
CANLARIM!
Öncelikle bölümün gelmesini sağlayan ve oylarını esirgemeyen @selin_.arsal ‘a çok teşekkür ederiz🫶🏻🫶🏻🫶🏻
oy ve yorumlarınızı esirgemeyin lütfen,
Viraha sizinle daha güzel.
Keyifli okumalar dilerim♥️♥️♥️
bir sonraki bölüm şartımız: 10 Oy ve 3 yorum
30. Bölüm
“Sabah Olmasını Dilemediğimiz Geceler”
”O an sanki taş kesildim. Çünkü o insanın o sırada nereye gittiğini hemen anlamıştım: ölüme.”
-Stefan Zweig

🕯️
…
Yıllar Önce, İzmir
“Şimdi sen bunu götür, kimse görmeden zile basıp ver. Aman ailesi görmesin!” dedi ablam yazıp onlarca kez katladığı mektubu elime sıkıştırırken.
Elimde mektup, ayağımda annemin terlikleri ile koşuyordum. Üst mahallede oturan, pek de zengin bir çocuğa tutulmuştu ablam. Bence yüzü soğana benziyordu, o ayrı.
O evin küçüğü ve ben postacı misali evler arasında mekik dokuyor, mektuplarını ulaştırıyorduk. Ablam okumamam için tembihliyordu, ben de uslu bir çocuktum. Fakat bu, gıcık bir kız kardeş olduğum gerçeğini değiştirmezdi.
Elime geçen yeni mektubu evlerine ulaşmadan önce ben okudum.
“Utanç verici.” Televizyondaki diziden gördüğüne emin olduğum bu mektup işi benim yaşımdaki biri için dahi baneldi.
8 yaşındaydım.
“Ailelerimiz bu ilişkiye sıcak bakmayacaktır. Lütfen iletişimi keselim, beni gördüğünde kaçır gözlerini. Şayet benim gözlerim yalnızca sende kaldı…” diye sesli okudum mektubu. Yalandan bir bulantı hareketi yaptım, mektubu yeniden iyice katladım.
Çocuğun evinin önünde kocaman demirlerden olma bir kapı vardı. Evin asıl kapısı ise taa ön bahçenin metrelerce ötesindeydi. Bizim mahallenin üst tepesine böyle bir ev yaptırmak ne kadar mantıklıydı?
Zile bastım, içeriden gelen birileri var mı diye gözlerimi kıstım. Arka bahçeden arkasına baka baka gelen soğan yüzlü veleti görmemle nefesimi verdim.
“Al, ablam gönderdi.” dedim. Karşımdaki çocuk on beş yaşında falan olmalıydı. Bir gün mahalleden geçerken elinde tuttuğu matematik kitabını görmüştüm.
“Tamam, al sen de bunu.” dedi elime yeni mektubu verirken. Ondan aldığım mektubu da tişörtümün koluna gizleyip yola koyuldum. Annemler bu aileyi sevmezdi, hele de kızının çevirdiği işleri öğrense terlikle vurma ihtimali yüksekti.
Televizyonda sabah kuşağında çalan çizgi filmin şarkısını bağıra bağıra söylerken az önce saklandığım köşeye sığındım, bu sefer de çocuğun ablama yazdığı mektubu okumaya başladım.
“Bakalım bakalım sen neler yazmışsın…”
“Fındık?” Duyduğum ses ile başımı kaldırdım. Oğuz tam tepemde durmuş, ne yaptığıma bakıyordu. “Yine mi mektupları okuyorsun? Ablan okuma demedi mi sana?”
“Off! Sen ne anlarsın ya. Hem, nereden bilecek? Ben bakayım bir kontrol edeyim.” diye mızmızlandım. Ne vardı iki bir ucundan baksam şöyle!
“Ayıp ayıp!” dedi peltek sesiyle. Dişlerine daha yeni taktırdıkları bir tel vardı. Konuşmasını etkiliyordu.
“Bırak! İki dakika okuyayım götüreceğim zaten, sıkıcı olma.”
Ofladıktan sonra kaldırımda yanıma çöktü. Kelimeleri seçe seçe okuduğum mektup midemi bulandırmıştı ama ablam denen şahsın bu hallerini okumak pek bir komikti.
“Bu da bitti. Hadi ben gidiyom, kızlarla oyuna yetişmem lazım benim!” diyerek terliklerimi pata küte vura vura eve koştum. Eve geldiğimde, balkonda çarşaf ve yastıklardan kendine bir çadır kurmuş ablamın yanına sokuldum. Mektubu açtı, onu beklemeden odaya girdim. Annemin tahta dolabındaki kırık kapağı boyum yettiğince açtım. Birkaç gün önce can sıkıntısından evi karıştırırken bulduğum koca tülü aldım. Odama girdim, bayramlık olarak aldığımız bembeyaz; kurdeleli elbiseyi giydim.
“Ayy!” Ablamın annemden gizli aldığı rujları önce yanağıma, sonra dudaklarıma sürdüm. Elimde tül, ayağımda terlik ve üstümde elbiseyle sokağa koştum.
“Tamam, sen anne ol. Ben abla olacağım. Sen de emlakçı ol, Sude…”
“Ben emlakçıyım!” diye bağırdım arkadaşlarıma doğru koşarken. En sevdiğim şey evcilik oynamaktı. “Ama önce başka evcilik oynayalım. Düğün yapçaz, ben gelin oldum.”
“Ben senin en yakın arkadaşın olcam!” dedi Yaren yanıma gelirken. Pek süslü, takıp takıştıran bir kızdı.
“Tamam. Siz de benim ailem olun. Ama birinin de bizi evlendirmesi lazım!”
“Ne demişti anamlar ona…” diye düşüncelere daldım.
“Nikah memuru, akıllım!” diye bağırdı tanıdık bir ses. Elinde minik bir dürbün, kucağında kitapla bize doğru gelen Oğuz’du bu.
“Aa, evet! Tamam, Sude sen de nikah memuru ol.” dedim herkesi kurduğumuz düzende bir yere sürüklerken.
“Ama ben çiçek tutucaktım!” diye bağırdı Sude.
“Tamam, sen de benle dur. Mehmet, sen nikah memuru ol o zaman!”
“Yansı! Bir şey eksik ama!” dedi arkadaşlarımdan biri.
“Ne?”
“E sen kimle evlencen!”
“Aa, doğru.” Etrafıma bakındım. “ Okay! Sen damat olur musun?”
“Olurum.”
“Hayır!” dedi Uyuz oturduğu kaldırımdan. “O niye oluyormuş yani. Olmasın o.”
“E başka kim olcak?” diye sordu biri.
Oğuz elinde dürbün, kucağında koca resimleri olan bir kitapla kaldırıma çökmüştü.
“E ama ben ortada kaldım!” diye hayıflandım. Geçen hafta evlenen Mahi ablanın düğünde taktığı şekilde duvağımı kafama attım. Kaldırıma doğru yürüdüm, kitap okuyan Oğuz’un kolundan kavradım. “Senle evlencem ben o zaman!”
🤍🕯️🤍
Keder ve mutluluk, her daim yan yana mı gelirdi hayat boyu? Yoksa yalnızca piyango bana mı vurmuştu? Vücudumda kol gezen endişe olmadan mutluluğu tadamıyordum. Omzumdaki sorumlulukları bir anlığına indirip hayattan zevk almamıştım. Gerçek anlamda bir nefesi hiç almamıştım. Şimdi ise o hiç alamadığım nefes yeniden boğazımda takılmış, yumru olmuştu. İçimde amansız bir keder, kalbimde ise hayallerimi süslemiş o mutluluk vardı.
Evleniyorum. Hem de tam şu an.
Sevdiğim adamla- hayır, hayatımın ilk ve son aşkıyla evleniyordum. Kalbim göğüs kafesimi kırabilecek kadar sert ve hızlı atıyordu. Aniden verilmiş bu karar beynimi uyuşturacak kadar heyecan vericiydi. Aslında çığlıklar ata ata düğünüme koşmam, kocama sarılmam gerekirdi. Fakat son otuz bir yıldır olduğu gibi bugün de ayağıma takılmış prangalar beni geri çekiyordu. Hele de artık sayısı artmış, elimi kolumu da bağlamıştı bu kara zincirler.
Mesela evimden telli duvaklı çıkmak isterdim. Annemin elini öpmek, kardeşlerime sarılmak… Gece’yi nikah şahidim yapmak isterdim. Koca bir konvoyla nikah salonuna gelmek, bağıra bağıra şarkı söylemek isterdim. En yakın arkadaşımı hapisten nasıl çıkaracağımı ya da kamplarda ne yapacağımı düşünmek yerine kocamı, evimi ve yeni hayatımı düşünmek isterdim. Göz yaşım kınamda ana evinden ayrıldığım için aksın isterdim. İşte, keder ve mutluluk birleşip bir örgü örmüştü kaderime.
Nikah salonunun minik gelin odasındaki boy aynasından kendime baktım. Oğuz’u bilirdim, benden daha da üzgündü. Her şeyin hayalimizdeki gibi olduğu bir düğünümüzün olacağından da emindim. Sorun hiç bu olmamıştı. Ama en azından bu odada beni hazırlayan bir Gece’nin olmasını dilerdim.
Gece hapise gireli dört gün oluyordu. Ben de daha fazla uzatmadan bir an önce kamplara gidecektim. Elimdeki beyaz zambaklara baktım. Üzerimde şık ve modern beyaz bir elbise vardı. Saçlarımı açık bırakmıştım, mavi dalgalar beyazla ahenk içindeydi. Pek makyaj da yapmamıştım, yalnızca kapatıcıyı ellerimle göz altlarıma yedirmiş bir de rimel sürmüştüm. Kapı tıklatıldığında içeri Aybüke ve Aylin girmişti. Aylin hamileydi. Bunu birkaç gün önce öğrenmiş, ona sıkı sıkı sarılmıştım. Savaşın ortasında karanlığa umut gibi doğacak bir çocuğu doğurma kararı almıştı. Cesurdu ve eminim, annelik ona çok yakışacaktı.
“Nikah memuru geldi. Hazır mısın?” diye sordu Aybüke gülümserken.
“Çok güzel olmuşsun.” dedi Aylin saçlarımın buklesini düzeltirken.
“Hazırım.” dedim. Kendimi güçsüz hissettiğim için çok güçlü iki kadının ellerinden tuttum. Bomboş salona ulaştığımızda yalnızca birkaç kişi vardı. Oğuz’un yardımı ile sandalyeye oturdum. Her daim en yakınımı hayal ettiğim şahit sandalyesine oturması için Aybüke’den rica etmiştim. Hemen yanında ise Hakan oturuyordu.
Seremoni başladığında gözlerim Oğuz’daydı. Düşünceli görünüyordu ve ben sanki her birini duyuyor gibiydim. Aslında sağırdım, yalnızca aynı düşünceler benim de zihnimde yankı buluyordu. O kadar.
“Siz, sayın Dilbeste Yansı Akar; hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde, ölüm sizi ayırana dek birbirinizi sevip sayacağınıza söz vererek, şahitlerin huzurunda ve kimsenin tesiri altında kalmadan, Oğuz Karaca’yı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?”
Bakışlarım hemen yanımda bana bakan yeşilleri buldu. Benim gözlerinde ormanları hapsetmiş sevgilim…Gözlerinin yeşilinde hayat barındıran sevgilim…
“Evet.” dedim gözlerim dolarken. Süslü cümlelerle romantik şekilde bağıramadım ama bildim, o beni anlamıştı. Konuşmadan, yalnızca gözlerimden…
Aynı soru ona sorulduğunda bakışlarımızı çekmedik birbirimizden. Benim yanağıma tuzlu bir yaş düştü, “Sonsuza kadar evet.” dedi.
İngiltere’de kaldığım süre boyunca atölyesinde çalıştığım Theodor’un bana söylediği bir şey vardı. Demişti ki bir resimde yeşil yoksa, o resim ruhsuzdur. Her resmine bir noktacık dahi olsa yeşili ekler, en kötü imzasını yeşille atardı.
Bana yeşilleriyle hayat olan sevgilim… Dudakları alnıma değdiğinde bana umut olan adamla evlenmiştim. Elimde tuttuğum nikah cüzdanına baktım. Aklım istemsizce aylar öncesine, İngiltere’ye döndü. O gün o barda onu yeniden gördüğümde parçalara ayrıldığımı hissetmiş, kalbimin kırıldığını sanki gerçekten duymuştum. Her şeyin başladığı gündü o gün. Bugün ise, hayatımızdaki bu fırtınanın son dönemecine girdiği, artık yalnızca yokuş aşağı gitmeye başlayacağı o gündü.
Biz bir olmuştuk. Bir artı bir iki değil, yalnızca birdi.
🤍🥹
Aybüke Akman
Dejavu.
Çok şey anlatan güzel bir kelime. İşte şu an karşımdaki çifte bakarken yaşadıklarım bundan ibaretti.
Dejavu. Ama acı tatlı olanından.
Yansı’nın gelinlik giymeden evleniyor olması ve nikahlarının bu denli hızlı ve gizli yapılıyor olması yüreğimde bir sızıya sebep olmuştu. Yıllar evvel ben de orada kimsenin ruhu duymadan evet demiştim. Onlar bilmiyordu lakin Yansı’yı nikaha zorunlu bırakmayacak bir yol aramıştım. Maalesef yoktu. Bulduklarımı ise Yansı onaylamayacaktı, biliyordum. Bu hissettiğim sızı nedendi bilinmez. Ama işte…Hani insan bazen anlam veremediği bir şekilde ağlar ya. Ya da bir an öylesine bir çığlık basar; sebepsizdir bunlar fakat iyi gelir. Bu sızı da öyleydi.
Fırtınadaydık. Amansız bir savaşa doğru sürükleniyorduk. Gücüm yettiğince korumak istiyordum herkesi. Elimde olsa her birini bundan çekip çıkaracaktım ama benim gücüm bu kadardı.
İzel beni aramış, konuşmamız gereken şeyler olduğunu söylemişti. Nikahtan çıktığım gibi Bakırköy civarında bulunan depoya doğru ilerledim. Önümde eski, metal bir kapı vardı. Dükkanlardan birine girdim, kaç kapı açıp kapadım bilmiyorum. En sonunda şifreli bir kapıya ulaştığımda yerin altındaydım.
“Hoş geldin.” İçeri girdim.
“Ne buldunuz?” diye heyecanla sordum. Bu kadar ayrılığa ne yüreğim dayanabiliyordu ne de aklım. Bir gram aklım kalmıştı, o ise aşk acısında kıvranmakla meşguldu.
“Bizimkilerin girebildiği her kumarhaneye gittim. Özel kumarhaneler de buna dahildi. Çoğu kişinin ağzında dedikodular dönüyordu.”
“Kumarhanelere gitme sebebin kartlar mı?” diye sordum Aslı’ya.
“Kartlarla mesaj veren bir şizofrenden bahsediyorsun anladığım kadarıyla. Şansımı denemek için kumarhanelere tek tek gittim, her birinde farklı bir kimliğim vardı. Haklıydım da. Bence bir şey buldum. Bu mafyatik tiplerin neredeyse hepsinin kumarla bir bağı olur zaten.” dedi Aslı.
“Kendileri oynamasa dahi isimleri ya da yaptıkları dedikodu konusu olur illaki.” dedi İzel.
“Ne buldun?” diye sordum.
“Daha yüksek puanlı yerlerde bir adamdan bahsediyorlardı. Yeni biriymiş, konuştuklarından çıkardığım kadarıyla kimse tam tanımıyor. Hatta gittiğim bir kumarhane oyunlar devam ederken boşaltıldı. Kumarhane yöneticisi adam telefonla konuştu, sonra herkes mekandan çıkartıldı.”
“Neresi burası?”
“Çok lüks bir Fransız kumarhanesi. Sahibi Fransız’mış. Ama o gece neden aniden kapatıldı, bilmiyorum.”
“Başka? Duyduğun şu dedikodu, şu adam…”
“Masasına oturamadığım bir grup vardı. Ancak yan masalarına kadar gidebilmiştim. Hararetli bir şekilde birinden bahsediyorlardı. Hatta bayağı manyak falan dediler adamın arkasından. Senin aradığın adam olduğundan şüphelenme sebebim ise yeni düzenden bahsediyor olmalarıydı. İşte… Adamın yeni bir düzen kurmaya çalıştığından, deli olduğundan falan söylediler.”
“Bu mafyatik tiplerin kumarhanelerle hep bir bağlantısı olur zaten. Bence bir iz bulmak istiyorsan, kumarhanelerden başla.” dedi İzel.
Kafamda saçılmış onca şeyi bir araya getirmeye çalıştım. Her biri dağınık, her biri önemliydi. Kayda değer bir şey ilk defa elime geçmişti. Bu, umut demekti. İzini kaybettirmiş bir hayaletin kuyruğunu en sonunda bulmuştum.
“Bir şey olursa arayın.” dedim kalkarken. Karanlık duvarlar uzun zaman sonra ilk defa üzerime üzerime gelmedi. Bu sefer her biri olduğu yerde kaldı. Karanlığın içinde minik bir kıvılcım belirdi. Ardımı döndüm, geçmişimi gördüm. “Teşekkür ederim.” dedim çıkarken.
İnsanın bir yerden ayrılırken oradan tamamen kopacağını düşünmesinin saçmalık olduğunu anlıyordum. Geçmiş, insanın özünde olan bir parçasıydı. Bugününü oluşturan şeyi nasıl çekip çıkarabilirdi kendinden? İşte, geleceğimde olsun istediğim adam için bıraktığımı sandığım geçmişime gelmiştim. Üstü kapalı çok hikayesi vardı geçmişin, hepsinin ise anlatılmak üzere beklediği bir zamanı.
Ben, hayatta bir amaç gütmeden oradan oraya savrulmuştum. Tek bir amaç vardı yolun başında: Kurtulmak. Ailemden kaçıp yaşama tutunmak. Bugün geldiğim yere rüzgar estikçe savrula savrula gelmiştim. Çok uzun yıllar sonra ilk defa bir amacım daha vardı.
Onu bulmak. Bu sefer bırakmamak üzere bulmak. Şayet ben ona onu ne kadar sevdiğimi daha anlatamamıştım.
Teşkilat binasına geldiğimde odama doğru koşar adım ilerledim. Duvarın ardına gizlediğim panoyu açtım. Gereksiz not ve fotoğrafları yırttım. Artık beynim ağrıyor, omzumdaki yükler beni kambur bırakıyordu. Çok yorulmuştum. Son dönemeçteydim, bulacaktım onu. Canlı ya da…fark etmez. Bulacaktım.
Fotoğraflar birbirine karışırken haritayı son haline getirmeye koyuldum. Karşısına çektiğim sandalyeye oturdum, izledim. Görebilene dek baktım.
Elmas’ın direkt bir kumarhane ile bağlantısı şu ana dek elimize geçmemişti fakat dedikodusu ulaşmıştı. Şu ana dek her daim tahminlerimizin ötesine geçmiş, beklenmeyeni yapmıştı. Tıpkı mahlasın ardındakinin de beklenmedik olduğu gibi. Onun kumarhanelerle bugüne dek bir bağlantısı olmamıştı.
O nedenle kesinlikle kumarhanelerde bir bok vardı.
Yeni bir düzen kurmak istemesi elbette tahmin edilebilir bir önermeydi. Fakat kimse susarak her şeyi baştan yazamazdı. En azından bir “Başlıyoruz.” demeye ihtiyaç duyardı. Peki, Elmas nasıl vermişti komutunu? Ya da nasıl vermek üzereydi?
Kumar oynayacaktı. Hem de yalnızca kartlarla değil, insanlar ve onların ‘önemsiz’ hayatlarıyla.
Tuhaf çalışan- yanlış yolları doğrusu bilen bir düşman vardı karşımda. Zekiydi. Bunu kahul etmemek çok büyük aptallık olurdu. Düşmanın bir tüy tanesi olsa ne yazar, alttan alırsan egon seni yenerdi. Ben onu asla hafife almıyordum. Tehlikenin ve kurnazlığın pek âlâ farkındaydım. Fakat puanı bizim tarafımıza geçiren şey, Tanju’nun bizi hafife almasını sağlayan egosu; ve aklında yaşattığına emin olduğum o sesti.
Bir zamanlar o ses bende de vardı.
Düşmanımı tanıyabiliyordum, çünkü ben de bir zamanlar deliydim.
Karanlığın en derinlerinde bir yerde bir kibrit yaktım. Işığı yolumu aydınlatsın, külleri geriden gelenlere iz olsun diye. Uzaktan parıltıyı görenlere umut olsun diye bir daha kibrit yaktım, ateşi söndüğünde gün yeniden doğsun, dillerden dökülen dualar karanlık bulutları yok etsin diye.
Sen de bir çakmak çak, ya da bir kibrit yak. Yalnız olmadığımızı hatırlatsın diye.
🕯️⚔️🕯️
“Deva değil derd oldum
Gül değil diken oldum
Canan iken el oldum
Yok bana bu cihanda bir yâr
Bana bu cihanda bir yâr
Bana bu cihanda yoktur, aman.”
İnsanın sevdiklerinden sınandığını iyi bilirdi Gece. İnsan sevdiğinden, korktuğundan ve daha nice şeyden sınanırdı. Peki, onun sınavı nedendi? Ne zaman bitecekti?
İsyan etmeye dahi hali yoktu. İsyan etme amacı da gütmüyordu zaten. Adaletin onu bir başka karanlığa itmesinin üzerinden beş gün geçmişti. Burası da karanlıktı. İlk geldiğinde şaşırmıştı. Neden mi? Buranın duvarları da, yatakları da yetimhanedekilerin neredeyse aynısıydı. Yalnızca içeride demir parmaklıkları yoktu. Dışarıdakiler zamanında onlarda da vardı. Onu bir kafese kapatsalar ne yazar, ruhuna prangalar vurulmuş bir insanı hangi zincir yorar?
Üst ranzalardan birinde yatıyordu. Kaldığı bu kuyuda yatağı ışık vuran tek deliğin yanındaydı. Radyodan yükselen melodi kadınların sesini bastırıyordu. Pek ses olduğu da söylenemezdi bu sabah.
“Lâl abla, gelem mi?” dedi birisi. Başını kolundan kaldırdı, ranzaya çıkmış genç kıza baktı Gece. Kız yanına yerleşmiş, getirdiği çayı ona uzatmıştı. Geldi geleli ağzını açmamıştı Gece. Buradaki pek çok insan ona tuhaf tuhaf bakmış olsa da en sonunda ‘Lâl’ demişlerdi ona.
“Sen konuşmuyorsun ama ben öğrendim sen kimsen.” dedi kız. Doğulu olmalıydı. Tatlı bir şiveye sahipti. Kim bilir onun özgürlüğünü elinden alan günah neydi? “Doktormuşsun. Doğrudur?”
Yalnızca baktı Gece. “Gözlerin pek güzel. Maşallah.” dedi kız.
“Senin de yüzün.” diye mırıldandı Gece. Kadının yüzünde beliren apaçık bir şaşkınlık peydah oldu.
“Sen konuşursan! Sen lal değilsin demek ki.”
“Değilim.”
Şaşkındı genç kadın. “Madem konuştun, doktorsun değil mi?” Başını evet anlamında salladı Gece. Aldığı cevapla heyecanlanan genç kadın yüzünü tamamen ona döndü, “İsmin nedir? Ben Reyhan.” Elini uzattı. Gece ise ona doğru uzatılmış eli geri çevirmedi, eli tuttu. Kollarındaki morarıkları tişörtüyle örtebildiği için izleri dikkat çekmiyordu.
“Gece.”
“Ne güzel isim…Kaderin de ismin gibi güzel olsun.” dedi Reyhan. Gece ise bulunduğu yere baktı, yaşadıklarını düşündü. “Amin.” dedi.
“Doktor musun gerçekten?”
“Doktorum.”
“Burada ne işin var, ay yüzlü güzel?”
“Sen?” diye sordu Gece dışarıya bakmayı sürdürürken.
“Ben kurban gittim vallah. Erken evlendirdiler beni. Bizim orada zehir pek popiler. Bir gün adamı hakka kavuşmuş olarak buldum. Ailesi geldi, dediler bu karı zehirledi. Çocukların önünde rezil oldum.”
Dikleşti Gece, karşısındaki kadının kömür gözlerine kilitlendi. Ondan genç olmalıydı. “Savunmadın mı kendini?”
“Ne diyecem? Kendimi atsam inanmazlar. Kimse tutmadı tarafımı. Al, bak buradayım.”
“Nasıl? Nasıl vefat ettiğini bilmiyor musun sen?”
“Yok.”
“Otopsi falan?”
“O nedu?”
“Yani senin üzerine oynadılar.”
“He vallah.”
Dikleşti Gece, pencereden uzaklaştı, kadına yanaştı. Getirdiği çayı eline aldı. “Eğer otopsi raporuna ulaşabilirse avukatın, seni savunması daha kolay olabilir. Kaç çocuğun var senin?”
“Dört.”
“Dört?” dedi hayretle Gece, “Sen kaç yaşındasın?”
“Yirmi üç oldum geçen gün.” Gülüyordu kadın. Ezilmiş bir papatya misaliydi ama hâlâ bir o kadar güzel görünüyordu.
“Ailen?” diye mırıldandı Gece.
“Anam babam küçükken verdi beni, sonra da bir daha görmedim vallah. Yoktur kimsem. Bazen diyorum ki bura daha iyi, ama çocuklarımı özlüyom biliyon mu? Kocasız falan oluyor ama evlat oldu mu özlemeden duramıyor insan. Ben onlar bebekken çocuktum, biliyon?”
Güçlü kadın için keskin hatlarla bir anlam yazılamazdı belki. Fakat karşısında duran bu genç kadın dünyanın yükünü kocaman bir gülümsemenin ardına saklamış, çok güçlü bir kadındı. Ve bazen güçlü olan gülümsediğinde en acı şarkıları söylerdi.
“Benim en büyük hayalim öğretmen olmaktı. Gelin gidince okutmadılar. Resim de yaptırmadılar. Günah dediler.”
“Resim öğretmeni mi olmak istiyordun?”
“Hee. Çok güzel çizirem. Benim kızın resim defterlerine ben çizerdim hep.”
Gece, başını duvara yaslamış karşısında hevesle yaptıklarını ve yapmak istediklerini anlatan kadını dinliyordu. Onun da elinden tutmak, karanlıktan çıkarmak isterdi fakat gölgenin ta kendisi haline gelmişken kime ne faydası dokunurdu?
“Avukatın var mı senin, Reyhan?”
“Valla devlet vermiş, Doktor hanım. Gerçi bilmirem ne kadar yardımcı.”
“Gece Yaman!” diye bir ses duyuldu kapıdan. Gardiyan etrafa bakınıyor, ismini söylüyordu, “Gece Yaman! Ziyaretçin var.”
Yerinden yavaşça ayaklandı. Gelen Aybüke ya da Yansı olmalıydı. Avukat görüşmesi olduğunda genelde belirtiyordu gardiyan. Görüşme odasına geldiğinde onu bekleyen kişiyi görmeyi asla beklemiyordu.
“Ateş?”
Duyduğu ses ile ayaklandı, yüzünü Gece’ye döndü. Son gördüğünden bu yana tenindeki çizik ve yaralar kabuk bağlamıştı. Gece karşısına oturduğunda kadının yeşillerine baktı.
Özlemişti.
“İyi misin? Yaraların acıyor mu? Bak, sana krem getirdim. Bu ilacı teslim edeceğim, boğazın için. Bunu da yaralarına-“
“Ateş.” dedi Gece adamın krem tutan ellerine dokunurken. Parmak uçlarıyla kremi açan ellerine dokundu. Gece’nin dokunduğu kurak topraklarda çiçekler açtığını hissetti Ateş. Ne yapıyordu bu kadın böyle?
“Buraya gelmen tehlikeli değil mi?” diye sordu Gece parmak uçlarını Ateş’in elinden çekmeden. “Magazinciler ya da biri seni kamuflajına rağmen tanırsa sonucu kötü olmaz mı?”
“Olabilir.” diye cevapladı Ateş.
“O zaman?” diye sordu Gece.
“Senden önemli değil. Hallolur. Düşünme bunları, orasını bana bırak.”
Yeşil hareleri adamın kehribarlarını buldu. Oysa çok düşünmeye, hep düşünmeye alışıktı Gece. Bakışlarını kaçırmadan edemedi. Bu sefer dikkatini masaya konmuş kremler çekmişti. Bazısı bildiği ve hastalarına kullandığı estetik kremlerdendi.
“Nereden aldın bunları? Reçeteli ilaç bunların bazısı.” Artık daha net bir şekilde konuşabiliyordu fakat ses tellerindeki zarar az da olsa boğazında bir sızıya sebebiyet veriyordu.
“Ablam eczacı. Tanıdık doktordan da reçete aldım. Ablam verdi bunları. Bu krem de benim yaralarıma kullandığım bir şey.”
“Teşekkür ederim.”
İkisi de bir süre sustu. Parmak uçları istemsizce birbirlerinin ellerine dokunuyordu. Ellerinin altındaki krem bahaneydi, istedikleri şey sıcak tene dokunup anın gerçekliğini hissetmekti.
“Millet nasıl? Herkes iyi mi?” Gece’nin sorusu aralarındaki sessizliği bölmüştü.
“İyiler. Yansı ve Oğuz evlendi.”
“Gerçekten mi?” Gece’nin yüzü beş gün sonra ilk defa aydınlandı. “Hiç gelinlikle fotoğrafı var mı?”
“Gelinlik giymedi ama bir fotoğraf var.” dedi Ateş telefonundaki fotoğraflardan birini gösterirken. Gece’nin yüzünde sıcak bir gülümseme peydahlanmıştı.
“Aylin hamile.”
“Oha.” Bu tepkiye gülerek cevap vermişti Ateş. “Pardon.”
“Herkes iyi. Asıl sen nasılsın? Konumuz sensin şu an, bir dakika için boşver herkesi.”
“Bir dakika değil de birkaç hafta her şeyi boşvermek isterdim.” diye mırıldandı Gece, “Ama imkansız bir hayal, değil mi?”
“Yalnız mı kalmak istiyorsun?”
“Yaşanan her şeyi durdursak, nefes almak için…Ya da boşver. Battığımız bataklıkta aldığımız nefese şükredelim, değil mi?”
Karşısında oturan kadının gözleri onunkileri bulmuyordu. Her bir yana dalıyor, yorgun bakıyordu. Kendine bir söz verdi Ateş; bu fırtına bitse de bitmese de onun için zamanı durduracak, nefes aldıracaktı.
“Davayı hızlı bir şekilde kapatmaya çalışıyorlar. Hukuktan çok anlamam ama devlet meselesi deyip neden hızlıca dosyayı kapatmıyorlar ki?” dedi Ateş kısık bir sesle.
“Bilmem.” dedi Gece dudak büzerek. Pek umrunda değil gibiydi. Yüzünü Ateş’e yaklaştırdı, “Ama bir planı vardır Başkan’ın. Tanıdım onu, aklında bir şey var. Bu davayı lehine çevirecek.”
Ateş’in tepkisi sırıtmak olmuştu. Karşısındaki kadın son altı ayda Teşkilat’a güzel uyum sağlamış, düşüncelerini onlara benzer eleyip dokur olmuştu.
“Güzel.” dedi Ateş harfleri uzatarak. “Peki sizin bir planınız var mı, sayın Gece Yaman?”
Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. “Yoktu… Ama şu sıralar pencereme kuşlar pek sık konuyor.” dedi Gece. Gözleri yeniden Ateş’in getirdiği kremleri bulduğunda konuştu.
“Ateş…”
“Efendim güzelim?”
Bir an için afalladı Gece. “Senden bir şey istesem… Yapar mısın?”
Hevesle dikleşti Ateş, “Emret.” dedi. Gece’nin yara kaplı dudaklarında sıcacık bir gülümseme belirdi. Keşke hep gülseydi Gece, diye düşündü Ateş. Her giydiği çok yakışır, her birini cesurca taşırdı. Ama gülümsemesi ona yakışan en güzel kıyafetiydi.
Ateş, Gece’nin isteğini dinledi. Oradan ayrıldığında istediklerini almak adına yolunu hızla Yansı’dan ismini aldığı dükkana çevirdi. Elindeki poşetleri arabasına yerleştirdi. İzin alabildiği en kısa sürede bunları sahibine teslim edecekti. Bu sefer yolunu Haziran’ın ofisine çevirdi. Kapıyı tıklattı:
“Hoş geldin, Ateş. Geç şöyle.”
“N’aber, Şirine?” diye yorgunlukla konuştu Ateş. Masasının önündeki koltuklardan birine bıraktı kendini. Başındaki şapkayı çıkardı, eli saç diplerini buldu.
“Bize iki çay getirir misiniz lütfen?” dedi Haziran telefona. Yeniden Ateş’e döndü. “Yorgun görünüyorsun.”
“Etrafta yorgun olmayanımız kaldı mı? Şimdi Yansı da gidiyor, herkes bir yere dağılacak.”
“Sorma. Şu raporlar doğru çıksın, eksik bir şey kalmasın diye tabiri caizse bir yerlerimi yırttım. Ama ne bulduğumuza çok şaşıracaksın.”
“Anlat. Mahkeme tarihi belirlendi mi?”
“Hayır ama yakındır. Savcı da gıcığın teki çıktı zaten. Şimdi, her şeye geniş perspektiften bakalım. O gece bizim kız ilişki yaşadığı adamın evine gidiyor. Adam alkollü, kıza saldırıyor. Bülent’te çok aman aman bir şey yok. Mahkeme sizin Gece’yi profesyonel eğitime aldığınızı bilmiyor o yüzden buna bir şeyler uydurabiliriz. Çatışıyorlar, kadın darp ediliyor. Çatışma salona kadar gidiyor, devreye korumalar giriyor. Burada mahkemenin sahip olduğu bilgilere göre Gece güçsüz bir durumda. Aldığı silah korumalardan birine ait, fakat diğer korumalar da silahlarını çıkarmış. Yani Gece’ye silah çekilmiş.”
Haziran oturduğu koltuktan ayaklandı. Odanın boşluğuna ilerlediğinde anı canlandırmaya başladı. Ateş ise eli çenesinde izliyor, tartıyordu.
“Gece’nin her izini inceledim. Kollarından tıpkı şu şekilde korumalar tarafından tutulmuş. Ayak bileklerinde de tek tük izler var. Üçüncü koruma boşluk anındayken Gece ondan silahı alıp…” Masadaki kalemi silah misali tuttu. “Bülent’e tutuyor. Tuhaf olan şu, üç adamın bedeni odanın uzağında bir köşede yatıyor. Sürüklenme izi yok, adamlar oraya kendi yürümüş. Gece oradaymış, onların yanında. Ayakları kana bulandığı için yürüdüğü yerlerde kanlı ayak izleri var. Bülent silahla vurulmuş, kurşun Gece’nin tuttuğu silahtan çıkmış. Ama…”
Elindeki kalemi yeniden masaya bıraktı. Az önce çıkardığı topuklu botları yeniden giydi. Yere görünmez bir bedeni çizdi.
“Adamın elinde bulduğun kartları mahkemeye sunmadık. Adamın bedeninden çıkan kurşunun yanında duvara sıkılan bir kovan daha bulundu. Vee… O kurşun ne Gece’nin tuttuğu silahtan ne de korumaların silahından çıkmış. Buna istinaden, Gece’nin silah tutan elinde minicik bir dna izi bulunmuş. Daha rapor elime ulaşmadı.”
“Üçüncü şahıs var yani. Kim lan bu? Ama demek ki profesyonel değil, tutulmuş biri. Duvarda kovan unuttuğuna göre… Profesyonel olsa kovanı çıkarıp duvardaki izi de Gece’ye yıkmaya çalışır.”
“Kurşun yoksa boşluğu n’apsın mahkeme?”
“Profesyonel değil işte. En azından Gece’nin silahından toprağa sıkıp bir kurşun boşaltırdı. Ya da ne bileyim… Yapardı bir şey herhalde. En azından bu mahkemede işimize yarar.”
“Hem de nasıl…Bir sonraki mahkemede Gece’yi tutuksuz yargılamalarını sağlayacağım.” Heyecanla elini masaya vurdu, sandalyesine yeniden kuruldu. “Sen, onu bunu bırak da…” Oturmaya devam ederken tekerlekleri sürdü, sandalyesi Ateş’in dibine kadar götürdü. Masada duran ince belli bardağı dudaklarına götürdü, “Dökül bakalım!”
“Ne diyorsun be Şirine? Başım ağrıyor iki dakika dur Allah aşkına.”
“Sen diyorum, maşallah pek bir ilgilisin benim arkadaşıma karşı.” Ateş, dibine girmiş ve göz kırpan kadına hayretle baktı.
“Çıkar sen ağzındaki baklayı çıkar! Tutman hata.” dedi Ateş.
“Ya! Liseden bu yana tanıyorum seni. Hiç kandırmaya kalkma. Körkütük aşık olmuşsun Gece’ye. Gerçi sen de haklısın, su gibi kadın valla. Ee, bana teşekkür olarak ne alıyorsun?”
Derin bir nefes aldı Ateş, inkar etmedi. Aşıktı. “Teşekkür derken?”
“Sizi ben tanıştırdım, nankör.”
“Ne istiyorsun?”
“Oha! Gerçekten yapacak mısın bir şey? Ateş Karal! Şaşırtıyorsun beni. Tamam, bir ara bakarız bir şeye ama ben kız tarafıyım. Her konuda kankamı savunurum.”
“İlişkide değiliz, Haziran.”
“Onu oradan bir çıkaralım, o da oluur. Ama Gece zor kadın, senin o herk kadında işe yarayan caziben onda boşa çıkabilir.” dedi Haziran çayını kafasına dikerken.
“Onun pek âlâ farkındayım.” diye mırıldandı Ateş. Kafasını avucuna yasladı. Bir gün her şey bittiğinde, o bu karanlıktan kurtulduğunda onların bir geleceği olacak mıydı?
Simsiyah saçları güneşe rağmen sarıya kaçmıyor, siyah kalıyordu. Ama gözleri güneşe değdiğinde sarı denebilecek açık yeşile dönüyordu. Nasıl bu kadar beyaz kalabilmişti? Güneş kavurmamış mıydı hiç tenini? Neden hep siyah giyiyordu? Ateş, bugüne dek onun siyahtan başka renk giydiğini görmemişti.
“Oha!” diye bağıran ses ile irkildi. Boş bakan gözleri yanında hayretler içinde ona bakan Haziran’ı buldu. Eli ağzında, gözleri beş karış açıktı. Ne oldu dercesine kafasını salladı.
“Oha! Sen bayağı bayağı aşıksın. Az önce resmen duvara bakarak kadına karadır kaşları diyerek klip çektin. Of, keşke odamda kamera olsaydı. Bu anı kaydedebilmek için neler vermezdim! Of ya.”
“Ne diyorsun kızım sen? Salak salak konuşma.”
“Sus.” dedi Haziran.
“Sen sus, haspam Şirin.”
“Salak.”
“Bana hakaret etme sana karalama davası açarım!” dedi Ateş.
“Ay götüm!” diye yükseldi Haziran dosyayı Ateş’in kafasına atarken. Ortam sakinleştiğinde yeniden yanına gitti, “Cidden seviyor musun sen benim arkadaşımı?” diye sakince sordu.
“Seviyorum.” diye fısıldadı Ateş. Şaşkındı. Bu onun ağzından mı çıkmıştı?
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten.”
Gülümsedi Haziran. Gece’nin hayatında kimsenin olmadığını biliyordu. “Ben bir bakayım, mahkeme tarihini ne zamana koymuşlar. Onu oradan çıkardığımızda senden bir şey isteyeceğim…”
“Ne isteyeceksin?” diye merakla sordu Ateş.
“Aslında benim için değil, Gece ve sizin için. Gece’ye iyi gelecek…Sana detaylarını anlatacağım.”
Peki anlamında başını salladı Ateş. Buradan sonra restorana gitmesi, akşam rezervasyonu yapılmış bir etkinlik için mutfağa girmesi gerekecekti. Başını koltuğa yasladı, boş beyaz tavana baktı. Baktığı yer boş bir beyazdı lakin o tavanda gördükleri farklıydı. Gece ile bakmışlardı ya tavana… Beyaz tavanlarda ancak onun yeşilleri vardı.
“Kurtaracağım seni.” dedi içinden Ateş, “Nefes alacaksın..”
🔥🖤🔥
Hani insanın galerisinde favorilediği fotoğraf vardır ya; açar açar bakar, baktıkça içi huzur dolar…Gördüklerimi de fotoğraflamak isterdim. Mesela şu an tutuşan ellerimizi fotoğraflamak, her daim bakmak isterdim. Ama hiçbir görsel bana elini tuttuğumda yaşadığım hissiyatı vermezdi. Ne güzeldi ellerimiz yan yana…
Sabah nikahımızı kıymıştık. Öğlen ise Teşkilata gidip imzalamamız gereken dosyalara bakmış, ben kamp için oluşturulan planları dinlemiştim. Akşam ise ne onun evine ne de benim Gece ile kaldığımız evde kalmıştık… Güzel bir otele gelmeyi tercih etmiştik. Bize, ikimize, ait bir ev olmadıkça ilk gecemi ait hissetmediğim bir yerde geçirmek istemiyordum. Gece’nin yokluğunda ise onunla ortak evime girip kocamla sevişmek gibi planlarım asla yoktu.
Tıpkı hiçbir şey olmamış, biz normal bir çiftmişiz gibi odama çıkmıştım. Giyinip süslenmiş, özenle makyajımı yapmıştım. Odaya girmemişti Oğuz, o da hazırlanmış beni lobide bekliyordu. Asansöre doğru ilerledim, lobiye indiğimde orada oturan, siyah gömlek ve pantolon giymiş açık kumral bir adam vardı.
Kocamız diye demiyorum, çok yakışıklı adam. Alev ateş…
Telefonla konuşuyordu. Çantamı tutup ona doğru adımladıkça topuklularımın sesi artmıştı, duymuş olmalıydı ki arkasını döndü. Beni görmesi ile yüzüne bir gülümseme peydah olurken telefonu kapattı. Ona yaklaştım, önce ellerimden tuttu. Elimin üstüne bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma bir çiçek koydu. O an için gözlerimi onun gözlerinde hapsolmuş ormanlardan çekemedim, kulağıma taktığı çiçek gözlerinin güzelliğinde ezilmişti.
“Sevgilim…” Ellerimin üzerine öpücükler kondururken ağzım kulaklarıma varmıştı. Sarıldım, beraber otelin kulübüne doğru ilerledik. Önce kendi telefonumu kapattım, ardından onun telefonunu kapatmasını izledim. Müzik sesinin ritmi kalbimle eş atıyordu. İçeri girdiğimizde kenarda duran koltuklara geçtik. O bizim için içecek almaya gittiğinde ben etrafa bakındım. Dışarıda bir yere gitmemiştik. Otelin eğlence mekanı daha güvenliydi, bu geceyi olayla değil de aşkla bitirmek istiyorduk. Ne bir olaya ne bir baskına ne de kargaşaya tahammülümüz kalmamıştı.
Bunu, kampların içine aniden dalacak sen mi söylüyorsum Yansı Akar…Karaca. Yansı Karaca!
“Buyur, balım.” dedi Oğuz bana içeceğimi uzatırken. Alkolsüz güzel bir kokteyldi. Koltuğa geçtiğinde kolunu kaldırdı, hemen başımı omzuna yerleştirdim. Burası benimdi…Boynundaki boşluk bana aitti.
“Çok güzel olmuşsun be Yansı’m…” dedi nefes verirken. İçi gidiyordu…
“Kocama hazırlandım.” dedim cilveyle. Bak sen dercesine kaşını kaldırdı. Aşırı tatlıydı, yüzünü ısırsam ne yapabilirdi ki?
“Kocanız çok..çok şanslı.” dedi gözleriyle beni süzerken.
“Biliyorum. Bence de.” dememle kahkaha atması bir olmuştu. En azından bir gece her şeyden uzak kalmaya çalışacaktık. Sadece o ve ben… Biz.
“Biz hep olalım, sevgilim.” dedim başımı boynunun girintisine gömerken. “Çok güzel kokuyorsun.” dedim, aynı anda elini kalçamda hissetmiştim.
“Karım kokuyorum…Biraz daha sarıl, biraz daha sen kokayım.”
Dediğini yaptım, daha sıkı sarıldım. Bir ara kalktık, dans ettik. Daha doğrusu ben dans ederken o gülerek beni izlemiş, ellerimden tutmuştu. Alkol almamıştım ama kokusundan sarhoştum. İnsanların arasında dans ederken ondan başka gördüğüm kimse yoktu. Dakikalar geçtikçe başka hiçbir şeyi düşünmeden dans ettim. Sevdiğim adamın kolları arasındaydım. Beni korurdu, hep korumuştu. Gülüşlerimiz ve kahkahalarımız havaya karıştı. Etrafımda döndüm, dans ettim…
“Evlendik ya biz! EVLENDİK!” Var gücümle bağırdım, inanamıyordum. Bir süre de inanamayacak gibiydim.
“İNANABİLİYOR MUSUN?”
Kollarımı boynuna sardım, ben tepinmeye o ise beni tutmaya devam ederken saat gece yarısını vurmuştu. Hayal ise her şey toz olacak, ben rüyadan uyanacaktım.
İlk defa bu sonsuz mutluluk gerçekti. Saat on ikiyi bir geçti, ben ise onun kollarında kalmaya devam ettim.
Gerçekti.
Biz, gerçektik.
Kalabalıktan ayrıldıktan sonra yüksek kahkahalar eşliğinde asansörü bulduk. Dayanabilmiş miydik? Elbette hayır.
Eli sırt dekoltemden belimi bulmuş, dudakları dudaklarımı bulmuştu. Asansör on ikinci kata çıkana dek rujum dağılmıştı. Kapı açıldığında el ele, koşar adım odayı bulmaya giriştik. Kapıyı bulduğumuzda dudaklarım boynundaydı.
“Kızım, dur iki dakka açayım kapıyı. Biri görecek şimdi.”
“Loş koridor, kimse görmez. Sen aç kapı-“ diyordum ki karşıda, uzaktan bize bakmaya çalışan teyze ile göz göze gelmemle dona kaldım. Dikkatle baktığımda yere düşen gözlüğünü gördüm.
Görmüyordu.
“Aç artık şu kapıyı Oğuz!” dedim gülerken ve kartı alıp kapıyı ben açtım.
El çantamı yatağa fırlattım. Karanlık odadaki abajuru yaktı Oğuz. Ben ise koca pencerenin önüne geçtim. Sabaha dek sönmeyen ışıklarıyla bütün İstanbul ayaklarımın altındaydı. Köprü ve boğaz bütün heybetiyle karşımızda duruyor, gemi ışıkları ateş böceği misali süslüyordu karanlık denizi.
( öhüm, öhüm… buradan sonrası duyurulur. Çok bişi yok ama ben yine de uyaranımı koyayım şuraya şöylee🔥)
Arkamdan bana yaklaşan bedenin sıcaklığını hissettim. Elleri belimi sararken başımı yana eğdim, açılan girintiye dudaklarını yasladı. Öpücükleri beni mest ederken kendimi ona yasladım. Ellerimi ellerinin üstüne koydum. Islak öpüşleri kulak arkamdan omzuma dek sürdü. Bir elim ensesine ulaştı, saç köklerini okşadım. Dudaklarımdan çıkan mırıltılar yalnızca aşka dairdi. Karnıma saplanan heyecan benzersizdi. İngiltere’de ilk evlilik teklifimi aldığımda onunla yakınlaşmıştım fakat tam anlamıyla ilişkiye girmemiştik. Bu gece milattı.
“Bütün bu şehir, sensin.” dedi kulağıma doğru. “Soluk hayatıma renk oldun, benim güzel karım.”
Yavaşça yüzümü ona döndüğümde gözlerinin yeşilini görmek uçurumdan atlamaya eşti. Bir insanı bu kadar seveceğim hiç aklıma gelmemişti. Ve onu nasıl bu denli sevdiğimi de asla anlamayacaktım.
Dudakları dudaklarımı talan ederken bedeninin yatağa oturmasıyla yüzümü ona doğru eğdim. Elbise üzerimden kayıp giderken utanmadım, kötü hissetmedim. O benim kocamdı. Aklım almıyordu lakin kalbim çoktan alışmış gibiydi. Ne kadar hızlı attığını bilmiyordum fakat nefes nefeseydim. Her şeyi bırakın, sanırım heyecandan ölecektim. Üzerindeki gömleği sabırsızlıkla çıkardığımda ben çoktan yarı çıplaktım. Elleri vücudumun her bir yerinde dolaşırken artık çarşafa sırtı değen bendim.
“Seni seviyorum. Çok seviyorum seni.” dedim dudaklarına doğru. Duydu mu bilmiyorum, kendimin dahi farkında değildim.
“Ah, Yansı’m. Ah be güzelim, mahvediyorsun beni.”
Yaptığımız şey s” v”şmekten ibaret değildi, olamazdı. Ruhlarımız birdi bizim. Ben, kendinin farkında olmayan bir denizdim. O ise hırçınlığımı ortaya çıkaran sert rüzgar. Dokunuşları tenimi yaktıkça yüreğimde şimşekler çaktı. Dudaklarımdan dökülen sesler duvarlara çarptı. Bütün saflığı ile karşımdaydı. Üzerimde beni aşka boğarken bir elimi göğsüne, tam kalbinin üstüne koydum. Kalbi sanki avucumda atıyordu, yaşadığını bu denli hissetmek çok hoşuma gitmişti. Pek çok kalp görmüş, iyileştirmiştim ama onun kalbinin atışını hissetmek benzeri olmayan bir heyecandı.
Saçlarım yastığa dökülürken elimin tersi ile alnındaki terleri sildim. Gözleri gözlerime aktı, ben ormanlarda kayboldum. Yeşillerine toprak oldum. Tırnaklarım sırtında izler bırakırken ne acı ne başka hiçbir şey ikimizin de umrunda değildi. Üstümde gidip geliyor, sevgiyle öpüyordum.
Gecenin karanlığı sabaha karışırken gözlerim camdan duvara döndü. Sabahın ilk ışıkları utangaç bir nidayla kendini göstermeye başlamıştı. Ay ise bütün parlaklığı ile gökyüzünde bâkiydi.
Başını boynuma gömmüş kocamın saçlarını okşadım. Bütün heybetiyle üstümde, bana sarılarak uyukluyordu. “Çok güzel kokuyorsun.” dedim yeniden. Saçlarına benim şampuanımdan falan mı sıkmıştı bu adam? Benim kokum değil gibiydi de…
“Sen kokuyorum. Biraz daha sarıl, biraz daha sen kokayım.” dedi. Gece söylediği şeyi tekrar etmesiyle kalp atışlarım hızlandı. Güneş yavaş yavaş doğarken ben gözlerimi yumdum. Bu gece milattı; biz ise yepyeni bir başlangıç, bir sonsuzluk.
💚🤎
“Yansı.” Gözlerim kapalıydı ama yanağımda yumuşak bir şey hissediyordum. Biri adımı mı sayıklıyordu?
“Sevgilim…”
“Güzel karım… Uyansan mı artık?”
“Son bir saattir tamam diyorsun be güzelim.”
Biri benimle konuşuyordu ve her kelimenin ardından yanaklarıma kondurduğu tatlı öpücükler vardı. Algım yavaş yavaş açılırken yumuşacık yastıklara sarıldığımı fark ettim. Ağzımda bir şeyler geveledim ama ne dediğimin ben dahi farkında değildim.
“Güzel karım benim…Kahvaltıyı zaten kaçırdık. Odaya servis mi isteyeyim yoksa dışarı mı çıkmak istersin?” Şakaklarıma konan öpücükler tadını damağımda bırakmıştı. Arkadan bana sarılan adama döndüm, bedenimi örten ince örtüden bacağımı kurtardım. Koala misali sarıldım Oğuz’a. Artık o da yatıyordu.
“Sevgilim, bütün gün yatakta mı kalacağız?”
Ben yumuş yumuş uyumaya devam ederken bütün saçımın Oğuz’un ağzına girdiğinden bir haberdim elbet. “Bir süre kapıyı kilitlesek, burada kalsak…” diye mırıldandım.
“İnan bana, işlerimiz hayat memat meselesi olmasaydı senden önce ben otele kilit vurdururdum.”
Söylenmesine karşın kıkırdadım. Aynı dertten muzdariptik. “Saat kaç?” dedim boynundan öperken.
“İki.”
“Ne?!” dedim doğrulmaya çalışırken. Komodinde duran dijital saate bakmamla bunun gerçekliğinin yüzüme vurması bir olmuştu. Sabaha kadar uyumazsanız öğlen ikide kalkarsınız elbet. “Tamam, kalktım.”
Yerimde toparlanmaya çalışırken saçlarım ağzıma giriyordu. Oğuz’un üzerinden kalkmaya yeltendim fakat üzerimde hiçbir şeyin olmadığını hatırlamamla durdum. Çarşafı da beraberimde aldım.
“Utanmış olamazsın?” diye güldü Oğuz. Tek dirseğinin üstüne kalmış, yerdeki çamaşırları toplayan beni izliyordu. Üstümüzdeki çarşafı almakla kendimi sarmış, fakat bu sefer onu soymuştum.
“Yok.” dedim yarı ağızla ama yanaklarım alev almıştı. Bir kolum çarşafı tutarken yerdeki çamaşırıma uzandım. Arkamda beliren bedenin nefesini boynumda hissettim. Sabaha kadar sürmüş duygular ve içimde korlanan yangını yeniden hissettim. Dizlerimin bağı çözüldü, tek kolumun altındaki çarşaf yeri boyladı. Yüzümü ona çevirdiğimde içimizdeki ateşin küllerinden doğduğunu anladım. Ben geri, o ise ileri adımlayarak banyoyu bulduk. Sular üstümüzden akıp giderken biz birbirimize karıştık. Yapılı vücuduna dokunmamak elde değildi. Ellerim arsızca omuzlarında, göğsünde ve kasıklarında gezdi. Ben onun saçlarını yıkarken o ise vücudumu yıkamakla meşguldu. Kaygan duş jeline bulanmış elleri tenimde gezdi. Tam oraya yaklaştığında duvarlarda yankı bulmuş sesimi bastıramadım.
Bir an için tek bir şey daha düşündüm: İyi ki oda servisini çağırmak gibi bir hataya düşmemiştik, şayet duştan çıktıktan sonra saatin akşam beş olduğunu görmüştüm.
♥️🔥
Yazın sıcağında nefes gibi esen akşam rüzgarı mayıştırmıştı beni. Hâlâ oteldeydik. Gece çökmüştü ve boğazın eşsiz manzarası eşliğinde balkona çıkmıştık. Kocaman bir balkona L bir koltuk koymuşlardı. Oğuz uzanmış, ben ise incecik bir örtü ile onun üstüne uzanmıştım. Elim onun yanağında, yüzüm boyun girintisindeydi. Çok da uzun olmayan sakallarını okşadım. Sabah yola çıkacaktım.
Mutluluk buraya kadardı.
Üstüme yalnızca onun tişörtünü geçirmiştim. “Keşke gitmesen.” dedi eli bel oyuntumda gezerken. Dudakları saçlarımdaydı, durmadan öpüyordu. Bacaklarım bacaklarının arasındaydı. Eli, tişörtümün altından bedenimden ayırmıyordu.
“Aşkım.” dedim kısık bir sesle. Yapma diyordum aslında. İkimiz de ayrılmak istemiyorduk elbette. İçten içe biliyordum, beni ikna etmeye kalsa pek hızlı ikna olabilirdim. “Başka bir şeyden konuşalım.”
“Konuşmayalım?” dedi muzip bir tonda. Dudakları dudaklarıma kenetlendiğinde bir süre ayrılmadım.
“Ne doyumsuz bir adam olmuşsun sen böyle.” dedim imayla. Nefesi nefesime karışırken kendimi fevri bir hareketin ardından altta buldum. Üstümdeki örtü onun çıplak bedeninden kayıp gitti. Şortunun altındaki varlığını hissettiğimde ise histerik bir kahkaha atmadan edemedim. Doyumsuzlukta son noktaydı. Belki de bu denli durmamamızın bir diğer sebebi günün ardından sonra gelecek ayrılıktı. Elimizde olan zamanın tüm saniyelerini birbirimize karışarak geçirmek istiyorduk.
“Oğuz.”
“Güzelim.”
“Ben…” Romantik hatta alevli bir anın içindeydik, evlenmiştik. Fakat değişmeyen tek şey neydi biliyor musunuz? “…acıktım.”
Benim romantik anları öküz gibi bölüşüm ve yemek sevdam.
Koynumda olan başını kaldırdı, yeşilleri önce şaşkınlıkla baktı. Ortamın sessizliğini fişek gibi bölen bir diğer şey karın gurultum olmuştu. Ardından gülmeye başladı. “Ya aşkım, gülmesene!” dedim utançla yüzümü yastığa gömerken. O ise yüzünü karnıma koymuş, kahkaha atıyordu. “Ya gülme, Uyuz! Açım. N’apim?”
Yüzünü kaldırdıktan sonra yanaklarıma öpücükler kondurdu. En sonunda fındıl burnuma bir öpücük kondurdu, “Hadi giyin. Seni en sevdiğin restorana götüreyim.”
“Ya!” Boynuna sarılıp onu kendime çektim fakat az önce yaşanan ateşli anın etkisinde olduğu gerçeği aklıma geldi. “Şey… sen n’apcan?” diye mırıldandım. Durumu vahimdi. Gidip giyinmem gerekiyordu.
“Sen giyin, ben de soğuk bir duş alayım en iyisi.” dedi banyoya doğru ilerlerken.
Kocamızın sırt kasları gerçekten…
“Tamam o zaman, ben giyineyim bari!” diye seslendim ve valizi açtım. Beni götüreceği mekan çok güzeldi. Acaba ne yemeliydim? İnternetten menüyü açıp bakmaya başladım şayet ancak karar verirdim.
Evlilik güzelmiş aslında ya!
…
HAYAT ÜSTÜNE DURMADAN GELDİĞİ İÇİN ARTIK HİÇBİR ŞEYE ŞAŞIRMAYAN GECE YAMAN:

Bölüm sonu🥲😚
YORUM YAPTIK OY VERDİK Mİ BALLARIM???
bir sonraki bölüm üç farklı kullanıcıdan toplamda en az 3 yorum geldiğinde (bir kullanıcı bir yorum gibi) ve oy sınırı 10 olduğunda gelecektir.
…
Bu bölüm normale kıyasla kısa fakat Yansı ve Oğuz’a ait olmasını istedim.
Sizce Atlas’ı bulabilecekler mi?
Kamplarda ne göreceğiz?
Aybüke, kumarhanelerde ne yapacak? Sizce, Tanju adamlarıyla nasıl iletişim kuruyor?
Sizce, Aybüke Gece’nin davasını nasıl lehine çevirecek? Aklından neler geçiyor?
Gece’nin içeride iken planladığı şey ne??? Penceresine konan kuş ne…Ya da kim?
Sonraki bölüme dek sağlıcakla kalın canlarım,
(Şimdi gidip yazmaya devam edecek çünkü iki hafta içinde okulu açılmadan finali yazması lazım ve zamanı yok. Harika😌 Ama bölümler haftada bir gelmeye devam edecek tabii.)
En sevdiğiniz karakter ya da çift kim bu arada?? Merak ediyorum fikirlerinizi. Okumayı beklediğiniz an nedir peki??? 🫶🏻🫶🏻🫶🏻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.44k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |