Herkese merhaba canlar. Yeni yıla özel bölümle geldim.
az önce yeni yıla girerken birazdan okuyacağınız geri sayım kısmını gerçek hayatla aynı anda yazdım. Bana çok güzel bir anı olarak kaldı, yetiştirmeye çalışırken elim ayağım karıştı o ayrı😂🥲
Yeni yıla tek başıma, kulağımda kulaklığım ve elimde Viraha ile girdim. Yatılı okumamdan mütevellit ailem de uzaktaydı. Eğer bir gün ‘bu Kalopsia niye hep yalnız karakterler yazıyor’ derseniz cevabım olsun.
Yazarların kelimelerinde acılar saklıdır. Bu bazen başkalarınındır bazense onların. Benim onca karakterimin yalnızlığı ve geçmişleri benden birer parça, bunu fark ettim. Kendime yetişememişken başkalarının acısını daha yazamadım.
Hepinize sağlıkla geçireceğiniz, umutlarınızı teker teker gerçekleştireceğiniz, yalnız anlarınızda dahi sevineceğiniz, her aynaya bakışınızda memnuniyet ve mutlulukla gülümseyeceğiniz, kendinizi harap etmeden başarılar elde edeceğiniz, kendinizi de unutmayacağınız mutlu bir yıl dilerim. ❤️
Yorumlarınız benim için çok değerli, yazmam için teşvik ediyorlar🙏🏻
16. Bölüm
“Sıfır Noktası”
1. Kısım
Kendinize bir umut bağladığınız zaman hayatın zorluğu azalmazdı belki, hatta belki bu umudunuz acınızı bile arttırabilirdi. Olasılıklar denizine atlamak gibi bir şeydi umut etmek. Fakat eğer umut etmeseydiniz, hiçbir zaman denizin altındaki farklı yaşamı göremezdiniz.
Oğuz, timi ile beraber gittiği saha görevini başarıyla tamamlamış, ülkesine dönüş yapmıştı. Operasyonda kendi üzerine düştüğü gibi yüzbaşıyı sağ salim vatan toprağına döndürmüştü. Sorgu kısmı Aybüke ve bakanlığın görevi olacaktı. Ankara’da, Kale dedikleri binada son evraklarını tamamlıyordu Oğuz. Bittiği gibi İstanbul’un yoluna revan olacaktı.
Kapı tıklatıldı. Aynı anda içeriye bir asistan girdi, “Oğuz bey.”
“Gel Mustafa, şu imzalananlar başkanlığa götürülecek. Onun dışında ben çıkıyorum, telefon açıkta olacak.”
Baş selamı vererek ayrıldı odadan Mustafa, Oğuz ise aynı anda eşyalarını toplamış, ayaklanmıştı. Kale’nin soğuk koridorlarında yürüdü, gittiği yol belliydi. Operasyondan ilk döndüklerinde de bir gece yarısı uğramıştı yanına. Fakat o gün bu gündür kollarında ağlayan kadın asla gözünün önünden gitmemişti. Ağzından çıkmış olan her bir kelime vücuda saplanan bir hançerdi: Hak edilmiş hançerler.
Oğuz bunu düzeltecekti. Ne olursa olsun diye geçiriyordu içinden, bu kızı böyle üzmeye hakkı yoktu, ikisinin de belirsizlik havuzunun içinde boğulmaya hakları yoktu.
Belki de en iyisi gitmekti ama Oğuz’da da bu güç yoktu.
Madem kendisi demişti bir daha seni bırakmam diye, madem Yansı onu affetmiş, uzatmadan tekrardan kabul etmişti onu, batırmayacaktı. Hikayelerini yarım kaldıkları yerden bizzat kazıyacaktı ağaç kabuklarına. Onların hikayesi daha başlamamışken bir son yazmayacaktı.
“Oğuz, nereye?” Giden adamın arkasından seslendi Atlas. Oğuz durdu, hızlıca arkasını döndü.
“İzne.” Atlas olduğu yerden yavaş adımlarla Oğuz’a doğru yaklaştı.
“İstanbul’a mı?” Başını evet anlamında salladı Oğuz. Atlas da başını sallıyordu fakat aklını kurcalayan şeyler olduğu belliydi. Onun da yapması gerekenler vardı fakat yapamıyordu, durduğu yerde takılmıştı. Hareketsizdi.
“Sen iyi misin?” diye sordu Oğuz. Bu sefer başını sallayan Atlas’tı. “İzne ne zaman ayrılıyorsun?”
“Bilmiyorum. Buradaki işler bir bitsin..”
“Ne işin kaldı oğlum? Gel, ben yardım edeyim bari. Git biraz dinlen sen de. Bir şey diyeceğim ama alınma da, çökmüşsün oğlum. Sahaya bile çıkmadın. Ne oldu?”
Şaşkınlıkla baktı Atlas, “Pardon? Abarttın he sen de. Az biraz uykusuz kaldık diye…”
Karşıdaki camdan yansımasına, dağınık saçlarına baktı. “Cidden o kadar mı kötü lan?”
“Şaka yaptım.” Hayır, Oğuz gayet ciddiydi, göz altları mosmordu.
“E iyi madem, bana iş kalmadıysa eyvallah. Öptüm aşkısı.” Oğuz sahte bir öpücükle yoluna döndü, yolda gördüğü çalışma arkadaşlarına selam verdi. Her biri ona geri gülümsedi çünkü Oğuz’un yüzünde açmış istemsiz bir gülümseme vardı: Bu gülüşün adı Yansı’ydı.
Arabasına yerleşti, radyoyu açtı. Yol ilerledi, dakikalar geçti. Aklına mazi gelmeden edemedi. Yıllar öncesine kadar yine ödünç aldığı arabalarla Yansı’nın evine gider, onu alırdı. Hep arardı Yansı, “Uyuuz, beni de alsana. Oğuz yeni sergi açılmış! Ooo, paşam ehliyet aldıysan yan koltuk benim. Uyuz beni iki dakika okula bırakır mısın? Oğuz annemler görmeden kırtasiyeye gitmem lazım, kalemlerim bitti, desen çalışacağım…”
Yarım kalmışlık hissi vardı kalbinde. Belki hayata, belki de sevdiğine.
Kadıköy sahilinde esti ruhum rüzgar oldum”
Bu şarkıyı biliyordu, Yansı’nın instagramını incelerken en iki paylaşımında dinlemişti bu şarkıyı. Yüzündeki gülümseme geçmedi, aksine büyüdü. Sesi açtı, şehir dışı yolculukta yollar boştu. Saat akşamın beşi, günlerin herhangi biriydi. Oğuz kendini aynı kadını düşünürken, dilinden onun sevdiği şarkı dökülürken buldu.
“Oğlum Oğuz, şu haline bak.” Kendisine güldü, inanmıştı. Her şeyin artık yoluna gireceğine inanmıştı, bunun için yollardaydı. Çocukluğunda da böyleydi: Yansı üzülür, o inanırdı. Yansı resim hayaline tutunamamış, Oğuz onu sırtında taşımaya çalışmıştı. Ne olmuşsa Yansı yine vazgeçmişti hayallerinden. Bunun sebebini sonradan öğrenecekti.
Oğuz yollara revan olmuşken Ankara’da kalan Ethem ve Atlas Aybüke’nin taburcu olmasıyla ilgileniyordu. Başkanları, evinde istirahate devam etmek kaydıyla taburcu edilecekti.
“Doktor bey, kontrol altında tutulması gerekmez mi?” diye sordu Atlas Ethem ile birlikte.
“Merak etmeyin, zaten hayati bir risk durumu kalmış olsa asla izin vermem. Fakat istirahat çok mühim.”
Kağıtlar imzalanıyor, çıkış planlanıyordu. “Aybüke acele etti.” diye konuştu Ethem, istemeye istemeye imzaladı kağıtları. “Atlas, çip taraması nasıl gidiyormuş?” diye sormayı ihmal etmedi.
“Çağatay açamadığı şifreleri merkeze yollamış, onun dışında kapsamlı olarak yarısından çoğu tamamlanmış.”
“Güzel. Sen kalacak mısın burada?”
“Az biraz daha buradayım, birkaç işim var.”
“Aybüke hanımın yarın sabah itibariyle çıkışını verdim. Geçmiş olsun.”
Ethem durdukları vezneden ayrıldı, “Ben bir gidip Aylin’e bakayım, Aybüke’nin yanında olacaktı.”
“Ben de dışarı çıkıyorum.” Herkes yoluna gitmişti. Ethem odaya geldiğinde kapı aralıktı, acı dolu inlemeler geliyordu. Aralık olan kapıdan görmek mümkündü: Aylin, Aybüke’nin kollarına girmiş onu taşımaya çalışıyordu fakat Aybüke ayakta duramıyordu bile. Yanında duran tuvalet kapısına ulaşmak bile ayrı çabaydı. Aybüke yavaş yavaş yatağına geri otururken Ethem kapıyı çaldı, girdi. Aybüke hızlıca yüzündeki acıyı sildi. “Aybüke, iyi misin?” Görmemiş gibi davrandı Ethem, Aybüke’nin gücünü biliyordu. Acıma dolu bakışlarla onu kötü hissettirmeye gerek yoktu. Acınacak bir hali yoktu. Aksine, hayran olunacak bir gücü vardı.
“İyiyim. Çıkıyor muyum, halledebildiniz mi?”
“Yarın sabah.” Teşekkür etti Aybüke. Operasyonun ardından onların görevi bitse de onun için Ankara’da kalmaya devam etmişlerdi.
“Hadi gidin artık, izninizi iyi kullanın. Döndüğünüzde tam takır görmek istiyorum sizi.”
Aylin, Ethem’in uzattığı eli tutmadan önce yine aynı şekilde telefonunu Aybüke’ye doğru salladı, telefonum açık.
Elleriyle gidin işareti yaptı Aybüke, yüzünde acısını sakladığı gülümsemesi vardı.
Çok geçmeden kapı kapandı, Aybüke yeniden yalnız kaldı. Ethem’den sakladığı inlemesi dudaklarından kaçtı: Canı yanıyordu, her anlamda.
“Kaç gibi İstanbul’da oluruz?” diye sordu Aylin el ele yürüdüğü adama.
“On saat falan.” Olduğu yerde durdu Aylin.
“Pardon? İstanbul’a gitmiyor muyuz?”
Ethem de Aylin gibi durdu, yüzünü ona döndü, gülümsüyordu, “Seni ailemle tanıştırmaya götürüyorum. Tabi izin için başka planınız yoksa benden saklı, Aylin patron.”
Şaşkındı Aylin, “Rize’ye mi gidiyoruz?”
Başını evet anlamında salladı Ethem. Aylin yine aynı panik ve heyecanla konuştu, normalde heyecanlı bir kadın değildi. Bu tür duygular bu adamla girmişti hayatına.
“Ne demek olmaz?” diye sordu Ethem. Karşısındaki kadın bocalamışçasına sağına asoluna bakınıyordu. Ethem onun en çok bu hallerini seviyordu: Tıpkı diğer bütün halleri gibi.
“Ama kıyafetlerim falan yok. Hazırlık yapmadım!”
Tuhafsadı Ethem, “Ne hazırlığı?”
“Ne bileyim ben Ethem! Her gün kocamın ailesiyle tanışmaya gitmiyorum ya.” Saçlarını oflayarak topladı. O başka alemlerdeyken Ethem çok farklı bir duygudaydı.
“Neyinin neyi?” Ağzı kulaklarındaydı adamın.
Aylin salak mısın der gibisinden baktı adama, anlamamıştı.
“Ne dedin bi daha de bakayım.”
“Aileyle tanışmaya gitmiyorum?”
“Kız o değil, ondan önce dediğin.”
Anlamamazlıkla baktı Aylin. Ethem buna daha da çok sevindi, kocam demişti ona, hem de farkında olmadan.
Şimdi anlıyordu Aylin bu heyecanı. İstemeden utandı bu davranışına, “Bacanak mı demeliydim?” diye ekledi. Bozuntuya vermedi.
Gülen bu sefer Ethem’di. Kolunu sevdiği kadının omzuna attı ve arabaya doğru ilerledi. Büyük bir araçtı Ethem’in arabası. Aylin, arka kapıya doğru ilerledi.
“Nereye gidiyorsun?” diye merakla sordu Ethem.
“Arkada mı oturacaksın? Hem de on saat!”
“Yatacağım Ethem, hem de on saat.”
Cıkladı Aylin, “Yok, rahat değil orası.”
“Ne demek yok. Dizime yatırırım seni işte, gel sen.”
“Ya yok! Arkada gideceğim. Hem sen yaşlısın, bir yerlerin tutulur şimdi mazallah, riske atmayalım.”
Aylin Ethem’i vuracağı yerleri iyi biliyordu. Ethem de aynı Aylin gibi kinaye ile konuştu:
“Öyle seviyorsunuz sanıyordum, Aylin hanım.” Yavaşça Aylin’e doğru ilerledi.
“Bu yaşlı adamı sen sevdin.” dedi Ethem, ellerini Aylin’in beline sardı. Aralarında dokuz yaş vardı ve Aylin bunu önemsemese de dalga geçmeyi eksik etmiyordu.
Aylin gülümsedi, sarıldığı adamın yanaklarından öptü, “Şaka yaptım. Hadi arkadan al yastığı, önde uyuyacağım.”
Onlar da Rize yolunu tuttu, bu yolun sonunda da aşk vardı. Üç sene ilmek ilmek işlenmiş bir aşkın yoluydu bu. Aylin, hala içten içe korkuyor, Ethem’in ailesinin onu sevmesini umuyordu. O çok önem vermese de Ethem’in ailesine verdiği değeri biliyordu; onun içindi bunca endişe.
Yine Ethem için, yine yüreğinde var olmuş ve var olacak tek sevda için.
Atlas, şehirdeki büyük bir markete gelmiş, sepetini dolduruyordu. Ağzına kadar taşmıştı market arabası, yiyecekler, oyuncak, çiçek, peri ışıkları…
“Yardımcı olabileceğim bir şey var mı beyefendi?” diye sordu bir eleman, başı ile teşekkür etti Atlas. Saatine baktı, 21.21.
Kasaya ilerledi, her birini poşetledi. Arabaya kadar taşıdı her şeyi, onun da yolu belliydi.
“Beyefendi, poşetlerinize bakabilir miyim lütfen.” Hastane güvenliği poşetleri kontrol ettikten sonra Atlas’ın kimliğine baktı. Atlas, son bir haftadır ezberlediği yolu ellerinde poşetlerle yürüdü.
“Kolay gelsin. Aybüke hanım uyuyor mu acaba?” Hemşire konuşan adama baktı.
Kapısına tünedi, odadan çıkan hemşire sayesinde hastane yatağında uyumuş olan Aybüke’yi gördü. Kapı kapanmadan içeriye girdi. Mesleki deformasyon olacaktı ki bie gölgeden daha sessiz, daha dikkatliydi. İstemese Aybüke asla onun orada olduğunu anlamazdı.
Kocaman camların önüne konmuş masaya baktı Atlas, üstündeki vazoya çiçekleri yerleştirdi. Örtüyü çektikten sonra poşette onun sevdiği ne varsa dizdi. Geçmişlerinde bulunmuş, geleceklerinde de bulundurmak istediği bütün anılar bir masadaydı şimdi.
Aybüke, çenesi omzuna yaslanmış yatarken Atlas aynı titizlikle baş ucuna yaklaştı. Saçları beyaz yastığa tezat dağılmıştı. Yüzündeki çürükler izlerini bırakmıştı esmer teninde.
Atlas, ellerindeki peri ışıklarını yavaşça hastane yatağının üstüne ve yanlarına sardı: Hastane ışıkları gözlerimi ağrıtıyor demişti zamanında Aybüke.
Mavi ışığı kapattı Atlas, oda bir anlığına kapkaranlık oldu. Saniyeler sonra sarı, loş bir ışık sarmıştı duvarları. Aybüke’nin yatağının çevresi bir bahçeye dönmüştü sanki.
Odanın köşesindeki sandalyeye kuruldu, yorulmuştu. Aybüke sadece pozisyon değiştirmişti; hala mışıl mışıl uyuyordu. Oturduğu yerden izledi onu Atlas, yarın taburcu olacaktı. Bir haftaya onca yılın özlemini sığdırmaya çalışmıştı, yetmemişti.
Bu son gecesiydi. Onu böylesine rahat izleyebileceği, belki de tekrar uyuduğu anları göreceği, yanına böylesine yaklaşabileceği son gece, son şans.
On dakika ancak oluyordu Atlas oturalı fakat uykusuzluktan mayışmıştı, Aybüke’nin mırıldanmalarına uyandı. Hızlıca odada bulunan bir köşeye sindi. Olanları görebildiği fakat görünmediği bir köşeydi. Aybüke uyanıyordu ve uyandığında geçmişini gözlerinin önünde görecekti.
Gözlerini yavaşça araladı Aybüke, artık acımıyordu gözleri. Her uyanışında baş ağrıtan o mavi ışık yoktu. Aksine, baş ucunu sarmalayan peri ışıklarına şaşkınlıkla baktı. Çok geçmeden pencere önündeki masaya ilişti gözleri.
Tuvalete gitmek için uyanmıştı fakat ayağa kalkmaya çalışırken bile amacını unutmuştu. İçinden içinden söylendi Atlas, kalkma. Ayakların iyileşmedi, yürüyemeyeceksin. Sonra yine kendine kızacaksın.
Yardım etmek, omzunda taşımak istedi.
Uzaktan bakmak dışında bir şey yapamadı. Geçmişini, kendisini ve de geleceğini tutmuş güçlü zincirlerin esaretindeydi.
Bugün Aralık ayının son günüydü, yeni yıla girmelerine yarım saatten az kalmıştı. O yüzdendi bu hazırlık. Atlas, kaç yıl onsuz girmişti yeni bir yıla, hepsinde de uyumuştu. Belki de yalnızlığı örtmek için uyumak, gülmeyi kaçırmak en iyisiydi. En güzel anlarda yalnızlık yarayı saha da kanatmadan uyumak sonu olmayan bir kaçıştı. Atlas hep bunu yapmıştı.
Atlas Coleman yeni yıllarda partiler, içer, bir Alastan yeğeni olarak hayatını yaşardı.
Onur ise odasındaki peri ışıklarının altında uyurdu.
Aybüke belinin acısıyla inledi, zor da olsa ayaklarını yataktan indirdi. Terliklerine baktı, ayakları hala pansumanlıydı. Arada sızı giriyor ve geçmek bilmiyordu. Ayaklarını terliklerine uzattı, terlik dokunduğu yeri yakıyordu sanki.
“Ah!” Acıyla inledi, hatta bağırdı. Ayakta durmaya çalışırken yaşlar düştü gözlerinden. Zordu, çok zor.
Elleriyle destek almaya çalıştı, teni acıyordu. Atlas yumruklarını sıktığını fark etmemişti, dikkatle kadını izliyordu. Ona koşmak, acısını almak istiyordu. Yapamazdı, yapmamalıydı.
Akan tek gözyaşı Aybüke’ninkiler değildi.
Aybüke iki büklüm olmuş bir şekilde ellerini duvarlara vura vura yürüdü, tuvalete girdi. Yatağının yanında duran değneklerini almadığını fark etti Atlas, aslında hiç buraya gelmemesi gerekirdi. Duramamıştı. Onca zincire inat kendi kendini yakmayı tercih etmişti.
Hızlıca değnekleri tuvalet kapısının yanına dayadı, saklandığı yere döndü. Çok geçmeden Aybüke çıktı, değneklere tutundu. Uykulu halinden olacaktı ki değneklerin oraya sonradan geldiğini fark etmemişti.
Değneklerle masaya doğru ilerledi, Atlas’ın az önce uyuduğu koltuğa oturdu. Tek tek masada ne varsa baktı. Her birinin anısı vardı sanki.
On yedi yaşındayken her gün akademiye getirdiği çikolata, nikahında yol üstünden aldıkları çiçekler, zamanında kaybettiğine çok üzüldüğü çocukluk oyuncağının aynısı ve onca şey ona bakıyordu. Kim koymuştu bunları diye düşünmesine gerek yoktu. Her ne kadar bilmek istemese de cevap netti. Sesli dile getirmedi.
Vazoya konmuş çiçeklere uzandı, yaralı parmaklarıyla beyaz çiçeklere dokundu. Aybüke’nin aksine onlar narindi, saftı.
Aybüke beklentiyle çevresine bakınsa da Atlas’a dair hiçbir şey göremedi. Ona gelmiş olan peluş oyuncağını aldı, aynı acıyla yürüdü yatağına doğru.
Sevdiğinin acı çekmesini görmek zordu.
Sevdiğin acı çekerken ona dokunamamak ise ızdırap.
Aybüke yatağına geçti, sırtını dikleştirdi. Elinde tuttuğu oyuncağa baktı, sarıldı. Belki biri onu böyle görse oyuncağı camdan dışarı fırlatırdı ama şu an bir zamanlarki gibi olmak istedi. Belki hayatını masadaki çiçekler gibi aklayamazdı fakat birkaç dakikalığına da olsa o zamanları hatırlayabilirdi. Elimizde tutamadıklarımızın acısı bazen hatırlamakla çıkıyordu. Bu, bazen size yetiyordu. Yettirmeye alışmaya alışıyordu insan.
Saat 23.59’du. İkisi de belki yıllar sonra bir yeni yılda yan yanaydı: Biri bir kuytuya saklanmıştı fakat oradaydı.
Aybüke camından tek tük havai fişekleri gördü, peri ışıklarının loşluğunda peluşuna sarıldı. Yalnızdı. Yani, en azından onun açısından.
Saate baktı Aybüke, 5, 4, 3, 2, 1…
“Mutlu yıllar.” dedi Aybüke, ruhu ona ‘Atlas yakında’ diyordu. Atlas’ın ruhunu hissediyor gibiydi.
“Mutlu yıllar.” dedi Atlas içten içe, ruhu her daim onunkinin yanındaydı, yanında da olacaktı.
Çok geçmeden uykunun kollarına bıraktı kendisini Aybüke. Atlas, onun uyuduğundan emin olduğunda saklandığı yerden bir gölge misali çıktı. Kapıya doğru dönmüşken durdu, son kez arkasına baktı.
Yavaşça eğildi, saçlarından öptü. Odadan çıktı. Yeni yıl böyle geldi işte, aniden ve özlemle.
Oğuz son birkaç saattir yollardaydı. Hız kesmeden İstanbul’a gelmiş, gece yarısına yetişmek istemişti. Yol üstündeki bir kitapçıdaydı şimdi. Kaldığımız yerden devam edeceğiz demişti, öyle de olacaktı. Onların hikayesi 2011’in son gününde bir defter sayfasında durmuştu, on üç yıl sonra aynı yerden devam edecekti.
Defterlere bakıyordu Oğuz, Yansı’nın seveceğini düşündüğü birkaç defter almış, kalemler de eklemişti. Kasaya gitmiş, ödemişti. Heyecanlıydı, bunca zaman sonra heyecanı unutan kalbine Yansı dokunmuştu.
Arabasına geri bindi, öğrendiğine göre Yansı bugün evdeydi. Ona sürpriz yapacaktı. Bir kere getirdiği çay bahçesine uğradı. Çok zamanı yoktu, planladığı gibi olmasını umdu. Önceden bunları hep Yansı yapardı. Sanki şimdi kaldıkları yerden devam etseler ona borçlu olan özürlerinden bazılarını ödet gibi hissediyordu Oğuz.
“Abi, hoşgeldin.” dedi çay bahçesinde çalışan bir genç.
İzmir’de Necip amcanın yeri gibi olmasa da benzer bir yerdi. Farklı yerlerde aynı duygular hissedilemezdi belki fakat evini taşıyabildikten sonra her yerde mutlu olmak mümkündü.
Çocuk, Oğuz’u köşeye hazırlanmış, sarı lamba ışıkları ile donatılmış bir ağacın yanına getirdi. Yerlere serilmiş minderler çok rahat bir görüntü sunuyordu. Diğer insanlardan uzak, köşede onlara ayrılmış bir alandı.
Heyecanla tebessüm etti Oğuz, sabahtan beri dudakları kıvrılmaktan ağrımıştı. Yanında duran çocuğun sırtını sıvazladı, “Eyvallah abicim.” Cebine harçlık sıkıştırdı ve arabasına döndü. Gece yarısına bir saat vardı.
Yansı’yı aradı, arabanın hopörlerinden duymaya hasret kaldığı o ses yükseldi:
Yansı’nın ona dargın olduğunu biliyordu. En azından telefonu yüzüne kapatmamıştı, buna şükretti Oğuz.
“Evet. Neden? Bir şey mi oldu?”
Camından dışarı baktı, evinin önüne gelmişti.
“Döndün mü İstanbul’a, Ankara’ya gidecektin en son.”
“Döndüm. Ne yapacaksınız şimdi?”
“Hiç, oturuyoruz öyle Gece’yle. Pijama, terlik televizyon. Her zamanki gibi.”
“Peki. Kapatıyorum o zaman, görüşürüz.”
“Görüşürüz.” Yansı telefonuna baktı birkaç saniye, belki dışarı falan çağırır diye ummuştu. Dargın olabilirdi fakat bu Oğuz’u özlemediği anlama da gelmiyordu. Eskiden bildiği Oğuz onu asla yalnız bırakmazdı.
Gece ile televizyon izlemeye devam ederken şarkı söyleyenleri yorumluyorlardı. İkisi de pijamalarıyla koltuklara uzanmışlardı.
Çok geçmeden masadaki telefonu açıldı Yansı’nın, telefona uzandı. Gelen bir mesajdı.
Oğuz: Televizyon izlerken hala kırmızı kupanı kullanıyor musun?
Bir kaç saniye mesaja baktı Yansı, sonra gözleri diğer elinde tuttuğu kırmızı kupasına kaydı. Evet, kupası hala onunlaydı. Yüzünde şaşkınlığın getirdiği bir tebessüm oluştu.
Evet
Oğuz: Defter tutmayı bıraktın mı?
Cevap yazmadı Yansı, en son tuttuğu defter o geceye aitti. 2011’in son gecesi.
Oğuz: Benim ezbere bildiğim Yansı asla bırakmazdı.
“Yansı?” dedi Gece, gözleri dolan kıza merakla baktı. Yansı ise Oğuz dedi sadece, Gece anlamıştı.
Yansı yüzünde saklayamadığı gülülüşüyle yazdı:
O zaman beni daha iyi ezberlemen için sana bir fırsat veriyorum.
Hem on sekizinde hem de otuzunda aynı duygularla yazıyordu bu satırları. O zamanı öylesine tekrar etmek mutlu etmişti onu.
Oğuz: O zaman şansımı kullanıyorum hanımefendi.
Durdu Yansı, gülümsemesi açık bir ağıza dönüştü. Hızlıca yerinden kalktı, sokağa bakan pencereye koştu, siyah bir araba vardı kapıda, bir de ona yaslanmış olan uzun bir adam.
“Yansı? Ne oluyor be?” Gece de kalkmış, gölge misali arkasında durup baktığı yere bakmıştı. Yansı kalakalmışken sarstı onu. En ufak bir şeye bile heyecanlanabilen arkadaşını iyi tanıyordu; daha sabaha kadar durabilir böyle. “Git, hazırlan hadi.”
“Defol bu evden!” Kinaye ile konuştu Gece, yüzü sesindeki espriye nazaran hala baygındı, “Manitamı çağıracağım.”
Yansı koşarak odasına ilerledi, geçirdiği kıyafetleri de düzelttikten birkaç saniye sonra kendisini aşağıda buldu.
Gülümseyerek minik minik adımlarla koştu, sonda durdu. Normalde dargın olması gerekiyordu. Bir anda kendine geldi, sahte bir ağırbaşlılık takındı.
Oğuz eline uzandı, minik bir buse kondurdu ellerine. Bu eller dedi kendi kendine, bu eller kurtardı onca canı.
Oğuz, kadının kapısını açtı, oturttu.
“Çay içmeye.” Araba çalışmıştı, direksiyondaki ellere bakmadan edemedi Yansı. Eskiden elleri daha yumuşak gözükürdü Oğuz’un diye geçirdi içinden, şimdi damarları keskin bir biçimde belirgin kocaman elleri vardı.
Baş sallamakla yetindi Oğuz. Geldirinde gece yarısına yarım saat kalmıştı.
“Hoşgeldiniz.” dedi çay bahçesindeki garson, Yansı öndeyken onları hazırlanmış olan alana doğru götürdü. Oğuz, etrafına şaşkın şaşkın bakan kızı dikkatle izledi.
“Oğuz…” dedi Yansı, kurulan alana baktı. Ortada duran defter ve kalemler dikkatini çeken ilk şeydi. Oğuz ellerinden tuttu, mindere oturttu.
“Sana geç kaldım gibi hissediyorum Yansı.” dedi Oğuz.
“Ben sadece sana değil, hayata geç kalmışım gibi hissediyorum Oğuz.”
Oğuz kadının ellerini sarmaladı, “Özür dilerim. Elimde olan olmayan ve sana özür borcu olan her şey için ben senden özür dilerim.”
Yanlarında duran defteri aldı Oğuz, bu sefer ilk yazan o olacaktı. Acı bir tebessüm etti Yansı:
“En son bunu yaptığımızda..” Oğuz’un yeşillerine baktı, “Uzun soluklu bir ara vermiştik. Biliyor musun o günden sonra hiç yapmadım.”
“Sana söz, nerede kaldıysak oradan devam edeceğiz. Hiçbir şey kaçırmadan, eksiklerin boşluğunu doldurarak. Sanki birbirimize ya da hayata hiç geç kalmamışçasına.”
Yansı’nın gözleri istemsizce doluyordu.
“Bu sefer ilk ben başlıyorum.” dedi Oğuz ve yazdı.
“Bütün senem Yansı ile dolup taşsın. Her anım her saniyem onunla şenlensin. İlk ve tek gerçek dileğim o olsun.”
Kalemi Yansı’ya uzattı, Yansı kalemi alırken Oğuz’un yazdıklarını okuyordu.
“Sıra sende.” dedi Oğuz sevdiği kadının kahvelerine bakarken.
“Bütün senem Oğuz ile dolup taşsın. Her anım her saniyem onunla şenlensin. İlk ve tek gerçek dileğim o olsun.”
Oğuz da yazılanı okurken şaşırmadan edemedi:
Başını evet anlamında salladı Yansı, “Sanırım bundan sonraki her bir dileğim sana eş.”
Bir eliyle sevdasının yanağını okşadı Oğuz. Gözlerine baktı, eğer zamanında kalmış olsaydı cesaretini toplar açılırdı.
Kahverengi ve yeşil uzun bir uykudan sonra yeniden böylesine buluştu.
Oğuz kollarında tuttuğu kadına yanaştı, ikisinin de bakışları dudak ve gözleri arasında mekik dokudu. Artık bundan kaçış yoktu. İnsanlar doğru ve gerçeklerin farklı şeyler olduklarını söylerdi. Oysa onların tek doğrusu ve tek gerçeği vardı, olacaktı. Yansı Oğuz’un dudaklarını kendi dudaklarının üzerinde hissetti, narince boynunu kavramış olan eli tuttu. Öptü. Korkmadan sevdi. Onlar sevda ne bilmezlerdi, oysa sevda bu kadar severken yüreğin için korkmaya fakat sevdadan korkmamaya dairdi.
“Mutlu yıllar sevgilim.” dedi Yansı, gözleri kapalı, dudakları hala Oğuz’un dudaklarına yaslıydı.
Oğuz afalladı, sevgilim demişti Yansı.
Sıkıca sarıldı sevdiğine, minderlere yaslandılar. “Sevgilim.” diye tekrar etti Oğuz, aptal gibi sırıtıyordu karanlık semaya bakarken.
Yansı da göğsüne yaslanmış, şişme montların arasında yumuş yumuş olmuştu. Sesinde kahkahalar saklanmıştı adeta.
“Canım.” diye tekrarladı Oğuz, saçından öptü.
“Canın mıyım cidden?” diye sordu Yansı. Kahkahaları doldurdu alanı.
“Canımsın tabi. Canımsın, cananımsın.”
“Ya mı? Allah aşkına güzelim.” Kahkaha attı Oğuz.
“Eyvallah.” dedi Yansı da. Anlamsız şekilde mutlulardı.
Sarılıp yaslandılar, uzun zaman sonra baktıkları semanın altında bir kere daha buluştular. O gün Oğuz giderken Allahaısmarladık demişti ikiside. Hayat yollarını ayırdığı iki canı tekrar birleştirmişti. Yansı belki de ilk defa hayata bu kadar müteşekkirdi.
TAM TAMINA 310 KÜSÜR SAYFA SONRA KAVUŞTULAR. EY AHALİ BU GECE DUYGUSALIM🥹
(Kapağı değiştirdim fakat hala bulanık 🫠 Umarım düzelir..)
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
12.21k Okunma |
823 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |