Bugün 14 Şubat Sevgi Günü, benim doğum günüm…
Sevgi gününüz kutlu olsun, en sevilmediğinizi düşündüğünüz anlarda bile sevilecek bir yanınız olduğunu unutmayın. Aynadaki kişiye bir gülümseme armağan edin❤️
18. Bölüm
“Sessiz İhanetin Tohumları”
1. Kısım
İstanbul, Geçmişte Unutulmaya Yüz Tutmuş Bir Tarih
Gece’nin kaldığı yetimhane büyük değildi, bahçesi olmasa küçücük bir binadan ibaret bile denebilirdi. Duvarları tavandan yere doğru kabarmış, alçıları dökülmüştü. İnatla boyanmıyor, yırtık çarşaflar yenilenmiyordu. Kameraların önünde iyi polisi oynamak isteyen büyük adamlar gelmedikçe bu binaya para girmiyor, yemekler her gün aynı geliyordu. Fakat bazı günler şanslıydı çocuklar, bayat makarnaların yerine pirinç pilavı çıkıyor hatta yanına bir tutam tavuk bile ekledikleri oluyordu.
Gece, koyu kestane saçları, yemyeşil gözleri, hafif toplu bedeni ve uzun boyuyla dikkat çeken bir çocuktu. Bugün hava yine yağmurluydu ve Gece, yağmurlu havaları hiç ama hiç sevmezdi. Tıpkı is bürünmüş duvarlar, yere dökülen alçılar, beyaz çarşafları sevmediği gibi yağmuru ve fırtınayı sevmezdi.
Bu sene şanslıydı Gece, yatağı pencerenin yanına denk gelmişti. Artık geceleri gökyüzünün karanlığına bakması için yatağından kaçmasına gerek kalmayacak, ayaklarının altları ve avuç içleri dayaktan kızarmayacaktı. Şansına, bu sene giyebileceği büyük beden bir kıyafet bile bulabilmişti kolilerden. İyi bir başlangıçtı bu.
Yağmur yağmaya devam ederken üst katlardaki kardeşine bakmaya gitti Gece, kardeşi beşiğinde huzurla uyumaya devam ediyordu. Anneleri onları beraber bu yetimhaneye bırakalı bir yıl oluyordu. Bu, Gece’nin ilk seferi değildi lakin kardeşi doğar doğmaz burada bulmuştu kendini. Madem burada büyümek zorunda kalacaktı, o büyüyene kadar Gece onu rahat ettirmek için dişini tırnağına takacak, ne gerekirse yapacaktı.
Annesi Gece’ye hep babasının kalbini taşıdığını söylerdi. Babası ölmüştü Gece’nin, zaten küçük kızın kabusu o günden sonra başlamıştı. Babasının iyi yüreği, annesinin ise karanlık izlerini aynı bedende taşıyordu Gece.
Aslında gerçek ismi Gece bile değildi.
Başka bir yetimhaneye bırakıldığında ismini Gece olarak söylemişti. Buraya düşen çocukların bir soyu, ismi, soyadı olmazdı. Onlar kim olarak büyümek isterlerse öyle büyürlerdi. O yüzden Gece kendi ismine Gece, kardeşininkine ise Güneş demişti.
Gece Yaman ve kardeşi Güneş Yaman.
“Kızlar! Dolanmayın ayak altında, ışıkları kapattım, geçin artık yataklarınıza. Ayakta birini görürsem koparırım o dillerinizi!”
Duvarlara çarpan tiz bağırışlara rağmen pencereden dışarıyı izliyordu Gece. Pencere kenarını kimse istemezdi burada, kırık dökük aralardan soğuk rüzgar ilk orada yatanlara çarpardı hep ama Gece bunu bile bile burada yatmak için yalvarmıştı. Çünkü Gece’nin tek özgürlüğü bu gökyüzüydü ve insan, yaşı kaç olursa olsun özgürlüğü uğruna her türlü savaşı verirdi. Buna, kat kat giyinip rüzgara inat pencerenin dibine yatmak, boşluklara peçete sıkıştırmak da dahildi, eline silah alıp düşman askeri vurmakta.
“Pişt, pişt.” Yetimhanede kalan bir başka çocuk parmak uçlarında Gece’ye doğru ilerledi. Herkes uyumuştu. “Gece, uyudun mu?”
Gece, gözlerini ovurşturdu ve baş ucunda ona bakan kıvırcık saçlı çocuğu gördü. Masmavi gözleri olan, kıvırcık saçlı bir çocuktu.
“Ali? Ne yapıyorsun, gözetmen görmesin seni!” Olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordu Gece. Yanı başında dikilen bu çocuk ya bir aslan kadar cesur olmalıydı ya da bir yetişkin kadar fevri.
“Bak, sana ne aldım!” Çocuğun elinde amatörce paketlenmiş, bantlarla tutturulmuş kırmızı bir paket vardı. Ali, bu paketi yapabilmek için ders sonrası arta kalan kırmızı kartonları toplamış, yatağında ise danışma masasından gizlice aldığı bant ile yapıştırmıştı.
“Bugün doğum günün senin. Hadi tuvalete gidelim de aç bari.”
İki küçük çocuğun yaşını toplasan belki yirmiyi geçmezdi lakin merhamet en çok onlarda vardı. İkisi de parmak uçlarına basa basa ilerledi, her yer karanlıktı. Burada birçok çocuk en başta karanlıktan korkar, bir süre sonra aydınlıktan kaçmaya başlardı. En yeni gelen çocuklar ise bu duruma alışmak için gizliden gizliye diğer arkadaşlarının yanında yatardı.
Banyoya geldiklerinde plastik kapıyı kapattılar, banyonun mermer duvarları buz kesecek derece soğuktu fakat yalnız burada kimse onları duymazdı.
“Hadi aç.” dedi Ali hevesle, aynı anda yerinde zıplıyor ve kendini ısıtıyordu.
Gece bantlarla birleştirilmiş kağıtları özenli bir şekilde yırtmak için uğraştı ve en sonunda paketin içinden yere mavi bir kumaş parçası düştü.
Gece, heyecan ve merakla kumaşı eline aldı ve sevinçten çığlık atmamak için yanaklarını dişledi: Bu mavi renkte, upuzun, önden bağlamalı bir etekti.
“Ali! Çok güzel… Nereden buldun bakayim sen bunu? Dürüst ol!”
“Şhhh, söylemem. Hadi hadi, giysene.”
Gece kocaman gülümserken upuzun eteği ayaklarından pijamasının üstünden geçirdi. Boyu Gece için dahi fazla uzundu, etekleri bir prenses misali ayak ucunda toplanmıştı. Tuvaletteki kırık taburenin üzerine çıktı Gece, eteği daha iyi görebilmek için tuvalet aynasına ancak böyle yetişebiliyordu.
Gece, eteğini yanlardan tuttu, olduğu yerde salındı. Eteğin önünnden bel kısmını bağlamak için sarkan tutamlara uzandı, belinde minik ve yamuk bir kurdele yaptı. Soğuktan ötürü pijamasını çıkarmamıştı. Saçları dağınıktı çünkü yeni uyanmıştı ve tişörtünün kolunda minik bir yırtık vardı.
Ama Gece ilk defa gerçekten bir prensese benzediğini hissediyordu. Belki balo salonlarında prens ile dans eden güzellerden değildi ama özgürlüğü için savaşan prenseslerden olabilirdi.
Böyle etekleri büyüklerin giydiğini görmüştü hep. Zamanında annesi izin vermemişti, şimdi de kendi parasını kazanana dek ona etek alacak biri yoktu.
“Ali, çok güzel! Çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Bak, çizdiğin prensesler gibi oldun.”
Gece, sallanan sandalyenin üzerinde salınmaya devam etti. Eteklerini havalandırdı, sağa sola savurdu. Kışın giyemezdi belki ama bahar gelince dışarı izinlerinde, doktor kontrollerinde veya kendi kendine evcilik oynarken giyebilirdi. Hatta bu eteği buradan ayrılacağı gün için saklayacaktı. Gün gelecek büyüyecek ve buradan kurtulacaktı, o zaman bu eteği giyecekti.
Gece sandalyenin üzerinde, Ali ise hemen yanındayken kapı aniden açıldı. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmişti ki Gece üzerinde durduğu sandalyeden bile inememişti. Kapıda küçük bir kız belirdi, arkasından biri daha geldi ve diğerlerinin toplanması kaçınılmaz oldu. Küçük kız, Gece’yi gördüğü gibi karnını tutarak gülmeye başladı. Hatta o kadar güldü ki en sonunda yere çökmüş, karnını tutmuştu. Bu sese diğer çocukların uyanmaması imkansızdı: İki dakika içerisinde bütün yatakhane tuvalette toplanmıştı.
“Kimin eteği bu, annenin mi yoksa?” diye sordu bir kız kahkahasının arasından.
“Gözetmen öğretmenlerden mi çaldın! Hırsız!”
“Bunun sabahları neden geç uyandığı belli oldu, baksanıza. Gece, geceleri prensesçilik oynuyormuş!”
“Kaybolan eşyaları sen mi çalıyorsun yoksa geceleri?”
Onca kafadan çıkan onca ses ve taburenin üstünde en güzel haliyle duran, id”ma mahkum bir prenses.
Evet, evcilik oyununda sıra id”ma gelmişti. Gece’nin gözleri doldu lakin ağlamadı, yumrukları sıkılaştı lakin vurmadı, bağırmak istedi ama bağıramadı yoksa bu gece yetimhanenin bahçesindeki eski serada uyuması gerekecekti.
“Bu ses ne!” Kapıyı aralayan öğretmen sandalyenin üzerine duran kıza baktı, çatık olan kaşları sanki mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Gülen çocukları itekleyerek Gece’ye doğru ilerledi ve kafasına sert bir silke geçirdi:
“Yine ne yapıyorsun sen! Bıktım senden, bunu nereden buldun sen!” Eteğin ucunu kavramıştı öğretmen. “Çıkar hemen şunu, kızlar! Yataklara sizde, hadi!”
Bütün kızlar gülmeye devam ederken koşuşturan minik karıncalar misali yataklara koştular.
Gece, üzerindeki eteği hızla aşağı indirdi. Ona hüzünle bakan Ali
ise kolundan tutularak çıkarılmıştı banyodan. Gece, eteği aldı, sıkıca tuttu. Bir daha hiç giymeyecekti ama Ali için bu eteği atmayacaktı. Yatağına gittikten sonra dağınık olan saçları daha da dağınıktı şimdi. Eteği, yine kolilerden bulduğu çantasına tıktı ve yatağının altında sakladı. Yırtık olan ama onu ısıtan yorganını üstüne çekti ve yeniden demir çubuklarla engellenen cama döndü: Onun tek özgürlüğü karanlık gökyüzüydü çünkü ancak karanlık gökyüzü onun akan yaşlarını alır ama saklar, dertlerini dinler ve kimseye anlatmazdı.
İşte bir tek gökyüzü vardı… bu kadar.
💔🖤
Yağmurla karışık yağan bir karın altında ıpıslak olmuştu Dilruba. Siyah rugan ayakkabılarının çıkardığı su sesi bir yana, etrafı dolduran korna sesleri şimdi uzakta kalmıştı. Gittiği yer Sevim Alastan’ın evinden başka değildi.
Ona atılmış olan konuma ulaşmak için moda evinden sabah altıda çıkmıştı. Midesi boş, elleri ise kumaş ve elbiselerle doluydu. Teller ve metal çitlerle örülü malikaneye ulaştığında kameradan ona söylenen şifreyi girdi, içeriden açılan kapı aralandı. Şimdi, dillere destan olmuş o malikane gözlerinin önündeydi: İki yana uzanan merdivenler, altın varaklı duvarlar, krem rengi duvarları süsleyen tablolar ve Alastan şirketlerine ait ödüllerin sergilendiği raflar…
“Hoşgeldiniz, Sevim hanım birazdan gelecektir. Sizleri giyinme odasında misafir etmemizi istedi. Buyrun.”
Saçları ıslanmıştı Dilruba’nın, üzerindeki mont yerlere damlayacak kadar ıslanması sebebi ile iki ton koyulaşmıştı. Önden ona yolu gösteren kadın ile ilerlemeye başladı. Çok geçmeden uzun bir koridorun sonunda kapısı açık olan odayı gördü, birkaç oda yanındaki geniş kapıda ise iki adet koruma vardı bekleyen. O adamlara bakakaldı lkain kadının onu dürtmesi ile yeniden kendine geldi,sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmaya başlamış olan giyinme odasına girdi. Duvarlar dolaplar yüzünden görünmez olmuş, her bir yanı marka çanta ve ayakkabılar kaplamıştı.
“Hoşgeldin, Dilruba.” dedi Sevim Alastan. Ondan önce topuk sesleri ulaşmıştı odaya.
Dilruba, ivedi ile elindeki paketleri açmaya başladı, poşetlerin içinden sırayla dikiş malzemeleri, kumaşlar ve önceden hazırlanmış olan kalıp çıktı.
“Hemen başlayalım isterseniz Sevim hanım, sizi platforma alayım.” Sevim üzerindeki sabahlığı çıkardı, ayağındaki topuklulardan kurtuldu ve aynanın önündeki beyaz platforma çıktı. Dilruba’nın da yardımıyla iğnelerle tutturulmuş elbiseyi üzerine geçirdi.
“Kumaş rengini siyah mı yapsaydık?” diye sordu Sevim aynadan kendine bakarken.
“Sevim hanım, Gülçe hanım geldiler.” diye konuştu hizmetçi kadın, Sevim ona şaşkınlıkla baktı:
“Gülçe’nin ne işi var burada sabah sabah?”
Derin bir nefes çekti Sevim, ağzında anlamsız birkaç şey geveledikten sonra kadının gelmesi için emir verdi.
Dilruba sessiz sakin işine devam ederken konuşan Sevim oldu:
Bir anlığına başını kaldırıp aynadan sarışın kadına baktı Dilruba, “Tanımıyorum efendim.”
Dilruba’nın şaşkınlığı devam etti. Şayet Sevim Alastan keyifli bir kahkaha atıvermişti.
“Sana bahsettiğim ‘sosyetedendir’ Gülçe, kocası Alastan Holding’in market zincirinin başında.”
“O zaman onun işinin ipliği size bağlı demek mi bu?” diye sordu Dilruba elindeki kumaşı elbiseye dikkatle monte etmeye çalışırken. Bir kahkaha daha attı Sevim:
“Seni bu yüzden seviyorum işte: Zekisin, akıllısın, keyiflisin.”
Dilruba minik bir tebessüm etti aynadan fakat arkasını döndüğünde dudaklarındaki kıvrım yeniden kayboldu. Sevim Alastan bir şeyde çok haklıydı; Dilruba gerçekten de zeki bir kadındı ve şu anki olduğu konuma bir an gelip konmamıştı.
“Sevim!” diye tiz bir ses duyuldu kapının eşiğinden, çok geçmeden orta boylarda kızıl saçlı, hafif toplu bir kadın göründü. Kadın, -Gülçe- odadaki beyaz koltuğa oturdu ve dikkatle etrafa bakındı, “Giyinme odanı hiç görmemiştim Sevim’ciğim.”
Sevim Alastan yine bir şeyler söyledi lakin bu sefer anladı Dilruba, “Patavatsız olmasaydın zaten göremezdin.”
“Eee…” diye konuştu Gülçe, “Tanıştırmayacak mısın bizi?”
Sevim, kadına sorgulayarak döndü: “Kiminle?”
Gülçe, kızıl kaşlarını Dilruba’yı işaret edecek şekilde havalandırdı, “Onunla.”
Sevim bir süre konuşmadı, Dilruba’nın konuşmasını bekledi lakin tahmininin aksine sessizliğini korudu Dilruba. Sevim Alastan gibi bir kadının nasıl tatmin olacağını bilirdi: Bütün kontrol onda olsun ister, kimin konuşup konuşmayacağına karar vermek isterdi. Dilruba’nın sessizliği onun otoritesini okşayacak türden zeki bir hamleydi.
Sevim derin bir tebessümle baktı Dilruba’ya, ardından yanında oturan kadına döndü:
“Dilruba, benim tasarımcım. Çok genç ve parlak. Siz seversiniz böyle genç bayanlara burs vermeyi.” Dilruba, Sevim’in sesindeki ince alayı fark etti. Çok değil, birkaç ay önce gazete manşetlerinde yazılan haberi o da okumuştu, genç kadınlara burs vermek amacıyla kurulan bir dernekte para sızıntısı olmuştu.
“Dilruba mı? Nerelisin sen bakayım?” diye sordu Gülçe genç kadına. Dilruba son kez baktı Sevim’in gözlerine, ardından yanındaki kadına döndü:
“Ailem Van’lı ama ben İstanbul’da doğup büyüdüm.”
Dilruba bu sefer şaşkınlıkla kaldırdı başını, “Hayır değilim.”
“Allah Allah, güzel kızsın oysa. Kaç yaşındayım demiştin?”
“Dememiştim ama…” Sinirine hakim oldu Dilruba. Sevim ise alayla gülümsüyordu Gülçe’ye bakarken. “Yirmi sekiz yaşındayım.”
Gülçe’nin ifadesi yüzünden okunurken konuşan Sevim oldu, “Gülçe’ciğim, ne oldu? Gerçi sen seversin böyle, ne derler, çöpçatanlığı. Ne yapsan ona da mı bir dernekçik kursanız?”
Gülçe, az önceki kinaye dolu bakışlarının aksine öfkeli bir tavra sarıldı, “Sen sevmez misin Sevim’ciğim? Dernekte konuştuk ne denli bir aşkı buluşturduğunu yıllar önce.”
Yine acı bir kahkaha attı Sevim:
“O benim eserim değil canım, biz…” Biz derken Gülçe’yi dışarıda bıraktığını belli eden bir mimik sergiledi, “Gerçek dernek hanımefendileri böyle çöpçatanlıklarla pek uğraşmayız. Koca bulmak yerine güçlü kadınlar bulmayı yeğliyoruz, Gülçe’ciğim. Öyle değil mi?” dedi Sevim.
“Tabi ki.” dedi Gülçe, bozulmuştu. Şayet ayak takımı olarak gördüğü genç bir kadının yanında bozulduğunu belli etmeyecekti. Sevim’in aksine o normal bir mahalleden zengin bir koca bulan bir kadındı. Eşine aşık olmadığını ise bütün sosyete bilirdi, Dilruba bile.
“Ben bir lavaboya..” diyerek ayaklandı Gülçe.
“Tabi canım. Ayşe, eşlik edin.” dedi Sevim. Kadının odadan ayrılmasıyla aynaya baktı, bakışları Dilruba’nın bakışları ile kesişti:
“Patavatsız bir kadın. Sevmem.” diye konuştu. Zaman geçtikçe Dilruba’nın onun gururunu okşayan tavırları hoşuna gitmişti. Daha sık konuşma isteği duyuyordu artık genç kadınla.
“Sermet!” diye seslendi Sevim, o sırada Dilruba masaya dizdiği taş setlerini almak için uzanmışken duyduğu bir isimle duraksadı:
“Atlas’ın nerede?” diye sormuştu Sevim Sermet denen adama.
“Kendisi sabah sporu için sahil kenarına inmişlerdi efendim.”
Dilruba, elbisede kullanacağı taşları ayıklarken genç adamı düşündü, annesinin aksine doğal sarı saçları vardı ve kibri annesininkine nazaran törpülüydü. En azından öyle varsayıyordu Dilruba. Lakin emin olduğu tek şey, gerçekten yakışıklı olduğuydu.
“Dilruba! Sana sesleniyorum, duymuyor musun beni?” Dilruba ismini duymasıyla irkildi, hemen arkasını döndü.
“Kusura bakmayın, taş seçerken dalmışım.”
“Pelerini daha uzun mu yapsak?” Sevim aynadan dikkatle kendisine bakmakla meşguldu. Dilruba onun isteği üzerine kumaşı uzattı, taşları omuzlarına dikmeye başladı.
Koridorun ilerisinde bir yerden az önceki tiz ses yeniden yükseldi:
“Gülçe hanım, hoşgeldiniz. Bilmiyordum burada olduğunuzu.”
Sevim, dışarıdan gelen seslere dikkat kesildi, oğlu Atlas onun aksine insanlara karşı daha sevecendi.
“Atlas!” diye seslendi Sevim, Dilruba’yı görmeden hızlıca platformdan indi. O sırada etek uçlarını yapmak için eğilmiş olan Dilruba neredeyse devrilecekti lakin tabiki Sevim Alastan bunu da fark etmedi.
“Anne.” dedi Atlas, herkes giyinme odasının kapısında dururken Dilruba içeride etrafa bakınmakla meşguldu.
Atlas, annesini gördüğünde bir ıslık çaldı:
“Sevim hanım, ateş ediyorsunuz.” Sevim oğluna sarıldı lakin Atlas içten içe bunun Gülçe’ye yapılan bir şov olduğunu hissetti; ve genelde o hislerinde haklıydı.
“Sizleri maalesef reddetmek zorundayım Sevim Alastan, dışarıda işim var.”
Göz devirdi Sevim Alastan, Gülçe evine gitmek için yanlarından ayrıldığında Sevim’in sahte gülümsemesi de solmuş oldu:
“Ayaklarına serilen holdingler var, sen edebiyat öğretmenliği yapıyorsun.”
Atlas ellerini iki yana açtı ve sesinde saklanan bir kinaye ile:
“Pekala, bu elbisenin bitmesi lazım. Biz içerideyiz, yemekten önce evde ol. Konuşacağız.”
“Dilruba içeride.” Sevim Alastan aynı umursamazlıkla odasına ilerledi, elbisesinin eteğini tutan hizmetçi de onunla ilerliyordu ta ki Atlas kadının ellerinden kumaşı alana dek:
“Sevgili annemin eteklerini ben tutayım, siz çekilebilirsiniz.”
Hizmetçi kadın baş salladı ve yeniden alt katın yolunu tuttu.
Odaya döndüklerinde Dilruba bıraktıkları gibi masanın başındaydı. Atlas, odaya girdiğinde esmer kadına tekrar baktı, saçları ıslaktı.
Dilruba, bakışlarını Sevim Alastan’a çevirdiğinde arkasında bir dağ misali duran adamı da gördü. Yemyeşil bakışları güneş ışıklarının altında sarıyla karışıyor, sarı saçları parlıyordu.
“Kalbine hakim ol, Dilruba.” diye geçirdi içinden Dilruba.
“Hoşgeldin, Dilruba.” dedi Atlas kadının gözlerinin içine bakarken, az önce tuttuğu eteği bırakmış, koltuğa oturmuştu. Bir süre daha baktılar birbirlerine lakin bu bağı bozan Dilruba oldu.
“Sevim hanım, etek uçlarındaki detayları bitirdikten sonra bitirelim isterseniz. Devamını ben atölyede ilerletiyor olacağım.”
Sevim baş salladı ve az önceki platforma yeniden çıktı. Dilruba da aynı şekilde tek dizinin üzerine çöktü ve etek ucundan kavradı, dikmeye başladı.
“Bunu al…” dedi birden Atlas, ayaklanmış ve masanın altına itilmiş minik bir tabureyi Dilruba’ya uzattı, “Eğilmek zorunda kalmazsın.”
Dilruba ona uzatılan sandalyeye kısa bir bakış attı ve ardından:
“Teşekkür ederim fakat ihtiyacım yok, gerektiği yerlerde eğilmeye alıştım.”
“Bu benim görevim Atlas bey, ağrım olursa şayet başımın çaresine bakmayı öğrendim.”
Sessiz konuşmalarından ötürü Sevim duymuyor, aynı zamanda telefon görüşmesi yapıyordu. Şu an o odada yalnız Dilruba ve Atlas vardı adeta.
Dilruba dikim yapmaya devam ederken kullandığı makas elinde bir sıyrık oluşmasına sebep oldu, zorlandığı belliydi.
“Sevim hanım, ben kendi özel makasımı atölyede bırakmışım. Bu tür makaslar işime yaramıyor, taşların arka demirini bükmem gerek. Kargaburun var mı?”
“Olması lazım. Sermet! Nilay, Sermet’i çağırın.”
“Sermet bey ve diğerleri Tanju bey ile çıktılar efendim.”
Sevim derin bir nefes aldı, telefonuna uzandı ve aynı sırada Nilay denen hizmetliye Dilruba’ya kargaburun vermesini söyledi.
Dilruba, Nilay ile odadan çıktı, beraber yürümeye başladılar. Çok geçmeden yanlarına gelen adam sebebiyle durdular;
“Nilay, ben götürürüm Dilruba hanımı. Yusuf dayımın odasında aletler, değil mi?” dedi Atlas.
“Annem smoothie istedi, hadi sen git onu yap. Buralar…” Yanında ona bakmakta olan Dilruba’ya baktı, “…bende.”
Nilay, Atlas’ın emri üzerine mutfağa doğru ilerlemeye başladı. Dilruba ise yanı başında duran ve ona yolu gösterecek olan adamı takip etmeye başladı. Çok geçmeden geldikleri yer kapısında iki korumanın beklediği kapıdan başka yer değildi.
“Kimin burası? Yusuf Alastan’ın mı?” diye sordu Dilruba. Atlas onu onayladı, korumalardan geçtiler. Girdikleri oda karanlıktı ve siyah deri mobilyalarla döşenmişti. Atlas, telefon görüşmesi yapacağını söyleyerek kapıda beklemeye başlamıştı, Dilruba girdiği bu karanlık odada tek başınaydı.
Beş dakika dolmadan Sevim’in sesi yankılandı koridorda:
Atlas, telefon konuşmasını bitirdi ve o yöne doğru gelen annesine doğru ilerledi, “İçeride Dilruba, iki dakika çıkmak zorunda kaldım. O da kargaburnu alıyordu.”
“Kamera sistemi aktiftir eminim ki anneciğim, dert etme. Hem, Dilruba’nın bir şey yapacağını düşünmüyorum da… Ben sana başka bir şey soracaktım.”
Sevim, oğlunun bu isteği üzerine tek kaşını havalandırdı, “Dinliyorum.”
“Bu baloya benim katılmam zorunlu, değil mi?” diye sordu Atlas. Sevim Alastan ise bıkkınlıkla bir nefes çekti ciğerine:
“Atlas, bunu daha önceden konuştuk. Gelmek zorundasın, o kadar!”
“Tek bir şartla.” Atlas, annesine daha da yakınlaştı ve tek omzunu ona sardı, “Misafirim olarak Dilruba’yı götüreceğim.”
Sevim işte şimdi şaşırmıştı. Şaşkınlıkla oğluna döndü, birkaç saniye sadece baktı ve ardından aklımdaki soruyu sordu:
Atlas, sarı saçlarını karıştırdı, ardından ise ensesini sıvazladı, “Yani.. hoşlanmak değil de, akıl dağıtırım biraz.”
Sevim oğlunun çapkınlıklarına alışkındı bu nedenle ses etmedi, oğlunun o partiye gelmesi zorunluydu yoksa abisi hem ona hem de oğluna çok kızabilir hatta cezalandırabilirdi.
“Peki.” dedi Sevim Alastan, “Madem öyle istiyorsun, öyle olsun. İsmini özel listeye yazdıralım, sonradan beklenmedik sürprizler yaşansın istemeyiz, hele de masum birine.”
Bu sefer kuşkuyla bakan Atlas olmuştu, “Sürpriz derken?”
Sevim, oğlunun kolunu okşadı ve ardından, “Sürpriz işte, bekleyip göreceğiz.” demekle yetindi. Çok geçmeden Sevim Alastan’ın dikkati yeniden odadaki kıza döndü:
Kapıya yönelecekken açılan kapıyla duraksadı. Kapıyı açan kişi elinde kırmızı bir kargaburun tutan Dilruba’dan başkası değildi, ayrıca yanında onunla içeride beklemiş olan bir koruma da vardı.
“Buldum! Kusura bakmayın, biraz zor oldu.” dedi Dilruba ve oradan sıyrılarak giyinme odasına geri döndü.
Çok geçmeden herkes yeniden odadaydı ve Sevim telefon görüşmelerine devam ediyor, Dilruba ise hala etek uçlarındaki taşları dizmekle uğraşıyordu. Atlas ise okula gitmemiş, aksine Dilruba isimli genç kadını çalışırken izlemeye karar vermişti. Arada ona dönen meraklı bakışlar ise onun yeşil gözlerinden kaçamıyordu.
Atlas, oturduğı koltuktan kalktı ve dizlerinin üzerinde Dilruba’nın yanına çöktü. Annesi hala hararetli bir telefon görüşmesindeydi. Dilruba yanına çöken adama şaşkınlıkla bakmaya devam ederken konuşan Atlas oldu:
“Eee, Dilruba hanım, sizler ne giyeceksiniz?”
Dilruba, dikkatini işinden ayırmadan cevapladı genç adamı, “Nerede?”
“Baloda.” dedi Atlas ve Dilruba eğdiği başını aniden kaldırdı, bakışları ona gülerek bakan yeşillerle buluştu. “Sen de bizimle geliyorsun baloya, özel davetlim olarak.”
“Nasıl yani?” diye sordu Dilruba, şaşırmıştı. Beklemiyordu böyle bir şeyi.
Atlas kadına daha da yanaştı, aynadan annesine son kez baktı ve Dilruba’nın kulağına doğru eğildi, “Bence erkenden bir kıyafet seç sende kendine. Gerçi sen özel tasarlarsın, değil mi? Neyse artık. Sen bana rengini söylesen yeter, uyumlu giyinelim.”
Dilruba’nın çalışan elleri durmuş, bakışları dibine girmiş olan adama kaymıştı. O da yanı başlarında telefona bağıran kadına döndü ve onları görmediğini fark ettiğinde derin bir nefes aldı. Herhangi bir müşterisiyle böyle bir olaya karışmak istemezdi.
Atlas’tan uzaklaştı ve işine geri döndü, Atlas ise sırıtarak koltuğa fırlatmış olduğu hırkasını da aldı ve odadan ayrıldı. Dilruba işini bitirene dek orada kaldı, hiçbir şey yemedi, içmedi ama gün sonunda elbisenin etek ucu ve omuz detayları büyük oranda tamamlanmıştı ve elbise şimdiden harika görünüyordu.
🌓👗
“Uzman doktor Yansı Akar’ın jüriye sunmuş olduğu bu projeye ise Levent Ortagil Şirketler grubundan yatırım teklifi geldi. Genç doktorun kalp kapakçıklarındaki hasarları onarmak amacıyla ürettiği fikir projesi biyomedikal şirketleri tarafından dikkat çekmeyi de ihmal etmedi.”
Haziran, büyük bir heyecan ile okuduğu haberi bitirdikten sonra elini masaya vurdu:
“Yürü be kızım, helal be sana!”
Yansı, elinde tuttuğu bardaktan bir yudum daha alırken gülmeyi ihmal etmedi. Öğlene doğru hem Yansı hem Gece izinliydi ve şanslarına Dilruba da onlara katılabileceğini söylemişti. Dört arkadaş uzun bir aradan sonra Haziran’ın arkadaşının mekanında -yine onun daveti üzerine- buluşmuşlardı.
Havadan, sudan, topraktan konuştular. Normal olmayan hayatlarında ancak böyle nadir anlarda normal olmaya çalıştılar.
“On dört Şubat yaklaşıyor ve ben hala eksilerdeyim. Şaka olmalı bu.” dedi kızıl saçlı kadın, Haziran. Elinde tuttuğu kokteylin dibini de kafasına dikti.
“Boşver, erkek milleti. Hepsi aynı.” dedi Dilruba sandalyesinde yatma pozisyonuna geçerken, “Hepsi dişi varlık gördü mü değişiyor.”
“Haklı.” dedi Yansı limonatasını yudumlarken.
“Sana ne oluyor be?” dedi Haziran Yansı’ya ithafen, “Yapmışsın sevgiliyi alttan alttan, sonra aynen erkekler öyle böyle.”
Güldü Yansı. Grupta tek ilişkisi olan kişi oydu ve bu onun kendisinden hiç bekelmeyeceği bir performanstı. Yansı, kendisini hep yalnız görmüş ve yalnız olacak olan diye tahmin etmişti fakat şimdi farklıydı. Yeniden Oğuz vardı ve onu seviyordu, gerçekten seviyordu hem de.
“Bak, yine daldı gitti. Alo! Yansı!” dedi Haziran ellerini genç doktorun gözüne doğru sallarken. Onlar masada şakalaşıp gülmeye devam ederken Gece’nin dikkati çok başka bir yerdeydi. Aslında konuşmaya dahil olmak istemiş lakin gizliden gizliye ona bakan bir çift yeşil göz dikkatini dağıtıp durmuştu. Ateş, onu uzaktan, tavalardan yükselen alevlerin arasından izliyordu. Her ne kadar fark ettirmeyeye çalışsa da Gece’nin dikkatinden kaçmamıştı. Bu dikkatin kaynağı ise Gece’nin çocukluğundan başka bir yere bağlı değildi.
Elindeki pipetle içeceğini karıştırmaya devam etti Gece, sarıya bulanmış açık yeşil gözleri adeta etrafı tarıyordu. Yeni yıl akşamı Yansı’nın evden gitmesinin ardından yaşadıkları onun çevresine karşı daha kuşkulu yaklaşmasını sağlamıştı.
“Gece! Gece! Alo! Ne oluyor size ya?” diye yükseldi Haziran. Hem Yansı hem de Gece aşırı dalgınlardı. Gece, kızıl saçlı kadına baktı:
“Efendin değil kölenim aşkım da…” dedi Haziran, “Hayırdır? İyi misiniz? Hadi bunu anladım.” Bir eliyle aşk sarhoşu olan Yansı’yı gösterdi. Yansı telefonuna bakarken gülümsüyordu. Haziran devam etti, “Peki ya sen? Sen iyi misin, konuşamadık son zamanlarda.”
“İyiyim. Yorgunum sadece.” Gece, açık bıraktığı uzun saçlarını topladı, örmeye başladı. Sırtını yasladığı koltuğa daha da yerleşti. Her daim diken üzerindeydi ama şimdi, arkadaşlarını tedirgin etmemek amacıyla rahatlamak istedi. Mutfak penceresinden omzuna attığı havluyla duran şefi gördükçe yeni yıl gecesi aklına geldi. Şayet yeni yıldan beri bir tek o gecede takılmıştı düşünceleri. Yeni yılın üzerinden neredeyse üç hafta geçmişti ve hırka hala ondaydı, dolabının en derininde duran bir kutuda katlı bir şekilde zamanını bekliyordu adeta.
Hırkayı Ateş’e verememişti Gece, kaybettim herhalde diye düşünsün dedi içten içe. Bende kaldığını anlamasın, bunca zaman sakladığımı düşünmesin.
Gece, düşüncelerinin esir olmuş, yeniden dalmıştı. Elleri saçlarının örgüsünde oyalanırken tek bir ses onu çekip kopardı, Haziran’ın sesi.
“Ateş! Ateş!” diye sesleniyordu Haziran. Kim bilir ne kaçırmıştı da konu Ateş’i çağırmayı gerektirmişti.
“Ne oldu, niye çağırıyorsun?” diye sakince sordu Gece lakin hızlanan nabzı o denli sakin değildi.
Ateş’in omzundaki havlu ile alnını silerken onlara doğru yürüdüğünü gördü. Az önceki uzaktan kesmelerin aksine Ateş Gece’ye hiç bakmadı. Gece, zaten ben de bakmıyorum diye düşündü ama aynı iç sesi yeniden konuştu:
‘O yüzden her hareketine hakimsin değil mi? Ona bakmadığın için onun sana bakmadığını görebiliyorsun. Dürüst ol Gece, bal gibi de adamı izliyorsun.’
“Ne oldu Şirine?” dedi Ateş, bunun öncesinde masadaki arkadaşlarına selam vermeyi es geçmedi.
“Artık Şirine deme bana, lisedeki gibi sarışın değilim, kızılım artık.” diye söylendi Haziran lise arkadaşına. Ateş ise aynı sakinlikte yanıtladı onu:
“Gargamel ya da Azman mı demeliyim?”
“Ateş!” diye kızdı Haziran. Siniri hızlıca geçti, asıl konuya geldi:
“Ne zamandır bizi özel organizasyonlara çağırıyorsun ama biz gelemiyoruz. Bir sonraki ne zaman, artık ayarlayıp gelelim yoksa sen yine kaçacaksın yurt dışına.”
Düşündü Ateş, şu ana kadar hiçbir davette kızları görmemişti. Birkaç tanesine daha gelmedikten sonra Ateş onları davet etmeyi bıraksa da rezervasyon listesinde her daim bir adet boşluk bıraktı.
“Bir sonraki Latin Esintisi. Sevgililer gününde.”
“Harika! Şunu sayma, biz üçümüze yer ayır lütfen.” dedi Haziran Yansı’yı işaret ederek. Sevgililer gününün gecesinde Yansı’nın Oğuz ile olacağını tahmin edebiliyordu.
Ateş şaşkınlıkla kaşını havalandırdı, “Gelecek misiniz?”
“Neden gelmeyelim, Ateş şefim. Bürünürüz kırmızılara, geliriz.” dedi Dilruba gülümserken. “Tabii iki kırmızı bir siyah.” dedi Dilruba.
“O ne demek?” diye sordu Ateş Dilruba’ya bakmaya devam ederken. Gece ise önüne bakıyor, içeceği ile oynuyordu. Dilruba, karşısında oturan Gece’ye bir bakış attı ve Ateş’e dönüp:
“Siyahtan başka renk giymez, doktor önlüğü hariç. Yıllardır siyah elbiseden başka bir şey geçiremedim üstüne.”
Ateş, inatla Gece’ye bakmadı. İçten içe sormak istedi ona; Neden hep siyahsın? Saçların neden kömür karasına boyalı? Peki ya gözlerin, onlar bunca karanlığın içinde nasıl bu kadar aydınlık kaldı? Sen gözlerine güneşi nasıl hapsettin?
“Demek ki öyle seviyor, bence yakışıyor.” dedi Ateş ve dediklerine pişman olması çok geç sürmedi.
“Pot kırdın, Ateş, yine pot kırdın!”
Gece’nin bardağından ayrılmayan bakışları bu sefer adama döndü. Hala ona bakmıyordu ama siyahın ona yakıştığını söylemekten de alıkoymamıştı kendini. Belki de Gece Ateş’in gözünde sadece sevdiği bir arkadaştı. Belki de bu iltifat sadece Ateş’in kibarlığından ötürüydü.
“Neyse ne.” dedi Gece kendisine. “Neyse ne…”
“Tamam o zaman, ben yerinizi ayarlıyorum. Şimdi gitmem gerek, afiyet olsun.” dedi Ateş, yükselen ateşini belli etmemek için hızlıca mutfağına döndü.
“Şefim! Şefim! Ateş şefi-“ diye etrafta şefini arıyordu Mehmet.
“Ne var lan! Ne? Buradayım işte.”
“Heh, şefim. Teslimatlar geldi, arkadalar.”
“Tamam geliyorum. Sen sosun başına geç.”
Ateş, mutfağının penceresinden gizlice onun masasına baktı, elleri saçlarının örgüsünde takılmış dışarıyı izliyordu. Simsiyahtı. Tek renk gözlerinde saklıydı. Ateş, ancak o sarı hareli gözlerden bir cevap bulabilirdi kendisine. O sarıya karışmış yeşil gözler soracağı soruları, alacağı cevapları, siyahla örtünmüş hikayeyi ona sunabilirdi fakat Ateş en çok o gözlere bakmaktan, baktıktan sonra bir daha bakamamaktan korkuyordu. Neredeyse emindi, bir anlık kontrol kaybı onun o ormanda kaybolmasına sebep olurdu. Belki şef Ateş Karal bu lükse sahipti fakat istihbarat ajanı Ateş Karal bu lüksün düşüne bile sahip olamazdı, olmamalıydı. Hayat işte, diye geçirdi içinden Ateş, en acıtacak yerden sınıyor insanı.
Alevlerin arasında geri döndü Ateş, teslimatları aldı. Neredeyse bir saat geçti, kızların kalkmak için ayaklandığını gördü. Son bir saatte hiç bakmamıştı o yana, tutmuştu kendini. Giderken siyah saçlı kadının ardından adeta sessizce ona seslendi:
“Kim bilir, belki bir gün kırmızı da giyersin, ay tenli kadın.”
❤️🔥
Bölümde en sevdiğiniz kısım ne oldu?
En merak ettiğiniz kısım neresi?
Oy ve yorum atmayı unutmayın, en büyük motivasyon kaynağım oluyor görüşleriniz.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
12.06k Okunma |
816 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |