
***Düzenlenecektir. O kadar yorgunum ki uyuya kala kala bir hâl oldum. Son okumayı daha yapmadım 🫠
Keyifli okumalar dilerim.
bu bölüme çok oy çok yorum bekliyorum🫶🏻
33. Bölüm
“Onurlu Bir Adamın Cenazesi”
"Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri
varsa, o yerde güneş batıyor demektir."

…
“Şansımıza hava yağmurlu.” dedi Ateş sürücü koltuğundan. Arada göz ucuyla yanında dizlerini çekmiş, dışarıyı izleyen kadına bakıyordu. Elleri birbirine kenetli bir şekilde duruyordu.
“Bence en güzeli yağmurlu havalar.” diye mırıldandı Gece kazağın kumaşının altından. Arabanın ön koltuğunu geri çektirmiş, dışarıdaki yağmuru izliyordu. Elinin üzerinde hissettiği dudaklarla gözlerini yanındaki adama çevirdi.
“O zaman sıkıntı yok.”
Bir saattir yoldalardı. Mahkeme gününe kadar yalnız kalabilecekleri iki günleri vardı. Artık onlar birdi. Kocaman örülü duvarlar bir bir yıkılmış, yerini ayrılmayacak bağlara bırakmıştı. Uzak görünen uçurumlar bir olmuştu artık.
Suskunlaşan sevgilisini izliyordu Ateş yandan yandan. “İyi misin?” dedi baş parmağı ile tuttuğu eli okşarken. Evet cevabını sessiz bir baş hareketi ile almıştı ama solgundu Gece’nin teni.
“İyiyim.”
“Solgun görünüyorsun..Gittiğimizde her yer sessiz olur. İyice dinlenirsin.”
“Elbette.” dedi Gece ufak bir gülümsemeyle. Vücudunu Ateş’e doğru çevirdi. Elini tutan koluna sırnaştı. “Dün geceden bu yana pek uyuduğum söylenemez.”
Yola bakıyordu Ateş fakat sesli gülmeden edemedi. Koluna sırnaşan kadının belinden kavradı, sarıldı.
“İyisin, değil mi ama?”
“İyiyim, Ateş.” dedi Gece yorgun çıkan sesiyle. Ateş’in yanağına minik bir öpücük bıraktı. Başını, geniş omza yeniden yasladığında gözlerini yumdu.
“Ne kadar yol kaldı?”
“Az biraz daha var.”
“Neresi burası?”
“Bir zamanlar hep uzaklaşmak için geldiğim bir dağ evi. Yaptırdığımdan bu yana benden başka kimse gitmedi.”
Hafifçe başını kaldırdı Gece. Ateş görmedi ama adamın yan çehresinden ona baktı Gece.
“Ben ilk miyim?”
“İlk...ve son.”
Hayatta şükretmek için çok sebep vardı. Hayata bakış açısıydı önemli olan. Bir savaşın ortasında içecek su bulmanın kıymetini görebilmek, fırtınalı hayata isyan etmek yerine altına saklanabileceğin kulübeye şükretmek…
İsyan etmemişti Gece, ve hayat en sonunda güneş açmıştı. İçine kapandığı karanlığın içinde camlar açılmıştı. Baharın esintisi ve ışığı içeri süzülsün, saklandığı gölgeyi aydınlatsın diye.
Ateş aylardır onun için bambaşka bir mesele olmuştu. En başından bu yana aşık değildi fakat en başından bu yana gözleri gözlerinde kaybolmuştu. Farklılığın farkındaydı lakin bunun ismi meçhulden ibaretti.
Bugün ise aşktı adı.
Yıllar süren fırtınadan iki günlük kaçmak içten içe rahatsız ediyordu Gece’yi. Alıştığı savaş meydanından kaçmak gibiydi bu, ihanet etmek, bencil olmak…
Ara sıra kendine iyilik yapmak bencillik değildi.
Ve Ateş, Gece’ye bunu öğretmeye ant içmişti.
Araba İstanbul dışı olduğu belli olan bir caddede durduğunda gözlerini açtı Gece, “Acıktın mı?” diye soruyordu Ateş sessizce. “Sabah da pek bir şey yemedin. Saatler oldu. Hadi, gel.”
Yavaşça Gece’yi doğrulttu. Kafasındaki kapüşonluyu düzeltirken gözlerini kırpıştırıyordu Gece. “Hava serin düştü. Bunu da giy.” dedi Ateş kabanını Gece’nin üstüne sararken.
“Üşümüyorum.”
“Tepelik yerdeyiz. Üşürsün.”
“Üşümezsem sen taşırsın kabanımı.” dedi Gece ve arabadan çıktı. Saçlarını içine sakladığı kapüşonu çekti, etrafına bakındı.
“Nereye geldik?”
“Seni dünyanın en iyi köftecisine getirdim!”
Yanında yürüyen adamın ani heyecanına ve gülüşüne bakmadan edemedi. Camekandan içeri girdiklerinde minicik lakin sıcak bir dükkan ortamı karşılamıştı onları.
“Oo Ateş’im!” diye bağırmıştı yaşlıcana, beyaz saçlı bir adam.
“Davut ağabeyim.”
Birbirlerine sarıldıklarında aradaki boy farkı göz ardı edilemeyecek kadar büyüktü. Gülümsetmişti bu Gece’yi. Elleri kazağının ön cebinde, saçlarının bir kısmı şapkasındaydı. Haklıydı Ateş, akşamüzeri bu tepelik pek bir serindi.
“Nerelere nerelere gittin unuttun bizi.” Diyordu Davut. Gözleri arkada duran ve izleyen kadını bulduğunda adeta parlamıştı.
“Hanım kızım, hoş geldin.”
Etraftaki tek tük çıraklar da bu kadına gülümseme ve şaşkınlıkla bakıyordu. Gece, ona seslenilmesiyle şapkasını indirdi.
“Merhaba.” dedi elini uzatarak. Uzattığı eli tutmuş, buruşuk elleriyle genç kadının ellerini sarmıştı.
“Maşallah sana. Bizim kerata Ateş hiç bahsetmedi senden. Şaşkınlığımızı mazur gör, olur mu kızım?”
“Estağfurullah.”
“Hadi siz geçin ben hemen getiriyorum!” diye seslendi Davut arka tarafa doğru ilerlerken. Ateş önde, Gece arkada bir şekilde kapının önündeki taburelerden birine çöktüler.
“Bu kim?” diye sordu Gece taburesini çekerken. Gülüyordu Ateş, burayı sevdiği her halinden belliydi. Minik fakat her bir yanı anılarla dolu bir esnaf dükkanı.
“Burası benim ilk çalıştığım yer. Davut ağabey de beni mutfağa sokan ilk kişi.”
Şaşırmıştı Gece, “Ciddi misin?”
“Evet! Neden? Beğenmedin mi?” demişti Ateş alayla.
“Saçmalama. O yüzden değil… Seni burada hayal edemiyorum.”
“Babam getirmişti beni buraya. Çıraklık yapmaya başladıktan sonra mutfağa girdikçe mutlu hissetmeye başladım. Davut ağabey bunu fark ettikten sonra beni mutfaktan çıkarmadı tabii.”
“Vay be…Zenginler de çıraklık yapıyor muymuş?” diye dalga geçti Gece. Hınzır bakışları kapüşonunun altından Ateş’e odaklıydı.
“Geç dalganı sen geç.”
Masaya meşrubatlar geldiğinde bir an için sustular. Gece’nin bakışları etrafta dolanırken yanına sırnaşan kediyi sevdi.
“Ee..” dedi Gece, “Başka?”
“Başka?” diye yineledi onu Ateş ellerini silerken.
“E anlat biraz daha. Dinlemek istiyorum.”
“Emrin olur.” dedi Ateş gülümserken. “Ortaokul sondaydım ilk başladığımda. Liseyi buralarda yatılı okudum. Burada öğrendim mutfağı. Sabahtan akşama kadar önce köfte ekmek yapıp satar, gece de mutfakta çalışırdım.”
Genç bir garson ekmekleri getirdiğinde bir an için susmuş, teşekkür etmişlerdi.
“Ee?” dedi Gece ekmekten ısırırken. Tattığı köfte gerçekten anlattığı kadar vardı. Boğaz yakmıyor, çiğ de değildi.
“Haklıymışsın.” diye mırıldandı Gece bir yandan.
“Ee.”
“Devam etsene. Çok merak ediyorum yolun Michelin yıldızına kadar nasıl kaydı.”
“Annemler İtalya’ya gönderdi. Lise son oradaydım. Kendi çabamla burs falan derken bir şekilde şef oldum. Önce yurt dışındaki mekanları açtım, devrettim. Sonra İstanbul’a döndüm.”
“Peki…Yolunuz nasıl kesişti?” diye sordu Gece sessizce. İstihbarat ile yolunun nasıl kesiştiğini merak ediyordu.
“Yurt dışındaki küçüklü büyüklü tüm mekanlar üne kavuşmaya başlamıştı. Buradaki mekan çok büyük şirketler için toplantı mekanı olmaya başladı. Sonra herkesin dilinde dolaşan bir yere gelince bazıları için mekanım durak noktası oldu. Sonra bir telefon geldi…Yani, bir dört sene öncesine dayanıyor sanırım.”
Ağzındaki lokmayı çiğnerken başını yavaşça “anladım” anlamında salladı Gece. İçeriden gelen seslere odaklandığında Davut amcanın heyecanla onlara yaklaştığını gördü.
“Ateş bak ne buldum!”
“Hayır!”
Ateş taburesinden hışımla yükselse de Davut bir tahure çekerek Gece’nin az uzağına oturmuştu. “Bak kızım ben sana ne göstereceğim şimdi…”
Masaya konan çerçeve ve fotoğraflara merakla baktı Gece. Pek çoğunda ince uzun kumral bir çocuk vardı. Kâh tezgah başındaydı, kâh deli pozları vardı.
“Davut ağabey n’apıyon ya?”
Kahkahasına engel olamamıştı Gece. Hayatında ilk defa bu kadar yüksek sesli bir kahkaha salmıştı. Fotoğraflardaki çelimsiz deli oğlana bakarken pozlarına gülmeden edemedi.
“Tamam, yeter.” dese de Ateş, yeterli değildi. Şu an karşısındaki adama baktığında fotoğraflardakinden üç kat uzun ve beş kat yapılı bir adam vardı. Kabanın içindeki telefonu alıp gizlice resmin fotoğrafını çekti.
“Utanma. Bence çok tatlı.” dedi Gece gülmeye devam ederken.
“İyi güldünüz ha!” diye yükselse de Ateş, Gece’nin böylesine güldüğünü görmek sevindirmişti onu.
“Kızım seninle tam tanışmadık biz. Bizim oğlan yanında ilk defa karşı cinsten birini getirince donduk kaldık vallaha! Gazetelerde görürdük onu ama pezevenk okdu çıktı zannetmiştik.”
“Sağol, ağabey. Eyvallah.” diye huysuzlana dursun, Gece gülmeye devam ederken elini uzatmıştı.
“Gece, ben.”
“Güzel kızım..Bahtınız da isimleriz gibi güzel olsun.”
“Amin.”
Yaşlı adamın ellerinin içindeydi Gece’nin elleri. Etrafa bakınırken genç Ateş’i görmeye çalıştı. Ateş’in burada çalıştığı dönemlerde o hâlâ yetimhane yurdundaydı.
Güneş tamamen batarken geçmişe dair güzel anılar anlatılmış, sıcak konuşmalar sarmıştı etrafı. Aitlik hissine dair bir şeyler filizlenmişti Gece’nin kalbinde. Yine el ele arabaya gittiklerinde yüzünde tatlı bir tebessüm ile binmişti arabaya.
“Doydun mu?”
“Biraz daha yersem beni hamile sanabilirler.”
Yanındaki kadına yaklaşıp yanağından kocaman bir öpücük aldıktan sonra sarıldı.
“Ateş, n’apyon?!” Sıkıca sarılan kolların arasında erimişti adeta. Ateş öyle sıkı sıkı sarılmıştı ki doyumsuzca yanaklarından ve boynundan öpmüştü.
“Seviyorum.”
“Ben eziliyorum ama!” diye kahkaha attı Gece. Bir anda kendini Ateş’in kucağında bulmuştu. Geniş bir arabaydı, hareket etmeleri çok kolaydı. Gözleri kenetlendiğinde bir süre için yeşillere daldı Ateş.
“La tua pelle è il mio sole, i tuoi capelli sono la mia notte. Il rosso delle tue labbra è la rosa più bella.Ti amo, mia metà. Ti amerò per sempre… Mia bella. Bellissima.”
İtalyanca konuşan adamı dikkatle dinledi Gece, “Ne dedin?” diye ancak sorabildi. Yedi yirmi dört İtalyanca konuştuğunu hayal edemedi Gece. Gülümsüyordu Ateş, kuzgun siyah saçları okşarken konuştu:
“Tenin güneşim, saçların gecem. Dudaklarının kırmızısı en güzel güller… Seni seviyorum, diğer yarım. Seni hep seveceğim… Benim güzelim.”
🖤🔥
Ölüm, herkesin sandığından çok daha yakındaydı. Bir nefes kadar uzak, nabız kadar yakın.
Ruhunun yaşlılığı mıydı Atlas’ı dibe çeken yoksa omzuna binmiş ağırlıklar mı emin değildi. Kafasına geçirilmiş kumaş mıydı gözlerini karartan yoksa yine bayılmış mıydı bir yana? Kalbinin sesi kesik kesik atıyordu- ölüme yakınlıktan mı yoksa yâre olan uzaklıktan mıydı bu kesintiler?
Göğüs kafesini sıkıştıran şey ölüm korkusu muydu yoksa son kez yapamadığı onca şey için duyduğu hüzün mü? Son kez sevdiğine seni seviyorum diyememekten miydi kaçma arzusu?
Florasan ışıklarının yanıp söndüğü koridorda akan kanalizasyon sularının eşliğinde ilerliyordu Atlas. Yürümekte zorlanıyordu, bacakları yara içindeydi. Hiçbir yarası dezenfekte edilmemiş, dikiş atılmamıştı. Onu tutan iki kişi sürüklediği için hareket edebiliyordu. Aydınlığı en son bir çiftlikte görmüştü Atlas, ondan sonra geçen onca ay karanlıktan ibaretti.
Bir genç adam gelmişti buraya. Siması eski hatıraları açtıran, deli kanı geçmişin toyluğunu hatırlatan türden bir adam.
Eduardo.
Eduardo Machado. Tarihin ve kendi devletinin dahi unuttuğu ama yer altının en değerli hazinelerinden olan favelanın asil oğlu.
Tarih tekerrür eder miydi bilmiyordu Atlas fakat bir şeyden emindi- geçmiş, bugününe çok yansımaya başlamıştı.
Koridorlardan birine döndürüldüğünde bir kapı açılma sesi duymuş, çok geçmeden yere yatırılmıştı. Kafasındaki onca yara umursanmadan geçirilen çuval çekildiğinde gözlerini ışığa zar zor alıştırdı. Karanlıktı ve o, odanın tek ışık kaynağının hemen altında duruyordu. Atlas’tı bu, her daim parlamaktı onun işi. Ölüm karanlığında dahi parlamak ve gülmek.
Ölürken dahi gülmek.
Yer altında bir mahzen olduğunu tahmin ettiği bu yer yuvarlak şeklinde olmalıydı şayet uzaktaki adım sesleri dairesel bir biçimde yankılanıyordu. Ses bir an soldaydı, bir an sağda, bir an kuzeydoğu yönünde…
Kanlanmış gözlerine inat uzaktaki ayakkabıların parlamasını seçebildi Atlas. “Az daha yaklaşsana, baba.”
Öksürüklerinin pek çoğu kanlıydı ve o öksürdükçe betonun rengi koyulaşıyordu. Siyah görünüyordu lakin beton kırmızıya boyanıyordu.
“Sana çok şans tanıdım.” dedi ses. “Ama konuşmayı asla seçmedin.”
“Ne anlatayım sana babam!” Ciğerlerinin yandığını hissetti. Ona konuşması için verdikleri kimyasallara tepki göstereyim derken vücudu ölümle burun buruna gelmişti.
Ama yine de konuşmamıştı.
“Mesela senin evde olmadığın onca yıl içinde nasıl büyüdüm, dinlemek ister misin?”
Ses gelmedi. Parlatılmış ayakkabının uçları karanlıkta belli olurken nefes alamadığını hissediyordu Atlas. Dayanacak takati kalmamıştı. Belki de Eduardo’nun bu kararı onun için en iyi seçenek olabilirdi. Sonsuz bir dinlenişe doğru yatar, bütün bu işkence biterdi.
“Karanlıkta saklanmaya kalkma, baba. Sen o karanlıktan da daha koyusun.”
“Oysa ben Elmas’ım, evlat. Ben parlarım.”
“Hayır. Sen hâlâ kömür karası değersiz bir taştan ibaretsin. Neden biliyor musun? Senin ellerinde çocukların kanı var. Bak, damlıyor ellerinden. Görmüyor musun ellerini? Bak, ellerine bak! Nasıl da kan dolmuş avuçların.”
“Hayvanın doğası bu, evlat. Yaşamak için öldürmek.”
“Yaşayacağını mı sanıyorsun sen hâlâ?” Güldü Atlas, “İstersen sadece beni değil herkesi vur, öldür. Bir gün gelecek, elindeki silahı alnının ortasına dayayacaksın. Sen çoktan ölmüşsün Tanju Coleman! Aynaya baktığında yaşayan bir adam görebiliyor musun!”
“Senin ölümünü izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi, Atlas. Sen benim varisimdin. Benden sonra bu krallığı sen devralabilirdin.”
“Yusuf’un bunca şeyi sana değil de bana vereceğini adın gibi biliyordun. Beni buraya kapatmamış olsaydın zamanı gelince yine öldürürdün sen oğlunu. Anla Tanju Coleman, sen her olasılıkta bir evlat katilisin!”
Karanlıktan aydınlığa doğru bir iki adım attı Tanju. Sarı saçları artık neredeyse tamamen beyazdı. Fakat yüzündeki aptal gülümsemeden hiçbir şey eksilmemişti. “Belki de haklısın.” Tahta bir sandalyeyi Atlas’ın karşısında bir yere çekti.
“Biliyor musun? Madem öleceğim, bazı şeyleri sana itiraf etmeden ölmek istemiyorum.”
“Lütfen.” dedi Tanju bir ayağını dizine atarken.
“Ben…” Öksürdü, “Sen benim küçükken kahraman olarak gördüğüm adamdın. Aslan…Baba aslan. Sen benim babamdın bir zamanlar. Ama…”
“Ama ne zaman ki Yusuf’un ve senin elinden damlayan kanı fark ettim…Ailem olduğunuz için sizi gebertmek istedim.”
Bu sefer kıkırdayan Elmas’tı. “Sen benim oğlumsun. Kabul et ya da etme…Senin içinde de bir ben yatıyor.”
“Doğru…” Başını kaldırdı Atlas. “Bunda çok haklısın. İçimde bir sen var. Ama aramızdaki fark ne biliyor musun, Elmas? Sen öldüreceklerine gülerken ben yaşattıklarıma gülüyorum. İçimde yaşattığım umuda gülüyorum, aşka gülüyorum…Sen kan kokusuna gülüyorsun. Düşün şimdi Tanju Coleman, sence içimdeki sen yaşıyor mu hâlâ?”
Suskundu Elmas, yerde kıvranan adama duygusuzca bakıyordu. Benziyorlardı. Yüzleri, saçları ve hatta elleri. Bu belki de Atlas’ın en büyük lanetiydi. Operasyon için yapılan her toplantıda ekrandaki fotoğrafa baktıkça kendini görüyordu. İstese de istemese de bu benzerlik yüzünü paralama isteği doğuruyordu. Aybüke ile evli oldukları zamanlardan birinde bir akşam dayanamamış, lanetler ederek çizmişti yüzünü. Onun ellerinden zorla tutan, durduran kişi karısı olmuştu. Atlas için yüzünde bu leke ile gezmek hainin oğlu olmak kadar zordu.
“İyi kokla etrafını, Tanju…Bu duyduğun kan kokusu benden geliyor. Senin cesdinin çürük kokusu. İçimde yıllar önce öldürdüğüm seni yine içimde çürüttüm. Ki asla unutmayayım… Bu ölüm kokusu yalnızca sana ait, Tanju Coleman.”
“Fakat bugün burada namlunun ucunda duran sensin, Onur Atlas Coleman.”
“Şehitler ölmez, Elmas. İstesen de öldüremezsin.”
“Bir Türk gibi konuşman yok mu? Beni güldürüyor yalnızca.”
“Peki senin bu kendinden eminliğin yok mu, Tanju Coleman? Bu da beni ziyadesiyle güldürüyor.” dedi bir ses uzaktan.
Dikkat kesildi Tanju ve Atlas, ikisi de duydukları bu yabancı ses karşısında diken üstüne geçmişti. Etrafta ne bir gölge vardı ne de sesin geldiği net bir konum. Her yerde ve hiçbir yerdeydi. Aynı kişiden bir ses daha yükseldi, bir kahkaha. Bu sefer adım sesleri duyuldu ama iki yanda aynı anda atılıyordu sanki adımlar.
“Şuna bak…Davetsiz misafir.” diye güldü Atlas Tanju’ya doğru. “Her şeyi kontrol edemiyor musun yoksa, Elmas? N’oldu?”
“Kes sesini.” diyerek ayaklandı Tanju. Ceketini düzeltirken tehlikeli bir sakinlikle karanlığı dinledi. Adamlarına işaret yaptı lakin herkes sağır, herkes kör olmuş gibiydi.
“Eduardo?”
“Eduardo olduğumu düşünmen ne kadar garip. Eduardo Türkçe’yi unutmamış mı?” diye konuştu ses. “Bak sen…Hiç de söylemiyor.”
Ses sakin fakat bir o kadar gizemliydi. Kadın mıydı yoksa erkek miydi tam anlaşılmıyordu. Ağzını kapatan bir maske olmalıydı.
“Çık ortaya. Eduardo’nun adamıysan getirdim işte istediğini. Halletmem gereken işlerim var, sabah kadar baba oğul muhabbeti yapamayız. Değil mi ama?”
Bir yandan adamlarına sesin kaynağını bulmaları için işaret yapıyor, etrafa bakınıyordu.
“Oralarda değilim, hiç bakma.”
“Atlas’ı öldüremeyecekseniz ben geri götürürüm. O buradan benim gözetimim olmadan canlı çıkmayacak.”
“Neden?” diye sordu ses alayla. Eğlendiği her halinden belliydi.
“Çok şey biliyor… Dışarısı onun için pek tehlikeli. Babası olarak gerekirse ben korurum. ” diyerek kinayeli bir tavır sergiledi Tanju.
“Ben onu bir kere öldürdüm.” dedi ses. Bu sefer topuk sesleri yankılandı soğuk duvarlarda. Öyleydi ki bu topuk sesleri Atlas’ın kalp atışına denkti. Atlas’ın yere eğik başı kalan son gücü ile kalktı.
“Ama o ölmedi, celladını dahi affederek bana geri geldi.”
Topuk sesleri yaklaştı. Tanju, tam arkasında hissettiği karanlığa doğru dönerken adamları da aynı anda gölgede beliren siluete doğrultmuştu silahlarını. Siluete bakan belki de yirmi silah vardı.
“Konumuza dönelim, Elmas. Sen de beni epey güldürüyorsun.”
“Çık ortaya.”
Bu sefer cık cıkladı ses. Karanlık siluetin ardından biri daha belirdi, ilk ışığa çıkan oydu.
“Eduardo?” dedi Tanju karanlıktan çıkan adama bakarken. “Bu da kim? Arkadaş getireceğini söylememiştin.”
“Her şeyin haberini vermem mi gerekir, Tanju? Ben buradayım işte, oğlunun canını almaya geldim.”
“Pekala. Meydan senin. Benim onunla işim bitmişti zaten. Fakat bu denli ‘farklı’ bir girişe gerek var mıydı, sevgili Eduardo?”
“Final bölümlerinin girişi hep heyecanlı olur, sevgili Tanju.”
“Finalden önceki son bölümü yazmaya geldik, Elmas.” dedi ses. Topuk sesleri arttı, önce ayakları, sonra da bedeni ışığa doğru çıktı. Dikkat kesildi Tanju, ve hemen ardından uzaktan gördüğü bir simanın gerçekliğine inanamadı.
“Merhaba, Elmas.” dedi ses. Dairesel alanı çevreleyen gölgede insanlar belirmeye başladı. Ses, yüzünü saran kumaşı çıkarttı.
Atlas ise bulanık görüntüsüne rağmen bu sesin sahibini çoktan anlamıştı. Boğazını yakan nefesi en sonunda verdi.
“Nasıl?!” diye bağırdı Tanju. Gözleri Dilruba ve Eduardo arasında gidip geldi. “Ne demek oluyor bu?”
“Oğlunu esir alma sebebin sana ihanet etmiş olması mı?” dedi Aybüke az önce Tanju’nun oturduğu sandalyeye doğru ilerlerken. Tahta sandalyeye ters bir şekilde oturup intikam ateşiyle yanan bakışlarını Tanju’ya dikti.
“Bu seni ilgilendirir mi? Bence sen, seni de yakalamadığıma şükret. Oysa görüyorum ki oğlumdaki ahmak cesareti sana da bulaşmış.
“Oğlunu esir alma sebebin sana ihanet etmiş olması mı?!” diye yineledi sorusunu Aybüke. “Peki ya onda bıraktığın bu izler? Yine sana yapılan ihanetin altında ezilmenden dolayı mı?”
“Beni kim ezmiş?” diye güldü Tanju, “Ama sen, küçüğüm…Çok gözüme batıyorsun.”
“Sevgili Elmas…” dedi Aybüke onun tonunu taklit ederek, “Senin böyle insanlara kralmış gibi hüküm vermen beni ziyadesiyle güldürüyor. Madem öyle, herkes buradayken anlatsana biraz…Sen nasıl gelin gelmiştin Yusuf’un ailesine? Sevim’e olan destansı aşkından bahsetmek ister misin?”
“Sen kimsin? Ve sana neden bundan bahsediyorum?”
“Ama Elmas! Hiç eğlence anlayışın yok, ben ise çok uzun zamandır bu anı bekliyorum. Dünyanın en iyi oyunbazıyla oyun oynamak istiyor canım…Benimle masaya oturmayacak mısın?”
Karşısındaki yürek yemiş kadına hayretle baktı Tanju. “Seni seveceğimi tahmin etmiştim.” dedi Tanju.
“O zaman ben başlıyorum.” dedi Aybüke. Ayaklandı, Tanju’ya doğru ilerledi. “Doğruluk mu, cesaret mi?”
“Hadi canım!” diye bir kahkaha patlattı Tanju. İrite eden sesi yer altını doldurururken üstündeki ceketi çıkardı, gömleğinin bileklerini sıyırdı.
“Doğruluk.”
“Aileye nasıl girdiğini anlat.” dedi Aybüke, bir yandan özel kıyafetini saran ceketi çıkartıyordu.
“Sıkıcısın…Sevim aptallığına rağmen güzeldi. Evlendim.”
“Doğruluk dedim, Elmas. Kandırmaca değil. Şayet ben gerçeği biliyorum, bence yalana kalkma. Hadi, buradakilere de gerçeği anlat.”
“Hangi gerçekten bahsediyorsun?”
“Elmas olmanı sağlayan şeyden.”
Yavaşladı Tanju’nun adımları. Yüzündeki alaycı ifade yavaşça ciddiyete büründü. Bu kadın -Dilruba- düşündüğü gerçeklerden bahsediyordu ise Atlas’tan önce ölmesi gerekiyordu.
“Neymiş o gerçek…” diye yineledi sorusunu Tanju fakat bu sefer ciddi ve sinirliydi. Alnındaki ve boynundaki damarlar kendisini sıktıkça daha da belirginleşiyordu.
“Madem sen cevaplamayacaksın, ben anlatayım…”
Aybüke, odanın ortasındaki ışığa yanaştı. Yerde yatan adamın hemen önünde durdu, ışığı onunla paylaştı. Şayet etrafta olan ve onları dinleyip izleyen herkesin her şeyi en net şekilde anlaması lazımdı. Çünkü o ışığın altında duran iki kişinin de canı şu an odadaki yüzlerce silahtan çıkabilecek tek bir kurşuna bakıyordu.
“Tanju Coleman! İngiliz bir iş adamı. Sevim Alastan’la tanışıyor, aşık oluyor…evleniyor. Sevim’in soyadını alıyor. Alastan şirketine kadar giriyor. Bununla da kalmıyor…Yusuf Alastan’ın bütün lojistiğini kontrol eden müdür konumuna yükseliyor. Vay be! Nasıl bir kariyer…”
Birkaç adım attı, devam etti:
“Gençliğinde kocaman bir yeraltı krallığı yönetmiş bir adam nasıl oldu da Türk dahi olmayan birine böylesine güvenebildi? Eğer bilmiyorsanız, Tanju Coleman Alastan ailesinin bütün yasadışı teslimatlarını kontrol ediyordu. Hepsinde de başarısızdı…numaradan. Biz orayı zaten çok iyi anladık. Ama bugün anlayacağım kısım şurada gizli…Tanju Coleman güveni nasıl kazandı?”
İşte şimdi herkesin dikkati ortada cesurca konuşan kadındaydı. Tanju, Tanju’nun adamları, Eduardo’nun adamları, Eduardo ve Pamir’in çetesi…
Burada istihbarat yoktu, burada ‘Aile’ vardı.
Aybüke, bütün ihtişamı ile yüzünü Tanju’ya döndü. Ona doğru yavaş adımlar atarken konuştu:
“Oğlunu hainliği yüzünden hapseden bu adam İngiltere’nin en büyük sırlarını Alastan’a sattı. İşte bu sayede Alastan kimyasalı ve hazineyi saklayacak kişi seçildi. Çünkü o da Tanju’nun verdiği bu nadide bilgileri Kurul’a sattı. İngiliz üyeler Kurul’da düşerken Alastan’ların yıldızı parladı. Tabii, hiçbir İngiliz’in Tanju’nun bu ihanetinden haberi yoktu. Kaynak her daim sır tutulmuştu…”
Atlas dahi ilk defa duyduğı bu bilgiler karşısında donakalmıştı. Aybüke’sinin zekasından kuşku etmeye temezzül dahi etmezdi fakat bunca şeyiki yıldır ararken birkaç ayda nasıl öğrenmişti?
“Ama asıl bomba bu değildi. Planı tıkır tıkır işledi. Aptal rolü oynayarak Alastan’ı eritti. Ölümüne sebep oldu… Yusuf’u ve hanedanını yok etti. Boşalan koltuğa o geçti. Bu sefer desteği İngilizler verdi…Çünkü bu sefer Yusuf’un sahip olduğu bütün senetleri, bilgileri İngilizlere sattı. Bununla da kalmadı, kimyasalın da hazinenin de yerini İngilizlere verdi. Beraber çalıştığı kim varsa hepsiyle çok tehlikeli bir kumar oynadı. Her elde kazandı. Yusuf, İngilizler, Kurul… Hepsini kandırdı. Hepsini yendi. Ama Elmas…” En sonunda Tanju ile yüz yüze gelmişti. “Benimle oynadığın kumarı kaybettin.”
Ve Aybüke, Maça Ası kartını Tanju’nun yüzüne doğrulttu.
En güçlü kart.
“Şu an bütün dünya, Kurul ve İngilizler seni arıyor. Bir zümrüdüanka küllerinden doğdu, hepsinin kulağına fısıldadı…Ben kazandım, Tanju Coleman. Benimle oynadığın kumarı kaybettin. Çünkü devletle oynadığın kumarda kazanma şansın yok.”
Elindeki Maça Ası kartını ateşe verdi, “Şah ve mat, Elmas.” Donakalmış adamın kulağına doğru eğildi, “Ben kazandım.”
Tam o anda bütün silahlar çekilmiş, iki taraf oluşmuştu. Ortadaki ışığın tam ortasında ise yine biri vardı: Bir çocuk, bir adam, Atlas.
Ateş etmeye başlayan ilk taraf Elmas olmuştu. Duvarlara çarpan mermiler toz bulutuna karışıyor, karşı taraf sis bombası atmaya hazırlanıyordu. Herkes siper alırken Bütün çete ailesini korumak için ateş ediyordu. Tanju, sisin oluşturduğu buluttan yararlanarak kaçmaya çalışırken kurşunlardan kaçmak için çapraz bir biçimde koşuyordu. Hemen arkasında ise onu takip eden silahlılar vardı.
Silahların sağır edici sesleri yer altını sallarken Aybüke’nin bütün kurşunlara inat koştuğu tek biri vardı.
“Atlas!”
Ortada baygın bir şekilde yatan adamın yanına koşarken bir yandan kendini uçan kurşunlardan korumaya çalışıyordu. Işığın tam ortasına geldiğinde kendini Atlas’ın üzerine siper etti. Bütün vücudunu yaralı adamın üstüne sararken aylardır uzak kaldığı adama sıkı sıkı sarıldı.
“Atlas…”
“Anka…” diye bir mırıltı duydu Aybüke. Atlas kendinde değildi. Ilgaz ve İzel onları korurken önce Atlas’ın iplerini çözdü. Bütün vücudu yara bere içinde duruyordu. Kemiklerinin ne durumda olduğunu bilmediği için bağırdı:
“Ilgaz! Yekta! Yardım edin! N’olur yardım edin!”
Asıl güçlü olan, yardım istemekten çekinmeyendi. Sevdiği adam için Aybüke, bunun çok daha ötesine geçebilirdi. Geçmişti de. Üstlerinde onları aydınlatan lambaya bir kurşun sıktı.
Yekta koca silahını Aybüke’ye verip hızlıca Atlas’ı sırtlamıştı. Toz dumana karışırken depo yıkılmak üzereydi. Net değildi görüş fakat deponun yerlerine uzanan pek çok ölü bedeni seçebilmişti Aybüke. Ağlayışlar ve yüksek seslerin eşliğinde oradan çıkmaya çalıştılar.
“Sen Atlas’ı götür!” diye bağırdı Aybüke silahını hazırlarken.
“Burada kalamazsın, yıkılacak!” dedi Yekta.
“Benimle bu yola çıkanları geride bırakmayacağım, Yekta! Gidin, lütfen…İyi değil.”
Kısa süren tereddütün ardından sırtında Atlas ile dışarıya doğru var gücüyle koşmaya başladı. Hemen zıt yönlerinde ise Aybüke var gücü ile çatışanların arasına karıştı. Sayıca fazlalardı. Ve buraya, uzun sürecek onay sürecini geçmeden istihbarat ile gelemezdi.
Tek seçenek, Aile’ydi.
Kurşunlardan siper olmak için bir duvar parçasının arkasına sığındı.
“Aybüke! Atlas nerede!” diye bağırdı İzel bir yandan.
“Güvende. Bir planın var mı?” diye sordu. Afallamıştı İzel,
“Benim mi?”
“Evet, senin.” Buram buram geçmiş kokuyordu kelimeler. Aybüke’den sonra akıl konusunda gelen kişi İzel’di. Ve Aybüke olduğu müddetçe İzel her daim kenarda durmuştu.
“Bu depo kanalizasyona bağlanıyor.”
“Şehre yakınlaşamayız. Ters yönde ne var?”
“Kanalizasyona bağlanıyor yine!”
Ellerinde silahlarla parçalanmış betonun ardından çıktılar. Aybüke, onu arkadan tutan adamla boğuşmaya başlamıştı. Duvardan destek alarak zıplamış ve adamın boynunu kolunun arasına sıkıştırmıştı. Biri gittikten hemen sonra ayağını yakalayan diğer adama inat zıplayarak dönmüş, adamla beraber yere düşerek bacağını kurtarmıştı.
“Akademide birinci olduğunu biliyordum ama yaşlanınca yavaşlarsın diye düşünmüştüm.” dedi İzel bir yandan.
“Yaşlılık?” dedi Aybüke bir adamı yumruklarken, “Daha otuzuma bile gelmedim.”
“Senin ruhun yaşlanmış Aybüke, yetmez mi?”
Haklıydı. Fakat hiçbir şey için geç değildi. Belki zamanı geri alamazdı fakat gelecekte bazı şeyleri telafi edebilirdi.
Edecekti de.
Bugünden itibaren.
Etrafta koştukça bir şey dikkatini çekmişti Aybüke’nin. Duvarlar ince ve hemen parçalanabilir durumdaydı. Yıkılan pek çok yer olmuştu. Kanalizasyonda birkaç kişi ile adamlardan kaçarken düşündüğü bir şey vardı.
“Aslı! Buranın krokisi var mı, bulabilir misin?”
“Hemen bakıyorum.” dedi Aslı bir yandan. “Önümüzdeki labirentin ikinci duvarı üste tırmanıyor. Yer altının diğer kısmına açılıyor. Bir…bir…Bir kumarhaneye bağlanıyor!”
Bu Aybüke için yeterliydi. “Kumarhanenin kapalı ve boş olduğundan emin olun!”
“Aklında yine ne var kızım!” diye sordu bir başka genç.
“İsteyen beni takip etsin, istememe hakkına sahipsiniz.” dedi ve bir yöne doğru koşmaya başladı. Uyarı ışıklarını takip ettiğinde tahmin ettiği gibi adamların buraya girmek için kullandığı arabalar vardı. Buraya arabalarla başka bir yerden girmeleri şayet imkansızdı.
“Atlayın!”
Arabanın içindeki adamı dışarı savurmasıyla direksiyona geçti, herkesin saniyeler içinde binmesiyle kumarhaneye bağlanan yere doğru kırdı.
“Aybüke!”
“Allah’ım daha çok gencim.”
“Kemerinizi bağlayın!”
Ve işte o anda gazı gulledi, gözünü karartmıştı bir kere. Sabah saatinde kapalı olan kumarhanenin duvarına doğru son hız sürdü.
“Bismillah!”
Silahların sesini bastıran bir çarpışma sesiyle beraber araba an itibariyle malikanenin içindeydi.
“Aybüke!”
“******”
“Ölen kalan?” diye sordu Aybüke kemerini hışımla çıkarırken.
“Sanırım uzuvlarım yer değiştirdi.”
“Sen James Bond musun a*****?”
Arabadan saniyeler içinde çıktılar. Kumarhanenin kapısına doğru koştular.
“Acil çıkıştan!”
“Biz zaten kendimize açtık o acil çıkışı!”
“Sus da koş!”
Dışarı çıktıklarında gözlerini acıtmıştı güneş. Bir başka yöne doğru koşmaya başladılar. Buluşma noktaları belliydi ve sadece tek tük adam kalmıştı yaşayan. Asıl önemli olan Elmas itinin nerede olduğuydu.
“Kaçtı mı bu it!”
“Adamları çok fazlaydı. Kaşla göz arası yok olmuş.”
“Sktr!” diye bağırdı Aybüke, duvara bir yumruk savurdu.
“Gitmemiz lazım.” dedi Aslı bir yandan.
“Atlas?” diye sordu Aybüke.
“Mekanda götürüyorlar, hadi!”
Şehir hayatı kendi akışında akmaya devam ederken Tanju Coleman var gücüyle yine bildiğini yapıyordu. Saklanıyordu.
Bütün oklar ona dönmüştü. Dilruba diye bildiği o şeytan artık onun hedefindeki kırmızı noktaydı. Atlas elinden kaçmış olabilirdi, fakat kimsenin bilmediği şey onun tohum ekme işini işk fırsatta tamamlamış olmasıydı.
“Elmas!”
Koşmayı kesti, arkasını döndü Tanju, “Eduardo! Seni piç!”
Eduardo tek başına duruyor, ona bakıyordu. Elleri cebinde, özgüveni tamdı. Yanındaki adamlarını geçti Tanju, Eduardo’ya doğru koştu.
“Onlarla birliktesin demek! Seni öldürmemem için tek bir sebep ver!” dedi silahını çıkartırken.
“Bir sebebim yok.” dedi Eduardo. Adım adım yanaştı karşısındaki adama. “Sözümü tutmaya geldim. Sana, oğlunu öldüreceğimi söylemiştim.”
“Ne biçim bir psikopatsın lan sen! Sen kaçırdın ya onu!”
“Hayır. Onu elinden kaçıran sensin, Elmas.”
“Benimle laf kalabalığı yapma, tek kurşunla gebertirim seni!”
“Babamda yaptıpın gibi mi, sevgili Tanju? Yeni düzenine uymadığı için işini görecek genç bir kan istediğin için babamı öldürmen gururumu okşattı doğrusu. Beni ondan zeki görüyorsun.”
“Evet ama fikrim değişmek üzere.”
“Haklısın, benim aklım daha kurnaz çalışıyor…şayet babama çekmişim.”
“Ne?” diye şaşkınlıkla sordu Tanju, “Ne geveliyorsun?”
“Çok sene evvel Yusuf’un peşinden iş için geldiğin favelada hamile bıraktığın kadın benim annem. Birileri zamanında arkanı toplama işini eksik yapmış, Elmas… Merhum babam beni evlatlık edinip büyüttü.”
Şaşkındı Tanju, hatta belki de hayatında ilk defa bu kadar şaşırdığını hissediyordu. Oysa normalde her hamleyi düşünürdü o.
“Senin gibi bir adamın oğlu olmak dünyanın en büyük utancı. Bu yükün altında ezilmek iğrenç bir his. Ellerimden damlayan onca kan… Utanç vericisin.” Silahını Tanju’ya doğrulttu Eduardo.
“Oğlum…”
“Sakın! Bugün, burada elimdeki onca kandan kurtulacağım. Madde içen onca çocuğun ahı…Yaşayamıyorum. O yüzden bitiriyorum. Burada, bugün.”
Psikolojisi iyi olmayan onurlu bir adamdı Eduardo. Bitkin, yorgun ve genç… Çok yükün altında kalmaktan ezilmişti. Durdurmalıydı.
“Favelamın ve ailemin bütün madde ilişkilerini kopardım. Bitti. Benimle başlayacak Elmas…Ve bir gün herkes seni terk etmiş olacak.”
Silahı kendi kafasına doğrulttu Eduardo. “Sen zeki bir adamsın, Elmas. Gerçekten akıllı…Ama zihnin senin en güçlü silahındır. Bir gün döner, kendini vurursun.”
Uzaklarda bir başka karanlıkta iki el ateş sesi duyuldu. Eduardo önce Tanju’yu vurdu, ardından ikinci kurşun onun bedenine saplandı.
“Ah!”
Adamları sayesinde çok kritik bir bölgeden vurulmamıştı Tanju fakat Eduardo öylece yerde yatıyordu.
“Manyak!”
Adamlarının koruması eşliğinde hızlıca oradan ayrıldı. Ve geride, onurlu bir adamın cenazesi kaldı.
Geçmişin düğümleri acımasızdı. İnsanın o düğümlere dalıp kaybolması demek kendini kaybetmesi demekti. Fakat kaybolanların yanında bugün yüz binlerce çocuk kurtulmuştu.
Aybüke, Eduardo, Aile ve Atlas… Geçmişin tozlu sayfalarında unutulmak üzere üstü karalanmış pek çok hatıra vardı. Kesişen hayatlar, yazılmış tarihler ve büyümüş çocuklar.
Onların hikayesi unutulmak üzere yaşanmış, rafa kaldırılmıştı. Yaralı bir ailenin hikayesi geçmişin sonsuzluğunda kaybolmak üzere kapanmıştı. Onların hikayesini, onlardan başka kimse bilmeyecekti.
⚔️🫀🕯️
Sanki aklımın derinlerinde bir yerde bir müzik çalıyor. Korkutucu ve bir kabus gibi…
Hayır.
Ben yalnızca korkutucu bir gerçekliğin tam ortasındayım. İnanılmayacak kadar gerçek, gerçek olamayacak kadar korkunç.
Elimin altındaki soğuk metal ve yanı başımdaki hain durmaya devam ediyordu. Biraz daha bir şey yapmadan beklersem işler sarpa saracaktı, biliyordum.
Bir şey yapmam gerekiyordu fakat bütün algım donmuş gibiydi. Karında rastladığım bir kistmiş gibi devam etsem de bunu sürdüremezdim. Yanımdaki bombanın patlamasını mı bekliyordu?
Aniden dışarıdan yükselen seslere kulak kesildim. Önce bir çığlıktı duyduğum, sonra ise uğultu. Gözlerimi tekrar açtığımda yerde, bir toz bulutunun içindeydim. “Yardım edin!”
“İmdat!”
Bomba patlamış mıydı?
Yerden doğrulmaya çalışırken etrafıma bakındım. Duvarlar çökmüş, makinalar devrilmişti. Az önce yanımda duran iki hemşire de savrulmuştu. Yerimden kalkmak için yeltensem de avuç içimde hissettiğim derin acı inlememe sebep olmuştu. Az önce elimde tuttuğum neşter benim elimi kanatmıştı.
Başım durmaksızın dönüyor, başım zonkluyordu. Görüşüm bulanıktı. Hastane koridorları çığlıklarla dolmuştu bile. Bana yardım eden hemşireye gittiğimde hissettiğim bir nabız yoktu. Savrulmanın etkisiyle duvara sert çarpmış, boynunu kırmıştı. Gözümden akan yaşlar hüzne aitti ama kalbimde duyduğum endişe korkuydu. Ne hissetmeliydim bilmediğim anlardan birindeydim yalnızca.
İnsanlar patır patır bombalanırken umutla savaşan onca hastam ölmüştü. Peki ya çadırkent! Orada ne olmuştu?
Dengemin biraz daha yerine gelmesiyle dışarı koşmaya başladım. Her yer duman altıydı. Üstümde hâlâ ameliyat önlüğüm, saçımda bonem vardı.
Hastane çıkışı yıkılmıştı. Arka kapıdan çıktığım anda iki kol tarafından tutulmuştum. “Bırak!” diye ani bir tepki ile hayatımın en sert tekmesini atmıştım beni tutan adama. Fakat o, pek etkilenmemiş gibiydi.
“Yansı!”
Gözlerimi arkamdaki adamın yüzüne çevirdiğimde gördüğüm sima sesli bir şükre sebep olmuştu. O an tuttuğum bütün gözyaşlarım boşalmıştı.
“Oğuz!” Üstünde normalin aksine göre simsiyah askeri kıyafetler vardı. Hemen yanında Hakan ve diğer alanlarda da pek çok asker vardı.
“İyi misin?! İyi misin, cevap ver!”
“Be-n iyiyim! İyiyim ben!”
“Hemen askeri araca! Hadi!”
“Ama yaralılar! Oğuz, yaralılar!”
“Şu an hiç kimse hiçbir şey yapamaz, alanda aktif saldırganlar var. Etkisiz hale geldiklerinde çıkacaksın. Hadi, Yansı! Koş!”
Var gücümle bahsettiği askeri araca doğru koşmaya başladım. Kurşunlar geçiyordu fakat ne nerde anlamak imkansızdı.
“Aferim güzelim, koşmaya devam et! Sakın durma!” diye son kez bağırışını duydum Oğuz’un. Askeri araca adeta kendimi attığımda boşluklardan etrafa bakmaya çalıştım.
Çadırkenti yok etmişlerdi.
Çadırkenti. Yok. Etmişlerdi.
Umudu bir fitil gibi ateşler içinde bırakmışlardı. Çocukların olduğu bu hastanede havai fişek yerine bombalar patlamıştı. Ölüleri saymak yerine yaşayanları saymak çok daha kolaydı.
Silah sesleri gitgide artıyordu. Askeri forma içindeki askerlerin sayısı zamanla artıyordu. Boşluktan bakarken dikkatimi çeken şey ile ayaklandım.
“Nereye!”diye bağırdı kadın asker.
“Hemen, çok az ileride bir çocuk var. Yaşıyor! Yalvarırım gideyim, belki onu yaşatabiliriz! N’olur!” O kadar çok ağlıyordum ki…Ama dökülen yaşlar içimi soğutmuyordu. İçim kan ağlıyordu ve ben, bu kanda boğulacak haldeydim.
“Hadi!” dedi asker, silahını da alarak büyük bir özenle beni çocuğun yanına kadar götürdü. Çocuğu kucakladığım gib önlüğüme sardım. Belki üç, belki dört yaşındaydı. Araca geri koşarken baldırımda hissettiğim acıyla inledim fakat bu beni durdurmak yerine daha da hızlandırdı. Arac ulaştığımızda yardım kiti ile çocuğa bakmaya başladım.
“Patladığında uzakta kalmış olmalı. Kemik kırığı olabilir ama omurga ve boyun sağlam görünüyor. Baş, sağlam. İç kanama riski var fakat dış semptomlarda net bir şey görmüyorum.” “Nefes ve nabız düzgün.”
“Yaşayacak mı?” diye sordu asker beni izlerken. Başımı evet anlamında salladım. Başımı aracın metaline yaslayıp silah seslerini duymayıncaya kadar ağladım.
İnsanın hayatı bu denli ucuz muydu? Birini öldürmek- hatta katliam yapmak ne zamandan beri normalleşmişti?
İnsan ne zaman insanlığını bu denli unutmuştu!
“Yansı!” aracın kapısı hışımla açıldığında önce korkmuş, ardından kendimi onun kollarına bırakmıştım. Ağlamaya devam ederken o silahını arkasına doğru almış, tek koluyla beni sarıp sarmalamıştı.
“Yaran var mı? İyi misin?!”
“İyiyim…Güvende miyiz? Çıkabilir miyim?!”
“Daha değil, güzelim… saldırı bekliyorduk o yüzden geliyorduk ama bunu değil… Ortalık yangın yeri.”
“Oğuz çok hasta var Oğuz! Çıkmam lazım!”
“Çok doktor öldü, Yansı…Burada belki de birkaç taneden birisin.”
Duyduğum haberle başımdan aşağı bir kere daha kaynar sular dökülmesi bir olmuştu. Yan yana koşturduğum, gönüllü çalıştığım ve sadece yardım etme amacı güden onca meslektaşım tek bir patlamayla yok olmuştu.
Umutlarla beraber umut kaynaklarını da yok etmişlerdi.
“Komutanım!” diye koştu bir başka asker. Önce bana, sonra Oğuz’a döndü. “Burada canlı kimse kalmadı, komutanım… Başımız sağolsun.”
Yüreğine öküz oturdu derler ya…Benim yüreğimi ateş sarmıştı. Öyle bir acı saplandığını hissettim ki eğilmek zorunda kaldım.
Bugün burada üç bomba art arta patlamış, binlerce insanın içinden benimle beraber en fazla on kişi kurtulmuştu.
“Gitmemiz gerek.” diye yineledi kendini asker. Ben, aklımın kuytu köşelerinde boğulurken be taşıyan yine Oğuz’du. Nasıl bir kabusun içine düşmüştük?
Üstüme kapanan üç asker eşliğinde helikoptere binmiştim. İstanbul’a inene kadar hissettiğim tek şey boşluğun ta kendisi olmuştu. Her şey, dakikalar içerisinde olmuştu. Sadece dakika.
Ameliyathanedeki bomba patlamamıştı ama sanki elimin ucuna değen o metal tüm bombaları tetiklemişti. Sırtıma binmiş ağırlık beni kambur etmişti.
“Nefes alamıyorum.”
“Bana bak.” diyordu Oğuz, göz hizama eğilmişti fakat tüm duyularım kapanmıştı.
“Güzelim, bak bana. Derin nefes almaya çalış, benimle birlikte…Hadi.”
Ciğerlerime çektiğim nefes bir türlü yetmek bilmezken elbette Oğuz’un elini sıktığımdan da bihaberdim.
Gözyaşlarım nefeslerime karışırken geride kalanlar için ağladım. Adaletsizdi dünya. Biz ise kendi adaletimizi sağlayamayacak kadar güçsüzdük.
Alnımı avucuma yaslayıp derin nefes almaya çalıştım. Nefesimi düzene sokar sokmaz beyaz -artık pek çok yeri kanlı önlüğümle gözlerimi sildim. Ellerim, gözlerimi yakacak kadar toz toprak ve kana bulanmıştı.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“İstanbul’a dönüyoruz. Bölgeye TSK timlerini yollayacak.”
“Kaç ölü var?” diye sordum yutkunarak.
“Çok.” dedi Oğuz başını eğerek. Kamp boyunca oyun oynadığım, ağladıklarında susturduğum çocukları düğündüm. Şimdi hepsi melek olmuştu.
Geride ise şeytanların yakıp yıktığı aciz bir dünya kalmıştı.
“Sevgilim.” dedi Oğuz elleriyle yanaklarımı kavrarken. “İstanbul’a inince yapman gereken bir şey var. İstihbaratın labaratuvarında kalman şu an için bizim için en faydalı şey olur.”
“Tamam.” dedim. Oysa boğazıma hapsettiğim yaşlarla konuşmaya çalışmak sandığımdan çok daha acı vericiydi.
Yol boyunca Oğuz yanıbaşımda ellerimi okşamış, çizik dolmuş ellerimden öpmüştü. Helikopter piste indiğinde üstümdeki ala bulanmış önlüğü çıkardım, yol üstünde gördüğüm bir çöpe fırlattım. Ağlamak bir işe yaramayacaktı. Siyah gözlüklerimi kalkan belleyerek istihbarat binasının soğuk koridorlarına doğru yol aldım.
Son dönemece girdiğimizi bilmeden.
⚔️🫀
Pamir’lerin Atlas’ı getirdiği hastaneye girmesiyle koşu Aybüke. Üstü başı ne halde umursamadan insanları geçti, Atlas’ın getirildiği koridora ulaştığında Pamir’i yerde, Ilgaz’ı ise ayakta buldu.
“Nerede? Nasıl durumu!?”
“Aybüke..”
Aybüke’nin dikkatini ise yoğun bakımdan yükselen tiz bir ses çekti. Başını çevirdiğinde camın ardındaki yatakta yatan adamı gördü. Onun Atlas olduğunu bilmese bu haline inanamayabilirdi. Tanınmayacak bir haldeydi. Başındaki doktor ve hemşireler ivedilikle bir şeyler yapıyordu lakin kalp atışları düz bir çizgiden ibaretti.
Nefesi tıkandı, kalbi onun kalbiyle eş yavaşladı.
“Atlas…”
Kalp masajına başlayan doktoru izledi. Hiçbir şey düşünemiyordu. Şu an neredeydi, o kimdi ve n’yapmıştı her şey bir boşluktan ibaretti.
Tiz ses devam etti.
“Atlas?”
Titreyen bacaklarıyla cama doğru yaklaşmaya çalıştı. Eliyle cama dokunup destek aldı falat bütün dünyası yıkılmıştı. Aybüke, bu hayatta hiç mutlu olmamıştı. Ailesi çok öncede kalmış, sevgi kalbine hiç uğramamıştı.
Atlas’a kadar.
Şimdi, yıllardır hasret kaldığı bu adam karşısında…ölüyordu. O onun sonsuza dek eveti, sevgilisiydi. Pişmanlık, daha önce Aybüke’nin üstüne bu denli çökmemişti.
“P-Pamir bir şey yapsana..” diye mırıldandı Aybüke. Bağırmıyor ya da çağırmıyordu. Çünkü inanamıyordu. Atlas’ın öleceğine inanmıyordu!
Aybüke görmedi ama koridorun sonunda Yansı ve Oğuz belirmişti. Yansı, önce Aybüke’ye sonra camekana bakmış, hızla yoğun bakıma doğru koşmaya başlamıştı.
Yansı’nın da müdahale etmeye başlaması ile en sonunda konuştu Aybüke:
“Yansı? Yansı, bir şey yapın, n’olur! Yalvavırım bir şey yapın, Yansı!”
Arkasında ona destek olan Oğuz’un kollarına düşmüştü lakin Oğuz onu oturtmamış, ayakta dikilmesini sağlamıştı. Bütün ağırlık Oğuz’daydı lakin Aybüke ayaktaydı.
“Bir şey yapsanıza! Allah aşkına kurtarın onu, n’olur! Atlas! Yetişemedik Oğuz! Yine ona yetişemedim…”
Atlas ve Aybüke’nin bilinen bir aşk dedikodusu kimse arasında yoktu. Lakin Oğuz ilk defa Aybüke’nin bu denli yıkıldığına şahit oluyordu. Atlas gitti gideli Aybüke de kendinden pek çok şey kaybetmişti.
Bu sefer koridorun başında Ethem belirmiş, silahını arkasına atıp ağlayan kadına koşmuştu.
“Aybüke, kardeşim. Bak bana, bana bak. Oraya bakma, bana bak.”
“Atlas!”
Tiz ses bir süre daha devam ederken Yansı sedyeye çıkmış, Atlas’a kalp masajı yapmaya devam ediyordu.
O sırada içerideki doktorlar, “Doktor Hanım, on dakika oldu-“
“Kes sesini!” diye bağırmıştı Yansı gözyaşlarının arasından. Bugün çok ölüme şahit olmuştu. Bir kere daha sevdiği birinin ölümüne şahit olamazdı. “Yükleyin!”
Camın iki tarafı da can savaşı verdi o an. Biri göremiyordu lakin bir diğeri gördükleri ile ölüyordu.
“Atlas! Atlas, özür dilerim! Özür dilerim, n’olur uyan. Kalk, Allah için kalk…Dayanamam. Beni bırakıp gitme!”
Diyordu Aybüke cama dokunarak. Bir kere daha monitörden tiz bir ses yükseldiğinde bütün hastaneyi inleten acı bir feryat duyuldu: “Atlas!”
Yansı’nın başka çaresi kalmamıştı. Sertçe kalbine attığı yumruk sonrası monitöre bakakaldı.
Düz çizgi.
Belki de Atlas’ın kırılmamış kaburgası kalmamıştı fakat…
Aybüke, onu tutan adamların kollarından sıyrıldı, aniden yoğun bakıma girmesiyle sedyede yatan adama koştu.
“Hayır, hayır…Durmasanıza! Yansı, durmasana!”
“Atlas, kalk! N'olur uyan, sevgilim…Beni bırakamazsın.” Alnını alnına yasladığı adama nefes olmaya çalıştı fakat her şey nafileydi. Ondan akan yaşlar Atlas’ın yanaklarını ıslattı. “Uyansana, sevgilim.”
Kanlı başını göğsüne saklayıp ağladı Aybüke. “Daha bana tutman gereken sözlerin var Atlas…Sen sözünü hep tutarsın. Beni bırakıp gitme!”
“Beni bırakıp gitme, sevgilim…Seni çok seviyorum.”
Ethem ve Oğuz’un gözlerinden akan gözyaşları da bir dost içindi. Olamazdı bu, Atlas böyle ölemezdi.
Aybüke, Atlas’a sarılmış ağlarken karanlığın içinde bir kibrit yandı. Bir ışık, bir umut kırıntısı.
“Bip, bip, bip…”
Son ana dek savaşmaktan ibaretti umut. Bir onurlu savaşçı yüzlerce insanın uğruna sessizce ölürken bir başka savaşçı onun sayesinde yaşadı.
Atlas, hayata geri dönmüştü.
Kalbi kalbine denk atan kadın yine ona can olmuştu.
“Atlas?” başını kaldırıp da monitöre baktığında atan kalbe şükür etti Aybüke. Başını yerden kaldıran Yansı ise şahit olduğu mucize karşısında ancak susmuştu.
İşte bu gerçek bir mucizeydi.
“Hastayı hemen alıyoruz!” diye ayaklandı doktorlar. Aybüke bu sefer şükür gözyaşları dökerken ona destek çıkanlar hemen arkasındaydı.
Yanı başında duran silah arkadaşına sarıldı, gözlerinde yaş kalmayana dek ağladı.
Aybüke Anka ise, o Anka’nın biricik sevgilisiydi. Asıl küllerinden doğmayı başaran Atlas’tı.
“Yaşıyor. Çok güçlü adam benim kardeşim, neler atlattı…Bak gör, iyi olacak. Hadi, biraz otur kardeşim.” dedi Ethem Aybüke’nin saçlarını okşarken.
“İyiyim, iyiyim…” dedi Aybüke gözyaşlarını silerken. Hızla Atlas’ın götürüldüğü yere doğru ilerlemeye başladı.
“Aralarında bir şey olduğunu bilmiyordum, ağabey.” dedi Oğuz Aybüke’nin ardından bakarken.
“Ben de…Ne zaman aşka düştüler kim bilir? Aybüke Başkan dahi düştüyse bu çukura, çiğnediyse kuralı…Çok büyük bir aşk olmalı be oğlum.”
“Yeni değil.” dedi bir ses. Başını çevirdi iki adam, ayakta dikilen bir başka adamdı konuşan.
“Onlar hakkında hiçbir fikriniz yok, değil mi?”
“Ne gibi bir fikrimiz olması gerekiyor?” diye sordu Ethem.
Pamir, elleri cebinde onların yanına geldi, “Yıllar evvel başladı onların aşkı. Şöylesine destansı aşk görmedim.”
“Eee?” diye sordu Ethem.
Yüzünü Ethem’e döndü Pamir. Kendinden emin bir tavırla konuştu:
“Aybüke, Atlas’ın karısı.”
Sessizlik.
Tepkileri yalnızca sessizlikten ibaretti. Oğuz ve Ethem’in gözbebekleri şaşkınlıka büyürken adeta donakalmışlardı.
“Ne?”
“Evliler…Devamını onlar anlatır size. Hadi eyvallah.”
Pamir ve Ilgaz elleri cebinde ilerlerken arkada dona kalmıştı Ethem ve Oğuz. Belki de hayatlarının şokuydu bu duydukları. Atlas ve Aybüke Başkan- tim içinde en zıt olan iki insan…Evli miydi şimdi?
“Karısı mı dedi yoksa bomba bende kafa mı yaptı?” diye sordu Ethem.
“Yok ağabey…yok.”
🖤♥️
Aidiyet hissini tatmadıkça insanlardan vazgeçmenin neden kolay olduğunu şimdi anlıyordu Gece.
Çünkü ilk defa ait olmuştu.
Kollarına sığındığı, sarılarak uzandığı bu adam ona yıllardır hissetmediği, uğramadığı evi gibi hissettirmişti. Ateş’in evine geldiklerinde içinde bulundukları doğaya bakakalmıştı Gece. Yeşildi…yemyeşil.
Ateş’in sweatshirtlerinden birini giymiş, yine onun sıcaklığına sığınmıştı. Sessizdi burası. Bütün bu fırtına yokmuş gibi hissettiriyordu. Gerçekte de bu denli mutlu yaşamak nasıl olurdu ye düşünmeden edemiyordu.
Yağmur çiseliyordu dışarıda. Geldikleri tepe pek soğuktu, yanan şöminenin sesi yağmurla birleşince en güzel melodiyi çıkarıyordu.
Ateş ise o geceden bu yana uzun bir rüyada gibiydi. O gece Haziran aramış, Gece’nin çıktığını söylemişti. Gece’ye gitmek için hışımla evden çıkarken o gelmişti. Belki de hayatının en güzel anıydı.
Kollarında uzanmış kadının saçlarını okşamayı hiç bırakmadı Ateş. Bülent’in çekip kızarttığı kafa derisini bir saniye olsun öpmemezlik etmedi. En küçük çiziklere dahi özenle sürdü kremleri. Sevdi, çok güzel sevdi Gece’yi. Kokusuna, tenine ve gözlerine bağımlı olmuş gibiydi. Bir saniye olsun ona maruz kalmada nefessiz kalacak gibiydi.
“Ateş.” diye mırıldandı Gece, yüzünü Ateş’in boynuna gömmüş, koca kazağın içinde kaybolmuştu.
“Güzelim.” dedi içtenlikle Ateş, parmak uçlarıyla uzun saçları okşamaya devam etti.
Yüzünü, gömdüğü yerden çıkardı Gece. Burnu Ateş’in burnuna değerken gözlerine baktı.
“Keşke hep böyle olabilseydik nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum.”
“Çok güzel olurdu, güzelim…Çok güzel olurdu. Olacak da.”
“Nasıl?”
“Nasıl…nasıl…” diye tekrarladı onu Ateş. Kadını biraz daha kollarına sardığında kafasına öpücükler kondurmaya devam etti. “Her şey bittiğinde- yani çok yakında- kendimize ait bir hayat kuracağız. Ayrı dünyaların insanıyız diye uzaklaştığımız her güne inat sadece bize ait olan yeni bir dünya kuracağız. Sen, ben…Bir de çocuklarımız.”
“Ne?” diye şaşırdı Gece, “Çocuk?”
“Ne?” diyerek alttan alttan ona bakan yeşil gözlere baktı. “Çocuk istemez misin?”
“Ateş, biz daha dün sevgili olduk?”
“Yani?”
Bunun üzerine bir kahkaha atmıştı Gece, yanağından öptüğü adama daha sıkı sarıldı. “Peki, bölmeyeceğim hayallerini…Devam et.”
“Hayal? Bunlar potansiyel hedef yalnız, haberin olsun.”
“Peki.” diye güldü Gece. “Devam etsene.”
“Kızlarımız olur…Kızlarımız olsun yani. Bence sen tam bir kız annesisin. Ben de kız babası olsam…” derin bir iç çekti Ateş, “Beni kız babası yapar mısın? Sana benzeyen kızımız olsun… Ama oğlumuz da olur. Hepsini çok severim. Sonra kendimize herkesten uzakta bir ev yaparız. Sen istediğin işi yaparsın. Ben mekana biraz daha az zaman ayırırım. Çocuklarımla kalırım. E malum, anne çalışırken bir ev adamı lazım.”
İçten içten güldü Gece.
“Eee?” diye sordu Gece, “Başka?”
“Benim çok hayalim var seninle…Onca ay kaç hayal kurdum bir bilsen. Ohoo. Sen anlat biraz da.”
“Pek beceremem ben o işleri.”
“O niyeymiş güzelim?”
“Daha önce hayal kurmadım.”
Elleri bir an için duraksadı, gözlerini yeşillere odakladı, “Bir insan hayalsiz nasıl delirmeden yaşar?”
“En azından hayatta kalabilir.” dedi Gece.
Ateş ise duyduklarını hazmettikten bir süre sonra ancak konuştu:
“Benimle kur ilk hayalini.”
“Sen kur işte…Ben dinliyorum ne güzel.”
“Tek taraflı olur mu bu iş, güzelim?”
“Uğraştırma beni hiç Ateş…Hem, ne hakkında ne hayali kuracağıma dair en ufak bir fikrim yok.”
“Tamam…sokratik yöntemle gidelim. Mesela…Nasıl bir evin olsun istersin?”
“İlla yaptıracaksın değil mi?” diye sordu Gece. Ateş’in ona ‘elbette’ bakışı atmasıyla düşünmeye başladı:
“Çok da fark etmiyor benim için. İşte..Genelde Yansı seçiyor dekor kısmını.”
“Hayır, öyle değil. Mesela evlendiğinde yaşadığın ev nasıl olsun istersin? Düşünmediysen de şimdi düşün. Sadece sen kendinin ne istediğine odaklan bugün.”
“Evlilik?”
“Nasıl yani? Evlenmez misin benimle?”
“Konu nasıl geldi buraya?”
“Ben çocuk diyorum sen evlilik ne diye soruyorsun. Kalpten gitmeden önce bazı şeyleri konuşmamız lazım.” dedi Ateş.
“Ateş.”
“Hm?”
“Yarın karşımda nikah memuru görme olasılığının yüksekliği beni korkutuyor.”
“Söz veremem.” dedi Ateş gülerken. “Hadi anlat evini bana…”
Adamın göğsüne biraz daha sindi Gece. “Buranın doğası çok güzel. Etrafı yeşil olsun isterdim. Geniş camları olsun, karanlık olmasın…Çocuk için yani.” Son kısmı mırıldanmıştı Gece. “Sıcak hissettirsin, yuva gibi. Evde yaşayan herkes odasına tıkılmasın…Salondayken de evi gibi hissetsin, mutfaktayken de. Onun evi odasından ibaret olmasın. Bir odamız olsun, sadece hobilere ayırdığımız. Kitaplıklar, enstrüman…O oda da çok ışık alsın. Denizi görsün.”
“Başka?”
“Zorlanıyorum.”
“Harika gidiyorsun, güzelim.”
“Benim çalışma masam bizim odamızda olsun… Ayrı bir oda istemem. Mobilyaların en koyusu kahve olsun, siyah olmasın. Yıllarca siyaha sığındım, ev kararmasın.”
“Çocuk olmasaydı da yine böyle mi dizerdin evimizi?”
“Hayır. Hayır…Siyah lacivert yapardım. Karanlık, ama asil…Gölgelerle dolu.”
“Güneş’in odası?”
“Güneş’in odası batıya baksın isterdim…Her akşam gün batımını izlesin, güneşin güzelliğini hep hatırlasın…Çok konuştum. Yeter bence.”
“Hiç nasıl bir düğünün olmasını istediğini düşündün mü?”
diye sordu Ateş.
“Sorularının içeriği ilişkimizin ikinci günü için harika.” dediğinde gülüyordu Gece. Ateş’in çıkmış kirli sakallarını okşuyordu bir yandan. “Ben evleneceğimi hiç düşünmedim. O yüzden bir düğün de hayal etmedim.”
“Ben ettim…” dedi Ateş, “Sana ilk aşık olduğumu anladığım günden bu yana.”
“Bu denli evlilik adamı olduğunu bilmiyordum, Ateş Kara. Şaşırtıyorsun.”
“Ben de. Ama konu sen olunca benim bütün fevrim değişiyor, Gece Yaman.”
İlk defa tattığı duygularla baktı Gece sevdiği adamın gözlerine. İçi eriyor, anlamsızca rahatlıyordu. Midesindeki heyecan ise bâkiydi.
“Seni beyazların içindi düşündüm. Hep giydiklerinin aksine bembeyaz bir sen. Seni taşıyacak kadar ağır ve zarif bir elbise seçerdin bence sen. Ablam gelinlik seçerken görmüştüm…Hani böyle vücudu saran, ince elbiselerden. Metrelerce uzunlukta bir duvak. Saldığın, hafif dalgalı saçların… Elinde belki şakayık buketi ya da orkide. Böyle, sarmaşıkları hafif sarkan bir çiçek de seçebilirsin belki…”
Parmak uçlarıyla sevmeye devam etti Gece. Tüm dediklerini dikkatle dinledi. Pek çoğunda, hatta belki de hepsinde haklıydı Ateş.
“Başka?” diye mırıldandı Gece. O sırada Ateş; Gece’nin, onun yüzünde gezdirdiği parmak uçlarını öpmüştü.
“Başka…başka bir şey yok. Senden başka detay düşünmedim.”
Bu muydu tarihler boyu kitaplara, masallara konu olan aşk? Böyle bir his miydi sevilmek? Şayet Gece artık aşkın neden abartıldığını anlıyordu. Kendine eş, aklına eş, kalbine eş birini bulabilmek ne büyük mucizeydi!
“Gece.” dedi Ateş kısa süren sessizliğin ardından. “Anlatsana bana biraz kendini. Geçmişini…İstersen eğer.”
Yutkundu Gece, sevdiği adamın sıcaklığına sokulmay devam etti.
“Hayal kurmak kadar güzel hissettirmiyor geçmişim.”
“Ama seni öğrenmek bana dünyadaki en güzel hisleri tattırıyor.”
Bunun üstüne söyleyecek bir cevabı yoktu Gece’nin. Yattığı yerden doğruldu, koltukta oturur bir pozisyon aldı. Yüzünü Ateş’e döndü, başını onun omzuna yasladı.
“Lütfen yine sokratik yöntemle gidelim.” diye mırıldandı.
“En sevdiğin yaşın…hangisi?”
“En sevdiğim bir yaş olduğunu sanmıyorum…Aslında, bugünkü ben ilk yetimhaneye gittiğim günü en güzel gün okarak sayabilirken o zamanlar hayatımın en kötü günüydü. Bu yaşımda onlardan kurtuluşumu kutlarken o zamanlar ağlamaktan içim geçerdi.” demişti Gece elektirkle yanan şömine görüntüsünü izlerken. “En sevdiğim yaşım yok ama belki en sevdiğim anılarım vardır.”
Cevap olarak kafasından öpmekle yetinmişti Ateş.
“Bir tane arkadaşım oldu çocukken, kızlarla anlaşamadığımız için en yakın arkadaşım erkekti tabii. Ali. İsmi Ali’ydi. O da içine kapanıktı. Her girdiğimiz odada bir kutu bulur, ikimiz de orada dururduk. Tüm dünyanın kalabalığına inat, o bir kişi bana bütün yalnızlığımı unutturuyordu. Eğer kendine göre bir arkadaş bulursan o tek kişi kalabalık hissetmeni sağlardı. Öyleydi o da.”
Şöminenin çıtırtısı çıkan tek sesti bir süre için. Derin bir nefes aldığında yeniden konuşmaya başladı Gece:
“Ali ile olan anılarım genelde iyi anılarımdı. Ali’nin kendisi ise en güzel anım.”
“O nerede şimdi?” diye sordu Ateş merakla. Gece’nin ellerini cebine koymuştu bir yandan.
“Vefat etti. On beşinin başında, bir sokak çetesi yüzünden kurban gitti.”
Bazı anların suskunluğu çok kelimeye bedeldi.
“Başın sağolsun.”
Dışarıdaki yağmuru izlerken mayıştığını hissetti Gece. “Çok ölüm gördüm. Doktor oldum, ölümler görmeye devam ettim. Ama ne kadar zaman geçmiş olursa olsun ölüme hiç alışamadım..Tuhaf, değil mi?”
“Değil. Değil, Gece’m.” dedi Ateş sevgilisinin ellerini okşarken. Onu öğrenmek istiyor, anlattığı her şeyi dinlemek istiyordu. Sabaha kadar yalnızca gevelese dinlerdi. Bir insanın sesine dahi aşık olmak bambaşkaydı.
“Seni seviyorum.” dedi Ateş. Bir cevap duymadı, boyun girintisinde uyuya kalmış sevgilisinin üstünü battaniye ile örttü. Mahkemeden önce geçirecekleri tek bir günleri kalmıştı. Gece’yi uyandırmadan koltuktan sıyrıldı. Yardım kitini aldı, özenle Gece’nin pansumanını tamamladı.
“Bundan sonra gözlerini her açtığında yanında olacağım, ay tenli sevgilim benim.”
🫀🖤🔥
Hastanenin alt katlarında bulunan yoğun bakım ünitesinin camekanının ardındaydı Aybüke. Karşısındaki odada uyuyan adamı bir saniye olsun gözünü kırpmaksızın izliyordu. Sanki gözlerini kapatsa yok olacaktı Atlas.
Neredeyse altı aydır görememişti onu. Herkes öldüğüne inanırken o biliyordu, hala hayattaydı Atlas. Şayet insan, ruhu öldüğünde hissederdi.
Diğer herkes görevine dönmek zorunda kalmış, Aybüke ve Atlas’ı beraber bırakmışlardı. Koridorun bir yanına çökmüş, yüzündeki yaraları seçmeye çalışıyordu. Atlas bir yana, onun aldığı yaraların altından nasıl kalkacağını düşünmeden edemiyordu. Özel ve korunaklı bir hastaneydi. Yoğun bakımda yalnızca ikisi vardı.
Salladığı bacağını durduran şey gördüğü hareketlenme olmuştu. Hışımla ayaklandı, Atlas’ın yanına girdi. “Atlas.” dedi yumuşak bir sesle. Alnına yapışmış saçları yavaşça iteledi. “Atlas..İyi misin?”
Acıyan gözlerini ışığa inat açmaya çalıştı Atlas. Aybüke, ışığın ayarını kısmış ve sarı ışığa döndürmüştü. Başucuna gittiğinde hissettiği şey uçurumdan düşmekle eşdeğerdi.
O yeşil gözler yeniden karşısındaydı.
“Atlas?”
Elini yavaşça yanağına koydu. Üst kısmı cihazlar nedeniyle çıplaktı, örtüyü üstüne çekti. “Beni duruyor musun?”
Dudaklarını aralamıştı adam fakat bir ses çıkmıyordu. Gözlerini tepesinde ona endişeyle bakan kadına çevirdi. Yüzü gözü toz içinde, saçları dağılmış, operasyondan çıktığı belli bir haldeydi Aybüke’si.
Yorgunluktan ölmek üzereydi. Elini kaldırıp kadına dokunmak istese de kolunu kaldıracak hali yoktu.
“Aybüke’m.” dedi zorlukla.
Sınırdaydı Aybüke, yaşlar gözlerinden bir bir akarken yavaşça Atlas’ın dudaklarına kapandı. Kısa, minik bir öpücüktü fakat çok şeyi saklıyordu. Alnını alnına yasladığında ellerini adamın yüzünde gezdirdi. Saç ve sakalları ilk defa bu denli uzamıştı. Yüzüne acımasız bir olgunluk gelmişti.
Fakat hâlâ çok yakışıklıydı.
“Çok korktum.” dedi Aybüke iç çekişlerinin arasından. “Çok korktum.”
Yalnızca yatıyordu Atlas fakat alnını alnına yaslanış kadının kokusunu doyasıya çekmişti içine. “Yanıma gel.” dedi yine nefes arasından. Aybüke’nin elini serçe parmağı ile dürtecek gücü bulmuştu.
Yanaklarından öptü Aybüke. Camekanın perdelerini kapattıktan sonra sandalyeyi yatağın yanına çekti.
“Hayır.” dedi Atlas zorla.
“Yaralısın, seni rahatsız ederim.”
Başını hayır anlamında minicik sallayabilmişti Atlas. Birazdan gözlerinin kapanacağına emindi. Ve tek bir şeyi haykırıyordu yeşilleri: Bir daha uyandığımda kollarımda sen ol istiyorum.
Aybüke, üstündeki bütün araç gereçlerden kurtuldu. Siyah kıyafetleri ile kaldığında geniş yatağın bir köşesine kıvrıldı. Atlas’ın koluna sarıldı. Yüzünü, aşık olduğu adamın boyun girintisine gömdü.
“Birazdan kapanır gözlerim.” diye konuştu Atlas, “Bana anlatacağın bir şeyler yok mu?”
Adamın çehresini yandan yandan izlerken fısıldadı Aybüke, kulağına yanaştı:
“Seni çok özledim, eşin olmayı çok özledim Atlas. Bu kadar güçlü olduğun için…çok teşekkür ederim.”
Uykudaydı Atlas. Belki duymuştu dediklerini belki de rüyasına dalmıştı. Sevdiği adamı izlemekten vazgeçmedi Aybüke. Aklında plan zincirleri bir bir kurulurken gözleri tek bir adamı izledi, dudakları yalnızca tek birine değdi.
🫀🤍🕯️
“Cenaze işlemleri için favelaya döneceğiz.”
“Anladım… Lütfen tahsis ettiğim uçağı kullanın. En rahat şekilde yolculuk etmeniz için elimden geleni yapacağım.”
“Teşekkür ederiz, Başkan’ım.”
“Lütfen, herhangi bir sorunda telefonum her daim açık.” diyordu Aybüke. Portekizce konuşuyordu telefondaki adam ile. Konuştukları şey ise Eduardo’nun cenazesiydi.
Telefon konuşması bittiğinde odaya döndü Aybüke. Elleri saç diplerinde gezerken yorgun bir nefes verdi. Odaya döndüğünde ona bakan bir çift yeşil gözü açık görmeyi beklemiyordu.
“Atlas? Uyandırdım mı?”
“Kiminle konuşuyordun?” diye sordu Atlas. Dinlendikçe sesi de gücü de kendine gelmeye başlamıştı.
“Kimse-“
“Cenazeden bahsediyordunuz, Aybüke. Duydum. Yaralı olsam da hâlâ bir ajanım.”
“Atlas.” dedi Aybüke yanına yaklaşırken. Yanına oturdu, yüzünü yüzüne yaklaştırdı. “Biliyorum. Kimse senin gücünden şüphe etmiyor, edemez de. Belki de aramızdaki en güçlüsü sensin, canım. Sana söylecektim zaten ama…”
“Söyle.” dedi Atlas karşısınds gözlerini yere odaklamış kadını izlerken. “Kötü bir şey mi oldu? Cenaze…yoksa o mu?” diye mırıldandı.
“Hayır, hayır Elmas değil ama onun gebermesi çok yakın. Her yerde kaçıyor, her yerde herkes arıyor. Onu düşünme. Bu…farklı.”
“Söylesene, Aybüke?”
“Eduardo.” dedi Aybüke, “Hatırlıyorsun, değil mi?”
Yutkundu Atlas. Unutmamıştı.
“Eduardo, Elmas’ı vurduktan sonra kendi…” Konuşamadı Aybüke. Sözcükler bir bir boğazına dizilirken eski bir dostun ölüm haberini vermenin zorluğunu kazıdı ezberine. İki aşığın dolandığı kader ipleri birilerinden kopmuştu. Sessiz bir vedaydı lakin iz bırakmıştı.
“Cenazeye ben de geleceğim.” dedi Atlas kendinden emin bir şekilde.
“Saçmalama, Atlas. Bu halde bu odadan bile çıkamazsın! Kontrol altında kalman lazım.”
“Bana Yansı’yı çağır, Aybüke.”
“Çağırmıyorum!” diye ayaklandı Aybüke, “Gitmene de izin vermiyorum! Burada tedavini aksatmadan yatacaksın. Yok sana izin!”
“Bunu başkanım olarak mı söylüyorsun? Emrinizi çiğnemek-“
“Karın olarak söylüyorum! Karın olarak kocamı düşünüyorum ve burada kalacaksın diyorum. Oldu mu?”
Sustu Atlas. Gözlerini yavaşça yumdu, “Aybüke.” dedi doğrulmaya çalışırken. Az ötesindeki kadının ona elini vermesi için elini kaldırmaya yeltendi. Yorgundu, elini çok tutamazdı. Aybüke de farkındaydı, kıyamıyordu. Uzatılan eli tuttu. “Aybüke’m.” dedi Atlas onu kendine doğru çekerken. Aslında Atlas yalnızca onu çekmek istediğini gösteriyor, Aybüke ise usul usul yanaşıyordu.
Kadının ellerini dudaklarına götürdü, öptü. “Onun neden burada olduğunu biliyorum.”
“Atlas.” dedi Aybüke, “O olmasaydı seni bulamazdık.”
“Beni kurtardı. Ve eskinin anısına, son bir veda etmem gerek…Beni ona götür.”
Kararsızlığın ortasında bir ipteydi Aybüke. Tabut uçağa bindirilirken hazırlanacak kısa bir anma olacaktı. “Peki.” dedi en sonunda. Başka çaresi yoktu. “Ama benim ya da doktorların sözünden çıkmak yok.”
Tamam dedi Atlas, şayet Edurdo’ya en azından veda etmek ona miras bırakılmış bir borçtu.
🖤⚔️🤍
”Gün doğmayacak mesela bazıları için bir daha batmayacak. Bir daha göremeyecek sevdikleri onları. Acısı kalacak. Anısı kalacak. Kendisi olmayacak.”

Eduardo ilk ona geldiğinde baygındı Aybüke. Kalkıp da ondan gelen mektubu okuduğunda içinde yanan umut ateşi onu hayatta tutmuştu.
Eduardo sayesinde ömrüne kavuşmuştu. Ve şimdi, Eduardo yoktu. Adam gibi teşekkür dahi edemediği bu adam kendini feda etmişti.
Bu basit bir inthiar olarak anılabilirdi belki fakat bu, ona yapılmış çok büyük bir saygısılzık olurdu.
Eduardo’nun manevi babası favela başına geçtiğinde devasa bir ticaret ağının başına geçmişti. Devletin dahi giremediği favelanın yanı sıra yer altı ticaretinde belki de bir numaraydı. İstemese de ona zorla miras bırakılan bu şeyi sürdürmüştü babası.
Eduardo, favelanın şartları nedeniyle doğumda annesini kaybetmiş bir yetimdi. Evlat edildikten sonra sokaklarda büyümüş, babası tarafından ona pek çok şey öğretilmişti.
En önemlisi ise erdemdi.
Babası, biyolojik babası tarafından idam edildiğinde kararını vermişti Eduardo. Başına geçeceği bu krallığın ya kralı olacak ve onu arşa çıkaracaktı, ya da kendi yolunu sonlandıracaktı ki yüzbinlerce çocuk kendi yolunu çizmeye devam edebilsin.
Çok çocuk ölmüştü, çok aile yaralanmıştı… Durdurmak istedi Eduardo.
Bir mektupla eskinin tozlu sayfalarına bir mektup yazmıştı Eduardo. Kimsenin haberi olmadan da ticaretin durması adına emirler vermişti. Ticaret ve üretim durdurulmuş, yalnızca kalan ürünlerin son teslimatı gerçekleşmişti. İşte bu nedenle kimse bir şey fark etmemişti: Elmas bile.
Hanedanın sonuncusuydu Eduardo. Aileye bağlı olan bu favela ise tek bir konuda hem fikirdi artık: Yeni bir sayfa açılacaktı. İşte Eduardo geride kalanlar için kendinden vazgeçmiş, eskiyi noktalayarak beyaz bir sayfa açmıştı onlar için. O kalmış olsaydı, Kurul ailesine ve ona saldırmaya devam ederdi.
Aybüke, onunla seneler sonra ilk buluşmasını anımsamadan edemedi. “Bu sıralar geçmişim çok karşıma çıkıyor. Yarınların düne dönüyor sanki.” demişti Aybüke Eduardo’ya.
“Geçmişinden gelen bir adamı bugününe çekmeye çalışıyorsun…Sence kim kimin karşısında durmaya inatla devam ediyor, Aybüke?” demişti Eduardo cevap olarak.
Haklıydı.
Ve Aybüke, teşekkür etmek için bir tabuta değil, bizzat ona sarılmayı dilerdi.
Eduardo’num cenazesi kendi vatanına döndürülmek üzere uçağa getirilmişti. Bindirilmeden hemen önce önlerinde duran tabuta selam verdi Aile. Eduardo’nun izi bir zamanlar onlara da uğramıştı. İlk kibriti bir zamanlar Eduardo yakmıştı.
Çıkan tek ses rüzgara aitti. Karşısındaki tabuta yaklaştı Atlas. Tekerlekli sandalyesinde otururken tabuta sarıldı, konuştu. Cenaze taşınmak için hazır olduğunda yanaştı Aybüke. Son bir kez elini tabuta yerleştirdi.
“Her şey için, minnettarım. Dostluğun için teşekkür ederim dostum, gittiğin yerde rahat uyu. İntikamın artık bana emanet.”
Güçlü adımlarla geri çekildiğinde Atlas ile yan yana durdu. Tabut kaldırılırken Atlas ayağa kalkmış, Aybüke’ye tutunmuştu.
Onurlu bir adamın cenazesiydi bu. Dünya, her zaman iyileri koruyan bir yer değildi. Ama bazı insanlar, kısa ömürlerine inat koyu bir iz bırakırdı ardında. Son kez uğurlandı onurlu adam, arkasından ise geçmişi el salladı.
İlk şehit değildi, sonuncusu da olmayacaktı.
Son oyun planı, artık devredeydi.
⚔️🖤🔥
Sevdik mi bölümü???
Hadi yorumlara♥️
Ve…size bir duyurum daha kaldı.
Viraha, üç bölüme final oluyor.
🫡
Final sonrası atacağım özel bölümler hariç üç bölüm. Üç uzun, upuzun bölüm…
Nereden nereye…
Bir sonraki bölüme dek sağlıcakla,
🖤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.44k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |