yüzlü amcanın, Theodor, selam vermesi bir oldu:
“Merhaba, Theodor. Son çalışmaların nasıl gidiyor?”
“Tanrım, harika. Bugün için hazır mısın? Küçük bir grup geliyor.”
Çok şükür ki (!) yıllar içinde başkalarının maskelerini takmayı çok iyi öğrenmiştim. Bana tanımlanmış olan kimliğime uyum sağlamakta çok bir sıkıntı çekmemiştim. Elime tutuşturdıkları kartta da bundan böyle Astrid olacağım yazıyordu. Hurada da yalnızca kafa dağıtmak için çalışıyordum, gerekli para bana çeşitli yollarla ulaşıyordu.
Çantamı ve beremi bir yana savururken artık belime ulaşan mavi saçlarımı tepede topladım.
Son beş aydır hayatbenim için durmuştu. Ne ben eski bendim, ne de bu kimlik bana ait. Öylesine bir boşlukta sürükleniyordum. İstihbarattan hiçbir mesaj gelmiyor, kimse ile konuşamıyordum. Tanıdığım bütün insanlar beş ay öncesinde kalmıştı. Ne bir haber, ne bir mesaj ne bir şey… Yalnızca gitmeden önce “Zamanı geldiğinde karşında beni göreceksin, o zamana dek sen Astrid’sin.” demişti Aybüke, bununla kalmıştım. Mesleğimi yapamıyor, hastanelere hayati bir durum olmadığı sürece adım atamıyordum. Bana ait olmayan bir hayatı yaşıyordum.
Dükkana gelen çocuklarla resim yaparken bir yandan kafamı dağıtıyordum. Aslında bunu yapmam bile yasaktı fakat izin almak adına onlara ulaşabileceğim hiçbir iletişim kanalına sahip değildim. Bir başıma buradaydım. Fakat onlar başıma gelen her şeyi biliyorlardı, bunu bir sorun yaşadığımda ertesi gün giderilmesinden anlıyordum.
Burada çalışmaya başlamadan önce izin alma konusunda endişeliydim, engel olmalarını bekliyordum fakat hâlâ buraya gelmeme izin verdiklerine göre bir sıkıntı yoktu.
Atölye kapanışına dek kalmıştım bu akşam. Çocukları uğurladıktan sonra Theodor’u da evine yolcu etmiş, atölyede yalnız başıma kalmıştım. Vitrin perdelerini çektikten sonra ışıkları kapattım. En üst kata, kendi alanıma çıkarken yalnızca loş ışıkları açtım. Eğer Gece burayı görmüş olsaydı bu huzurlu karanlığa bayılırdı.
Odanın sarı lambasını yaktığımda ortada duran tuvalime baktım, hâlâ yarımdı.
Önlüğümü bu gece de takmadım, sevmezdim. Boyalara bulanmış fırçama uzandım ve yağlı boya paletindeki bir siyaha bandırdım. Yağlı boya ve bazı spesifik teknikler vardı ki hep denemek istemiştim oysa tıp fakültesinden gram vakit bulamamıştım. Hoş, şimdi mesleğimi icra edemiyor ama istediğim kadar resim yapıyordum.
Bütün odağımı kulaklıktan gelen müziğe ve önümdeki tuvale verdikten hemen sonra yeniden kısa sürecek bir huzuru yakalamıştım. Fırça darbelerimin bazıları şövale üstündeki tuvalin dengesini bozuyordu. Belki de dışarıda kopan tufanlar ya da kapıyı delicesine çalan biri vardı ama hiçbiri umrumda değildi. Kapısı kilitli odada yalnızca ben, fırçam ve tuvalim vardık. Hayat bu kadar huzurlu değildi ama kutudan odalarda kendimi hipnotize etmeyi öğrenmiştim. Sanırım bu bir şanstı.
Fırça darbelerim tuvali işgal etmeye devam ederken müziğin kesildiğini hissettim, arıyordu.
Bana verilmiş olan özel telefonu aldım, normal akıllı telefonlar gibi değildi. Ne normal internete erişimi vardı ne bir şey. Arayan numaraya tıkladım, “Bu akşam size bir teslimat var.” dedi adam. Genelde buradaki işlerimi halleden bir çalışandı.
“Atölyedeyim, burası kapalı. Dikkat çekmemek adına Wolf caddesine gideceğim.”
Telefonu kapattıktan hemen sonra binadan ayrıldım, hava gece karanlığı çöktüğünde buz kesmişti. Saçlarımı berenim altına iteklerken iki sokak arkada kalan Wolf caddesine doğru ilerledim. Kalabalık, işlek caddelerdendi. Değişik barlara ve çoğu yerliye geceleri ev sahipliği yapan bir caddeydi. Bir pub*’un (bar tarzı küçük bir mekan) önünde durduğumda etrafımda kimse yoktu. Karanlığa doğru birkaç adım attım, onu burada bekleyebilirdim fakat hissettiğim şey ile bunun nafile olduğunu anladım.
Ceketimin cebinde bir ağırlık vardı. Beni karanlıkta bulmuş ve teslimatını ben onu hissetmeden tamamlamıştı. Cebimdeki kutu her ne ise çıkarmadan hızlı adımlarla kaldığım eve doğru ilerledim. Londra merkezden az uzakta ama şehrin yine dikkat çekmeyen bir mahallesinde müstakil bir evdi. Yan yana bitişik evler vardı. Eve girer girmez lambayı yaktım şayet ne bir perde ne de bir cam açıktı. İstihbarat tarafından bana tahsis edilmiş bir yerdi, kim bilir ne sırları vardı. Son beş ayda bulduklarım ise gayet enteresan şeylerdi.
Cebimdeki kutuyu açtım, içinde şu an kullandığıma nazaran çok daha modern bir telefon duruyordu. Elime aldığımda direkt açılmıştı ve beni arayan biri vardı.
“Başkan sizlerin bundan sonra bu telefon ile devam etmesini söyledi. Önceki ile beraber sizlerde kalacak, ihtiyaç halinde notlar uygulamasına girerseniz sizlere bırakılan notları okuyabilirsiniz.”
Telefon kapandı. Amacını anlayamadığım bu hamle umarım dönüşün yaklaştığının habercisiydi şayet bir göçebe kuş bile bir müddet sonra evini bulurdu. Evsizdim ve kanatlarım yorulmuştu. Hayata tutunmaya çalışmak hiç bu kadar can yakıcı olmamıştı.
L koltuğa uzandığımda soğuktan olsa gerek bütün kaslarımın kasıldığını hissettim. Evde tek bir ses yoktu. Hayatta çoğu zaman yalnızdım ama bu derece yalnızlık bana bile fazlaydı. Duvarlarla konuşuyor, kendi kendime dert yakıyor, tek bir fotoğrafla özlemimi gidermeye çalışıyordum. Nafileydi oysa, biliyordum.
Elimde ne galerisi ne de kamerası olan bir telefon vardı şimdiye dek. Oğuz ile çektirdiğimiz bir fotoğraf basılı halde bendeydi. Bütün kalbimi küçük bir fotoğraf karesine gömmüştüm. Daha fazla ne kadar dayanabilirim onu da bilmiyorum.
“Oğuz…” dedim karanlığa doğru, elimdeki fotoğrafa vuran ay ışığı yeşil gözlerini görmem için yeterliydi. “Seni seviyorum.”
Oysa içten içe sevgim dahi kalmıyordu. Ona aşıktım ama hayata olan nefretim arttıkça ölüme bir adım daha yaklaşmış gibi hissediyorum.
Her şey bir yana, Gece’yi ve kızları çok özlemiştim- buna Aybüke de dahil olmak üzere. Teşkilat annemlere rasyonel bir bahane sunmuş olmalıydı ki arayan soran yoktu.
Düşüncelerimi bölen zil ile donakaldım. Gecenin bu saatinde, hiç kimseyi tanımadığım bir mahallede kapımı çalan biri vardı. Perdenin ardından baktığımda görünürde kimse yoktu. Kapının yanındaki dolaba sakladığım bıçağı elime alıp kapıyı araladım.
Yerde duran minik bir paketten başka.
Küçük, kare şeklindeki kutuyu alıp içeri girdim. Açtığımda karşılaştığım şey tarihi kontrol etmemi sağladı. Bu, minik bir pastaydı ve üstünde yanmayan bir mum vardı.
“Saçlarını sevdim. Onlara uygun yeni elbiseler dikmek gerek, sıfırdan. En baştan, beraber. 2
Bu, aylar sonra bana ulaşan ilk mesajdı. A.A.C kimdi bilmiyordum. Bilmediğim başka bir iki şey daha vardı elbet.
En önemlisi ise bugünden sonra ne benim ne de hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağı idi.
☎️
Elindeki kanı beyaz mendili ile temizledi, yakalarını düzeltti. Bulunduğu şehrin en yüksek binasının tepesinde mutluydu Elmas. Daha kimse onu tanımıyordu ama onun da sırası gelecekti. Onun elinde tuttuğu en büyük kozu sabrıydı. Sabırla ilmek ilmek işlediği planı bir örümcek ağı misali çalışıyor, kimse ipin ucunu bulamıyordu.
Tanju, yıllar önce Yusuf aracılığı ile gücün tadını az da olsa almıştı. Hepsini istediğine karar verdiğinde ise Yusuf Alastan için hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Şimdi ise bir ölüydü, uçak kazasında geberip gitmişti.
Tanju Coleman, Kurul’da bulunan bir İngiliz mafyanın aracılığı ile ilmek işmek güven kazanmış, gücünü herkese kanıtlamıştı. Uzun bir zaman Yusuf’u içten çürütmüş, acıyarak ölmesini sağlamıştı. Kurul’un onun kafasına sıkacağı gün lideri arayan ve dur diyen kişi Tanju’dan başkası değildi. Alastan’ın şirketinde gizli bir şekilde yazılım hakkında Kurul ile konuşan kişi de oydu. Aslında bütün gölgeler oydu.
O gerçekten güçlüydü. Manipülatif zekası ise akıttığı zehriydi.
Dünya’nın bir başka ucundaki adam çalan telefondaki ismi görünce endişelenmeden edememişti. Eskiden olsa onu uor gören biriydi, şimdi işin rengi tamamen farklıydı.
“Alo?” dedi Bülent, arayan kişi Tanju’ydu.
“Bülent! Sevgili dostum!” dedi Tanju sahte bir neşe ile. Gücünün ve aynı zamanda karşısındaki adamın ezikliğinin farkındaydı.
“Tanju. Gerçekten sürprizlerle dolu bir adammışsın, haklıydın.”
“Biliyorum.” diye cevapladı Tanju alkolden bir yudum daha alırken.
“Hangi konu hakkında olduğunu sormayacak mısın?”
“Ben her konuda haklıyım, Bülent.”
Artık roller değişmişti. Bülent’in olumlu ve alımlı bir cevap vermekten başka şansı yoktu. Tanju’nun onunla eğlenmek istediğinin ve ayrıca ona ve yeteneklerine ihtiyaç duyduğunun da bilhassa farkındaydı.
“Elbette. Neden aramıştın? Ayrıca sen neredesin? Ülke adeta yanıyor, izlemek istersin diye düşünmüştüm.”
“Kendi çıkardığım bir yangını izlemek bana heyecan vermez fakat bir gün bir çıra yakmayı becerirsen beni de çağır, bak işte onu izlerim.”
“Bülent.” dedi Tanju Rusya’nın ışıklarına bakarken, “Seninle önemli işler yapacağız fakat beni Yusuf ile karıştırma. Hiç kimseye yapmadığım bir şeyi yapıyor ve seni önceden uyarıyorum. Ne de olsa, Yusuf’tan getirdiğin işe yaramaz bilgiler kalp yumuşatan türdendi.”
“Seninleyim.” dedi Bülent. Şifreleme ve yazılım konusunda onun şirketi ve kurduğu ağlardan daha iyisini bulmak karanlık sektörde mümkün değildi.
Kapanan telefona stresle baktı Bülent, siyah ekrana takılan bakışları bir kadın sesiyle bölündü.
“Sevgilim!” Yerinden kalktı, kısacık boyu ike manken gibi kadına doğru ilerledi, yanağına bir öpücük kondurdu. Tiksinti ile karşıladı kadın fakat başka çaresi yoktu. Hayat onu hiç beklemediği bir yola sokmuştu.1
“Aç değilim, hastaneye gideceğim.” dedi kadın.
“İşim hakkında tek bir söz edersen seni öldürürüm.”
Ellerini teslim edercesine kaldırdı Bülent, yüzünde iğrenç bir sırıtış vardı. Kadınının bu kızgın halleri onda bir takıntı haline gelmiş gibiydi, “Peki, sevgilim. Evimizde seni bekleyeceğim.”5
Cevap vermeden çıkışa doğru ilerledi kadın, arkadan adını duyması ile eli arabasının üstünde kalmıştı.
Başını ne var dercesine salladı.
“Katılmamız gereken daveti unutma, kendine giyecek bir şeyler bak.” dedi Bülent elinde bir kart uzatırken. Gece, o kart ile çok başka şeyler yapmayı dilese de el mahkum uzandı ve arabasının arkasında bilmediği bir yere fırlattı. Son sürat malikaneden çıktığında derşn bir nefes aldı. Hayatının son bir senesi onu yüz seksen derece çevirmiş, bambaşka bir yol göstermişti. Artık bu yoldan dönemezdi şayet ettiği bir yemin vardı…
Önünde duran Türk bayrağına, Kuran’a ve silaha baktı Gece, teşkilattaydı ve masanın hemen karşısında ise her hareketini süzen bir adam, Ateş.
“Ne yapmam gerek?” diye sordu Gece. Onu kaydeden kameradan başkaları tarafından izlendiğini tahmin edebiliyordu.
“Sana ezberlettiklerimi söyleyeceksin. Her şey çok hızlı oldu, unutma ihitmalinde ben-” dedi Ateş’in tok sesi. Ellerini arkasında birleştirmiş, kadını izliyordu. Yeminini ona o ettirecekti.
“Ezberim iyidir, şefim. Sizler keyfini çıkarın.” dedi Gece önündeki bayrağa hayranlıkla bakarken.
Bir elini Kuran’ın, bir diğerini ise silahın üstüne yerleştirdi:
“Bismillahirrahmanirrahim. Devletin milli güvenliği ile ilgili istihbaratın derlenmesinde ve ülkemiz aleyhine yürütülen faaliyetlere karşı koymada görevli olan, gizlilik içinde çalışan; feragat, sabır ve disiplin isteyen, faaliyet alanı tüm dünya olan milli bir kurumda görev almanın bilinci ve şuuru içinde bu şerefli Kuran, bayrak ve silaha el basarak anayasa kanunlar ve talimatların öngördüğü şekilde hiçbir şahıs ve zümrenin etkisinde kalmadan, yalnızca milli menfaatlerimiz yönünde görevimi ifa edeceğime, görevimi hayatımdan bile önde tutarak son nefesime kadar devletimin emrinde olacağıma; bu yolda benim ve ailemin şehadet ve esaretini göze alarak esaret altında dahi teşkilatımın sırlarını ifşa etmeyeceğime,”
Bakışları Ateş ile kesişti, karşısında yıllar önce onun ettiği yemini içtenlikle eden kadına bakarken içten içe gurur duymamak elde değildi. Kader Gece’yi bu yola sürüklemişti. Aybüke de işlerin bu raddeye geleceğini tahmin etmemişti ve fakat bunun adı hayattı. 2
“Dünyanın neresinde olursa olsun teşkilatın uygun göreceği görev yerime itirazsız gideceğime, aldığım görevi yeri ve zamanı düşünmeden hangi şartlar altında olursa olsun küçümsemeden noksansız, en iyi şekilde yapacağıma, bana tanına hak, yetki ve her türlü imkanı kanun ve mevzuata uygun olarak kullanacağıma ve bunları şahsi çıkarıma alet etmeyeceğime, teşkilatın itibarına gölge düşürecek hakaretlerde bulunmayacağıma…” Bakışlarını kameradan çekti ve Ateş’in gözlerinin tam içine baktı:
”Namusum, şerefim ve tüm kutsal değerlerim üzerine yemin ederim.”
Kayıt bitmişti, Gece Yaman beklenmedik bir şekilde Elmas operasyonunun bir parçası haline gelmişti.
Görevi ise Ateş’i yakan türden olacaktı.
Odadan çıktıklarında yanındaki kadına ciddiyetle baktı Ateş, “Allah utandırmasın.”
“Gece.” diyen Aybüke ile bölünmüşlerdi. Ateş, her zamanki gibi elleri arkasında bir şekilde geri çekilmiş, başkanına yer açmıştı.
“Eğitimlere tabii tutulacaksın. Seni bu halde sahaya atamayız, intihar olur.” dedi Aybüke.
“Çok da fark etmez.” dedi Gece ve yolunu artık bildiği odaya doğru ilerledi. Yeminin edildiği kamera odasının yanında yalnızca Ateş ve Aybüke kalmıştı.
…
Aybüke, her zamanki gibi odasına ilerlerken kapıda gördüğü adam ile duraksadı, “Ateş?”
Kapıya yaslanmış başkanını bekleyen adam doğruldu, baş selamını iletti.
“Gece’nin yarım kalan eğitimi hakkında gelmiştim.”
“Tabii. İçeri gel.” dedi Aybüke kapısını açarken.
“Hayır.” dedi Aybüke. Bu onun içten içte durmak bilmeden kanayan yarasıydı.
“Nasıl yani?” diye sordu Ateş şaşkın ve bir o kadar da öfkeli bir tonda.
“Ne oldu?” diye merakla sordu başkanı.
“Atlas’ı arayan ekibin görevden alındığını duydum. Operasyonu durdurmuşlar, Aybüke.”
Bir anlığına zamanın durduğunu, kanının çekildiğini hissetti Aybüke. İlerlemesi de aklı gib durmuştu. Hiçbir şey söyleyemedi, yalnızca ona bana adamın gözlerine baktı. Yalan söylemesini umdu ama bu kırgın bir adamın gözleriydi.
“N-ne demek durdurmuşlar? Ne demek durdurmak, Ateş?”
Karşısında kadının titreyen gözlerine baktı Ateş, kollarını yavaşça ona doğru uzattı şayet bir anlığına bayıalacğını düşünmüştü.
Odadan hışımla ayrıldı Aybüke, gideceği yer belliydi. Bu gereken son damlaydı, çığlıklarını aylarca kimse duymamıştı. O zaman o bildiğini okuyacaktı. Bunu o seçmemişti, bu yol artık bir zorunluluktan ibaretti.
Birazdan yapmaya karar vereceği şeyin sistemin dengesini bozacağını tahmin edebiliyordu. Şayet bir yerde herkes kendi adaletini aramaya başladığında çöküşün başladığı anlamına geliyordu.
Kendisi için aramaya tenezzül etmeyeceği adaleti onun için arayacaktı, hem de hiç düşünmeden.
Otoparktaki arabasını çalıştırdı, ezbere bildiği deponun yolunu tuttu. Geldiğinde tahminindeki gibi korumalar buradaydı.
“Aybüke Başkan’ım, sizleri beklemiyorduk.”
Depoya girdiğinde bağlı halde uyuyan bir adam karşıladı onu: Yusuf Alastan.
Eline aldığı su dolu kovayı adamın yüzüne çarptı, “Lan!”
“Kes sesini.” dedi Aybüke elindeki kovayı bir yana savururken.
“Neredeyim ben? Hani devlet korumasındaydım!”
“Zaten devlet korumasındasın.” dedi Aybüke karşısındaki adama tiksintiyle bakarken, “Devlet benim.”
“Bunu uçaktaki o o*osp* da söylemişti. Ezber yapıp mı geliyorsunuz yoksa?”
Güldü Aybüke, “Doğru söylemiş.” Gülüşü saniyesinde soldu, ona alayla bakan adama sert bir tokat attı. Elini, adamın bağlandığı sandalyenin iki yanına yerleştirdiği; yaklaştı.
“Şimdi bana Tanju boku hakkındaki her şeyi anlatmazsan sana otopsi yapacak adamların haline acımaya başlayabilirsin.”
Korkuyla baktı Yusuf, bu kadın ciddiydi.
“Eğer susmaya devam edersen sana yapacağım şeyleri aklının ucundan bile geçiremezsin, Yusuf.”
“Ben devlet koruması altındayım! Bana dokunamazsın, yasa ihlali bu yaptığın!”
“Sen bütün o itlikleri yaparken yasalar yok muydu lan it!”1
Derin bir nefes aldı, “Biraz da yasayı biz çiğneyelim, Alastan. Ne de olsa herkesin içinde biraz kötülük vardır. Fakat benimki son zamanlarda biraz olmaktan çıktı. Şimdi; nasıl yapalım, sen söyle.”
Belki de ilk ve en büyük ihlali yapıyordu Aybüke, çiğnediği kural sayısızdı fakat kendi adaletini seçmeye aylarca dil döktüğü adamlar sebep olmuştu. Onların aksine Aybüke biliyordu; Atlas hâlâ hayattaydı. Hissediyordu. İnsan bir diğer yarısı ölse hissetmez miydi hiç?
Derin yaraların başlangıcıydı bu beş ay. Fakat herkes -Aybüke dahil- bu beş ayı anacakları günlerin geleceğinden bihaberdi.3
Merhaba, uzun zaman sonra çok şükür dönebildim. Kısa bir bölümdü şayet ikinci kitaba başladık. Çok daha heyecanlı, operasyon ve aşk dolu bir kitap planım var, inşallah eski tempoda yazıp atacağım.
Sizce Yansı’ya kargo gönderen kişi kim?
Aybüke çok riskli bir karar aldı, sizce neler olacak?
Peki ya Gece….Birden ne oldu sizce?
Viraha II’ye Hoş Geldiniz, hazır mıyız?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
11.92k Okunma |
813 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |