Uzun bir bölümle geldim, keyifli okumalar dilerim.
Yorum atmayı es geçmeyin lütfen, en büyük motivasyon kaynağım🥹🫶🏻
Görüşleriniz birer hazine…
🪶
18. Bölüm
“Sessiz İhanetin Tohumları”
2. Kısım
“Neden bu kadar çok kedi var?” diye sordu Eleanor.
“Bilmem, hiç düşünmedim ama başka ülkede böyle çok sokak hayvanı bulamazsın.” dedi adam elleri cebindeyken.
Eleanor, elinde tuttuğu simitten bir parça kopardı, kaldırımda duran kedinin önüne bıraktı. Simidi dişleriyle kemirmeye başlayan kedi ise Eleanor’un bacaklarına sürtündü.
“Çok tatlılar. Keşke İngiltere’de de kedim olsaydı.”
“Amcanın izin vereceğini düşünmüyorum.” dedi adam.
“Vermez zaten.” dedi Eleanor, hüzünlü bir nefes çekti.
İstanbul’un kalabalık meydanlarından birinde dolaşıyordu Eleanor, amcası ve Tanju dayısı ile burada buluşacaktı. Amcasının onun yanına verdiği bir koruma da ona eşlik ediyordu.
“Sevdin mi İstanbul’u?” diye sordu adam, Eleanor’un hemen arkasından geliyordu o da.
“Güzel duruyor, bazen insanların ne konuştuğunu anlamıyorum ama çok çeşit insan var. Aşırı kalabalık fakat güzel. Bunca kalabalık güzelliğini kapatmaya yetmemiş.”
Eleanor on beş yaşında genç bir kızdı. İngiltere’den daha önce hiç çıkmamıştı, hayatı pencereden dışarıyı izlemekten ve hastane koridorlarında zaman geçirmekten ibaretti.
Eleanor, bir kalp hastasıydı, hem de doğduğundan beri.
“Merakımı mazur görün, izninizle bir şey sorabilir miyim?” diye sordu adam yanında duran kıza. Eleanor etrafa meraklı bakışlar atmaktan başka bir şey yapmıyordu.
“Tabii. Ama öncesinde, mazur görmek ne demek?” diye sordu Eleanor. Adam bu soruyu beklemediğinden ötürü birkaç saniye sessiz kaldı.
“Mazur görmek, işte yani…Nasıl anlatsam bilemedim. Hani, kusura bakma demek aslında.”
Eleanor anladım dercesine kafasını salladı ve adamın sorusunu sorması için elini kaldırdı. “Sorunu sor lütfen, ve siz demene de gerek yok.”
“Doğduğundan beri hastaymışsın, doğru mu?”
Eleanor elinde tuttuğu simitten bir ısırık daha aldı:
“Doğru. Amcam, kalbimde bir delikle doğduğumu söylemişti. Büyüdükçe de kalp hastalıklarım devam etti. Çok da hastaneden çıktığım söylenemez. Evden eğitim gördüm.”
Adam bir süre sessiz kaldı. Ardından yeniden konuştu:
“Bir şey daha sorabilir miyim?”
Güldü Eleanor, konuşmayı severdi. Hastanede kaldığı süre boyunca hep konuşacak birini aramıştı dakat amcası onunla ‘özel olarak’ ilgilenilmesi için hep tek odaya aldırmıştı.
“İstediğini sorabilirsin. Hem, sohbet etmek iyi geliyor. Şu ana kadar tek arkadaşım sensin zaten.” dedi Eleanor bozuk Türkçe aksanıyla.
Eleanor kuşku ve merak dolu bakışlarını yanındaki adama çevirdi:
“Amcam bir baloya katılmamı istedi, çok ısrar etti. Ben de kendimi uçakta buldum.”
Soru sormadı Sermet, kız ile beraber yürümeye devam etti. Alastan ailesi için çalışan birkaç koruma da onlarla beraberdi. Sermet belki de Yusuf Alastan’ın en güvendiği adamlarındandı. Eleanor gibi birini de ancak ona emanet edebilirdi. Sermet iyi biriydi fakat evdeki hizmetliler sayesinde dedikodu batağına düşmüştü. Seviyordu konuşmayı da konuşturmayı da.
“Ben…” diye konuşmaya başladı Eleanor, deniz mavi rengini yavaş yavaş kızıla döndürüyordu. “…burayı sanırım tahminimden daha çok seveceğim.”
Çok geçmeden Sermet’in telefonu çaldı. Yusuf Alastan ve Tanju onları İstanbul’un en şık ve en güzel manzaralı restoranında bekliyordu; Ateş Karal’ın restoranında.
“Amcanlar bekliyor. Buyrun.” Sermet, kızın kapısını açtı ve sürücü koltuğuna geçti.
“Hani burada buluşacaktık?” diye sordu Eleanor oturduğu koltuktan.
“Amcanlar karar değiştirmiş belli ki, bize uymak düşer ama merak etme, uzak değil.”
O sırada restoranda oturan Yusuf ve Tanju yazılım hakkında konuşuyorlardı. Tanju, üzerindeki baskının da verdiği panik ile yazılımı bitirmişti.
“Baloda ilk denemeyi yapabiliriz.” dedi Tanju.
“Hayır, baloda biz değil, onlar ilk hamleyi yapacak. Sana söylediğim gibi, biz şovumuzu doğuda yapacağız. Sakın benden habersiz aptallıklara kalkışma.” dedi Yusuf Alastan, günden güne saçları beyazlıyor, yaptırdığı botokslar ve cerrahi işlemler etkisini kaybediyordu.
“Eleanor’u sadece balo için mi davet ettiniz?” diye sordu Tanju kısık bir ses ile. Eleanor ilk geldiğinde Alastan:
“Bundan böyle bizi ailesi olarak bilecek.” demekle yetinmişti. Bir sonraki gün Tanju üzerine kayıtlı bir bebek ile karşılaşmıştı. O günden bu yana bu kız hakkında hiçbir şey söylememişti Yusuf.1
Tanju’nun sorusunu, “Seni alakadar eder mi?” şeklinde cevapladı Yusuf.
“Kız benim nüfusuma kayıtlı, sırf bunun için Türk vatandaşlığı almadım.” diye konuştu Tanju.
Yusuf ise umursamaz bir tavırla çatalını ağzına götürdü:
“Burayı seviyorum, etleri çok güzel. Sen de ye, Tanju. Ağzın tatlansın.”
Tanju içinden sessiz bir küfür savurdu. On dakika geçmeden kapıda genç bir kız ve arkasından gelen beş koruması göründü. Yusuf ağzını temizledi ve kızı karşılamak için kalktı. Tanju ise Yusuf Alastan’ın kalkmasına şaşırmaya devam etti.
“Eleanor, hoşgeldin.” dedi Yusuf Alastan, kızı yanına oturttu. Dışarıdan bakıldığında sıcacık bir aile tablosuydu bu, oysa resmin üzerini kan kırmızısı bir boya kaplamıştı.
Eleanor, anında önüne koyulan tabağa baktı, etten çok sebze vardı. Amcasının üstün itirazları sebebiyle her daim sağlığına son derece dikkat etmeye devam edecekti. Daha doğrusu etrafındaki herkes onun adına dikkat edecekti, her zamanki gibi Eleanor’un hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Yemek seçme lüksü yoktu, beğenmediği şeyler yoktu, beğendiği şeyler yoktu. İçten içe biliyordu Eleanor. O, geniş bir kafesin içine kapatılmış ve adına özgürlük denmiş altın varaklı bir kapandaydı.
“İstanbul’u çok sevdim, anlattığından farklı okarak çok daha renkli.” dedi Eleanor amcasına doğru.
“Eskiden çok daha renkliydi, kirlendi. Temizlemek gerek ama…” Yusuf Alastan ağzındaki eti çiğnemeye devam ederken gülümsedi, “Biz onu senin gibi genç nesiller için temizliyoruz.”
Bu sefer gülümseyen Eleanor’du. On beş yaşındaki genç bir kız nereden bilebilirdi ki ailesi dediği bunca insanın ellerinden masum kanlar damladığını?
“Bugün balo için kıyafet bakmaya gidecektik ama Sevim teyzem-“
“Ablan. Sevim ablan.” diye böldü Tanju. Karısı Sevim’in ne denli bu tür şeylere kafa taktığını biliyordu bu nedenle kızı abla demeye alıştırmak önemliydi.
“Ah, özür dilerim. Sevim ablam eve bir tasarımcının geldiğini söyledi.”
“Doğru, o da elbise diktiriyor. Tasarımcı çok genç ve yetenekli bir kadın, eminim sen de seversin.” dedi Tanju.
Güldü Eleanor, “Sevim abla gibi bir kadın beğendiğine göre eminim ben de çok seveceğim.”
Güneş artık tamamen batmıştı. Gece, İstanbul’u karanlığı ile sarmıştı.
Yemeğini bitiren genç kız merakla etrafına bakınmaya devam etti. Amca ve dayısı masada konuşmaya devam ederken o sorgulayan bakışlarını yemek yiyen insanlara çevirdi.
Genellikle özenli bir şekilde giyinmiş insanlar, takım elbiseli adamlar ve mini elbiselerini giymii genç kızlar, lüks markalardan alındığı aşikar olan motorcu ceketi giyen erkeler ile doluydu restoran. İstanbul ve Türkiye’de en kaliteli restoranlar kategorisinde birinci sıradaydı burası, daha önceden görmemiş olması imkansızdı.
Mutfağa baktı, uzun dikdörtgen biçimde kesilmiş olan pencereden mutfağı izlemek mümkündü ve durmadan alevler yükseliyordu. Burada otururken şu alevleri izlemek bile eğlenceli olmalıydı. Bakınmaya devam etti Eleanor, insanlar gülüp eğleniyor, yaşıtı olduğunu düşündüğü çocuklar aileleriyle vakit geçiriyordu.
Bugün, İstanbul’un en kalabalık meydanında gezmiş ve insanlara yakından bakma şansı elde etmişti. Bunun iznini bile yalvar yakar almıştı ve bir daha alamayacağına emindi o nedenle durdurak bilmeden yürümüştü. Her bir köşede mendil satan, dilenen insanlar vardı. Bankalrda çocuklarıyla oturan kapalı kadınlar, ellerinde taşıdıkları süt mısırlar, renk renk şişme mont giymiş ve örgü şapka ve atkılar takmış çocuklar…
Bu yanda ise son derece lüks giyimli bayanlar, kravatlı adamlar, aşırıya kaçmış olan kızlar, içilen şaraplar, pahalı çantalar…
İstanbul, diye düşündü Eleanor, Anlatılanların aksine her rengi içinde barındıran fakat siyah bantlarla örtülmüş şehir. Işıkların, renklerin şehri…
“Eleanor, sana sesleniyorum.” diye konuştu Alastan. Eleanor, ancak fark edebilmişti ona seslenen amcasını.
“Özür dilerim, maruz görün amcacığım.”
Sermet, dikildiği yerden gülümsemek için zor tuttu kendini, öğrendiğini hızlı kapan genç bir kızdı Eleanor. Kardeşi ile aynı yaştaydı, sempati beslememek elde değildi.
Tek kaşını havalandırdı Yusuf, “Mazur görün, Eleanor. Doğru kullanımı bu fakat Türkçe’ni geliştirmek istemen güzel.”
“Tatlı yemek ister misin diye soracaktık.”
“Ah…” Yine şaşırmıştı Eleanor, dayısı ve amcası normalde ona asla tatlı yedirmez, diyetine mutlak sadakat isterdi. Oysa Eleanor, çikolatayı çok severdi.
“Yani, iznim var mı?” diye heyecanla sordu Eleanor.
“Bu akşamlık bir istisna yapabilirim sanırım.”
Gözleri dört açılan kız çocuğuna buruk bir gülümsemeyle baktı Ateş, şu an masa başında sipariş almak için bekliyordu.
Ateş Karal liseden sonra eğitimini burslarla İtalya’da tamamlamıştı. Üniversite yıllarında gastronomi diplomasının yanında yürüttüğü Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi fakültesinden mezun olmasıyla da Milli İstihbarat Teşkilatı akademisine girmişti. Aşçılığı bırakmış, vatanına hizmet için İtalya’da kalmıştı. Fakat kader ona farklı bir yol sunmuştu; Ateş Karal en ünlü şeflerle çalışmış, dişi tırnağıyla bugünkü Ateş Karal haline gelmişti. MİT için çalışmaya şef rolü ile devam ediyordu: Açtığı restoranlar ise Alastan gibi adamların geleceği türden yerlerdi, yani aslında Ateş Karal bu adamlar için dünyanın her yerinde kurduğu tuzakların başında duran şefti.
Bu restoran bir kapandı ve başındaki ajan Ateş’ten başkası değildi.
Eğer görevi İtalya’da ise İtalya, Türkiye ise Türkiye, Fransa ise Fransa’daydı. Onun için yer ve mekan fark etmezdi. Kimliği halka açık olan tek ajandı ve MİT ile alakalı her işini uzaktan hallederdi.
Anka Timi, zevkli satranç oyunlarında duran siyah taşlardan ibaretti. Ateş ise satranç tahtasının bizzat sahibi.
Masada oturan genç kıza bakmaya devam etti. Koyu renk saçları, açık teni ve ela gözleriyle güzel bir kızdı. Alastan ailesinin yanında ilk defa görünüyordu ve çoktan araştırılmak üzere fotoğrafı merkeze gönderilmişti ve bunu yapan kişi restoranın barında şovunu icra eden Hakan’dan başkası değildi.
Aylar önce Oğuz’un Yansı ile karşılaştığı bar da Ateş’e aitti ve o zaman da Hakan oradaydı.
“Ben… bilemiyorum. Tatlılara bakma şansım var mı acaba?” diye sordu genç kız heyecanla. Ateş ise gülümsemekle yetindi. Alastan’a bakarak adeta izin aldı ve genç kızı mutfak kısmına götürdü.
Amcasından uzaklaşan kız heyecanını bastırmayı bıraktı. Yıllar sonra ağzına tatlı girecekti ve en güzeli olmalıydı!
“Hangisini istersen seç, beğenmezsen sevdiğin şeyleri bana tarif etmen yeterli. Senin için özel bir tatlı yapabiliriz.” dedi Ateş, ellerini arkada bağlamış, beyaz şef önlüğü ile kızın hemen arka çaprazında duruyordu.
Siparişe giden tatlılara bakan kız gülümsemeye devam etti:
“Çikolataya bayılırım ama karameli de çok severim! Ay, bilemiyorum. Özür dilerim.”
Gülümsedi Ateş, “O zaman seçimi bana bırakmanı istesem?”
Bakışlarını yanı başında duran adama çevirdi genç kız, adamın gözlerine bakmak için kafasını kaldırması gerekti.
“Bana güvenebilirsin, ben de bayılırım çikolataya.” dedi Ateş kıza güven verircesine. Kız, gülümsedi ve yeniden etrafa bakınmaya başladı. Ateş ise kıza soru sormaktan çekinmedi şayet görevi buydu:
“Tatlın için aşırı hevesli görünüyorsun, hep böyle misindir?”
“Ah, hayır. Aslına bakarsanız ben en son tatlı yediğimde sanırım altı yaşındaydım.”
“Ne?” Şaşkınlığına engel olamadı Ateş. “Neden diye sorsam ayıp olur mu?” diye tatlı ve nazik bir şekilde konuşmaya devam etti kız ile. Uzaktan Alastan’ların onları izlediğine emindi.
“Ben kalp hastasıyım, hatta bebekliğimden beri hayatım hastanelerde geçti desem yalan olmaz.” Gülümsedi kız, konuşmaya devam ederken etrafta bir arı kovanı misali çalışan aşçılara bakmayı es geçmedi.
Ateş’in şaşkınlıktan ağzı açılmak üzereydi ve bu, barda duran Hakan için de geçerliydi. Kulaklıklar sayesinde birbirleri ile iletişimleri kopmuyordu.
“Sizi tanıyorum, çok ünlüsünüz.” dedi Eleanor yanındaki adama.
Ateş, gülümsemeye devam ederken şef şapkasını reverans yaparak çıkardı, dağınık kumral saçları açığa çıktı.
“Yusuf Alastan’ı uzun zamandır tanırım. Sağolsunlar, daimi müşterimizdir kendisi. Senin amcan sanırım?”
Eleanor ağzını açmak üzereyken bir koruma kız için geldi, amcasının onu çağırdığını duyduğunda Ateş’ten de özür dileyerek oradan uzaklaştı.
Mutfakta kalan Ateş bir süre duvara baktı: Kimdi bu kız? Masada amca dediğini duymuştu ve kayıtlara göre soy ağacında böyle bir kız yoktu.
“Aylin.” diye mırıldandı Ateş, o sırada kızın tatlısını pişirmeye başlamıştı.
“Duyduk Ateş, buradayız.” dedi kulaklıktaki ses. Merkezde, Çağatay ile birlikte araştırmalara çoktan başlamıştı Aylin. Çağatay kızın hayatını araştırırken Aylin raporlara en baştan bakıyordu. Bu kız hiçbir raporda görünmemişti. Bir şeyi gözden kaçırmış olamazlardı, adı gibi emindi lakin bu kızın bir cevap olduğunun da farkındaydı.
Lakin daha sorulmamış olan bir sorunun cevabıydı bu, peki ya bu kız neyin cevabı olarak gelmişti?
☀️🖤🌙
“Şaka gibi. Bu nereden çıktı şimdi?” diye konuştu Ali oturduğu yerden. Acil çağrı ile merkeze gelmişlerdi. Saat gece biri gösteriyordu ve Anka Timi her zamanki toplantı odalarındaydı. Herkes, Aybüke’nin hastaneden dönmesini beklerken konuşmaya devam etti:
“Ateş’in dediğine göre bizim mala amca demiş.” diye cevapladı Hakan uzandığı yerden, elinde yeni yaktığı sigarası vardı.
“Üfff! İçme şu mereti burada oğlum!” diye sızlandı Ethem.
Hakan ise nazik bir nah hareketi çekmekle yetindi, başkanları yokken bu odada istediklerini yapmakta özgürdüler.
“Ne buldun Çaça?” diye seslendi Aylin bilgisayar başındaki adama. Yanında duran boş cips kasesini aldı ve kahvesini yeniledi. Arada Aylin’in içinden bu türk naziklikler gelirdi.
“Valla Aylin patron, kız resmen hayalet. Bulmak için bir yerlerimi yırttım. E tabi, yani o kadar-“
Hakan ise sadece bir mala bakar gibi bakmaya devam etti. Bakışları onun adına konuşuyordu.
Çağatay, anlık yükselen seslerin karşısında ayaklandı, “Ben bu timde dışlanıyorum ağabey. Küçüğüm diye resmen hor görülüyorum! Ben yokum.” Cips kasesine uzanıp gitmeye yeltenirken kapı pervazına yaslanmış olan Aylin’i görmesi onu durdurmaya yetmişti. Şayet Aylin’in bakışları korku filmi izlemeye eş değerdi.
Hakan, ayaklanan çocuğu baştan aşağı süzdü. Kapri şort giymiş, kafasına ise beyzbolcu şapkasını ters bir biçimde geçirmişti. Masa başında oturmaktan ve cips yemekten başka yaptığı çok şey olmamasından mütevellit kilolu bir insandı fakat bunu umursamıyordu bile.
“Ayıp ettin Çağatay’cığım, kimse sana küçücüksün demedi.” diye mırıldandı Hakan, yanında oturan Ethem ise duymuş olacaktı ki adeta hönkürdü. Çağatay’ı kardeşleri gibi görür ve yine kardeşliğin getirdiği özellikle onunla dalga geçerlerdi. Günün sonunda onlar da minik adamlar değillerdi.
“Uzatma Çaça, konuş.” dedi Aylin. Çağatay’ı omuzlarından tutup sandalyesine doğru ilerletti.
O sırada kapı aralandı, gelen Oğuz’du. Saçları yağmurdan ötürü olacaktı ki ıpıslaktı. Hakan’ın dudakları munzur bir şekilde kıvrıldı şayet kimsenin görmediği bir detayı yakalamıştı.
Oğuz, Hakan’ın da tahmin ettiği gibi yorgun bir şekilde koltuğa, Hakan’ın yanına, çöktü.
“Koşacağım diye geberdim abi.” diye nefeslendi Oğuz. “Manyak yağmur yağıyor, anlatamam.”
Hakan ise yanındaki adama sırıtarak bakmaya devam etti:
Oğuz nefeslenmeye devam etti, Hakan ise gülmeye. Artık bu detayı odadaki herkes fark etmiş olacaktı ki herkes Oğuz’a bakıyor, dudaklarını dişliyordu. Oğuz ise hissetmişti gergin havayı, yanında ona bakan iki adama döndü ve başını iki yana salladı:
Hakan gülmeye devam ederken bir elini Oğuz’un boynuna uzattı, baş parmağı ile kahverengi ruj lekesini silmeye başladı.
“Aynaya bakamayacak kadar koşmuş Ethem, görüyor musun?” diye dalga geçti Hakan.
Ethem ise gülmemek için dudaklarını dişlerken baş salladı.
“Ne saçmalıyorsunuz lan siz?” Oğuz, telefonunun kamerasına yeltenirken Hakan konuştu:
“Diyorum ki maşallah, güllerin gülü. Yetişemiyoruz hızına. Junior Karaca ne zaman?”
Artık Ethem kendini tutamamış olacaktı ki odayı yüksek bir kahkaha sesi doldurdu. Aylin de diğerleri gibi gülmemek için arkasını dönmüş, dudaklarını dişliyordu.
Oğuz ivedilikle odadaki aynaya koştu ve boynundaki öpücük izlerini görmesiyle gözlerini yumması bir oldu.
“Ah, Yansı. Ah kızım…İntikamın bu mu olacaktı?”
Oğuz, elinin tersiyle ruj lekelerini silerken kapı bir kez daha aralandı. İçeriye önce Aybüke, hemen ardından da sarı saçları dağılmış olan Atlas girdi. Atlas, az önce Oğuz’un oturduğu koltuğa kendini bırakırken yanında adeta hönküren adamlara döndü:
“Gece gece ne öğürüyorsunuz lan?”
“Kaçırdın, sorry. Oğuz’cuğum boynunda güzel güzel lekelerle gelmi-“ Ethem konuşurken yüzüne adeta kurşun misali fırlatılan yastıkla kesildi.
Atlas’ın az önce uykulu uykulu ovuşturduğu gözleri fal taşı misali açıldı, hem Aybüke hem o boynundaki çıkmayan lekeleri temizlemeye çalışan adama döndü.
Yansı, sevgilisinden intikam almak adına kalıcı ruj ile boynundan öpmüştü ve iki adet dudak izi orada ilk anki gibi duruyordu.
Hakan, Ethem ve Atlas Oğuz ile dalga geçmeye devam ederken Aybüke elindeki dosyayı masaya bıraktı, projeksiyonu açtı.
“Çaça, anlat.” dedi ve o da yaralarının verdiği yorgunlukla tekli bir koltuğa kuruldu.
Çağatay, bilgisayarındaki fotoğrafı ekrana yansıttı.
“Kız bu, bugün akşam saatlerinde Yusuf ve Tanju ile ilk kez görüntüledik. Kızın adı Eleanor Coleman.”
“Ne?” diye şaşkınlıkla sordu Atlas, oturduğu yerde dikleşti. “Coleman mı?”
“Evet abi, Coleman. Fakat ne hikmetse soy ağacında bulunmuyor. Türkiye’de kayıtlı değil, hatta bugüne kadar Türkiye’ye ayak basmamış. İki gün önce özel bir uçak ile İngiltere’den gelmiş.”
Atlas, ekrandaki genç kıza baktı, başını omzuna doğru yasladı. Az önceki uykusundan eser kalmamıştı. Bunca senedir Coleman ve Alastan ailesiyle yaşamıştı lakin o dahi daha önce bu kızı ne görmüş ne de duymuştu.
“Hiç daha önce görmedin mi?” diye tekrardan sordu Aybüke.
“Nasıl olabilir bilmiyorum ama varlığından bir kez bile bahsedilmedi.” diye cevapladı Atlas. Kısa süren sessizliğin ardından devam etti Çağatay:
“Kız hakkında hiçbir veri Türkiye’ye ait değil, her şeyi İngiltere’den çekmek durumunda kaldık. Uluslararası birimle iletişim kurmak gerektiği için bu saate kaldı toplantı.”
Ekrandaki fotoğraflar sırayla değişti. İstanbul’un meydanlarından birinde kıza ait çekilmiş fotoğraflardı.
“Kız İngiltere’de doğmuş olarak gösteriliyor.” dedi Çağatay.
“Gösteriliyor derken? Nerede doğmuş ki?” diye sordu Ali.
Çağatay, ellerini kaldırdı ve şaşkınlığını belli ederek konuştu:
“Arkadaşlar, kız İstanbul doğumlu.” Bir fotoğraf daha değişti, bu karede ise kız Ateş ile konuşuyordu.
“Ve Ateş’in söylediğine göre kız kalp hastası, hem de doğduğundan beri.” diye tamamladı Aylin.
“Ve asıl şaşıracağınız kısma gelelim…” dedi Çağatay. Aylin’in uzattığı dosyayı aldı ve ortada duran masaya attı. Dosyanın içinde aylar önce düzenlenmiş olan tıp kongresinde Hakan’ın çektiği sağlık raporları vardı:
“İngiltere’deki tıp kongresinde elimize geçen raporlarla kızın hastalığı birebir uyuşuyor.” Çağatay bir başka dosya daha attı masaya, “Ve bir ay önce İngiltere’de yapılmış olan kontrolleri bu raporlarla yüzde doksan dokuz uyumlu. Bu raporların hepsi bu kıza ait.”
Anka Timi, önlerine atılmış olan kağıtlara şaşkınlıkla bakmaya devam etti. Bu kız, operasyondaki kocaman bir boşluğu dolduracak büyüklükte önem taşıyordu. Sessizliği bozan Aybüke oldu:
“Kız Alastan’ın gerçek yeğeni değilse, bu kız neden Atlas’ın ailesine kayıtlı? Ve biz bunu neden göremedik?” Adeta kendisiyle konuşuyordu Aybüke, boşluğa bakmaya devam ederken bildiği her şeyi yeniden akıl süzgecinden geçirdi.
“Tanju’nun gayrimeşru çocuğu olabilir mi?” diye sordu Aylin.
“Hiç zannetmiyorum.” dedi Aybüke, “Alastan zaten Tanju’dan nefret ediyor. Tanju’nun tek sığınağı Sevim iken Yusuf’un bir de onun gayrimeşru çocuğuna bu denli özen göstereceğini düşünmüyorum. Tek kaşık suda boğardı yoksa.”
“Ağabey, Yusuf Alastan babandan neden bu kadar nefret ediyor?” diye bir soru yönellti Çağatay Atlas’a. Atlas ise düşüncelerinden uyandı, ona bakan gözlere teker teker baktı.
“Bilmiyorum, çocukluğumdan bu yana ev hep kavga sesleriyle dolu oldu. Hep bir nefret vardı, Yusuf asla kabul etmedi Tanju’yu. Annem…” Duraksadı Atlas. Annem kelimesi yaktı canını. Anne dediği insan onca masumun katiliydi. Çocukken huzur bulduğu o eller aslında kan kokuyordu. Atlas’ın hem bir annesi hem de bir babası vardı lakin olmamasını yeğledi, bu da canını acıttı; yeniden.
“…Yani Sevim olmasa Tanju o evde barınamazdı. Bu soruyu ben de soruyorum kendime yıllardır, ne bu nefretin kaynağı diyorum. Tanju’nun aptallığından başka bir cevap bulamıyorum.” dedi Atlas.
“Bir insan nasıl bu kadar beceriksiz olabilir?” diye kendi kendine konuştu Ali fakat Atlas aklına geldiğinde hışımla bakışlarını sarışın adama çevirdi, “Pardon ağabey, adam ne olursa olsun günün sonunda baban. Ben…”
“Sorun değil koçum. Haklısın.”
“Ali haklı, yalvar yakar geçtiği lojistik pozisyonunu bile batırdı.” diye konuştu Oğuz.
“Bu kadar beceriksiz olup nasıl hala… böyle? Nasıl desem, niye hala patron mesela? Salak mı bu Yusuf, başka adam mı yok? Tuhaf.” dedi Ethem, gözlerini kapatıp uyku moduna geçerken kapanan gözleri hışımla geri açıldı. Düşündüğü gibi, herkeste bir ampul yanmıştı. Herkes bakışıyordu. Sessizliği bozan Aybüke oldu, hışımla yerinden fırlarken bağırdı:
“Çağatay, hemen bu kızın köklerini bul. Sabaha kadar da Tanju’nun batırdığı bütün işlerin ve yaptıkları yazılımın en güncel raporunu istiyorum!”
“Ne oldu şimdi?” diye sordu Ali.
“Bilmiyorum ama sonunda ipin ucunu kavramış olabiliriz.” dedi Atlas kapıya doğru bakarken.
Anka Timi odada kalmıştı. Aybüke ise kendinden emin adımlarla odasına doğru ilerliyordu. Odasına geldiğinde kapıyı açtı ve kilitli çekmesinde duran belge ve fotoğrafları cam panoya dizdi. Hastane raporlarının yanında bıraktığı boşluğa ise az önceki kızın adını koydu ve yazdı:
Cam panonun önüne sandalyesini çekti ve fotoğrafları izlemeye başladı. Artık hissediyordu, galibiyet çok yakındı.
Düşündü Aybüke. Bunca doktor, profesör ve ordinaryüs bu kız içindi. Bu kızı hayatta tutmak için bunca emek verip onu herkesten ve her şeyden uzak tutmak da neydi?
Bu kızla bir kan bağı bile yokken bunca emek ne içindi?
Elindeki kalemle iki yuvarlak çizdi Aybüke. Bunca emeğin sebebini iki yola ayırdı ve yeniden yazdı;
AŞK ÇIKAR
“Dayımın aşık olacağını sana düşündüren nedir?”
Aybüke, duyduğu sesle irkildi ve arkasına baktığında gördüğü kişi Atlas’tan başkası değildi.
“Ne işin var yine burada, kapı falan çalmak nedir bilmez misin!”
Atlas, ellerini cebinde çıkardı, yaslandığı yerden doğruldu ve yavaşça ayaklanan kadına doğru ilerledi:
“Bu sefer bıçak savurmadın, şaşırdım.”
“Şanslı günündesin, bıçaklarımı odada bırakmıştım.”
Atlas adım adım yanaştı, “Olsaydı yine savururdun yani?”
Artık kadının dibindeydi. Bakışlarını Aybüke’nin kömür karası gözlerinden ayırdı ve yeniden cam panoya çevirdi:
“Aşk da nereden çıktı? Ne düşünüyorsun Aybüke, gerçekten zihnini çok merak ediyorum.”
Aybüke düşüncelerine geri dalarken kaşları yeniden çatıldı:
“Bu adam bu kadar yükün altına girdiyse ya aşık olmuştur ya da gün sonunda elde edeceği büyük bir çıkarı vardır.”
“Çünkü Atlas…” Aybüke bakışlarını cam panodan karşısında duran adama çevirdi, “İnsana bu tür aptallıkları ancak bu denli güçlü tutkular yaptırır. Çıkar gibi…”
“Aşk gibi.” diye tamamladı Atlas, kadının gözlerine bakmaya devam etti. Aybüke’nin gözlerini kaçıracağını düşünse de kadın göz dahi kırpmadı.
“Aşk gibi.” diye yineledi adamı.
Atlas, karşısında duran kömür karası gözlere bakmaya devam ederken kadına daha da sokulduğunu fark etmedi.
“Peki, dayımın hangi aptallığı yaptığını düşünüyorsun?” diye sordu Atlas. Ağzı aklındaki soruları soruyordu lakin kalbi ve ruhu tamamen karşısındaki kadının kalbiyle eş çarpıyordu. İradesi yok oluyor, gözleri karşısında duran pembe dudaklara kayıyordu.
Aybüke, ona yöneltilen soruları anlamakta güçlük çekmeye başlamıştı. Adamın kokusu dibindeydi ve almamak neredeyse imkansızdı. Dikkat dağıtıcıydı, sarhoş ediciydi…
“Dayının yaptığı en büyük aptallık iz bırakmak. Yıllardır karanlıkta yaşayan bir adam için bunca raporun kopyalanmayacağını düşünmek toyluk olur. Bütün bu işin altına girerken ardında iz bırakacağını biliyordu. Bu işe girdi çünkü başka çaresi yoktu. Çünkü…”
“Onun bunu yapmasını sağlayan şey işte bu denli büyük bir tutkuydu.” diye tamamladı onu Atlas.
“Evet, evet öyle. Aşk…” dedi Aybüke, “Ya da çıkar.”
“Bu onun zaafı ve biz onu bulacağız.” dedi Atlas.
“Ve bu zaafı onun sonu olacak.” dedi Aybüke. Artık adeta ikisi de fısıldayarak konuşuyordu şayet yüzleri arasında bir karışlık mesafe bile kalmamıştı. Sessizliği bozan yine Aybüke oldu.
“Amcanı öldürmek istemem senin için bir sorun olur mu?”
Güldü Atlas, “İnan bana, bunu isteyen çok kişi vardır. Biri de benim dersem asıl ben hayırsız bir evlat olur muyum?”
Aybüke gülümsememek için çabalamış olsa da Atlas, kadının dudağının kenarında oluşan minik gülümsemeyi gözünden kaçırmadı.
İkisinin nefesleri karıştı. Aybüke, yıllardır koruduğu gardının ilk defa bu denli güçsüzleştiğini hissetti.
“Peki neden bu kadar dibimdesin şu an?” diye sordu Aybüke lakin geri de adım atmadı. Atlas gülümsedi, kollarını kadının omuzlarından duvara yasladı ve artık Aybüke duvar ve Atlas arasında sıkışıp kalmıştı. Atlas konuşmak için yeltenirken aniden durdu, bir sese dikkat kesildi fakat Aybüke ne bir ses duydu ne de dikkatini başka bir şeye verebildi. Kısa süren bir sessizliğin ardından konuşan Atlas oldu:
“Patlamadan sonra algıların da zedelenmiş.”
“Normalde çoktan beni itmiş olman gerekiyordu, bana kalsa yapmazdım ama daha sana kavuşamamışken bunu yapmayacağım.” dedi Atlas ve karşısında dikilen kadını hızlıca fakat yaralarına baskı yapmayacak şekilde koltuğa itti. Aybüke, kendini koltukta bulduğu an odanın kapısı açıldı. Gelen Çağatay’dı ve eğer Atlas Aybüke’yi itip ondan uzaklaşmamış olsaydı…
Düşünmek bile istemedi Aybüke.
“Başkanım.” dedi Çağatay, koltukta sudan çıkmış balık misali ona bakan kadına doğru ilerledi. Aybüke, genç çocuğu bir süre umursamadı. Anın sersemliğinden kurtulmak için başını iki yana salladı.
“İzninizle başkanım.” dedi Atlas, Çağatay onun yüzünü görmüyordu bu nedenle son kez gülümsedi. Aybüke, odadan çıkan adamın ona son bir kez göz kırptığını gördü.
“İstediğiniz dosyalar…getirdim.”
Aybüke ayaklandı, çocuğun elindeki dosyaları aldı, “Sağol. Çıkabilirsin.”
Çağatay baş selamı vererek odadan ayrıldı. Aybüke, eline geçen dosyaları açtı ve masasının başına geçti. Bu dosyalar Eleanor’un geçmişine aitti.
“Bakalım kimmişsin, Eleanor Coleman.”
Doğum tarihine ve kimlik bilgilerine baktı Aybüke. Belgelerde on beş yaşında olduğu ve doğma büyüme bir İngiliz olduğu yazıyordu. Eğitimini uzaktan tamamlamıştı ve öğretmenleri İngiltere’de olan okuldandı. Sağlık raporları özel bir sistemle şifrelenmişti fakat ulaştıkları raporlar gün sonunda onun kalp rahatsızlığını ortaya çıkarmıştı. Onca farklı yıla ait yüzlerce sağlık dosyası vardı.
Aybüke, masasındaki telefonun tuşuna tıkladı, “Bana Atlas beyi çağırır mısınız?”
Atlas, az öncekinin aksine giydiği siyah pantolon ve siyah kazağı ile karşısında duruyordu. Baş selamı verdi ve Aybüke’nin masasına doğru yaklaştı.
Atlas, sorgulamadan söyleneni yaptı ve masaya dizilmiş olan kağıtlara göz gezdirdi, “Beni çağırmışsınız başkanım.”
“Elenaor.” dedi Aybüke elindeki fotoğrafı gösterirken, “Hiç mi görmedin?”
“Hayır başkanım, ismini dahi ilk defa duyuyorum.”
“Nasıl mümkün olabilir, kız babana kayıtlı! Çıldıracağım. Hala tanışmadınız değil mi? Kız artık burada olduğuna göre seninle tanıştıracaklardır. Eve git, tanış bu kız ile. Bakalım bunun altından ne çıkacak.”
“Emredersiniz başkanım.” Atlas ayaklandı ve tekrardan selam vererek odadan ayrıldı. Aybüke söylemese de zaten eve dönmek için hazırlanmıştı. Çantasını aldı ve alacakaranlıkta tekrardan yola koyuldu.
Atlas görev için yola revan olurken o sırada Aylin ve Ethem, başkanlarının odasında söylenen emirleri dinliyorlardı:
“Yusuf Alastan’ı takip eden arkadaşlar bu mekanı yolladılar. Alastan geçen Cuma buraya gitmiş ve o gece burada kalmış…” Aybüke konuşmaya devam ederken karşısında bekleyen iki ajanına bir sahil evinin fotoğrafını gösteriyordu. “Göreviniz burayı araştırmak.”
Aylin fotoğrafa doğru uzandı, “Burayı ilk defa görüyorum.”
“Haklısın, Alastan onu izlediğimiz süre zarfında ilk defa buraya uğradı.”
Aybüke, Ethem ve Aylin’e diğer dosyaları göstermeyi sürdürürken bilgi geçmeye devam etti. “Yüksek korunaklı bir ev. Dördü dışarıda, yedisi ise mekanın çevresinde olmak üzere on bir adet koruma alanı çevreliyor. Alarm sistemlerini analiz ettik ama gizli tuzaklar olması çok ihtimal.”
“Koruma sayısı tahmin ettiğim kadar fazla değil. Kimse bilmiyor olmalı, konumu da neredeyse şehrin dışında.” dedi Aylin.
“Bir gözcümüzü buranın alt mahallelerinde bulunan bir köye yerleştirdik. Onun dışında görev sizindir. Gidin ve öğrenin.” dedi Aybüke.
“Uzun zaman sonra bu denli bir zafer kokusu almamıştım.” dedi Ethem, “Sanırım bu sefer gerçekten çok yaklaştık.”
“Senin için bu geçtiğimiz aylar sıkıcı olmuş olmalı biliyorum, kusura bakmazsın artık.” dedi Aybüke gülümserken.
“Eh, tabi elimiz silah tutmaya, bedenimiz dağda yuvarlanmaya alışık. Pasif kaldık biraz ama içimden bir ses o da yakındır diyor, değil mi başkanım?” diye güldü Ethem. Görev yaptığı süre boyunca Aybüke’nin genç bir ajanken kurduğu operasyonları dinlemişti. Onun aksiyonu sevdiği kadar Aybüke de seviyordu.
“Kolay gelsin, Allah utandırmasın.” dedi Aybüke. Aylin ve Ethem de tıpkı diğerleri gibi baş selamının ardından odadan ayrıldı ve hazırlanmak için silah odasının yolunu tuttular.
“Uzun zaman oldu beraber iz aramaya çıkmayalı, ha güzelim?” dedi Ethem bir kolunu yanındaki kadının omzuna sarmaya çalışırken. Aylin, omzunda hissettiği ele bir silke yapıştırdı:
“Elin kolun dursun Ethem, Merkezdeyiz!”
Ethem, gülmekle yetindi ve uzattığı eli istemese de geri çekti. Yoksa yeniden kapıda kalması çok muhtemeldi.
“Peki fıstığım, nasıl istersen.”
❤️🔥💔🐦🔥
“Bu yeni adetiniz sanırım.” diye hayıflandı Gece, kafasına geçirilmiş olan torbaya bir kez daha üfledi. Her zamanki gibi Bülent onu patavatsız bir saatte aramış ve aynı siyah araba ile aldırmıştı. Normalin aksine bugün Gece’nin kafasına geçirilmiş siyah bir torba vardı.
“Güvenlik önlemlerini arttırma kararı aldı Bülent bey.” diye cevapladı onu adam. Gece’ye eşlik etmesi için gönderilen adamlardan biriydi.
Tahmin edilenin aksine güldü Gece, oturduğu yerde bacak bacak üstüne attı. Her zamanki gibi siyaha bürünmüştü:
“Sevgili Bülent’inizin benden bu kadar korktuğunu bilseydim daha yumuşak davranırdım. Ups, pardon. Bir hanımefendiye yakışmayacak laflar bunlar, değil mi? Öyle demişti Bülent’iniz.”
Adam, patronu olan adamın isminin böylesine lakayık bir şekilde söglenmesinden rahatsızlık duyarken Gece, rahatından ödün vermedi. Gün geçtikçe ona karşı olan nefreti artıyor, cesareti ise günden güne artıyordu. Gece hiçbir zaman Bülent’ten korkmamıştı. Günün sonunda bir çıkarı olmasaydı çoktan ona tekmeyi basardı lakin bu yol artık çok farklı bir yere çıkıyordu ve Gece, o ipte oynaması için seçilen cambazdı.
Kısa bir süre sonra araba durdu, Gece kafasındaki poşetin çıkarılması için beklemeye devam ederken çok geçmeden torba kafasından çekildi. Arabanın kapısı açıldı ve Gece alışık olduğu malikaneyle karşılaştı. Kapısına doğru ilerlerken onu durduran şey Bülent’in sesi oldu:
“Bugün o taraftan değil, Gece.” dedi Bülent. Gece, sesin geldiği yere döndüğünde Bülent ile beraber duran beş adam daha gördü. İşaret ettikleri yer ormana doğru giden bir patikaydı ve hemen malikane bahçesinin içindeydi. Gece, sorgulamak istese de sorgulamadı, sadece yürümeye başladı ve az önce kafasından çıkardıkları torbayı yeniden kafasında buldu.
Yürümeye başladılar, iki adam Gece’nin koluna girmişti. İzin vermeme gibi bir lüksü yoktu, şu an gördüğü tek şey karanlıktan ibaretti.
Fakat bu hissedemeyeceği anlamına gelmezdi.
“Ayakkabılarım…” dedi Gece, “Ayaklarım su topladı. Çıkarıp yürümeye devam etmem gerek.”
Duyduğu homurdanmaların ardından topuklu ayakkabılarını çıkardıklarını hissetti. Taşlı patikada yalın ayaklarıyla yürümeye devam etti, her adımını yavaşça ve hissederek attı.
Tam tamına 237 adım sonra durdular.
Gece’nin başındaki çuval yeniden çıkarıldı. Genç kadın etrafına bakmaya başladı, burası ormanın ortasında bir yerdi. Hemen karşılarında tahta bir kulübe vardı, kapısında üç adam nöbetteydi ve içeride yanan ışıklar burada birilerinin olduğunun işaretiydi. Burası, Yusuf Alastan’ın kendisine botoks yaptırmak için kurmuş olduğu bir kulübe olamazdı.
Gece, kolundan tutan adamın onu yürütmesiyle yürümeye başladı, kapı açıldı. Keskin bir koku her yana yayılmıştı ve Gece, bu kokuyu iyi biliyordu.
Az önce onu getiren adamlar dışarıda kalmıştı. Onun arkasından gelen Bülent onu evin içine sürükledi.
“Kabanını çıkarmak isteyebilirsin. Pahalı duruyor, kan bulaşsın istemem.” dedi Bülent.
Gece ise ters bir bakış atmakla yetindi ve sakince konuştu. Oysa normal bir insanın paniklemesi, ve belki de kaçmaya çalışması gerekirdi. Nedeni ise basitti; evin etrafında yatan cesetler yapraklarla örtülmüştü ve Gece, bunu da görmüştü.
“Ben de ne zaman fasıla geçeceksiniz diye merak ediyordum.” dedi yürümeye devam ederken. O görmese de Bülent’in bir kaşı havalanmıştı.
“O ne demek?” diye sordu Bülent.
“Yusuf Alastan, basit bir botoks için doktor tutmuş olamazdı, değil mi? Benim gibi ‘eli koku bağlı’ birine ihtiyacı vardı. Senin de karşına…” Durdu Gece, arkasını döndü ve sert bakışlarını Bülent’e çevirdi, “…ben çıktım. Bir piyango misali, yanlış mıyım?”
Bülent birkaç saniye için durdu; şaşırmıştı. Karşısındaki bu genç doktprun güzelliğinin yanı sıra zekası da onu cezbediyordu.
“Sen…” dedi Bülent, kadına doğru bir adım daha attı, “Gerçekten çekici bir kadınsın, Gece. Zekisin, güzelsin…değil mi?”
Gece, saçlarına dokunan adamdan uzaklaştı, arkasını döndüğü anda yüzünü ekşitmeden edemedi. Tiksinti ve nefret, belki de damarlarında akan tek duyguydu şu an.
“Uzatma. Ne için getirdiniz beni buraya?” diye sordu Gece.
Bülent, önden ilerlemeye başladı ve kulübede ışığı yanan odaya doğru ilerledi. Mavi bir ışık vardı kapının altından süzülen, inlemeler ve bağırışlar her bir adımda daha da yükseliyordu. Gece, Bülent’in işaretiyle kapıyı açtı ve gördüğü manzara onun ilk defa şaşırmaşına sebep oldu.
Burası bir ameliyathaneydi, tıpkı malikanedeki gibi fakat bu seferki kullanılmıştı. Her yerde kan vardı.
Sedyeye yatırılmış bir adam kollarından bağlanmıştı ve durmadan bağırıyor, yanındaki adamlar tarafından tutulmaya çalışılıyordu. Ağzı, sesini kesmek amacıyla kanlı bir bezle bağlanmıştı. Karın bölgesinden akan kanlar onun vurulduğunu gösteriyordu.
Gece’nin gözleri fal taşı misali açılmıştı ve karşısında kıvranan adama bakıyordu. Yanındaki Bülent’e döndü bakışları, onun aksine adam tiksinerek bakıyordu inleyene adama.
“İşte görevin.” dedi Bülent sakin bir ses ile. “Arkadaş bize bir kargo getirdi.”
Gece, her ne kadar Bülent’e karşı soğuk kanlı kalsa da durmadan bağıran bir adam karşısında bir doktor olarak endişelenmeden edemedi. Öfkeyle konuştu:
“Yani? Kargoyu aldıktan sonra adamı vurma kararı mı aldınız? Hastaneye gitmesi lazım, çoktan aşırı kan kaybetmiş. Adam ölüyor!”
Bülent, yanındaki kadını kolundan kavradı ve kulağına doğru eğildi:
“Sen bizi yanlış anladın galiba doktor. Kusura bakma, benim hatam. Mesele şu ki adamın yaşaması ya da ölmesi umrumda değil. Senin görevin adamı yaşatmak da değil, kargomu bana teslim etmek.”
“Bu da ne demek oluyor?” diye sordu Gece, bir kez daha yatakta kıvranan adama baktı.
Tahmin ettiği şeyin olmamasını diledi. Düşüncelerinden önce konuşan Bülent oldu:
“Adamın karnındaki teslimatı bana ver, yeterli.”
Gece, bu sefer saklayamadığı acıma duygusuyla adama baktı. Hayır, o bunun için doktor olmamıştı fakat iki ucu aynı çukuruma düşmüş bir ipte sallanıyordu. Yapmak zorundaydı.
“Adamın karnına…Siz…Nasıl bir canisiniz lan siz!” Gece, bağırdıktan sonra hızlıca adamın yanına gitti. Onu bileklerinden kavramış olan adamları ittirdi, karnındaki yarayı hızla incelemeye başladı. Yara, tahmin ettiği gibi bir kurşun yarası değildi. Aksine, bıçaklanmıştı ve uzun bir süre böyle kalmış olacaktı ki yara çoktan iltihap kapmıştı.
Elleri çoktan kana bulanmıştı. Yara da iltihaplıydı lakin buna rağmen eldivenlere uzandı Gece, hızla gömleği kesti. Karşılaştığı manzara kötüydü, çok kötü…
“Pencereleri açın ve dışarı çıkın!” dedi Gece, belki de uzun zaman sonra sesi ilk defa bu denli kalın ve yüksek çıkmıştı.
“Adamı yaşatmaya kalkma, teslimatı al, bu kadar.” dedi Bülent ve ardından gözden kayboldu. Koca odada bir tek Gece ve yaralı vardı. Bir anlığına boşluğa düştüğünü hissetti Gece.
“Allah’ım…” Hızla hareket ediyor, hastayı yaşatmaya çalışıyordu. Tabi ki de Bülent’i dinlemek gibi bir aptallık yapmayacaktı. Gece, onurlu bir doktordu ve yapacağı ilk şey hastasını yaşatmaya çalışmak olacaktı.
Adam, ağzındaki bezi acıyla ısırmaya devam etti, odanın içi inleme sesleriyle doldu.
“Dayan.” dedi Gece, “Dayan, acını almaya çalışıyorum, dayan.”
Yarayı elinden geldiğince uygun hale getirmeye çalıştı, dolaplardan bulduğu ağrı kesiciyi yaptı. En azından bu ağrısını bir süre gidermesinde yardımcı olacaktı.
Gece, yarayı incelerken derinliğini fark etti. “Bıçakla açıp…” Konuşamadı Gece, sesi titredi lakin gardını asla indirmedi. “Bıçakla açtıktan sonra mı yerleştirdiler yoksa yuttun mu?” diye sormak zorunda kaldı Gece. Adam, acısından konuşamadı.
“Birinci ise başını salla, ikinci ise elimi sık.” dedi Gece ve adamın elini sıkması için havaya kaldırdı.
Derin bir nefes aldı Gece, yarada oluşan iltihap çoktan kana karışmış olmalıydı. Adamın hayatta kalması bir mucizeydi. Ancak hayatı bu kadar sevenler bu acıya katlanabilirdi. Bu yaralı adam hayatı seviyor olmalıydı ve bu durumu daha da beter etmekten başka hiçbir işe yaramadı.
“Dayan…Bilincini kapatmamız gerekecek. Seni uyutacağım, tamam mı? Korkma.”
Adam, başını salladı. Oysa Gece, yirmilerinde olduğunu düşündüğü bu adamın gözlerindeki korkuyu seçebiliyordu.
Adam, son kalan gücünü de kullanıp kadını elinden kavramaya çalıştı. Ağzında gevelediği birkaç kelimeyi yakalamaya çalıştı fakat acısı söylemek istediklerinden daha baskın çıktı.
Risk almak bu hayatın gerekliliklerindendi. Hayatta kalmak için risk almak ise zorunluluk. Her varlık, ‘ben yaşamayı sevmiyorum’ diye haykırsa bile ölüm ile burun buruna kaldığında çırpınırdı. İnsanın doğasıydı bu. Gece de bu adamı yaşatmak için belki de saçma olacak riskler aldı.
Kanlı elleri etraftaki çekmeceleri tek tek açtı. Onu uyutabileceği bir narkoz bulmaya çalıştı.
Bulduğu tüp ve maskeyi masaya getirdi, eldivenlerini değiştirdi ve düzeneği hazırladıktan sonra adamın burnuna yasladı. Çok geçmeden adam uykuya dalmıştı.
Gece, tek başına ilk defa bir operasyon yapacaktı. Bülent denen adam yanına ne bir hemşire vermişti ne de ona yardımcı olması için bir adamını.
Lakin kapıda beklediğine emindi.
Saniyeler dakikalara dönüşürken adamın zayıf olan kalp atışları zayıflamaya devam etti. Gece, bu zamana kadar ne öğrenmişse uyguladı. “Hayır, hayır! Bunca zaman dayanmışsın, ben buradayken gidemezsin!” İç kanaması vardı ve biri durduğunda bir başkası başlıyordu. Adam içn bulduğu tek tüp kan da son damlalarını akıtıyordu. Bülent doğru söylemişti, bu adamın yaşaması onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Şayet bu köhne kulübe odasında ne bir tüp daha fazla kan vardı ne de tedavi için hazırlanmış bir ortam. Çok geçmeden beklenen oldu, monitörden tiz bir gürültü yükseldi.
Adamın kalp atışları durmuştu.
Gece, hızlıca defibrilatöre uzandı lakin uzandığı kablo birden elinde kaldı. Tıpkı bu köhne oda gibi bu makine de tarih öncesinden kalmaydı.
Sesli bir küfür savurdu Gece, cihazı duvara fırlattı ve anında kalp masajına başladı. İçten içe o da biliyordu aslında gerçeği…
Bir dakika beş dakika oldu, on dakika ise on üç. Tam tamına on üç dakika beş saniye sonra kabullendi Gece ölümü.
Durmuş bir kalbin atmayışını gösteren makinenin kablolarını söktü, odayı dolduran tiz ses kayboldu. Olduğu yerde çöktü kadın, dizlerini çekti ve birkaç saniye sadece karşısında yatan adama baktı.
Başını yasladığı tahta gıcırdadı, tepesinde duran kırık floresan bir kere daha yanıp söndü. Başını yasladığı yerden geri kaldırdı, derin bir nefes aldı. Gün sonunda yine Bülent’in istediği olmuştu. Oysa baş kaldıracak, bu çocuğun yaşaması için gerekirse tehditlerle uğraşacaktı. Günün sonunda uğrunda savaşacağı biri kalmamıştı.
Bir nefes daha çekti kan kokan havadan, çıplak ayaklarının üzerinde dimdik durdu. Bu durumu lehine çevirmek zorundaydı artık.
Adamım yüzünü kenarda duran, kan lekeli örtüyle kapattı. Midesinde duran ‘teslimatı’ almak için neştere uzandı, başka bir seçeneği yoktu. Bir yola çıkmıştı, ayağındaki kıymıklar acıtmıyordu artık. Geçmesi gereken uçurumların dibindeydi: Ya atlayacaktı, ya da bir mucize olacak ve uçucaktı.
Atlamak, en muhtemel sondu onun için.
Adamın midesinde minik bir torba bulmayı beklemiyordu Gece, kenardan aldığı havluyla adamın üstünü örttü ve eldiveninin içine aldığı minik cihazı Bülent’in önüne attı. Tahmin ettiği gibi kapıda beklemişlerdi.
“Al, uğruna bir adamı öldürdüğün teslimatın.” dedi Gece ters bir tavırla şakin sesi yorgundu.
“Onu benim öldürdüğümü mü düşünüyorsun?” diye alayla sordu Bülent. Umursamadı Gece, kim her ne yapmışsa günün sonunda biri canice öldürülmüştü ve adamın ölmesinde Gece’nin de suçu vardı. En azından o böyle hissediyordu.
Gece, üstünde hala çıkarmadığı kabanı, kan damlayan elleri ve çıplak ayaklarıyla ona gösterilen lavaboya doğru ilerledi. Musluğun üstüne asılmış olan aynada gördüğü kadın bir başkasıydı: Beyaz teni daha solgun, daha bir beyazdı. Dudak ve yanaklarındaki pembelikten artık bir iz yoktu. Siyah saçları topuzundan fırlamıştı. Bugünden sonra aynalarda gördüğü Gece, onurlu bildiği doktor olmayacaktı.
“Yediğiniz haltlar bittiyse…” dedi Gece karşısında duran adama doğru. Sesi, boğazından zar zor çıkıyor, dengesini kaybettiğini hissediyordu. “Ben gidiyorum.”
Kapıya doğru yöneldi Gece, arkasından takip eden adım sesleri eşliğinde dışarıya çıktı ve son kez ışığı açık olan odanın penceresine doğru baktı. O odada, üstü kanlı havlularla örtülmüş bir ölü vardı ve bir mezarı dahi olmayacağına adı gibi emindi.
Çok geçmeden aynı siyah çuval yeniden kafasındaydı. Ayakkabılarını giymedi, yalın ayak yürümeye devam etti. Gelirken ayağını acıtan tek tük taşlara şimdi bilerek bastı.
…
Gece, evine geldiğinde onu alışık olduğu yüz karşıladı. Onun aksine Yansı hayat doluydu, saçlarında hala sıcak bir kahve, dudaklarında pembelik vardı. Teni, güzel bir kahverenginin belki de en tatlı tonuydu.
“Hoşgeldin! Yemek yaptım, yersin değil mi?” dedi Yansı heyecanla.
Gece, gülümsemeye çalışsa da çok başarılı olamadığını hissetti lakin Yansı’nın onun bu suratsızlığına alışık olduğunu biliyordu. Ayakkabılarını çıkardığında yere damlayan minik kan damlası Yansı’nın gözünden kaçmadı:
“Gece! Ayaklarına ne oldu?” Yere doğru eğildi ve arkadaşını bileğinden kavradı. Ayak tabanında oluşmuş olan yara ve çiziklere bakmak istese de Gece izin vermedi:
“Biraz toprakta yürüyeyim dedim ama dalıp taşlı patikaya girmişim. Bir şey yok.” Gece, üzerindeki kabanı vestiyere asmadı çünkü her bir yanı kan kokuyordu. Hoş, Yansı’nın da bu kokuyu tanıyacağını biliyordu.
Kardeşi bildiği arkadaşını geride bıraktı, odasına ilerledi. Beyaz rengi kapısını kapattı ve kendini odanın ortasında dikilirken buldu. Gece, çok uzun yıllar en kötü yetimhanelerde kalmış, en pis yataklarda uyumuştu. Sokaklarda gezmiş, hatta birkaç gece ceza aldığı için ıslak bir köpek kulübesinde bile uyumuştu. Lakin Gece, daha önce hiç bu kadar pis hissettiğini hatırlamıyordu. Ellerinde izi kalmış olan kanın çitilense bile çıkmayacağını biliyordu.
Yavaşça banyoya doğru ilerledi, Yansı’nın girmemesi için kapıyı kilitledi. Üzerindeki kıyafetleri teker teker çıkardı. Hepsi yerde kümelendiğinde kendini küvetin içine bıraktı ve soğuk suyun yavaşça kasıklarına, ardından bileklerine ve sonra dizlerine ulaştığını hissetti.
O duymadı lakin kıyafetlerinin altında kalmış olan telefonu çaldı, çaldı ve çaldı…
Bembeyaz tavana bakarken kendisini küvetin dibine batırdı ve nefesinin bittiğini hissedene dek su altından çıkmadı. Siyah saçları beyaz küvetten taştı, beyaz elleri mermerle karıştı. Kalbi durmaya yeltendi, işte ancak o zaman derin bir nefes alarak sudan çıktı. Birkaç kez öksürdü, gözlerini ovdu. Ancak o zaman çalan telefonunu duydu. Küvetin içinden telefonuna uzandı, arayan kişi onu şaşırtmadı.
Numaraya tıkladı ve aynı otomatik ses ile karşılaştı. Şifreyi söyledi ve onu aramaya çalışan robot ses yeniden oradaydı.
Tabi ki de Gece’nin oraya götürüldüğünü biliyordu.
“Hani sormuştun ya bana, bu yola girmek istediğine emin misin diye?” diye konuştu Gece, telefondan bir ses çıkmadı lakin telefonun ardındaki kişi pür dikkat dinliyordu kadını:
“Ben bugün kendi fermanımı bizzat imzaladım, hem de onurumla.” Telefondan ses gelmedi lakin Gece konuşmayı sürdürdü. Uzaktaki aynadan kendisini gördü, göz altları simsiyahtı ve yanaklarında siyah siyah süzülmüş yaş izleri vardı. Küvetin içindeki berrak su şimdi açık bir pembeye, saçlarının etrafındaki kısım ise saçlarındaki kuzgun siyahı boyanın etkisiyle siyaha boyanmıştı. Su bile kanlıydı artık.
“Bana bugün onurumu ayak altına al dediler. Aldım. Elin kolun bağlı dediler, bağırmadım. Öldür dediler ve ben…öldürdüm.”
“Gece…” dedi mekanik ses, Gece ise vücudunu saran suyu temizlemedi. Kendi pisliğinde boğulmayı tercih etti, en azından bir süre.
“Kafama bir çuval geçirdiler. Götürdükleri yer malikaneydi ama farklı bir yol kullandılar. Yolun çıktığı yer malikanenin arka taraflarında bir yerdi. Beni indirdiklerinde ormana doğru açılan patika bir yoldan yürüttüler, kafamda yine çuval vardı.”
“Orayı bulmanı istesek bunu yapabilir misin peki?”
“Seni oraya götürdüğümüzü hayal et. Sana, bize ‘yolu tarif et’ desek, hislerinle bunu yapamazsın değil mi?” dedi mekanik ses. Telefonun ardındaki kişi de aklındaki bütün olasılıkları değerlendirmek zorundaydı:
“Bulurum.” dedi Gece, telefonun ardında şaşırmış olan kişiyi göremedi.
“O nasıl olacak?” diye sordu mekanik ses.
“O patikayı bilerek ayakkabısız yürüdüm. Çok geniş bir yol değil, minik minik tepeciklerden oluşuyor. Arada toprak oluyor yol. Yine gözlerimi kapatırsam ezberlediğim dokuyu ezbere gidebilirim.”
Mekanik sesin sahibi konuşmadı lakin kadının bu hareketinden etkilendiği bir gerçekti.
“Ne yaptırdılar sana?” diye sordu telefonun ardındaki.
“Bir kulübe vardı, malikanedeki gibi orada da malzemeler vardı ama tarih öncesinden kalma. Evin etrafında iki ceset vardı, üstünde yaprak tomarları vardı ama ayak ve baş kısımları dikkatli bakıldığında barizdi. Bir odada bir adam kıvranıyordu. Teslimatı ver dedi Bülent. Adamı kurtarmak umurlarında değildi, tek tüp kanı bile zor buldum. Adamı kurtaramadım, midesindeki mikro poşeti buldum. Birkaç elmas ve minik bir çip vardı.”
Konuşurken genzinin yandığını hissetti Gece. Anlatması kolaydı lakin yaşadığı anlar hiç kolay olmamıştı. Soğukkanlı davranmıştı, oturup ağlamamıştı fakat onurunun da bir yaprak yığınının altında kaldığını hissediyordu. Bir anlığına da olsa her şeyi bırakıp gitmek istedi; yapamadı.
“Seni korumaya alacağız. Bunu daha önceden de anlatmıştım zaten. Prosedürü biliyorsun.”
Gece, derin bir nefes daha çekti içine:
“Benden önce Yansı, bunu önceden de belirtmiştim. Benim yüzümden ona bir şey olmayacak.” dedi Gece net bir tavırla. Yansı’nın duyma ihtimalin karşı sessiz bir şekilde konuşuyordu.
“Söz verdiğim gibi.” dedi mekanik ses.
“Beni bundan sonra takip edeceklerdir, öyle değil mi?” diye sordu Gece.
“Artık senin de elin kana bulandı, kontrol altında tutmak isteyecektirler. Bir ekibimiz arkanda olacak, korkma.”
“Sadece Yansı. “dedi Gece, “Kendim umrumda değil fakat onu koruyacaksınız, sonuna kadar.”
“Ben sözümü tutarım Gece, yaptığın bu fedakarlıklar karşısında verdiğim sözleri tutacağım. Kardeşinin dosyası için de elimden geleni yapıyorum.” dedi yeniden mekanik ses. Çok geçmeden telefon kapandı. Gece, kan bulanmış suyu boşalttı ve en baştan, bir kez daha yıkandı. Belki on defa yıkansa teninde hissettiği kirden anca arınırdı.
İşi bittiğinde üzerine geçirdiği bornozla yatağına uzandı.
“Bir şey yemeyecek misin? Aç aç yatma. İyisin değil mi? Hasta falan değilsin?” dedi Yansı, yatağında uzanan kadının yanına oturdu ve elinin tersini alnına yasladı.
“İyiyim ben, uyanınca yerim. Yoruldum sadece.” dedi Gece, yatağında cenin pozisyonu aldı ve gözlerini Yansı gidene dek kapalı tuttu. O gittiğinde gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. Gökyüzü hala oradaydı ve dün olduğu gibi bugün de onun tek özgürlüğü bu gökyüzüydü. Yine derdini gökyüzüne anlattı. Yine görmediği lakin varlığını bildiği yıldızlara bakarken uyuyakaldı.
🖤🥀🌃
Kayalıklara çarpan suyun sesi hemen diplerindeydi. Şehrin soğukluğu burada kendini daha da belli ediyordu. Aylin ve Ethem, Aybüke’nin onlara verdiği görev doğrultusunda şehrin dışında bir sahil evine gelmişlerdi. Bulundukları konum gözlem için uygundu ve fakat içeriye girmeleri mühimdi.
Elindeki dürbünü çekti Aylin. Yanında oturan adama döndü ve ikisi aynı anda kar maskelerini geçirdi. Arabadan çıkmadan önce Ethem, kolundan tuttuğu kadını kendisine doğru çekti ve kulağının arkasına derin bir öpücük bıraktı. Aynı şekilde Aylin de sevdiği adamın yanağından öptükten sonra pozisyon almak için arabadan çıktılar.
Plan basitti. Gözlerimleri, onlara şu an en az bir buçuk saatlik bir vardiya değişimi olanağı tanıyordu. Amatörce yapılan bu değişimler, onlara aradıkları esnekliği sunuyordu. Ethem, özel kuvvetler askeriydi. Evin arkasındaki camdan tırmanması ve boş odaya geçmesi bir dakikalık bir işten ibaretti. Aynı şekilde sızdığı evdeki kapıyı açması ise on beş saniye. Aylin, etraftan fotoğraf toplarken kapıya yanaştı. Sevgilisi dakik bir insandı. Tam tamına bir dakika on altı saniye sonra plastik kapı açıldı:
“Bir saniye geciktin.” dedi Aylin.
“Yaşlılığıma verin, Aylin patron.” dedi Ethem maskesinin altından gülümserken.
“Hala çıtırsın çıtır. Üzülme.”
Evin içerisinde adeta bir tüy mizali gezindiler. Kameraları etraftan görüntü toplarken onlar papatyalarla süslenmiş, beyaz dekorlu evin odalarına girdiler. Küçük, iki kişilik bir sahil eviydi. Cinayet işlemek için fazla beyaz, fazla duruydu.
İkisi de aynı anda baktılar birbirlerine. Bekledikleri manzara bu denli huzurlu bir yuva değildi.
Aylin, odalarda ilerlemeye devam ederken aralık bir kapı gördü. İçeriden makina sesleri geldiğini duydu, dikkatle kapı arasından içeriye baktı: Burası bir hasta odasıydı ve sedyede onlarca makinaya bağlı bir kadın yatıyordu.
“Komutanım.” diye fısıldadı Aylin lakin Ethem’in duyması için yeterliydi. Ethem’in de gelmesiyle kapıyı açtı Aylin. Bembeyaz saçları olan yaşlı bir kadın vardı karşılarında. Komodin ve pencere önü ise evin geri kalanı gibi papatyalarla donatılmıştı:
“Ben…ben böyle bir şey beklemiyordum,” dedi Aylin, kadına doğru temkinli adımlar atmaya başladı. O sırada Ethem etrafa bakıyor, çekmecelerde ne var ise taratıyordu. Aylin de şaşkınlığını bir yana bıraktı ve kadının ayak ucuna yerleştirilmiş dosyaya uzandı. Yakasındaki kameradan dosyalar taranırken o kadının kişisel bilgilerinde oyalandı:
“Kadın komada.” diye kendi kendine mırıldandı Aylin fakat Ethem de dinliyordu onu.
“Elimdeki dosya çok eski bir ameliyata ait. Kadın zamanında vurulmuş.” dedi Ethem, aynı anda tuttuğu, el yazısı ile doldurulmuş olan sağlık belgesini taratıyordu.
“Sence kim?” diye sordu Aylin camın önündeki bakımlı papatyalara bakmaya devam ederken.
“Bilmiyorum ama bir tahminim var tabi.” dedi Ethem. İşini bitirmiş, bütün odayı taratmışlardı. Sevdiği kadının yanında durdu Ethem:
“Bu denli uzak tutuyorsa herkesten, hatta kendinden bile…bence şu an Yusuf’un aşık olduğu kadın tam olarak burada.”
“Ben de düşündüm ama bir türlü ikna olamadım. Böyle bir adam nereden bilebilir sevmeyi?” dedi Aylin, içten içe sinirlenmişti. İkisi de yavaşça odadan ayrıldı. Ev küçüktü ve yarım saat içinde her yer taratılmıştı. Ev içinde herhangibir kamera veya alarm sistemi saptanmadığı için işleri tahminlerinden çok daha kolay ve hızlı bitmişti.
“Aslında tam olarak kanıt da bu, fıstığım.” dedi Ethem.
“Ellerinden kan damlayan, katil bir adam bile onca karanlığın ardından böyle bembeyaz bir ev yapmış deniz kenarına. Herkesten uzak, kendisi bile gelmiyor. Bu karanlıkta bunca aydınlığı ancak aşk açtırır, Hemşire.” dedi Ethem. Elini, tutması için yanındaki kadına uzattı. Aylin, müstakbel kocasına bakarken elini avucunun içine bıraktı ve son kontrollerle evden çıktılar.
Arabaya ulaştıklarında havanın soğukluğunu bir kez daha hissetti Aylin. Ethem, hızlıca ısıtmaları açarken aynı zamanda arabayı hızlıca oradan uzaklaştırdı. Çok geçmeden ana yola bağlanmışlardı.
“Bu adamı aylardır izliyoruz fakat izlediğimiz süre zarfında sadece bir kez geldi buraya.”
“Kendisinden koruyor bence.” diye cevapladı Ethem, tuttuğu elin üzerinden bir kez daha öptü, “Görmedin mi onca papatyayı?”
“Bence o papatyaların saflığının altında kadına saplanan kurşunun hikayesi var.” dedi Aylin, tek elini kolunun altına yerleştirdi ve gözlerini kapattı.
Kısa süren sessizliği bozan Aylin oldu:
“O ne demek! Ağzından yer alsın, saçma salak konuşma Aylin!” dedi Ethem.
“Aşkım.” demekle yetindi Aylin, bu aslında sakin ol demekti.
“Aşkım diyen ağzını yerim ama saçma salak konuşup tepemin tasını attırma Aylin.”
Gülümsedi Aylin lakin içten içe burkuldu da. En baştan evliliği bu yüzden istememişti, aralarındaki aşk çok güçlüydü ve evliliğin işlerine sokulacak bir çomak olmasından korktu. Fakat şimdi görüyordu ki bunun için artık çok geçti. Ölümle dans ettikleri görevlerinde aşkları onlara ölümün adını bile andırmıyordu.
“Peki.” dedi Aylin sessizce. “Komaya girseydim, beni kendinden uzaklaştırır mıydın?”
Yanındaki kadına sorgulayıcı bir bakış attı Ethem, tuttuğu eli daha sıkı tuttu:
“Ben de seninle derin bir uykuya girerdim, Aylin. Sensiz bir yaşam…Bilemiyorum ki nasıl olur?”
“Benden önce yaşıyordun ama. Aynı şekilde yaşamay devam edemez miydin?”
“Senden önceki yaşamımın dağlarda terörist avlamak olduğunu düşünürsek, çok da yaşadığım söylenemez, ha?”
Bu sefer ikisi de sesli bir şekilde gülmüştü.
“Pişman mısın?” diye sordu Aylin. Gülüyordu lakin içindekş şüphe her daim oradaydı: Ethem onun için hayatında büyük bir değişiklik yapmıştı.
“Ne için?” diye sordu Ethem, “Seni hayatımın tam ortasına aşkla koyduğum için mi? Şu an yanında olduğum ve güldüğüm için mi?”
“Ankara’dayken benim için… Benim için özel kuvvetleri bırakıp MİT’e geçmekten, hiç pişman oldun mu?”
Ethem’in dudağının kenarı mutlulukla kıvrıldı fakat az öncekine göre daha ciddi bir tavırla konuştu:
“Dört yıl önce seni gördüğüm o ilk görevde dedim ki, ‘Ethem, oğlum, bu kız bizi öldürür. Biz bu kıza gidersek göz göre göre intihar ederiz.’ Sonra bir baktım, albayın yanındayım, yalvar yakar… Bir de bakıyorum Şırnak’tan kalkıp gelmişim Ankara’ya. Elimde valizim olarak sırt çantam var sadece…Çok şey yaptım o günden sonra Aylin, hayatım boyunca çok şey yaşadım ama pişmanlığı bırak, belki de tek iyikimsin sen benim.”
Aylin, yola bakan adamın çehresini izlerken gözlerinin dolmasına engel olmadı. Çok çektirmişti ona. Dört yıl önce geldiği günden bu yana üç yıl süründürmüş, teklifini ise dört ay önce kabul etmişti. Ethem, birinci ayın sonunda ise evlilik teklifini etmişti.
“Ethem…” dedi Aylin. Normalin aksine gözleri daha kolay dolmuştu bu sefer. O kadını öylesine derin bir uykuda görmek, hele de yanı başındaki onca papatyayla uyuduğunu seyretmek ona nedense ağır gelmişti. Dünyada onca güzellik vardı, en basitinden baş ucundaki çiçek kar beyazıydı lakin kadın ne kokusunu duyuyor, ne de güzelliğini görüyor, kar yağdığında pamuk misali düşen karları izleyemiyordu.
Aylin, neden bu denli etkilenmişti ki?
Sevdiği adamın yanağını okşadı, yerinden hafifçe kalkıp Ethem’e doğru uzandı ve dudaklarını uzunca bir süre yanağından ayırmadı. “Seni seviyorum.”
Ethem, şaşkınlığını gizlemedi. Yola bakmaya devam ederken fırsatı oldukça yanındaki kadına baktı:
“Beni terk mi edeceksin?” diye sordu telaşla.
“Ne alaka? O da nereden çıktı şimdi!” diye sordu Aylin.
“Ne bileyim… Gözlerin doldu, öptün, seni seviyorum bile dedin. Bak… bir fena oldum ha.”
Birkaç saniye bakışmadan sonra keyifli bir kahkaha saldı Aylin, “Of, Ethem ya!”
Kafasını müstakbel kocasının koluna yaslarken aklına yıllar öncesinden kalan bir anı düşünce gülümsemeden edemedi Aylin. Bu anının tatlı heyecanıyla uykuya daldı, yorulmuştu…
“Kasırga Timi!” diye bağırdı Hüseyin Albay. Kavurucu güneşin altında bekleyen Kasırga Timi bir ağızdan bağırdı:
Kasırga Timi’nin yardımcı komutanı Ethem Alaz’dan başkası değildi. Akademinin en yetenekli, en güçlü askerlerinden biriydi. İşi gücü askerliği olan bir adamdı, aşk ile yolları daha önce hiç kesilmemişti.
Kesilmesini de istemezdi Ethem, şayet onun tek aşkı vatanı ve toprağıydı.
“Sizi neden çağırdığımı biliyorsunuz! Bu özel görevinizde Rusya’ya gideceksiniz ve esirin yerini öğrenip, evladımızı buraya geri getireceksiniz!”
Askerlerinin hepsi hazır olda beklerken son kez baltı onlara Hüseyin Albay:
“Ve bu uluslararası görevde Milli İstihbarat Teşkilatı ile koordine ilerleyeceğiz!”
“Size çok yardımcı olacağını bildiğim biri de size eşlik edecek.”
Ethem Alaz, otuz üç yaşında enerji dolu bir askerdi. Hüseyin Albay, onu salsa dağda bayırda kurt misali terörist avlayacağını bilirdi.
Ethem, çenesi yukarıda, omuzları dik bir şekilde emir beklerken uzaktan onlara doğru yaklaşan bir kadın gördü. Ve belki de o kadın, hayatında gerçekten gördüğü ilk ve en güzel kadındı.
Uzun düz saçlarını balık sırtı örmüştü kadın, saçının ucundan sarkan asker yeşilibir bandana, boynunda ise ağzını kapatan ve sadece kahverengi bakışlarını ortaya çıkaran bir başka bandana takılıydı. Üstünde siyah sıfır kol bir atlet, altında ise kamuflajı vardı. Kahverengi göz görmüşlüğü çoktu Ethem’in ama bu gözler, dedi Ethem içten içte, bunlar büyülü olmalı.
Ethem’in kendinden emin ve dik bakışları bozguna uğraşmıştı.
“Tanıştırayım, kendisi Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından bu operasyon için misafir gönderilen ajanımız, Aylin.” Hüseyin Albay yanındaki kızı tanıttıktan sonra sözü kıza bırakmıştı. Kızın sesi görünüşüne nazaran çok daha derin ve yüksekti:
Aylin tek bir cümle söylemiş ve geri çekilmişti. Timdeki askerler onun devam etmesini beklerken, karşılaştıkları sessizlik onları bozguna uğratmıştı:
“Bu kadar mı?” dedi bir astsubay.
“MİT kelimesinin yeterli olacağını düşünmüştüm.” diye cevapladı adamı Aylin. Ethem ise az önce daldığı kahverengi gözlerden hala kurtulamamıştı. Bir insaın kirpikleri neden bu kadar uzun ve güzel olurdu ki zaten?
“Bacım…Pardon, Aylin Hanım. Bir şey sorabilir miyim, aşırı merak ediyorum. Valla sormazsam çok içimde kalır. Sorayım mı? He?” diye heyecanla konuştu bir çavuş,
“MİT’in her şeyi bildiği doğru mu? Yani, mesela benim adımı bilebilir misin?” diye böbürlendi çavuş.
“Çavuş Mehmet Giray.” dedi Aylin genç çavuşa doğru. “Antalya.”
“Oha!” diye heyecanla yükseldi çavuş, albay çoktan gitmişti. Yanındaki komutanlarından özür diledi ve yeniden kadına döndü:
Gözlerini devirdi Aylin, çavuşa doğru bir adım attı ve elini adamın göğsüne koydu:
Timin geri kalanı adeta hönkürürken Aylin de gülümsemesini saklamadı. O sırada Aylin’in gözleri tek gülmeyen adama kaydı. Keskin tıraşlı, belirgin yüz hatları olan bir adamdı. Timin diğer üyeleri arasında en uzunu ve en yapılı olanı da yine oydu.
Aylin, adama ancak bakmakla yetindi ve albayın uzaktan ona seslenmesiyle geri döndü ve binaya yürümeye başladı. Ethem, ilerleyen kadının ardından uzunca baktı, baktı, baktı… Ta ki kadın sert çehresiyle tekrar arkasını dönene kadar.
…
Sizce Gece’nin konuştuğu bu ses kime ait???
Asiye Bergen… nasıl bir rolü olacak sizce, olaylarla alakası ne??
Bundan sonraki birkaç bölümün bilişsel yükü diyeyim artık, bir tık ağır olacak. Ve önümüzdeki üç dört bölüm sonra sezon finali diyeceğiz…
Kendinize çok iyi bakın, bir sonraki bölüm çok hoşunuza gidecek… Allah’a emanetsiniz canlar❤️
Şöyle emojilerle minik bir spoi👇🏻🫣
❤️🔥💃🏻🖤🔥🌌
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
11.92k Okunma |
813 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |