
CANLAR!
Nasılsınız???♥️♥️♥️
63 SAYFALIK BÖLÜMLE GELDİM SİZE🥳
Daha da uzatmadan…
Keyifli okumalar dilerim
🤍
34. Bölüm
“Tekrarı Yok, Yaşayabildiğimiz Kadarız.”
“Kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun. Belki şarkı söyleyen bir kuş konar.”
Aşk, ruhunuza işlediğinde tanımadığınız bir benliğinizi ortaya çıkarır. Kâh seversiniz bu hâlinizi, kâh yaralar durursunuz. Ya da her şey paramparça olur, o sizi yaralar. Hem de derin, çok derin bir iz bırakır. O yüzden aptallık değildir aşktan korkmak.
Korkmuştu Aybüke. Korkuları yer yer geçmiş, yer yer iz bırakmıştı kalbinde. Bütün o izlerde tek bir adam vardı. Kalbine girmiş, orayı fethetmiş tek bir adam çıkmıştı karşısına. Onu bile değiştiren, kendinde bilmediği şeyleri günyüzüne çıkaran bir duygudan korkmamak ne mümkündü?
Hayatta sadece savaşarak kalabileceğine inanmıştı on yedi yaşındaki Aybüke. Hayatta kalmanın yaşamak için yeteceğini sanmıştı. Ta ki bir adam karşısına çıkıp da özgürlüğü ona tattırana dek.
Herkesten saklamışlardı aşklarını. Tim operasyonlara başladığında yalnızca Atlas bakmıştı Aybüke’ye. Kadının gözleri sanki haram kılınmıştı ona. Sonra Aybüke’nin gözleri de değmişti yeşillere. Aslında delicesine aşıklardı. İşte bu yüzden o denli iyi birer yalancı olmuşlardı ki…Evliyken dahi akademiden evliliklerini saklamayı başarmış iki genç büyüdüğünde mi beceremeyecekti bunu? Hele Aybüke, kendini kendinden saklamayı dahi öğrenmişti.
Atlas bulunalı ve Eduardo öleli on gün oluyordu. Aybüke, Atlas iyileşene dek onun yanında kalmış; işlerini devretmişti. Buna yine tepki ile yaklaşmıştı Mustafa Başkan fakat bu sefer izin vermemişti Aybüke onun hayatına müdahale etmesine. Atlas uyurken son sözünü söylemişti Aybüke.
“Sen ne benim ne de Atlas’ın hayatına karışmayacaksın artık. Bitti o devir, kapandı!”
Şimdi, Atlas’ın taburcu olmasına yardım ediyordu Aybüke. “Bol bol dinleneceksin, Atlas. Kritik bir dönem atlattın. Yine hızlı ayaklandın ama bunu aleyhimize çevirmeyelim.” diyordu doktor bir yandan.
Hastaneden çıktıklarında Aybüke’nin şahsi aracına bindirilmişti Atlas. Siyah, klas bir cipti. “Rahat mısın?” diye sordu Aybüke Atlas’ın kemerini bağlarken. Başını sallamıştı Atlas, vücudundaki yaraların tek tük ağrıları kalmıştı. Hızlı iyileşmişti şayet bünyesi güçlüydü. Fakat aldığı darbeler bir insanı öldürecek şiddetteydi.
Dayanmıştı çünkü başka çaresi yoktu.
Arabayı çalıştırdı Aybüke, Atlas’ın az hareket etmesi için yavaş sürüyordu. Yanındaki kadına baktı Atlas. Gözünün önünden onun gençliğinin halüsinasyonları gitmiyordu.
“Bir şey düşünüyorsun.” dedi Atlas ona bakarken.
“Efendim?” diye sordu Aybüke başını bir anlığına ona çevirince.
“Bir şey kurcalıyor aklını. Ne?” dedi Atlas. Aybüke’nin her milimine hakimdi. Yalan yersidi.
“Evet. Seni nereye götüreceğimi düşünüyorum. Keşke çıkmasaydık hastaneden.”
“Ne? O ne demek?” diye sordu Atlas onu izlerken.
“Benim istihbaratta kaldığımı biliyorsun. Senin de kaldığın bir evin yok. Yani, otel ve aile evin hariç.”
“Bizim evimiz var?” dedi Atlas. Aybüke’nin tepkisini ölçmek için yüzünün her hattını izledi.
“Orası olmaz.” dedi Aybüke düşünceli bir sesle. “Rahat etmen lazım. Ben bir yer bakacağım, o zamana kadar n’apsak?”
“Orası benim evim, Aybüke. Eski karımın anılarının yaşadığı evim. Ama istersen bir otele sür.” dedi Atlas tavrını ortaya koyarak. Bakışlarını ve gövdesini cama doğru çevirmişti. Fark etmişti bunu Aybüke:
“Atlas?”
Cevap gelmeyince şaşırmıştı Aybüke. Araba durduğunda bir sahil kenarındaydılar. “Atlas…”
Yanındaki adamın yanağına ulaştı, yüzünü kendine doğru çevirdi. “Beni bir tam dinlesen…Eskiden de böyleydin.”
Konuşmuyordu Atlas ama ifadesi de durgundu. Yüz hatları gergindi. Aybüke’nin elleri sevdiği adamın yanaklarında dolaşırken bu sefer Aybüke ezberindeki yüz hatlarında gezdirdi gözlerini. Yıllar ona acımasız bir olgunluk katmıştı.
Fakat hala zehir gibi yakışıklıydı.
“Sen yokken ben orada kaldım, Atlas.” Duyduğu bu cümle gözlerini ona bakan kahvelere dikmesine sebep olmuştu. Bunu duymayı beklemediği aşikârdı.
“Elimden geldiğince temizledim ama hep çok yoğundum. Bazen uyumaya bile vaktim olmadı. Sen gelene dek temizleyemedim, düzenleyemedim…O yüzden orası olmaz. Senin rahat etmen gerek.”
Yüzü yüzüne bir karış uzakta olan sevgilisinin yüzüne baktı Atlas. Yüzü durgundu ama bakışlarında yıllar da geçse eskimeyecek bir hayranlık vardı.
Aybüke, Atlas’ın uzamış sakallarını yüzünde bir tebessümle okşarken bir süre sonra konuştu Atlas:
“Sakallarımı uzatmamı istemiştin. Ben gitmeden hemen önce…”
Gülümsedi Aybüke. Çenesine silik bir öpücük kondurdu, “Evet…Ama böyle değil.”
Ayrılıktı bahsettiği. Ayrılığın getireceği hiçbir şeyi istememişti aslında.
“Ama ne kadar haklı olduğum bir kere daha gözler önünde şu an.” dedi Aybüke mırıldanırken.
Başını omzuna doğru eğdi Atlas. Karşısında hasret bırakan topraklara daldı. Ne çok özlemişti kahvelere karışan sarı harelere bakmayı. Dalgalı saçlarının uçlarındaki sarıların taşıdığı anıları anımsamayı…Şimdi dikkatle baktığında diplerinde çıkmış beyazları fark etti. Tek tük birkaç beyaz tel…
Parmak uçları Aybüke’nin saçlarına ulaştığında sargılı ellerini kadının saç diplerinde gezdirdi. Karısını özlemişti, delicesine… Sadece ruhunu değil, her zerresiyle birlikte.
Alnı, Atlas’ın dudaklarına yaslandığında derin bir nefes aldı Aybüke.
“Buradasın.” dedi nefes çekerken. “Buradasın.” Her nefes bir şükürdü.
“Buradayım.” dedi Atlas Aybüke’nin saç diplerinden öperken. Ne kadar yorulmuş olduğunu görmek mümkündü. Sevdiği kadının saçlarına yirmi yedisinde aklar düşmüştü. Kim bilir kaç gece uyumamıştı da gözleri bu denli mora bürünmüştü? Acı kahve gözlerindeki hayat ışığı kim bilir ne zaman sönmüştü?
“Ee, nereye götürüyorsun şimdi beni?” diye sordu Atlas bir yandan.
“Atayım mı seni otele?” diye aynı şekilde cevap verdi Aybüke, Atlas gibi tek bir gözünü kırpmıştı.
“N’kadar ayıp…Ne kadar edepsizleşmizsin sen öyle, Aybüke Akman?” dedi Atlas sırıtırken.
“O kısımları hayaline katmana hiç gerek yok. Bu haldeyken seni yatağa da taşıyan ben olacağım gibi duruyor.”
“Çok emin olma, Başkan’ım…Bir bakmışsın kucağımda-“
“Atlas!” dedi Aybüke elini karnına burmak için hazırlarken. Atlas sinir etti mi bir silke çakardı Aybüke koluna ama bu sefer eli havada kaldı. “Dövemiyorum da! Of.”
“Kocaya of denmez.”
“OF!”
“Taş olursun, taş. Gerçi, hâlâ taş gibisin de.”
“Tamam, sus.” dedi Aybüke arabayı yeniden çalıştırırken. Bu kadar romantizm yeterliydi.
“Susmam.” dedi Atlas. Ağrıları da acısı da bâkiydi fakat her şeye rağmen gülmek bir seçenekti. Atlas, Aybüke yanında olduğu müddetçe hep gülmeyi seçecekti.
“Kendini zorlama. Hastaneden çıkar çıkmaz başladın.”
“Tamam…” dedi Atlas yerine yerleşirken. “Performansını otele sakla diyorsun-“
“Atlas!”
♥️🫀🖤
Otele geldiklerinde dik duruyordu Atlas ama Aybüke hemen kolunun altında, onunla yürüyordu. Düşmeye yeltense dahi tutmak için hazır bekliyordu. Güvenlik önlemleri hat safada olan ve diplomatların sıkça kullandığı bir oteldi. Dışarıdan bakıldığında yan yana yürüyen bir çiftlerdi belki. Oysa gerçek daha derin, daha farklıydı. Onların hayatındaki hiçbir şey bu denli basit olmamıştı.
Odaya girdiklerinde Atlas’ın çantasını masaya bırakmıştı Aybüke. “Gel.” demişti Atlas’a. Yorganı açmış, onun yatacağı yeri hazırlamıştı. Her ne kadar belli etmemeye dirense de yorgun düştüğü her halinden belliydi Atlas’ın.
“Uyumak istemiyorum.” dedi Atlas yatağa otururken. Bir yandan yorganı düzelten kadını ellerinden tutmuş, karşısına çekmişti.
“Dinlenmem lazım.” demişti Aybüke kısık sesle. Bir anda çekildiği için Atlas’ın bacaklarının arasına sıkıştığından bihaberdi.
“Seninle de dinleyebiliyorum ben, Anka. Ben yatarken sen çalışacak mısın?”
“Ben-“
Atlas’ın dudakları onun dudaklarına kapandığında yarım kalmıştı sözleri. Normal öpücükler gibi değildi bu. Aşk, özlem ve şevk dolu bir tepkiydi. Nefes almak bir yana, birbirlerine o kadar sıkı sarılmışlardı ki sevgilisinin bedenini kendi bedeninde hissediyordu Atlas.
Öpüşmeleri derinleşirken Aybüke’yi anlık bir hareketle yatağa yatırmış, üzerine eğilmişti.
“Seni çok özledim.”
Konuşmak istedi Aybüke ama nafileydi. Normal bir öpücük değildi, özlem doluydu. “Atlas…” dedi öpüşlerin arasından. Ellerini yanaklarına koydu, yeşil gözleri kendine kilitledi. “Dinlenmen lazım.”
“O zaman gitme.”
“Gitmeyeceğim. Gitmeyecektim de.”
Atlas’ı bir an için odada bırakmış, ilaçlarını hazırlamak için banyoya girmişti. Onca ilacı gerekli bir şekilde hazırladıktan sonra pansuman malzemelerini alacaktı ki içeriden gelen bir kırılma sesi ile irkildi.
“Atlas?!” İçeri hışımla geçtiğinde sürahinin yanındaki bardağın kırıldığını gördü Aybüke.
“Ben…Elim titredi bir an.” dedi Atlas yerdeki cam kırıklarına bakarken. Aybüke’nin endişeli gözleri ise karşısında donakalmış adamdaydı.
“Tamam, tamam hadi uzaklaş oradan. Ben temizleyeyim burayı. Gel.” dedi Aybüke. Atlas’ın aklının karışıklığı yüzüne vurmuştu. Travma sonrası stres bozukluğu diye düşündü Aybüke, yaşadıkları onda derin bir iz bırakmıştı. Şu an için etkileri gizliydi sadece.
Atlas’ı yatağa oturttuktan hemen sonra yerdeki camlara uzandı. Bez yardımı ile büyükleri toplarken her ne kadar dikkatli olsa da elinin kesilmesi kaçınılmazdı. Göz ucuyla Atlas’ı bulduğunda Atlas da yere damlayan tek damla kana bakıyordu. Yüzü korkutucu derecede ifadesiz, bakışları donuk lakin damarları belirgindi.
Yerdeki kanı eliyle silmeye çalıştı Aybüke. Hiçbir şey olmamış gibi temizliğe devam etti fakat Atlas’ın sargıdaki eli titriyordu.
“Sadece zararım.” dediğini duydu Aybüke. “Sadece zararım ben…”
“Atlas. Hayır, yok öyle bir şey. Nereden çıkardın?” Çok kısık sesle konuşuyordu Aybüke.
Atlas’ın gözleri artık onun gözlerine değmiyordu.
“Atlas, bana bak. Bana bak, sevgilim.”
“Nasıl öğrendin onca şeyi?” diye sordu birden Atlas. Ayağa kalktığında yine başını hafifçe kaldırmak durumunda kalmıştı Aybüke. “N’aptın? Yine zarar verdim sana! Yine zarar verdim ben.” Ellerini saçlarına geçirmiş, koca camın yanına doğru ilerlemişti Atlas. Kendi aklındaki bir yerde kaybolmuş gibiydi.
“Onca şeyi, o piçin planlarını nasıl öğrendin? Yine beni kurtarmak için neyi feda ettin! Neyi feda ettin benim yüzümden…” Elleri saç diplerini yolarken volta atıyordu. “Öldüremedim de! Öldüremedim o piçi! Altı ay! Altı ay!” Odadaki bir vazo bu sefer istemli bir şekilde yeri boylamıştı.
Birkaç adım geriledi Aybüke. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu bu nedenle biraz olsun kenarda durdu. Kalbi güm güm atarken dikkatlice izledi Atlas’ı. Sanki kendi algısında kaybolmuş, altı ayın etkisi şimdi kendini gösteriyor gibiydi.
“Öldür beni dedim! Öldür beni Elmas, dedim! Öldürmedi. Acı çektirdi…Sadece acı çektim! Acı bile çektiremedim o piçe!” dedi yumruğunu duvara vururken.
“Ben zarar veriyorum, ben zarar veriyorum…” Olduğu yerde durdu Atlas. Aybüke’nin varlığını unutmuş gibiydi. “Zarar veriyorum…” Odanın çıkışına doğru ilerlemesiyle Aybüke’nin peşinden koşması bir oldu.
“Atlas! Dur! Gidemezsin, dur!” Koluna yapıştı Aybüke, kapının önüne kendini siper ettiğinde Atlas’ı yanaklarından kavradı. “Bana bak! Bana bak!” İnatla bakmıyordu Atlas. Gözlerine perde inmiş gibiydi.
“Elin kanıyor, Atlas…Bana bak.”
“Benim her yerim altı aydır kanıyor. Durmadan kanıyor…Burası da kan kokuyor, gitmem lazım.”
“Atlas, dur! Onur!” Karşısındaki adama karşı gelmeye çalıştı Aybüke. Fakat onu duymuyor gibiydi.
“Sen de gerçek değilsin…Yine halüsinasyonsun sen… Yine gideceksin.”
“Hayır, hayır gitmeyeceğim. Onur…gitmeyeceğim.” Gözlerinden yaşlar akmıyordu Aybüke’nin ama sorsalar içim kan ağlıyor diye cevaplardı. Ağlamaktan gözleri kurumuştu.
“Işıklar fazla, fazla! Açma ışıkları, yeter! Yeter! Yapma, yapma! Yaklaştırma…”
“Atlas…Sana ne yaptılar?”
Başından aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetti Aybüke. Koluna yaptırdığı Atlas dövmesi sızladı. Karşısında dövmedeki adam vardı. Tüm dünyanın yükünü taşımakla cezalandırılmış Atlas…
Atlas’ı yanaklarından daha sıkı kavradı, gitmek için yaptığı bütün hareketleri geri savurabildi şayet hâlâ yaralıydı. Banyoya doğru ilerlediklerinde banyo kokularına birkaç koku daha ekledi Aybüke. Kapıyı Atlas çıkmasın diye örterken suyu açtı. Duş jellerini duvarlara dahi sıktı. Banyoyu güzel kokular sararken Atlas’ı duşun altına çekti. Durdu. Sırtını fayansalara yaslarken yavaşça yere doğru kaydı Atlas.
Karşısında yine o kadını gördü. Eğilmiş, yine ona bakıyordu. Bu sefer dayan, acılarının hepsi geçecek demiyordu hayalet. Gülümsüyordu.
Üstünde ise nikah günlerinde giydiği beyaz elbise vardı.
O sırada Aybüke dolapları karıştırıken aradığı şeyi buldu. Beyaz, büyük bir havlu. Atlas’ın sırtına onu sererken duş başlığını kendi eline aldı. Kendini de soktuğunda yavaşça Atlas’ın sırtındaki havluyu ıslatmaya başladı.
“Yine geldin.” dedi Atlas ama karşısındaki boşluğa bakıyordu. Başını omzuna doğru eğmişti. Aybüke ise aslında hemen yanı başındaydı. Atlas’ın kafasını yavaşça kendi omzuna yasladı Aybüke. Ilık havlu Atlas’ı ısıtırken bir yandan saçlarını okşadı.
“Hâlâ kan kokuyor mu etraf?” diye mırıldandı Aybüke. Sesinin tonuna dikkat ediyordu.
Gözleri kapalıydı Atlas’ın. Yaralarının pek çoğu kanamıştı. Etrafını dinlemeye çalıştı. Kan kokusunu duymuyor gibiydi. Onu bastıran bir başka koku vardı artık.
Burnunu Aybüke’nin boynuna bastırdı. Karısının gerdanına başını yaslarken burnunu boynundan bir an için çekmedi.
“Burası kokmuyor…Burası kötü hiçbir şey kokmuyor.” dedi Atlas. Onun gözleri kapalıyken Aybüke’nin gözyaşları sessizce ve tek tük aktı pınarlarından.
Atlas’ın şakaklarına öpücükler kondurdu. Başını okşamayı bir an için dahi bırakmadı. Onların birbirlerinden başka kimsesi yoktu, Aybüke bunu bu gece bir kez daha çok iyi anlamıştı.
🖤⚔️🫀
Hayatta insanın ruhunu dingin hissettiği zamansız anlar var. Planlı olmayan, o anda takılıp kalmak istediğin. Mesela bir gün batımında doğada yalnız olmak, sabah uyandığında güneşin daha doğmamış olması fakat soğuk aydınlığa çıkmak, yağmur yağarken rahat hissettiğin bir pencere kenarından dışarıyı izlemek…
Saat sabahın beşine gelirken uyuduğu yerde kıpırdandı Aybüke. Dışarıda güneş doğmamıştı lakin soğuk bir ışık hakimdi etrafa. Alacakaranlığın getirdiği huzur sarmıştı etrafı. Uyuduğu yer uzun zaman sonra çok rahat hissettirmişti. Gözlerini kırpıştırdığında karanlığa daldı, kendine geldiğinde uyuduğu yere baktı. Koltukta değil, bir yatakta uyuyordu. Ve birinin kolları sarmıştı bedenini.
Boynuna sokulduğu adamın yüzüne baktı. Uyuyordu. Aklına dün gecenin görüntüleri düştüğünde kalbine saplanan ince sızıya engel olamadı. Atlas’ı ilk defa bu denli kontrolsüz, bu denli kaybolmuş görmüştü.
Elleri Aybüke’nin belini sarmış, bedenleri adeta birleşmişti. Kaç yıl sonra beraber uyumuşlardı yeniden? Kaç yıl sonra birbirlerinin kokusunda kaybolup huzurla uyumuşlardı?
Tam her şey yoluna giriyor diyecekken kaybolmuştu Atlas. Aslında onlar için her şey yolun daha çok başındaydı.
Elleri nazikçe Atlas’ın uzamış sakallarında ve saçlarında gezindi. Her yerinde izler vardı. Ona ne yaptıklarını tahmin etmek dahi beyninde bir acıya sebep oluyordu. Bunlar görünen yaralardı, pansumanla geçecek olanlar. Peki ya ruhundaki izler? Farkındaydı Aybüke, ayrılıkları da onlarda derin bir iz bırakmıştı. Daha geçmişin acıları kabuk bağlamamışken Atlas’ın aldığı bu darbeler neye sebep olacaktı?
Bıraktığı adam hâlâ orada mıydı?
Atlas’ı uyandırmayacak kadar hafif öpücükler kondurdu Aybüke. Dışarıya baktığında şehrin gürültüsü normale nazaran azalmış durumdaydı. Sonbahar gelmişti artık. Havada hafif bir serinlik vardı. Atlas’ın üstündeki battaniyeyi düzeltti Aybüke. Başını sevdiği adamın koynuna yasladı. Birbirlerine çok geç kalmışlardı.
Atlas’ın kollarında uzanırken boşluğu izledi. Uyurken öptü, sevdi, kokladı. Her biri aslında bir özürdü. Ve Aybüke, nedense hiçbir özrünün kabul edilmeyeceğini hissediyordu.
Belki Atlas kabul ederdi fakat kendine her daim öfkeli kalacaktı.
Atlas’ı aylarca bulamamıştı o. Ne operasyonlar yapmış, dillerde dolaşmıştı. Fakat onca ay bulamamıştı Atlas’ı. Onun ölmediğine dahi inandıramamıştı kimseyi.
Yavaşça yataktan ayrıldı. Üstünde Atlas için getirdiği tişörtlerden biri vardı. Gardolabın aynasından kendine baktı: Saçı dağınık, göz altları mordu. Arkasında kalan adama baktıktan sonra sessizce lavaboya girdi. Işıklı ortama girdiğinde bir an için acımıştı gözleri. Kendine baktığında bu halini düzeltmesi gerektiğini düşündü. Kimsenin ne düşündüğü umrunda değildi ama bu, kocası için farklıydı. Atlas’ın Aybüke’yi iyi görmesi gerekiyordu ki o da iyi hissetsin. Ayna yansımasını değil, daha iyisini göstersin.
Otelin çekmecelerinde bulduğu tarakla artık beline dek ulaşan saçlarını taradı. Gittikçe daha dalgalı bir hale bürünmüştü saçları. Uçlarındaki sarılar ise yıllardır yerini korumuştu. Kaç kez kesmesine rağmen hep orada bir tutam kalmıştı.
Yüzünü jel ile yıkadıktan sonra çantasını karıştırmış, bir şey bulmayı ummuştu. Ne bulacağından emin değildi ama çantasının içindekilere de hakim değildi. Her an her şey çıkabilirdi.
Acil toplantılara hazırlanmak için çantasına attığı tek tük makyaj malzemesini gördüğünde sevinmişti. Bu toplantıların her birinde ülkesini ve istihbaratı temsil ediyordu, kötü ya da çökmüş görünmek gibi bir lüksü yoktu.
Kapatıcıdan çok az aldı, yanaklarındaki yaralara, gözlerindeki morluklara sürdü. Rujdan aldı, parmakları ile yanaklarına dağıttı.
Kendine dikkat etmeyeli epey olmuştu. Oysa bu insanın kendine haksızlık etmesinden başka bir şey değildi. Hiç olmayacak bir anda, kötü hissettiğinde bir kadının dudaklarına renk katması ya da yorgunluğunu yüzüne vuran morlukları kapatması iyi gelirdi. Aslında içinden gelmiyordu. İşte bu yüzden o ruj bu sabah daha ayrı bir öneme sahipti.
Karşısındaki yorgun kadına baktı, yirmi yedisinde çok yaşlı bir kadındı. Saç diplerinde çıkan beyazlıklar ancak çekmişti dikkatini.
Atlas tarafından sevilmeyi de sevmeyi de özlemişti. Ve kader, onları çok ağır sınavlara tabii tutmuştu. İkisi de yorgundu. Ve yaslanıp dinlenebilecek yalnızca kendileri vardı.
Tuvaletin kapısını açtığında yine sessizce hareket ediyordu. Karanlıkta yatakta oturan adamı görünce irkildi. Sessizce konuştu:
“Ben mi uyandırdım?”
Hayır anlamında başını salladı Atlas. Ona değil, karşısındaki aynaya bakıyordu. Aynalar ikisine de haram gibiydi şu günlerde.
Yavaşça yatağa doğru ilerledi. Yeşiller gözlerini bulduğunda durdu. Atlas’ın nasıl hissettiğini anlamaktı derdi.
“Atlas…” diye fısıldadı adını. Aybüke’ye bakıyordu Atlas. Dikkatle izliyor, baştan aşağı izliyordu.
“Neden bu kadar uzaksın?” diye sordu Atlas bir süre sonra. “Mesafelisin.”
Başını iki yana sallarken cevapladı onu Aybüke:
“Sadece seni boğmak istemiyorum. Benden sıkılmanı istemiyorum…Beni istememenden korkuyorum.”
“Seni…Seni istemememden korkuyorsun? Beni boğmaktan korkuyorsun, öyle mi?” diye sordu Atlas yatağın az ilerisinde duran kadını izlerken. Aybüke’nin ise verecek bir cevabı yoktu.
Karşısında onun kıyafetleri içinde duran kadını özlemle süzdü Atlas. Yataktan ayaklandığında üstündeki tişörtü bir kenara fırlattı. Aybüke’nin yanından geçerken elini kavradı, kendisiyle beraber lavaboya ilerletti. Aybüke’yi kavradığı gibi tezgaha oturtmuş, kendi eşyaları arasında gelmiş olan tıraş makinesini çıkarmıştı.
Aybüke onun ne yaptığını izlerken makinayı aniden elinde bulmayı beklemiyordu.
“Hadi.” dedi Atlas dibindeki kadına bakarken. İki elini Aybüke’nin yanındaki tezgaha yaslamış, onu kapana almıştı. “Kes kocanın saç sakalını istediğin gibi.”
“Ama sen saç sakalın için bile özel kuaföre gidiyorsun. Ya çizersem karizmanı?”
“Hiçbir el benim karımdan daha güzel yapamaz saçlarımı. Sanki elaleme beğendirmek için kesiyoruz, sen sevsen yeter.” dedi Atlas. Gözleri karşısındaki kadının gözleri ve dudakları arasında mekik dokuyordu. “Ruj mu sürdün sen?”
Aybüke’nin sadece böyle anlarda ortaya çıkan çocuksu utangaçlığı yeniden ‘Ben buradayım’ demişti. Kaçırdığı bakışlarını makineye dikti.
“Yanakların da pembeleşmiş.”
Bunun üzerine başını hışımla kaldırdı Aybüke, cilve buraya kadardı. Atlas’ı cimciklemek istemişti ama yine kıyamamıştı. Utangaçlığını öfke misali burnundan solurken konuştu:
“Sadece saçına değil, kaşına da çizik atarım görürsün gününü.”
“At. Zaten sen serseri seviyorsun.” demişti Atlas geçmişe atıfta bulunarak. Bunun üzerine fal taşı gibi açılmıştı Aybüke’nin gözleri. Yine bir darbe indirmek için eli kalkmış ama havalandığı gibi geri inmişti.
“Of!”
Makineyi çalıştırdığında ona bakan gözleri görmemeyi denedi şayet dikkati bir hayli dağılıyordu. Önce saçlarından başladı. O kadar uzamışlardı ki az daha uzasa toplanabilirdi.
Her daim Atlas’ın kullandığı uzunlukta kesmeye çalıştı, yanları bitirdiğinde tezgahtaki makası aldı eline. Böyle saç kesmeyi Atlas’ı izleyerek öğrenmişti. Yeni evlendiklerinde hep Atlas’ı izlemiş, fakat onun saçlarını kesmek nasip olmamıştı.
Pür dikkat kesti Aybüke her bir teli. Atlas’ın ise onu dikkatle izlediğinin farkındaydı.
Sıra sakallarına geldiğinde yeniden makineye uzandı. Tek bir kelam etmemişti Atlas. Oysa tarzına da saçına da titizlikle yaklaşırdı. Aybüke bunu adı gibi iyi bilirdi.
Sakallarının hepsini kesmedi. Yüzüne olgunluk verecek kadar sakal bıraktıktan sonra tezgahta hafifçe geriye çekildi Aybüke. Karşısındaki adama baktı.
“Oldu gibi.” Yeniden yaklaşıp detaylarla uğraşmaya başladığında Atlas da fırsatı yakalamış, yüzüne öpücükler kondurmaya başlamıştı. Kulak arkasına ulaştığında Aybüke’nin eli titremiş, duraksamıştı.
“Atlas.” dedi Aybüke. En hassas noktalarında hissettiği dudaklar içini kemiren özlemle birleşince pek iyi olmamıştı. Hem durması gerektiğini düşünüyor hem de hiç durmasın istiyordu. Teni tenine ne zaman değmişti ki en son?
Kaç yıl önce? Dokuz mu on mu?
Timde karşılaştıkları ilk günden bu yana birbirlerine karşı hissettikleri çekim aşikârdı ama ikisi de yasak kılmıştı birbirlerini. Atlas her ne kadar kendini tutmuş olsa da Aybüke kadar sakin değildi. İçinde biriken duyguların haddi hesabı yoktu.
“Durmamı mı isteyeceksin?” dedi Atlas hafifçe geri çekilerek. Baş parmağı Aybüke’nin alt dudağını bulduğunda ensesinden öpmüştü. “Durayım mı? Sen, durabilecek durumda mısın?”
Aybüke’nin dudakları Atlas’ın parmağı ile aralandığında söyleyeceklerini bir türlü toparlayamamıştı.
Atlas’ın bir eli tezgahtan Aybüke’nin bacaklarına değdi. Parmak uçlarıyla omzuna dek bir yol izledi, kolunda da kendine bir yol çizdi parmakları, en sonunda kadının elindeki makineyi aldı. Tezgaha koyarken eli tişörtün altına sızmıştı.
Atlas, kendini geri çektiğinde bir boşluğa düşmüştü Aybüke. “Ya da durmalıyız.” dedi bir an Atlas.
“Ne?” Afallamıştı.
“Benden uzak durmak istiyor gibisin.”
“Ben mi uzak duruyorum senden?”
“Yıllar bana olan aşkını eskitmiştir belki, Anka. Ben senin özleminle yanarken belki sana fazla gelir özlemim. Çünkü başlarsam…” Dibine kadar girdi, “Durmam.”
Dudakları dudaklarına temas ederken inip kalkan göğüsleri birbirine çarpıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam?
Aybüke yalnızca onun incinmesinden korkuyordu fakat Atlas içinde yıllardır tuttuğu ateşe kapılmıştı bir kere. Hiçbir zaman da özlemini gidermek için başka birine gitmemiş, bakmamıştı dahi. Özlemini içine atmış, acısıyla beraber büyütmüştü.
Onun hayatının kadını sadece bu kadındı. Onun hayatındaki bütün aşklar sadece Aybüke’den ibaretti.
“Atlas…”
“Haklısın ya…İyileşmemi falan bekleyelim en iyisi.” diyordu ama baş parmağı Aybüke’nin dudaklarında geziyordu.
Yutkundu Aybüke.
“Bir kere durmaksızın öpersem seni…tenimden ayırmam tenini. Belki de hiç başlamamalıyız.”
“Oyun oynuyorsun…Ne bu? Duvarlarımı kırmak için yeni bir yöntem mi?”
“Cık…Ben senin duvarlarını bir on yıl önce kırdım zaten.” Sırıtmıştı Atlas bunu söylerken.
Farkında bile değildi Aybüke ama vücutları artık tamamen birleşmiş, istemsizce birbirne sürünür olmuştu.
“Bir kez olsun…Yarını düşünmeden yaşasak?” dedi Atlas en sonunda. Aybüke’nin şu an aklından geçen onca şeyi sanki görebiliyordu.
“Her şeyi kenara at, Aybüke. Özledim seni…Senin de beni özlediğini biliyorum.”
“Ben..” Yeşillere baktı Aybüke. İnkâr etmenin bir anlamı var mıydı ki? “Özledim. Yarını düşünmeden yaşayalım.”
“Belki alışırız.”
“Belki…alışırız.”
Bir an daha beklememişti Atlas, dudaklarına yapışmıştı. Nefessiz kalana dek öperken eli Aybüke’nin saçlarına dolanmış, kafasını sertçe kendine çekmişti. Sırt kaslarına dokunuyordu Aybüke’nin elleri. Nefes almak için ayrıldıklarında Atlas’ın eli tezgahtaki bir başka şeye ulaşmıştı.
Elindeki rujun kapağını yavaşça açmış, karşısında duran şişik dudaklara yavaşça sürmeye başlamıştı. Alt dudağına sertçe değdirdiği ruj dudağından taşarken anlamsız hislere sebep olmuştu. Ruj, dudaktan yavaşça taşmış, Aybüke’nin çenesinden aşağı inmeye başlamıştı. Aybüke’nin nefesini geri topladığını gördüğünde aynı hızda yapışmıştı dudaklarına. Ruju bir kenara atarken artık Aybüke Atlas’ın kucağındaydı.
Odaya döndüklerinde yine karanlıktı etraf. Aybüke’nin sırtı yatağı bulduğunda perdelerin ardından süzülen alacakaranlık Atlas’ın vücudunu aydınlatmıştı.
Bu sefer karşısındakini kendine çeken Aybüke’ydi. Üstündeki tişört bir kenara savrulduğunda yılların getirdiği özlemin büyüklüğü kendini göstermişti. Yatakta adamın kucağına kurulduğunda artık yeniden birdiler. Tenleri, ruhları ve bildikleri her şey…
Yatağın karşısındaki aynaya baktığında onları gördü Aybüke. Çok uzun zaman sonra yeniden aşk yüzünden nefes nefese, aşk yüzünden ıslak.
Atlas’ın bu aynaya kendine tiksinti hissederek baktığını biliyordu. Atlas’ın başını yan çevirdi, onlara bakmasını sağladı. Aybüke’nin saçları bedenlerini sararken ikisi de aşk sarhoşuydu.
Güneş üstlerine doğarken Atlas dediğini yapmış, durmamıştı. Tenleri tenlerine karışırken kalpleri birbirine akmıştı.
“Çok güzelsin.” dedi Atlas Aybüke’nin alnına yapışmış saçlarını çekerken. “Hayatımda gördüğüm en güzel… Benim güzelim. Anka’m.”
Duvarlar dakikalarca onların sevdasına şahit olurken iki aşık yılların getirdiği özlemle yanmıştı. Sıkıca birbirlerine kenetlenmiş, bir an olsun sarılmayı bırakmamışlardı.
Atlas’ın dudaklarını Aybüke’nin dudaklarından başlayarak boynuna ulaşmış, vücudundaki her bir izi öpmüştü. Karnına ulaştığında biraz daha uzun öpmüş, burada büyüyecek bir çocuğu hayal etmeden duramamıştı.
Bunu sesli dile getirmemiş, Aybüke’yi bütün yaralarından öpmüştü.
Bir sonbahar sabahı güneşin ilk ışıkları perdelerden süzülürken hayatında yine aynı kadına ikinci kez aşık olmuştu Onur Atlas Coleman.
Dudakları dudaklarını yeniden bulduğunda her şey hat safadaydı artık. Duygular; kıstırıldığı bütün duvarları kırmış, tüm deliklerden kaçmıştı.
“Seni çok özledim, Atlas. Çok, çok…” demişti Aybüke Atlas’ın dudaklarının etkisinde erirken. Elleriyle saçlarını okşamayı bir an olsun bırakmamış, iki ten tek ruha bürünmüştü.
🖤⚔️🤍
Her yeşilliği kendime başka bir diyar diye anlatamam acınasıydı belki ama buradan kaçmanın tek yolu kanmaktı.
Oğuz ile el ele yürüdüğüm orman upuzun çınar ağaçlarına ev sahipliği yapıyordu. Birinin dahi gövdesine sarılmaya çalışsam ellerimin birleşmeyeceğinden emindim. Sonbaharın bu ilk günlerinde nefes gibi gelmişti yağmur.
“Mis gibi toprak kokuyor.” dedim yürümeye devam ederken. Konuşmuyordu Oğuz ama elini hissetmek bile bana huzur veriyordu.
Patikanın ilerisinde bir silüet görmemle yavaşladım. “Aa, Oğuz?” dedim şaşkınlıkla. Yanlış görüyor olmalıydım. İleride bir kulübenin yanında bir kız duruyordu. “Eleanor değil mi o?”
Oğuz’un elini bıraktım, merakla Eleanor’a doğru koşmaya başladım. Titriyordu. Yağmura yakalanmış olmalıydı.
“Eleanor!” dedim yanına ulaştığımda. Üşümekten yanakları pembeye bürünmüştü. “Al bunu, donmuş olmalısın.” dedim ceketimi ona verirken.
“Yansı abla.” dedi ağlamaklı bir sesle.
“Ne işin var senin burada ablam?”
“Ablam nerede? Ablam yok.” Ağlıyordu. “Beni kurtar, Yansı abla.”
“Sen…Sen öğrendin mi gerçekleri?” Korkmuştu. Sıkıca kolumu kavradığında bir adım geri atmıştım. Ani bir refleksti sadece.
“Oğuz!” diye seslendim buraya gelmesi için. “Oğuz!”
“Benim adım Güneş.” dedi Eleanor bir anda. “Eleanor değilim ben, Güneş’im! Ama hiç parlamama izin vermediler! Sadece yandım ben!”
Elimi tutan kişi geri geldiğinde Oğuz’un geldiğini anladım. Güven almak için sıkıca elini tuttum. Beni Güneş’ten az uzaklaştırdığında yağmur bastırdı. Eleanor’u ıslatan yağmur başımdan aşağı döküldü.
Kulübeye getirmişti Oğuz beni. Kapıyı açtığımda yerlerde bir ıslaklık vardı. Tahtadan olma bu evin kapısız bir odasına döndüğümde gördüklerim bir çığlık atmama sebep olmuştu.
Gece, annem, ablam, kardeşim, Anka Timi ve…Oğuz. Hepsi yerde kankar içinde yatıyordu. Bazılarının gözü açıktı, bazılarının yüzü görünmüyordu. Başımı çevirdiğimde elimi tutan adamın gerçek yüzünü gördüm.
“Elmas!”
“Sen kendi ayaklarınla geldin bu noktaya, Dilbeste Karaca.”
“Hayır, hayır!”
O an kulübenin içini göz kamaştıran bir güneş doldurdu. Her yer o kadar aydınlıktı ki gözlerimi açamaz olmuştum.
“Ben hiç parlamadım, hep yandım.” dediğini duydum yeniden.
Gözlerimi yeniden açtığımda bambaşka bir yerdeydim. Bu sefer yine ormanın içindeydim ama sadece bir kız çocuğu ve Güneş vardı. Elimde tuttuğum iki kalbe baktım. İkisi de atıyordu. Üstümde yine kanlara bürünmüş bir önlük vardı. Güneş’in karşısındaki kız çocuğu iki yaşlarındaydı. Kahkahaları havaya karışıyordu. Üstünde ise tütülü, pembe bir elbise vardı.
Avucumu ancak dolduran kalplere baktığımda gülümsedim. İkisi de bir çocuk kalbi olacak kadar minikti. Yağmur yeniden bastırdığında kahkaha sesleri kesilmişti. Gözlerimi sudan kurtardığımda iki kızın da yerde baygın yattığını görmemle çığlık atmam bir olmuştu. Elimdeki iki kalp de durgundu artık. Biri taş olmuştu, biri kül.
Soğuk, minik bedenleri toprağa verirken Aylin’i gördüm. Tanımadığım küçük kızın yanına gittiğinde onu kucağına aldığını gördüm.
“Onu da buraya…onu da toprağa vermeliyiz, Aylin.”
Gülümsüyordu Aylin bebeğe bakarken. Kucağına aldığı bebeğe aşkla bakıyordu.
“O benimle gelsin.” dedi gülümserken. Ormanın içinde ilerlerken arkasından düşen küllere baktım. O küller genzimi yaktı, nefesimi kesti.
İşte o an yerimden sıçrayarak uyandım.
“Dur!”
Nefes nefese kalmıştım. Elimi göğsüme koyduğumda nefes almaya çalıştım ama nafileydi. Üstümdeki yorgan ağırlık yaptığında itekledim.
“Yansı!” diye hışımla odaya girmişti Oğuz ama onun bile farkında değildim. Bana yardıma gelmiş, nefesimi düzene sokmaya çalışıyordu.
Lakin ben aklımdaki uğultudan başka bir şey duymuyordum.
“Yansı, nefes al güzelim. Nefes al, hepsi rüyaydı. Hepsi geçti.” Sesini ancak idrak etmeye başladığımda olduğum yerin farkına vardım. Oğuz’un evinde, İstanbul’daydım. Kampta değildim.
“Fındık…Bana bak, bana bak güzelim. İyi misin?” dedi Oğuz. Bana uzattığı sudan kana kana içtim.
“İyiyim, kabustu sadece. İyiyim.” Yataktan kalktım, tuvalete doğru ilerlerken sabah olduğunu gördüm. Yüzüme soğuk suyu çarptığımda artık kendime gelmiştim. Üstümdeki ince atletten ve şorttan olsa gerek, üşümüştüm.
İçeri geçtiğimde kahvaltı sofrasının dolu olduğunu gördüm. Oğuz da odadan çıkmış, bana bakıyordu. Yanıma geldiğinde saçlarımı okşadı:
“İyi misin, güzelim?”
“İyiyim, sadece bir kabustu. Gerçekten iyiyim.”
Elimden tutup beni masaya yönlendirdiğinde en sevdiğim şeyleri hazırladığını gördüm.
“Eline sağlık, neden uyumadın? Beraber hazırlardık. Zaten ne zaman uyumak için şansın oluyor.”
“Karıma hizmet vatana hizmet.”
Az önceki dumanlı havayı bozan şey kahkahamdı. Yanağından öptüğümde sandalyemin altından tutmuş, beni kendine yaklaştırmıştı. Tabağımı kahvaltılıklarla dolduruşunu acı tatlı bir gülümseme ile izledim. Sabah beni esiri yapan bu kâbus içimde anlamsız bir ağrıya sebep olmuştu.
Boşluğa bakarken elimde çevirdiğim çatalın çekilmesiyle Oğuz’a baktım. Beni izliyordu. Elindeki çatalı masaya bıraktı, yönünü tamamen bana çevirdiğinde ellerini belime yerleştirdi.
“Fındığım…Neyin var? Söyle.” Karşısında bir çocuk varmışçasına sakin konuşuyor, bir yandan önüme düşen mavi perçemleri çekiyordu.
“Bir şey yok, Oğuz. Gerçekten. Yorgunum sadece…Kampta olanlar gitmiyor gözümün önünden. Nasıl gitsin? İki günde nasıl unutup hayatıma devam edeceğim o…O anı.”
Ailesinin ölümünü izlemesin diye sarıldığım çocukların ölümünü izlemiştim ben.
“Nasıl…nasıl alıştınız? Böyle bir şeye insan nasıl alışır?” diye sormam aniydi. Anka Timi olsun, TSK’da gördüğüm o askerler olsun…Unutmuş gibilerdi. Ama unutmadıklarını biliyordum.
Unutmazlardı, çünkü onlar da her gün namlunun ucunda yaşıyorlardı. Ölüm onlara her sabah bir selam verirken bir gün öleceklerini unutmak nasıl mümkün olabilirdi ki?
“Alışmadık.” dedi Oğuz. “İçimizi soğutmaya aldığımız intikam da yetmedi. Ama bir şekilde geride kalanlar için yaşamaya devam etmek zorundaydık. Bunu yapamayacaklar zaten bizimle pek duramıyorlar, güzelim. Alışmadık, alışmayacağız da. Bu alışılacak bir mesele değil, vatan meselesi. Geride kalanlar ve buradan gidenlerin vazgeçtiği şeyler için biz devam ettik…”
Haklıydı ve haklı olması canımı çok sıkıyordu.
“Babam gitti. Babam gittikten sonra da devam etmek zorundaydım. Annem vardı, onun için devam ettim. Çünkü babam annemi bana emanet etti. Seni de bana emanet etmişti…Ve benim gittiğim gün geldiğinde-“
“Hayır!” dedim hışımla. Elimi ağzına kapattım. “Hayır.”
Dudaklarına örttüğüm parmaklarımı öptü.
“Benim gittiğim gün geldiğinde de sen devam edeceksin, Fındık. Yine…Ve bu sefer belki çocuklarımızla beraber.”
Gözlerimin dolduğunu anlamıştım çünkü genzimde yine o hiç sevmediğim acı yumru vardı. Gözlerimi yumup kafamı omzuna yasladığımda amacım gözyaşlarımı saklamaktı. Çünkü bu konuda güçsüzlüğümü kabul edemiyordum. Ağrıma gidiyordu bazen güçsüzlüğüm.
“Ama gitmemek için tüm benliğimle tutunacağım, benim güzel karım…”
Ben bütün bunları bilerek evet demiştim her şeye. Şimdi beni bu denli sarsan acı da neydi? Geçmemiş miydim ben bunları? Oğuz’un sessiz sedasız gidişini kaldıramazdım…Yapamazdım bunu. Ben o kadar güçlü değildim!
“Yansı, bana bak.” Çenemden tutul dudaklarımdan öptüğünde yeşillerine baktım. “Şu an düşünmeyelim bunları. Daha güzel şeylerden bahsedelim.”
“Ne gibi?” Herhangi bir dedikodu ya da bir magazin olabilirdi şayet kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Yoksa bir gün şu asla susmak bilmeyen aklım boynuma urgan misali dolanacak, beni öldürecekti.
“Düğün…Ailelerimize söylemenin vakti gelmedi mi? Ben diyorum ki…Evlenelim. Zorunluluktan değil, en baştan.”
“Nasıl yani?”
“İşte, en baştan…İzmir’e dönelim, seni annenden isteyeyim. Nişan, kına, düğün artık her ne gelenek varsa hepsini yapalım.”
“Oğuz…nereden çıktı şimdi bu?”
“Hiçbir şeyimiz yarım kalmasın artık istiyorum artık. Duvarlarımıza asacağımız resimlerimiz olsun. Çocuklarımıza anlatacağımız anılar… Seninleyken en küçük bir ânı bile unutulmaz bir anı yapmak istiyorum, Yansı. Öyle geliyor hep içimden.”
Çocukluk aşkımla her şeyin başladığı yere dönmek gerçekleştirmek istediğim en büyük hayallerdendi. El ele bu sefer aşkımızdan haberdar bir şekilde aynı sokaklardan geçmek, geçmişime el sallamak…
Uzanıp yanaklarından öptüğümde yeniden kahvaltıya dönmüş, ağzıma hazırladığı reçelli ekmekten tıkıştırmıştı. Aynı anda en sevdiğim yeşil zeytinden de uzatmış, bir çocuk gibi yemeğimi yemeye başlamıştım.
Onun yanında çocuklaşabiliyordum ve bu bir şımarıklık değil, bir lütuftu. Herkesin aksine arada ortaya çıkan bu tavırlarım hiç sinir etmezdi onu, şayet seven bilirdi. Bütün o çocukluklar, içimizde hâlâ yaşatmayı başardığımız o çocuktan kaynaklanırdı. Bu acımasız dünyaya rağmen içimdeki çocuğu yaşatmayı başarmışken o da öldürmeyi değil, benimle birlikte yaşatmayı seçiyordu.
Hâlâ çocuklaşabilmek, utanç değil bir lütuftu.
Hazırladığı omletten yerken konuştum:
“Ee, nereden başlayacağız?”
“Sıfırdan.”
“Sayın hocam…Açar mısınız bunu biraz?”
“Benim sana dün evlenme teklifi ettiğimi düşün şimdi.” dedi bana bakarken. Ama ben düşünemedim. Aklım o kadar doluydu ki gözlerimi ne zaman kapatsam bir yerlerde bilinmedik bombalar patlak veriyordu.
“Düşünemiyorum.” diye mırıldanınca elini gözlerimin üstüne kapadı.
“Sadece bana odaklan güzelim, boşluğa odaklan…”
İnşallah uyumazdım.
Vardı çünkü öyle ani ve beklenmedik huylarım, bilen bilir anlayan anlar…
“Dün gece, seninle çok romantik bir yemeğe çıktık. Boğaz’da, bir kış bahçesindeyiz. Senin açtığın sergiyi kutluyoruz. Sen hem mutlusun hem yorgun…Tüm mekan kapalı. Sadece biz varız. Kalkıyoruz, sergine gidiyoruz yeniden el ele. Tüm fuaye alanı kapalı. Biz bizeyiz. Yıllar önce Jale Özer Thompson’ın sergisini yâd ediyoruz, gülüyoruz…Bugün o duvarlarda senin eserlerin asılı.”
Yanaklarımı ağrıtmıştı sırıtışım. Hiç gerçekleştiremediğim ama hiç vazgeçmediğim hayallerimin hepsi bir ânâ hapsolmuş gibiydi.
“Bir tuvalinde bizi anlatmışsın…Onun önünde durduğumda diz çöküyorum önünde…Tüm bu insanların içinde bir tek sen çöktürebiliyorsun beni dizlerimin üzerine. Sonra diyorum ki: Evlensen ya sen benimle?”
Ellerini gözlerimden çektiğinde yeniden gün ışığı kör etmişti gözlerimi. “Niye durdun? Cevap?”
Gülüyordu bu halime ama ben bir on dakika daha öyle kalmayı çok isterdim.
“Cevabı sen vereceksin.”
“Evet.”
Daha çok güldü halime. Üstümde tek omzu açılmış tişörtten omzuma öpücükler kondurdu. “Şimdi…Eve geldiğinde ne yapardın?”
“Bağırırdım. Gece’nin üstüne atlardım çok yüksek ihtimalle…Annemi arardım.”
“Gece’nin üstüne atlama işini epey önce yaptığına göre…Anneni ara, ve de ki; Oğuz İzmir’in sokaklarına yıllar sonra geri dönüyor, beni de almak için.”
💚🫀🤎
Adliye koridorlarında mahkeme salonunu bulmak için koşuyordum. Geç mi kalmıştık emin değilim fakat damarlarımda kol gezen stres her an her şeye sebep olabilirdi.
“Aşkım! Azıcık daha hızlı yürür müsün?” dedim Oğuz’u kolundan çekiştirirken.
“Hayatım, canım, güzelim… Geldik ya adliyeye. Gece’ler de bekliyordur hâlâ. Azıcık sakin ol…Biliyorum ne kadar endişeli olduğunu.”
“Bugün de artık kurtulamazsa Gece bu lekeden…Her şey o kadar karman çorman oldu ki kardeş dediğim kadın hapisten çıkıyor ama ben bambaşka acılarla boğuşuyorum! Gidip de bir sarılacak anım bile olmadı…Yine alırlarsa içeri, dayanamam.”
“Almayacaklar…Korkma. Bugün Aybüke Başkan mahkeme heyetine bir dilekçe sunmuş. Her şey yoluna giriyor artık, Fındık. Az kaldı…Nefes alacağız.”
“İnşallah, Oğuz. İnşallah.”
Bir başka koridora saptığımda koltukta oturan tanıdık yüzleri görmemle derin bir nefes aldım. “Haziran!”
Bana dönen kızıl saçlı kadına koştum. Üstünde avukat cübbesi, yüzünde ise ciddi ifadesiyle duruyordu.
“Hoş geldin.”
“Ne zaman başlıyor?” diye sordum merakla. Göz ucuyla etrafıma bakındığımda Aylin, Ethem ve Ali’nin de orada olduğunu gördüm.
“Birazdan alırlar içeri. Geç, soluklan.”
Siyah koktuklara otururken sordum, “Gece nerede?”
“Lavaboya gitti. Gelir şimdi herhalde.”
Aynı anda koridorun diğer ucundan ivedilikle bu yana yaklaşan adamı gördüm. Ateş Karal, bütün heybeti ile adliyeye giriş yapmıştı.
“Senin burada ne işin var?” Benden önce konuşan Haziran olmuştu. “Adliye muhabirleri dahi seni arıyorken çıkıp kamufle bile olmadan geldin mi?”
“Evet.”
“Bravo, bayağı iyi yaptın kral.” diye söylendi Haziran. Ateş, hem ülke hem de Avrupa genelinde üne sahip bir adamdı. Son yaşananlardan sonra ise bütün mercekler ona ve yanındaki “gizemli kadına” dönmüştü.
Ateş, elindeki siyah kaskı koltuğa bırakmış, deri eldivenlerini çıkarmıştı. “Gece nerede?”
“Lavaboya gitti.” diye yineledi kendini Haziran. Yüzü munzur bir ifadeye bürününce Ateş’i hafifçe kolundan çekti. “O gece, çıkar çıkmaz senin yanına mı geldi Gece yoksa ben aklımda mı kuruyorum?” diye sorfu Haziran haylaz bir gülücükle.
“Bilmem.” dedi Ateş, “Kendisine sor, o daha doğrusunu anlatır.”
Ateş’in Gece’ye karşı ilgi beslediğini anlamıştım lakin hayat hepimiz için o denli tepetaklak olmuştu ki artık hiçbir şeyi takip edemez olmuştum. En yakın arkadaşımı delicesine seven, her ortamda onu aşık aşık izleyen bir adam vardı. Bu beni ziyadesiyle mutlu ederken bir yandan endişelenmeme sebep oluyordu.
Ateş Karal medyanın gözde bekarlarındandı. Çapkın ifadesi internette onunla özdeşmişken gerçekten öyle olup olmadığını bilmiyordum. Tam tanımıyordum. Ama eğer Gece’yi üzerse…Onu, o ün batağının içine diri diri gömerdim.
Benim Ateş Karal’ı gömme planları yaptığım saniyelerde koridorun başında Gece belirmişti. Normalin aksine bugün yüzünde makyaj yoktu. Hatta tek tük çilleri dahi belli oluyordu. Ayaklarında topuklular değil spor ayakkabılar vardı. Ve üstünde yine siyah olan fakat bu sefer kırmızı çiçekleri olan bir elbise vardı.
Gece’yi düz siyahtan başka bir şey giyerken göreli çok uzun zaman oluyordu.
Üstünde ise onun olmadığına emin olduğum, geniş siyah bir hırka vardı.
“Yansı?” dedi şaşkınlıkla. “Siz ne ara-“
Ona doğru koşup kollarımı dolamamı beklemiyor olacaktı ki lafı yarıda kalmıştı. O da sıkı sıkı sarılmıştı bana. Çünkü ikimiz de çok uzun zamandır farklı savaşlarda gazi olmuştuk.
Biz çok uzun zamandır biz değildik.
“Gece…” dedim daha sıkı sarılırken. “Özür dilerim.”
“Yansı.” dedi yüzüme bakarken. “Neden özür diliyorsun, saçmalama.”
“Gerçekten çok özür dilerim, her şey için.” diye mırıldandım.
Çünkü bu hikâyenin başlangıcı bizimle başlamıştı- Oğuz ve benle.
“Dileme özür.” Saçımı bir abla şefkatiyle okşamıştı, “Sen özür dilenecek hiçbir şey yapmadın.”
Mahkeme salonundan Gece’nin isminin okunmasıyla ayaklandık. İçeri girmeden hemen önce Ateş’in Gece’ye sorduğu soruyu duydum:
“Üstündeki hırka benim kaybettiğim hırka mı?”
“Evet…Yılbaşında bizde unuttuğun hırka. Özellikle bugün giymek için sakladım.”
Mahkeme salonuna artık davalı ve MİT mensubu hariç kimse alınmamış, dava Aybüke’nin dilekçesi ile boyut değiştirmişti.
Gece, yaşadığı onca şeye rağmen dimdik ayakta duruyor, hemen yanında ise Haziran ona destek çıkıyordu. Bülent’i savunacak bir avukat gelmemişti bu sefer. Ve Bülent’i savunması adına çağırılan kimse olmamıştı. Elmas da gelmemişti. Şayet artık sadece kaçmakla meşguldu.
Hakime Hanım ona teslim edilen bir dilekçeyi dikkatle okurken onun Aybüke’nin yazdığı dilekçe olduğunu anlamıştım.
Kağıtta ne yazıyordu bilmiyorum ama o kağıtla dahi gücünü kanıtladığına emindim.
“…Söz konusu olayın bir bölümü/temel nedeni teşkil eden faaliyetlerin ilgili teşkilâtça yürütülen gizli istihbarî/operasyonel nitelikte olduğu tespit edilmiştir. Bu husus, operasyonun mahiyeti gereği kamuya ve yargısal soruşturmanın kapsamına tam olarak aktarılması mümkün olmayan gizli bilgileri içermektedir…..Bu nedenle dosyada yer alan bazı iddia ve delillerin açıklanması veya kamuya açılması hâlinde telafisi güç/mümkün olmayan zararlar doğacağından; dosyanın gizlilik etkisi dikkate alınarak yeniden değerlendirilmesi ve kamu davasının düşürülmesi yönünde karar verilmesi tarafımızdan uygun görülmektedir.”
Hakime bir kez başını kaldırıp bize bakmış, ardından yazının son cümlelerini okumaya devam etmişti.
“Davanın kamu yararı ve ulusal güvenlik açısından düşürülmesine,
— Dosyada yer alan ve açıklanması zararlı olan bilgi/delillerin mahkeme kayıtlarından kaldırılmasına veya gizli tutulmasına,
— Mahkemece gerekli görülmesi hâlinde, gizlilik seviyesine uygun hâkimî inceleme usullerinin uygulanmasına
karar verilmesini talep ederiz.
İmza :
Aybüke Akman
Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı
Özel Operasyonlar Başkanı”
Aybüke’nin o kağıda kapı gibi kelimeleri dizdiğine emindim.
Hakime Hanım konuşmaya başladığında artık bütün odayı buz kesmişti. Nefesimin sesini dahi kestim.
“MİT Başkanlığı’nın gizlilik kayıtlı bildiriminde yer alan devlet güvenliği gerekçeleri ve sunulan ekler mahkememizce yeterli görülmüştür. Bu şartlar altında yargılamaya devam edilmesi mümkün değildir. Dava burada düşmüştür. Sanık serbesttir. Duruşma bitmiştir.”
Biz kazanmıştık.
🔥⚔️🖤
“Sanık serbesttir. Duruşma bitmiştir.” demişti Hakime. Haftalardır genzinde takılı kalmış nefesi sonunda verdi Gece. İntikamını almıştı, kazanmıştı. Düşmanının oyununda boğulmamış, gelen hamleleri anlamıştı.
Kazanmıştı.
Kazanmışlardı.
Başını hafifçe yana çevirdiğinde ona gülümseyerek bakan adama değdi gözleri. Artık hayalden ve imkansızlıklardan ibaret olduğunu düşündüğü şeyler gerçekleşebilir, her şeye ve herkese inat yaşamaya başlayabilirdi.
Bitmeyecek sandığı bu savaş bitmişti işte.
Artık ne Bülent vardı savaşmak zorunda olduğu ne de Elmas.
Hakime ve savcılar mahkeme salonunu terk ettikten hemen sonra herkes kalkmış, çıkışa doğru ilerlemişti. “Başardık be! Başardık!” diye seviniyordu Haziran. Aybüke’nin mektubu gelmemiş olsa dahi bu mahkemeyi kazanmak için çok çalışmış ve hazırlanmıştı. Her halükarda kazanacaktı bu davayı.
Ellerini cebine soktu, etrafında onun için sevinen insanları minik bir tebessümle izledi Gece. Tek düze olan hayatı bir anda karambole yuvarlanmış, kalabalık bir yere dönüşmüştü.
Bu durumdan mutsuz muydu derseniz…Gece Yaman belki de ilk defa kalabalık ortamların o kadar kötü olmadığının farkına varmıştı.
Şayet ona bunu öğreten bir adam ve bir kadın vardı.
“Ee, n’apıyoruz!” diye sordu Haziran. “Lütfen evlere dağılıyoruz demeyin…Bu davayı kazanmak için bir yerlerimi yırttım ben. Bana en azından mutlu geçirebileceğim bir saat borçlusunuz.”
“Elbette.” demişti Yansı ona sarılarak. “Benim aklımda var bir şey. Kızlar hariç herkes gidebilir.”
“Derken?” diye sordu Oğuz.
“Kızlarla arkadaşız ama bir yıl geçti, oturup da kız kıza sohbet edecek tek bir anımız olmadı. Bugünü bize armağan ediyorum! Aybüke’yi de arayın.”
“Güzel fikir, çok sevdim. Hemen yapalım.” dedi Haziran bir yandan.
“Aylin? Gelmeme gibi bir ihtimalin yok. Ne kadar az karşı gelirsen o kadar az acıyla bitiririz bu işi.” dedi Yansı.
“Tamam, itiraz etmeyeceğim.” dedi Aylin minik bir tebessümle. Eli karnında, bebeğinin hemen üstündeydi.
“Aylin’im, kontrolümüz vardı?”
“Ona yarın da gidebiliriz…Yansı haklı bence, Ethem. Biraz durmamız, kendimizi hatırlamamız gerek.”
Ethem’in eli Aylin’in saçını bulduğunda bir öpücük kondurdu. “Sen nasıl istersen öyle olsun güzelim. Yorma ama kendini.”
Konuşmaları bölen şey Aylin’in çalan telefonu olmuştu:
“Aybüke bizi başkanlığa çağırıyor.” demesiyle herkesin hareket etmesi bir olmuştu.
“Nedenini söyledi mi?”
“Hayır, ama plandan bahsettiğimde önemli değil buradan geçeriz dedi. Demek ki elzem bir durum yok.”
Oysa kimse farkında değildi, Atlas sahalara geri dönmüştü.
🖤⚔️🤍
Kalp acıyla ağırlaştığında insan acısı için bağırmak yerine sessizleşir. Acıyla ağırlaşmış kalpleri taşıyan bedenlerdik. Çok uzun yıllar susmuş, acımızla öğrenmiştik. Çok savaş kaybetmiştik, bugün en güçlü şekilde kazanabilmek için.
Kaybettiğimiz onca zamana inat şimdi sevinci çığlıklarla yaşamalıydık. Sustuğumuz- susturulduğumuz her an için mutluluğu haykırmalıydık. Biz bunu hak etmiştik.
Kendimden dahi utandığım günleri anımsıyordum da gerçeklikten uzakta, acıdan oluşturduğumuz küçük dünyalarda kalbimiz kendine bir zırh yapmış. Geçmişimden gelen bütün acılar ne kadar iz bırakmış olsa da bugünümü şekillendirmişti. Bugün, otuz yaşına gelmiş bir kadın olarak öğrenmiştim, beni ben yapan her şey güzeldi ve sevilmeyi hak ediyordu- özellikle ben ve sadece ben tarafından.
İstihbarat binasının artık o kadar da soğuk olmayan koridorlarında yürüdük yan yana. Aybüke’nin odasına girdiğimizde kapıyı tıklatmış, emirle girmiştik.
Şaşkındım.
Şayet karşımda duran kadın daha düne kadar gördüğüm kadın değildi. Karşımda gördüğüm kadın yeniden ayağa kalkmış, en asil hâliyle karşımda duran Başkan Aybüke Akman’dı. Saçları yapılı, üstünde siyah, asil takımı ve yüksek topuklularıyla gücünü yeniden kazanmış biri vardı. Solgun teni renklenmiş, yüzünde makyaj yer etmişti.
“Aybüke?” dedim hayretle. Diğerleri de benim kadar şaşkın ve mutluydu. Aybüke de mutlu olacaktı ki gülümsüyordu.
“Aybüke Başkan?” diye sordu Ethem merakla. Biz ona bakarken odanın içindeki hususi lavabonun kapısı aralandı.
Bu herkesi şok etmiş bir açılıştı.
Bütün heybeti ve karizmasıyla Atlas Coleman tam karşımızda duruyordu. Üstünde modern ve şık janti bir takım vardı. Eskisi gibi değildi saçları, kirli sakalları vardı artık. Yeni saç sakalı ona bir olgunluk katmıştı. Yoğun bakımda gördüğüm o bitkin kişi yoktu ortalıkta.
“Atlas!”
“Kardeşim!”
“Lan!”
“Ağabey!”
“Ayaklanmışsın!”
Herkesin hayret nidaları odanın duvarlarını doldururken Aylin hormonlardan sebep dayanamamış, birkaç damla gözyaşı dökmüştü. Atlas’a koşmuş, sıkıca sarılmıştı.
Aynı şekilde Ethem ve diğerleri de yanına gitmiş, sırtını sıvazlamıştı. “Kardeşim.”
Anka Timi’ni yeniden bir arada görmek bana bile tarifi olmayan bir sevinç ve gurur hissi yaşatmıştı. Kim bilir onlar- asıl savaşçılar- nasıl hissediyordu.
Karşımızda duran adam sanki aylardır gitmemiş, onca zorluğa göğüs germek zorunda kalmamış gibi dimdik duruyordu. Kambur dahi kalmamıştı. Kim bilir içindeki yaraları nelerden feragat ederek saklıyordu.
Güçlüydü ve gücü bize de güç veriyordu.
“Atlas.” dedim onun yanında giderken. Timin hasret gidermesini bölmek istememiş, beklemiştim.
“Yenge.”
Sarıldığımda o da bana sarılmış, ardından Gece’ye dönmüştü.
“Sana da yenge diyor muyuz yoksa Gece Hanım’dan devam mı?”
Gülmüştü Gece, o da ona sarıldığında gerçekten içten sarıldıklarını anlamak mümkündü. İkisi de çok acı çekmişti. Birbirlerini belki de en iyi anlayacak kişiler o ikisiydi bu odada.
“Oğlum, ne çok özlettin lan kendini!” dedi Ethem yeniden ona sarılırken.
“Seni bu kadar özleyeceğimi düşünmezdim.” diye dalga geçmişti Oğuz. Aynı şekilde o da yeniden sarılmıştı.
“Ağabey ben seni çok özledim!” diye ağlamaklı bir sesle adeta üstüne atlamıştı Ali.
“Lan! Ah, dur oğlum. Dur.” demişti Atlas gülerek ama canı yandığı belliydi. Tahminim doğruydu.
“Canın yandı?” dedi Oğuz endişeyle.
“İyi misin lan? Çıkar bakayım şunu.” diye atıldı Hakan.
“Durun lan! İyiyim. Bir iki sıyrık var tabii. Ne sandınız oğlum, yattık mı beş ay?” Ceketinin yakalarını düzeltti. “Ama gördüğünüz gibi yine harika kişiliğim ve benliğimle buradayım. Özlediniz beni, değil mi? Özlediniz, özlediniz.”
Aynadan saçlarını düzeltirken konuşan benim yakışıklı oldu:
“Başkan’ım? Siz ne zamandan beri biliyordunuz uyandığını? Ayrıca, tam olarak nasıl kurtuldu Atlas? Yoğun bakımdaki o adamlar kimdi?”
“Beni, Aybüke Başkan’ım kurtardı.” dedi Atlas göz kırparak. “Kahramanım.”
“Nasıl?” diye soran Aylin’di. Meraklı bakışları Aybüke’ye dönmüştü. “Nasıl oldu bu? Teşkilat Atlas’ın bulunması için ekip bile göndermezken?”
“Anlatırım.” dedi Aybüke, “Belki.”
“Siz hasret giderdiniz tabii o zaman.” diye dalga geçti Ali. Aybüke ve Atlas’ın bakışlarının kesiştiğini yakalamıştım.
“Giderdik, Ali’ciğim…Giderdik Başkan’ımla hasret. Çay bile içtik.”
Ali boş ve masum bakışlarla Atlas’a bakarken her zamanki gibi sırıtıyordu Atlas. “Nasıl?”
“Oğlum, altı ay yoktum ama mizah seviyen hala yerlerde. Bak, böyle hep sap kalırsın. Olmaz.”
Aybüke ise masasının ardında durmuş, elindeki kağıt parçasıyla oynuyordu.
Burada bir şeyler dönüyordu.
“Oğlum çok mutluyum lan!” demişti Ethem yeniden. “E o zaman kızlar gitsin, biz de Atlas’la gidelim eğlenelim.”
“Nereye?” diye sordu Aylin. “Nasıl eğleneceksiniz siz? Sizin eğlenme biçimleriniz çok iç açmıyor, hele de o sarı olan.”
“O sarı olan ben oluyorum galiba.” dedi Atlas.
“Aylin’im, ne alakası var efulim? Ben evli barklı adamım yapar mıyım hiç öyle?”
“Evlendiniz mi ben yokken lan? Aşırı kırıcısınız.”
“Seni bekledik, Atlas.” dedi Aylin. Bunun üstüne Atlas’ın gözlerinin parladığını görmek kaçınılmazdı. Ne de olsa her insan bir yerlerde beklenildiğini duymak isterdi.
Beklenilmemek çok acıtıyordu insanın canını.
Ortama çöken ağır havayı dağıtan yine Aylin olmuştu:
“Zaten seni bekleyene kadar hamile kaldım.”
“NE!”
“Hamileyiz!” diye yineleyen Ethem olmuştu.
“Lan o-ha!” demişti Atlas.
Atlas şaşkınlığını had safhada yaşarken kıkırtılar eşliğinde sevinen biri daha vardı. “Bu sefer en son ben öğrenmedim.” diye gülüyordu Ali.
Arada ona da üzülüyordum. Küçük olmanın dertleri de ayrıydı. Olsun be Ali, üzülme. Sen de büyücen.
“Amca oluyorsun!” dedi Ethem kahkahayla.
“Hayır, dayı.” dedi Aylin bir yandan.
Onları yüzümde kocaman bir tebessümle seyrettim. Bir sene evvel hayatımda yalnızca Gece varken bu ailenin içine düşmüştüm. Oturup da bir masanın etrafında toplanacak vaktimiz olmamıştı ama bağlanmıştık bir şekilde birbirimize. Sonradan giren beni de yenge bilmişlerdi.
“Yenge, bu arada saçlar tam benlik.” dedi Atlas eliyle mükemmel işareti yaparken, “Uçuk kaçık. Bayıldım.”
“Eyvallah.” dedim gülerken.
“Bizim yarenler çok harbi bu arada fark ettik değil mi onu?” diye şakaya vurdu Oğuz.
“Hadi! Gidelim.” diye ayaklandı Haziran.
“Nereye?” diye sordu Aybüke bir yandan.
“Bugün çok resmisin. Toplantın falan yok inşallah.”
“Bitti…Siz nereye?”
“Kız kıza takılalım artık. Bir yıl oldu, zorunlu olmadıkça yan yana bile gelemedik. Durup dinlenmek, biraz yaşamak…Hakkımız.”
“Aylin itiraz etmedi. Sen de etme! Gece bile geliyor daha ne diyeyim!” dedi Haziran.
Aybüke’nin gözleri bir an için Atlas’a takıldığında, “Tamam.” dedi. “Dediğiniz gibi olsun.”
“Biz de gidelim, madem kızlar yalnız kalmak istiyor.” dedi Oğuz.
“Evet, hem Atlas abiye kaçırdığı şeyleri anlatırız!” dedi Çağatay bir yandan.
“Yok koçum.” ded Atlas. Gözleri gizliden gizliye yine Aybüke’yi bulmuş, sırıtmıştı, “Ben onu başkalarından dinleyeceğim uzun uzun.”
Kimse bunu takmamış olacaktı ki herkes sevdiğiyle sarılmış, hoşçakal demişti.
“Başınızı belaya sokmayın.” dedi Oğuz beni yanaklarımdan öperken.
“Aynen, şimdi gidip birilerini döveceğim.”
“Ben kocan olarak uyarımı yapayım da…Ya da boşver. Ne istiyorsan yap, kocan gelir kurtarır.”
“Yaa, işte koca gibi koca be!” dedim gülerken. Yanaklarımdan derin derin öpmüş, zar zor gitmişti.
“Ee, n’apıyoruz?” dedi Aylin elinde nereden bulduğunu bilmediğim fındık paketini açarken. “Bir ana olmasaydım kulüpleri ağlatırdım. Ama orada bile uyuyacak bir bünyeye sahibim şu sıralar. Maalesef.”
“Olsun.” diye yükselen sesin kaynağına çevirdik bakışlarımızı. Aybüke, çenesi dik bir şekilde gülerken konuştu, “Sen de süt içersin bu seferlik.”
Kendinden emin adımlarıyla askıdaki kabanını aldı. “Gidelim.”
“Aybüke?” dedi Aylin yarım açık bir ağızla. “Sen misin lan?”
“Eğlenmek bizim de hakkımız. Ne o öyle kös kös otur. Bir şeylere direnmekten yorulduk. Bizimkiler rakı masası kurarken biz oturacak mıyız? Hadi, hazırlanıp çıkalım.”
“İşte aradığım ruh!” dedi Haziran.
Bakışlarımı Gece’ye çevirdiğimde onun da bana baktığını gördüm. Gülümsüyordu. Hepimiz şu sıralar sıkça gülümsüyorduk. Ve hepimizin yüzüne en çok gülümsemek yakışıyordu.
🖤⚔️🫀
Yıllardır kapısını eskittikleri mekana girerken Anka Timi’nin askerlerinin yüzü gülüyordu. Elbette, Atlas’ın bu karizmatik gülüşünün ardında acı çeken bir adam gizliydi.
Fakat hep acıyı düşünmek acılarını geçirmeyecekti.
“Rıfık abi! Rıfık abi!”
“Bağırma da, geldik işte.” dedi Rıfık abi içeriden gelirken. Minyon, ‘tontik’ bir adamdı. Timin erkeklerinin yanında epey ufak kalıyordu ama yüreği kocaman bir adamdı.
“Sene olacak neredeyse siz yoksunuz!” diye hayıflandı Rıfık. Gittikleri yer minik, sıcak bir mekandı. Tanıştıklarından bu yana hep uğradıkları, kahkahalarıyla mekanı doldurdukları bir yerdi. Her gelişlerinde de öncesinde mekanı kapatırlardı.
“Rıfık’çığım! Çok özlemişim seni!” dedi Çağatay adama sarılmaya giderken. Rıfık abi şaşırtıcı bir şekilde Çağatay’dan da kısaydı.
“Len! Bok yiyenin uşağı, bırak beni! Bırak!”
“Tamam, relax. Rıfık abi sende ruhsal problemler seziyorum-“
“Alın bunu götürün getirdiğiniz yere da!”
Ali imdada yetişmiş, Çağatay’ı kafasından tutarak geri çekmişti.
“Her zamankinden mi evlatlar?” diye sordu içeriden Rıfık abinin eşi.
“Ellerinden öperim Ayşe Sultan!” diye geri seslenmişti Oğuz. Hepsi, her zamanki masaya kurulurken rakılarını getirmişti Rıfık.
“Afiyet olsun, evlatlar.”
“Eyvallah, abi.”
“Gel beraber olsun.”
“Yok, yok bugün olmaz. Bizim hanıma yardım etmezsem ha şu kapıya koyar beni.”
“Eyvallah.” diye gülmüştü Oğuz. Mekanda yalnızca timin erkekleri kaldığında Ethem ve Oğuz’un bakışları denk düştü.
İkisi de aynı şeyi düşünüyordu.
Aybüke ve Atlas.
“Atlas, kardeşim.” dedi Oğuz dikleşirken, “Nasılsın?”
“İyiyim, iyiyim..” dedi Atlas lakin ne kadar iyi bir oyuncu olursa olsun her şeyi saklayamadığının farkındaydı. Ellerinin titremesinden bazen boşluğa baka kalışına kadar… Hareket ettikçe acıyan yaralarını dahi anladıklarına emindi.
Yine de devam etti gücün tiyatrosuna. Şayet güçsüz davramak ne işe yarayacaktı?
“Bir şeyin konusunu açmak istiyoruz ama bir yandan da emin değilim.”
“Ne konusu?” dedi Atlas gayet normal bir tavırla. Bardağına doldurduğu sudan içiyordu. Konuşmayı devam ettiren Ethem oldu:
“Oğlum sen evli misin?”
Atlas içtiği suyu, ani şaşkınlıkla karşısında oturan Çağatay’ın yüzüne püskürttü.
“Ne?”
O gün yoğun bakımda Aybüke’nin yakarışlarına şahit olmayanlar sükunetle olanları izlerken Atlas’ın yüzündeki şaşkınlık had safadaydı.
“Ne diyorsunuz lan?”
Oğuz ve Ethem elinde rakıyla onu izlerken konuyu açıp açmama konusunda kararsızlardı. Fakat içlerini kemiren merak öyle böyle değildi.
Atlas ise tam olarak şoktaydı. Ne demesi yahut ne yapması gerektiği hakkında gram fikir yürütemedi. Zaten hastaneden erken taburcu olmak için Aybüke ile kavga edip durmuştu. Aklı bir karış havadaydı. Ve aklındaki en önemli soru şuydu, bunlar bunu nereden öğrenmişti?
“Erken kafa yaptı sizde bu. İçmeyin siz bu gece.” dedi Atlas. Ama Oğuz ve Ethem inatla ona bakıyor, geri kalanlar ise şaşkınlıktan dillerini yutmakla meşgullerdi.
“Nasıl lan?” diye konuşan derin ses Hakan’a aitti. “Ne diyor bu dangalaklar? Yine ne kaçırdım?”
“Biz bizeyiz kardeşim…Dökülüyorum ben.” dedi Oğuz öne doğru eğilerek. “Sen yoğun bakımdayken dışarıdaydık biz. Tanımadığım iki adam bir de Aybüke Başkan vardı.”
“Ee?” diye sordu Atlas. Dikkatle dinliyordu şayet Aybüke’nin bu sırrı itiraf etme olasılığını değerlendiriyordu.
“Oğlum, Aybüke öldü dirildi…Ben onu ilk kez böyle gördüm. Öyle acı bir çığlık attı ki kalbin durunca.”
“Dayanamadı, kolumuzdan kaçtı yoğun bakıma daldı.” diye ekledi Ethem.
“Sonra sana…Sevgilim dedi lan. Uyansana sevgilim dedi. Başka ne demişti?”
“Sensiz yapamam mı, gitme falan…Yani aşık birinin vereceği tepkilerdi bunlar oğlum! O kadar şaşırdık ki konuşamadık bile. Bir tim lideri ve ekip arkadaşı ilişkiniz yok sizin.”
Masanın öbür yanında fısıltı şeklinde konuşan kişi Çağatay’dı:
“Bana bunları anlatmadın!?”
“Ben yoktum lan o zaman, ben gittikten önce olmuş. Sus da dinle. Keşke mısırımız olsaydı be.” diye cevapladı Ali mırıldanarak.
“Oğlum, olabilir…Endişelenmiş Başkan benim için…”
Durum karışık olmasaydı Aybüke’nin bu yaptıklarını dinlerken mezdeke dönebilirdi. Fakat durumlar epey bir karışıktı.
“Sonra bu iki adam…Orası da ayrı konu amna koyayım! Bu adamlardan biri geldi dedi ki siz onlar hakkında hiçbir bok bilmiyonuz demi? Dedik evet. Ne bilmemiz lazım?” dedi Oğuz.
“Bil bakalım ne bilmemiz lazımmış?” dedi Ethem. “Aybüke senin karınmış!”
Suskundu Atlas. Susmaktan başka ne yapabilirdi ki? Ne demeliydi şu an? Aybüke olmadan adım atmaktan korktu. Daha doğrusu, Aybüke’den korktu.
“Oğlum konuşsana?” dedi Hakan donmuş bir şekilde duran Atlas’a bakarken.
“Tanımadığınız adamların söylentisine ne kanıyorsunuz lan siz?”
“Başkan sana ‘sevgilim’ dedi, koçum.”
“Olabilir, ağzından kaçmıştır. Belki de siz yanlış duydunuz?”
“Olabilir mi? Dost dosta sevgilim mi der lan?” diye sordu Ethem şaşkınlıkla. Yanındaki Hakan’a döndü, “Sevgilim, bok böcüğüm, doldurayım mı bardağını?” dedi.
Hakan ise en ters bakışları atmakla meşguldü.
“İyi ki yanına ben oturmamışım, bu travmayı atlatamazdım.” diye yeniden fısıldadı Ali Çağatay’ın kulağına.
Bütün bakışlar şaşkın ördek yavrusuna dönmüş Atlas’a çevrilmiş, etrafı buz kesmişti. Ne demeliydi? Şu an bayılma taklidi yapsa aslında herkesi inandırabilirdi. Ama yine o hiç sevmediği hastaneye dönmek zorunda kalırdı. Derin bir nefes aldı:
“Biz Aybüke Başkan ile-“
“Mezeler geldi!” dedi elinde tepsi, yüzünde kocaman bir gülümseme ile Ayşe teyze.
“Ooh, mezeler de harika!” dedi Atlas ânı bir örtü gibi kullanıp ardına saklanırken.
“Dağıtma lan konuyu!” dedi Ethem Atlas’ı ensesindek kavrarken.
“Ayşe teyze gitme!” diye yakardı Atlas ama yersizdi.
“Devam et. Dövemiyoruz da!” diye hayıflandı Ethem.
“Biz Aybüke Başkan’la eskiden sevgiliydik!”
Güm diye bir ses duyuldu arka planda.
Ağızlar beş karış açılırken birkaç dakika için sessiz kaldı herkes. Atlas ise Aybüke’nin atacağından emin olduğu tokat etkisini yaşamak için kafasına dikti bardağını.
“Aybüke Başkan sevgili mi yapmış? Ben onu hep tek hayal etmiştim.” dedi Ali beş karış açık ağzıyla.
“Başkan’ım bir erkeğe romantik bir şekilde yaklaşmış…Tek bardak rakının kafa yapması daha olası geliyor. Lan küçük Emrah! Cimcikle bakim beni.
Ali; Çağatay’ı dinlemiş, cimciklemişti.
“Ah! Yavaş lan.”
“Nasıl…Nasıl sevgiliydik?” diye sordu Ethem.
“Harbi mi lan?” diye merakla doğruldu Hakan.
“Hadi be!” dedi Oğuz sırıtırken. “Biliyordum.”
“Bok biliyodun lan! Götünden atma.” dedi Ethem bir silke çakarken.
Tam o sırada mekanın kapısında Ateş belirmiş, “Cümleten iyi akşamlar!” diye girişini yapmıştı. İşleri sebebiyle o geç katılmıştı.
“Tam zamanında geldin Ateş ağabey. Ateş hattındayız.”
“N’oluyor? Niye herkes mal mal bakınıyor? Ne kaçırdım?”
“Sen otur.” dedi Oğuz Ateş’e sandalye iterken. “Sen de devam et.” dedi Atlas’a dönerek.
“Bir şey yok işte oğlum, ne abarttınız…Zamanında oldu bir şeyler. O adamlar da mallar, şakasına abartmışlar işte. That’s all.”
“Kim neyi abartmış?” diye sordu Ateş ağzına mezelerden atarken.
“Onur ağabey Aybüke Başkan’ın eski sevgilisiymiş.” denmesiyle mezenin Ateş’in boğazında kalması bir olmuştu. O öksürükler arasında boğulurken sırtına vurdu Oğuz.
“Bu gece bu masadan eksiksiz ayrılacağız inşallah.”
“Bahsettiğin kişi kaç adamı, kaç bürokratı, kaç ülkenin koca koca adamlarını dize getirmiş Aybüke Akman! Şaşıracağız elbet. Hiç belli etmediniz oğlum. Ne kadar eskisiniz siz?”
“Bayağı eski.”
“Ne kadar?”
“Aybüke on yedisindeydi.”
“Yuh!”
“Çocukmuş lan?”
“Sen?”
“On sekiz, on dokuz.” dedi Atlas yine bir yudum içerken.
“Siz bayağı…Gençlik aşkı mıydınız?”
“Aynen ağabey.”
Onlar basit bir sevgililik sanarken Atlas’ın gözünün önünde o genç kız belirmişti. Saçları kızıl, öfkesi genç…Sabah akşam durmadan çalışan, akademinin en iyi öğrencisi…
Karısı.
Aybüke Coleman.
“Öyle işte.” dedi Atlas. Soruların geleceğinden emindi. Fakat o yalnızca bu geceyi atlatmak, Aybüke’nin yanına dönmek istiyordu. Ara sıra kendinden ve yapacaklarından tırssa da özlemine karşı gelemiyordu. Teşkilatın psikoloğuna gitmesinin zorunlu kılınacağını biliyordu. Fakat şu an tek istediği karısının kollarında uyumaktı.
“İnanamıyorum. İzninizle de bir süre inanamayacağım.” dedi Ethem.
“Anlatsana oğlum. Nasıl oldu? Nasıl baktı sana bizim Başkan? Time girdikten sonra nasıl oldu? Oğlum anlat içte tek tek sordurmasana!” dedi Hakan.
Balıklar geldiğinde herkes Atlas’a dönmüş, kollar sıvanmıştı. Uzun zamandır yapamadıkları bu muhabbetleri hepsi özlemişti. Lakin bugünün konusu ayrıca özeldi.
“Gençtik işte, o zamanlar akademi vardı. Orada aşık olmuştuk. Olduk, bitti.”
Hiçbir şey bitmemişti. Bitmeyecek kadar büyüktü duygular.
“Vay anasını…Ya tim? Tim oluşunca n’oldu?”
“Ne dedikoducuymuşsunuz lan siz de! Eğlence olduk anasını satayım.”
“Konu bayağı ilgi çekici. Hoşuma gitti.” dedi Hakan geri yaslanırken.
“Timde olduğun süre boyunca en çok bu gece konuştun Hakan iti, bilseydik karı kız muhabbeti yapardık seninle!” diye alaya vurdu Atlas.
“Tövbe de lan! Tövbeliyiz hepimiz.” dedi Ethem bir yandan.
“O sırada evlenmeden çocuk yapan Ethem ağabey-“ diyen Ali’nin ensesine sert bir tokat yemesi bir olmuştu.
“Konuşma lan, çaylak. Bin tur attıracağım sana, bin tur!”
Dikkatler yeniden Atlas’a döndüğünde bir şeyler uydurdu Atlas. Gerçeklerle yalanı harmanlamak zorunda kaldı, Aybüke’ye danışmadan her şeyi anlatamazdı.
“Yıllar sonra aynı timde karşılaşmayı biz de beklemiyorduk. Ama profesyonelce devam ettik.”
Hayır, bu elbette gerçekleşmemişti. Aybüke bir yandan Atlas’ın dönüşü ile sarsılmışken Atlas çok büyük bir savaşa girmişti kendisiyle. İki cephe de kazanamayacaklarını bildikleri bir savaşa girmişlerdi.
“Hiçbir şey belli etmediniz lan. Onca yıl, gram anlamadık.”
“Hâlâ inanamıyorum.”
“O adam niye karısı dedi?” diye soran Oğuz olmuştu. “Niye yalan söylesin ki ayak üstü tanımadığı adamlara?”
“Bana bir ajan gibi yaklaşma lan! Dost masasında kenara bırak o kimliğini.” dedi Atlas. “O adam da o yıllardan kalma bir arkadaş. Dalga geçmiş işte oğlum. Anlasana.”
“Neyse.” dedi Oğuz bardakları doldururken, “Çıkar yakında kokusu.”
“Ajan ajan konuşma, çarptırtma ağzına.” dedi Atlas gülerken. Kadehler tokuşturulduğunda uzun süren bu soluksuz yarışta nefes almak için bir zaman yakalamışlardı. Ajan, asker kimlikleri bir kenara konmuş; yalnızca abilik ve kardeşlik sıfatları takınmışlardı.
🤍🖤🤍🖤
Çok uzun zamandır gitmemiştim bir gece mekanına. Hatta en son ne zaman gittim diye sorsalar ne net bir tarih verebilirdim ne de yıl. Belki üç dört yıl önce, belki altı yedi.
Buluşmadan önce evlere dağılmış, hazırlanmıştık. Dolabımdan hiç giymeyeceğimi düşündüğüm elbiseleri çıkarmış, özene bezene giyinmiştim. Mini elbisem, yapılı saçlarım ve makyajımla yansımalar bana yabancı gibiydi.
Aslında eğlenmenin, süslenmenim zamanını beklemekte değildi mesele. İnsan, kendi kendine fırsat yaratmalı, bahane bulmalıydı. Geçerli bir nedene ihtiyaç duymamalıydı insan. Bir kadın, kendini iyi hissettiriyorsa dilediği gibi yapmalıydı makyajını. İstediğini giyip hiçbir şey yokken bile eğlenmeyi bilmeliydi. Şayet hayat, fırsatı beklemekle geçmiyordu. Kaç gez gelirdi ki fırsat ayağa? Bir elin parmağı kadar?
Gece, kırmızı ve siyahın aksine gece mavisi giymiş, gözlerinin rengini ortaya çıkarmıştı. Gözlerine yaptığı makyaj ise açık yeşil gözlerini saran bir gölge gibiydi.
Aylin, göbeğinin daha tam belirmediği bu aylarda fırsatı kullanmış, o da kısa giymişti. Kol ve bacak kaslarının asaletini ortaya çıkaran koyu kahve bir elbise giymişti.
Haziran her zamanki gibi çok süslüydü. Kendini seven ve kendine bakan bir kadındı. Ne yaşarsa yaşasın özenle hazırlanması çok hoşuma gidiyordu. Sevdiği şeyi yapmaktan hiç vazgeçmiyordu. Bu akşam da kızıl saçlarıyla uyumlu koyu yeşil, yırtmaçlı bir elbise giymişti.
Aybüke bambaşka bir konuydu. İlk defa bu denli ağır makyaj yaptığına şahit oluyordum. Dilruba kimliğindeylen de yalnızca iş kıyafetleriyle görüyordum onu. Fakat bu akşam cesur sırt dekoltesi dökümlü gelen, uzun ama aşırı cesur yırtmacı olan siyah bir elbise giymişti. Kolları o kadar kaslı ve yapılıydı ki bu onu çok daha alımlı gösteriyordu.
Yürüdüğümüz koridorun aynadan duvarlarında kendime baktım. Ben de elbise giymiştim. Normalde giymeyeceğim ama yine de aldığım mavi bir elbise vardı dolabımda. Onu giymiş, saçlarımı da dağınık toplamıştım.
Bizi her şeye rağmen hâlâ gülüyor görmek çok büyük bir nimetti.
Mekanın kenarlarında bir masaya geçtiğimizde müzik sesi adeta yıkmak üzereydi mekanı. Herkes kendine bir şey söylediğinde birbirimize dönmüştük:
“Aşırı şaşkınım şu an. Başımıza mekanın yıkılması falan gerekiyordu.” dedi Aylin.
“Allah aşkına tövbe et ve maşallah de. Kaos kaldıramayacağım, sadece eğlenmek istiyorum!” dedi Haziran.
“Aybüke! Gözlerim kamaşıyor. Yarın uyandığımda hayal görmediğime inanmam için kanıt lazım.” dedi Aylin kinaye ile gülerken.
“Fotoğraf!” dedi Haziran heyecanla. Ayaklanmış, hepimizi kadraja alıp öz çekim yapmıştı.
“Tamam, yeter. Belim ağrıdı böyle durmaktan.” dedi Gece Haziran’ın çektiği otuz fotoğrafa ithafen.
“Tamam, o zaman ulusal kız gecesini ve haber akışını başlatıyorum. Ya da kişilerin anlam ve önemine özel…” Yaklaştı, fısıldadı, “İstihbarat akışı.”
“Haziran!”
“Tamam, tamam…Şimdi; zar atalım. Oturma sırasında kim çıkarsa bir avukat olarak sorgumu başlatacağım.”
“Ne sorgusu?” diye sordu Aybüke. Müzik değiştikçe ve zaman geçtikçe insanlar daha da deliriyordu.
“Hiç, öyle. Son dedikodular işte…Başlıyorum!” Bardaki çocuktan aldığı zarı masaya attığında iki rakamı gelmişti.
“Gece Yaman!”
“İlk ben kurban gitmiş olamam.” dedi Gece yüzünü sıvazlarken. “Dinliyorum.”
Bir an için şakadan etrafına bakındı Haziran, “Paparazzi aradım ama yok. Şanslısın, bana kaldın yalnızca. Gece Yaman!” dedi bir manşet misali, “Michelin yıldızlı şef Ateş Karal ile olan ilişkiniz doğru mu!” Sahte bir mikrofon uzattı Gece’ye doğru. Gülen ve meraklı gözler ona döndüğünde düştüğü yeri sorguluyor gibiydi Gece.
“Başka soracak şey bulamadın çünkü, değil mi?”
“Bak bunu ben de merak ediyorum.” dedi Aylin. Olumlu anlamda başını salladı Aybüke.
“Oturduk cevabını dinliyoruz, Gece Yaman! Yoksa, müstakbel Gece Karal mı demeliyiz?”
Masadan aynı anda yükselen ‘ooo’ nidalarına inanmayan gözlerle baktı Gece.
“Yani…” diye başladı ama cümleleri toparlayamıyor gibiydi. “Tamam, var bir şeyler. Uzatmayacağım.”
Herkesten sevinç nidaları -başta Haziran Hanım- yükselirken Haziran Gece’ye sarılmıştı:
“İki kankamı yaptım…İlişkimizin temel taşı olan bana hediye almanız gerek. Ne istediğimi maille iletirim.”
“Aynen, yap bunu.” dedi Gece. Fakat minik bir gülümseme onun da dudağında peydah olmuştu.
“Hayırlı olsun.” dedi Aybüke sırıtırken, “Ateş’i çok severim ama biraz daha sırf senden hoşlanmadığını kanıtlamak için salak salak hareketler yapsaydı…Dayanamayacaktım gerçekten.”
“He ya…Ateş aşık olunca gerçekten mallaşıyormuş bunu da görmüş olduk.” dedi Aylin gülerken.
“Ee, n’oldu aranızda? Biliyorum, daha çok yenisiniz. Kaç gün oldu?” diye sordu Haziran.
“Üç?”
“Ayyy, yesinler…Bu masada özele girmek serbest mi? Dürüst olacağım, bazılarınızdan tırsıyorum.”
“Bodozlama dal, kral.” dedim.
“O gece Ateş’in yanına gittin değil mi?” Biraz daha yaklaştı, fısıldadı: “Sevştinşz mi?”
“Haziran!”
“Hangi akşam ya?” Ben bambaşka alemlerdeydim şu an.
“Ay dur siz bilmiyorsunuz!” dedi Haziran heyecanla. “Bak şimdi, ben Gece’nin gece çıkan kararı ile onu almaya gittim. Kapının önündeyiz, karanlık ve yağmur yağıyor. Aşırı romantik bir ortam yani.”
Haziran heyecanlı heyecanlı anlatmakla meşgulken Gece’nin öldürücü bakışları onun üstündeydi. Buraya katlanmasının tek sebebinin bize duyduğu sevgi olduğunu bilecek kadar tanıyordum Gece’yi.
“Sonra bu dedi ki, ‘Ateş’in evinin adresini biliyor musun?’ Ben şok! Bu böyle Ateş’in yardım ettiğini duyunca bir eridi bir eridi… Hemen verdim adresi, bu da gitti.”
“Haziran!” dedi Gece.
“Gerisini bilmiyorum ya! Of! Keşke kıçına kamera taksaydım.”
“Sen onu da yapmışsındır da ben takside düşürmüşümdür, emin ol.” Önündeki sudan bir yudum aldı, “Ayrıca erime merime…Ne diyorsun Allah aşkına? Yok öyle bir şey.”
“Hmhm evet, tamam.” dedi Haziran. Kalkıp piste gittiğinde Aylin ve Aybüke bir şey konuşmaya dalmıştı. Bunu fırsat bildim, Gece’ye yanaştım:
“Yaşandı mı böyle bir şey? Siz…”
“Yansı!” Bu tür konuları konuşmaktan haz etmediğini iyi biliyordum lakin benim de merak katsayım göz ardı edilemeyecek türdendi. Konuşmadım ama asla üstünden çekmediğim bakışlarımla cevap vermesi için bir baskı kurdum.
“Evine gittim, yani… İçimden geldi. Bir sebebi yok.”
“Bir sebebi yoksa sebebi belli.” dedim gülümserken. Bakışlarımı yanıma çevirdiğimde Aybüke ve Aylin’in de bizi dinlediğini gördüm.
“Bilmiyorum…Sevmiyorum böyle şeylerden konuşmayı. Biliyorsun.”
“Ateş’in bizden ayrı bambaşka ve flaşlarla dolu bir hayatı var. O hayatta yapabilecek misin? Şayet kameralardan ve sorulardan kaçman imkansız olacak.” dedi Aybüke gülümserken.
“Evet…Tahmin edebiliyorum sanırım.” dedi Gece pipetle oynarken.
“Peki…Nasıl iş ‘oralara’ kadar gitti?” diye sordum gülerken. En yakınımdı o benim, tabii ki de soracaktım!
“Ya…” Elini alnına attığında derin bir of çekti, “Konuşmasak?”
“Yok, olmaz.” dedim gülerek.
“Öpüştünüz, ikiniz de duramadınız.” dedi Aylin kısaca. “Ateş Karal’dan bahsediyoruz.” dedi gözlerini devirerek, aynı anda gülmüştü bu söylediğine. Fakat Gece’nin bakışları söylediğine takılmış olacaktı ki onu bulmuştu.
“Biraz daha bahsetsene şu ‘Ateş Karal’dan…Hani şu gözde bekar kısmından.” dedi Gece koltukta geri yaslanırken.
Aylin’in bakışları donarken şaşkınca bize döndü, “Pot kırdım galiba.”
“Azıcık uç konulara girdin…” dedi Aybüke gülerken. Gece’ye döndü, “Gençliğinde bayağı çapkınmış diye duymuştum bizimkilerden. O kadar. Bence git ve kendin sor.” dedi Aybüke kahkaha eşliğinde. “Ya da Ethem’e de sorabilirsin. Bir şeyler bildiğine ve anlatmak için can attığına eminim.”
Aynı sırada Aylin de Haziran’ın yanına gitmiş, bara doğru yürümeye başlamışlardı. Aylin’in minik göbüşü hafiften de olsa çıkmaya başlamıştı. Hamilelik çok yakışmıştı. Geldiğimizden beri fark etmeden bile ağzına bir şeyler atıp durmuştu. Yanaklarını sıkmak geliyordu içimden fakat onun benim popoma sıkması daha yüksek bir ihtimal olduğundan mütevellit geri bastım.
“Eee…” dedim diğer yanımda oturan kadına, “Senin hayatında birisi var mı Aybüke?” dedim imayla. O gün yoğun bakımdayken Aybüke’nin Atlas için çok endişelendiğine bizzat şahit olmuştum. Fakat benim algım o anlarda kamp dolayısıyla yarı kapalı olduğu için her şeyi net hatırlamıyordum. Aybüke, Atlas’ın yanına gittiğinde fısıltı ile konuştuğunu hatırlıyorum.
Ama o gün orada bir şeyler olmuştu. Eminim. Gün geçtikçe o ana dair hatıralarım iyileşiyordu.
Bakışları bana döndüğünde koyu kahve bakışlarında şaşkınlık vardı. Yaptığım imayı hatırladığım şeylere nazaran yaptığımı sanması çok normaldi. Çünkü bizzat öyle yapmıştım.
“Yok.” dedi Aybüke. “Hem vaktim de yok… Boşverin beni de sizin Oğuz’la düğün ne zaman? Onu söyleyin. Bir iki haftaya Ethem’ler evleniyor.”
Konuyu bu denli hızlı değiştirmesi hiç hoşuma gitmemişti fakat üstelemeyecektim.
“Önümüzdeki hafta istemem var sanırım.”
Sevinçle ayaklanmış, bana sarılmıştı. Aynı şekilde Gece de beni sarmalamıştı.
“Ve bir elbiseye ihtiyacım var…Bilmem Dilruba hâlâ oralarda mı?” diye fısıldadım kulağına. İkimiz de gülümsediğimizde gözlerini yummuştu. Her şeyin huzurla ilerlediği bu akşamda pek çok şeyden konuşmuş, eğlenmiştik. Ayaklarımıza acılarımızın adına bağlanmış prangalar varken zordu her şeyi birkaç saatliğine de olsa unutmak fakat zaman durmuyordu. Kafamı dağıtmadığım sürece içimde günden güne biriken bu acı beni yiyip bitirecekti.
Gözlerim Haziran ve Aylin’i aradığında göremememle beraber konuştum:
“Kızları görüyor musunuz? Barda yoklar.”
Aybüke de toparlanmış, etrafa bakınmıştı. “Şuradaki kalabalık neyin nesi?” diye mırıldandı. Ayaklandığında biz de peşine takıldık.
Takılmaz olaydık.
“Neymiş?” diye sordum.
“Mekanda geldiğimizden beri yasak madde ticareti dönüyor ama onunla ilgilisiyse uzaklaşırız.” dedi Aybüke. Bunu oturduğu yerden nasıl fark etmişti?
Kalabalığı yavaşça deldiğimizde elbette kavgaya karışmış bir Haziran görmeyi beklemiyorduk.
“Bıraksana beni! Bırak!” diyordu kolunu tutan adama. Adamın dans eden çiftlerin arasında ona yanaştığı belliydi. Aylin ise uzaktan gelmiş, adamın kolunu kavrayıp Haziran’dan çekmişti.
“Sana bırak dedi.” dedi tok bir sesle.
“O da istiyor işte…Şu elbise boyuna bak.”
“Lan-“ Derin bir nefes aldı Aylin, “Bak, geri bas…Sakin sakin geri bas!”
“Sen nereden çıktın be melek? İyii, bu olmazsa seninle de olur-“
Aylin, adamın kolunu korkutucu bir sakinlikle çevirmiş, adamı iki büklüm etmişti. “Duyamadım, müzik yüksek. Tekrar et?” Adamın başı bir masaya yaslı, eli arkadaydı. Aylin’in adamı tek koluyla bastırıyor olması da ayrı bir meseleydi.
“Aylin!” dedim yapma dercesine. Başımıza iş alacaktık! Zaten bu akşamın kadar sakin geçiyor olması şaşırtmıştı.
Bir ümit olası bir kavgayı durdurabilirdik-
“Lan!” Arkadan adamın arkadaşlarının gelmesi elbette kaçınılmaz olmuştu. Adamlar, Aylin’e doğru salakça bir tekme savurmaya yeltendiğinde Aybüke’nin saniyeler içinde tekmeyi bir eliyle geri savurması bir olmuştu. “Sakin…Sakin!”
Başkalarının Aybüke’yi görünce ağzının sulanması kaçınılmaz olmuştu.
“Geri. Bas.” dedi Aybüke kafasını ona yaklaşan kafadan geri çekerken.
“Haşin…En çok da böyleleri yakıyor içimi!” dedi adam.
Grubun geri kalan ikisi de Gece ve bana yeltendiğinde Aylin ve Aybüke'nin bakışması bir olmuştu.
Bakışarak bir şeye karar veriyorlardı. Korkmalı mıydım?
Belimde bir el hissetmemle yanı başımdaki Gece’nin o eli çekmesi bir olmuştu. Yaşananlardan başım dönerken kaçınılmaz bir olayın eşiğindeymişiz gibi hissettim.
Haklıydım. Yine…Maalesef.
Aylin’in adamlara tekme tokat girişmesiyle Aybüke adamı ters çevirmiş, yüzünü yere topuğuyla çivilemişti.
“Ah!”
Kavga gürültü sesleri mekanı doldururken adamların cebinden düşen minicik bir torba ayak ucuma kadar sürüklenmişti.
Gece, ona ya da bana yaklaşan olursa tek hamlede sendeletiyordu ama gerekmedikçe karışmamayı tercih ediyordu.
Şayet Aybüke ve Aylin tokatla bile adam devirebiliyordu.
“Aylin!” diye bağırdım. Şayet onun arkasından ona metal çubukla yaklaşan epey yapılı iki adam vardı. Aylin’den önce Aybüke onların yokunu kesmiş; önce demiri ellerinden almış, bir adamı devirmişti. Diğeri üstüne geldiğinde yerdeki ‘Dikkat! Kaygan zemin.’ tabelasını adamın kafasına kırmıştı.
Artık şaşırmıyordum. Sakince bir sandalyeye oturdum ve işlerini bitirmelerini bekledim.
“Zaten bu kadar sakinlikten anlamalıydım…”
🖤⚔️🖤
“Hapishanelerin de okul havası gibi ayrı bir havası var, cildime hiç iyi gelmedi.” diyordu Haziran el aynasına bakarken. Sanki tek sorunu havası olan bu yer, hayatımda bulunacağımı düşünmediğim yerler listesine giremeyecek kadar uç bir seçenekti.
Mapusa düşmüştük.
Tam olarak dövdüğümüz adamların karşısındaki yerde oturmuş bekliyorduk. Göz ucuyla yanımda bütün asilliği ile oturan iki ajana baktım.
İki. Ajan.
“Ne?” dedi Aylin göz ucuyla.
“Hiç, öyle. Nasıl oldu da… Şöyle bir gruplayken dahi (!) kendimi hapishanede bulabildim diye düşünüyorum.”
Gece ise her şeyden izole bir biçimde simsiyah gözlüklerini takmış, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Kuzum çıktığı gibi kendini hapiste bulmuştu.
Gece’ye bakmaya devam etmemden olacak ki gözlüklerini az da olsa indirdi:
“Ben bir yorumda bulunmayacağım. Alışkın olduğum yerler artık.”
Sükunetimizi bozan Aybüke’nin kıkırtısı olmuştu. “Pardon, sinirlerim bozuldu.” Kendini tutmaya çalışmasıyla daha çok gülmesi bir olmuştu.
“Benim de makyajım bozuldu.” dedi Haziran oflayarak.
“Aybüke’yi de kaybettik…” dedi Aylin. Bir süre sonra hepimizin sinirleri bozulmuş olacaktı ki herkes manyakça gülüyordu.
“Eline koluna sahap çıkmış olsaydın bu geceyi sakinlikle bitirmiş olabilirdik!” dedim Aylin’e doğru.
“Sence sakin kalınacak bir tayfa mı? Şunlara bak.” dedi karşıya bakarken. Karşıdaki hücrede ise yerde yarı baygın yatan adamlar vardı.
“Biri bizi kurtarmaya gelecek mi acaba? Avukatımızı çağıralım diyeceğim ama o da içeride anasını satayım!” dedim.
“Oğuz çoktan gelmiştir.” dedi Aylin.
“Siz susun da ben ağlayayım…Beni hatırlayan olacak mı acaba?” diye üzüldü Haziran. Hafiften sarhoştu.
“Ya, üzülme!” dedim ona sarılarak, “Biz varız ya.”
“Siz de içerdesiniz, n’apayım ben sizi?” dedi ve ağlamaya başladı. Çok içmişti!
Hapishanenin kapısının açılma sesiyle dikkatimizi oraya verdik. Aybüke, bacak bacak üstüne atmış; elini alnına atmıştı. Şayet ben dışarıdan bu kadroya baksaydım epey gülerdim; Özel Operasyonlar Başkanı, bir saha ajanı, bir avukat ve istihbarata çalışmış iki cerrah…Hapishaneye düşerken dahi sansasyonel bir grupsak biz ne yapalım(!)
Kapıdan gelenleri gördüğümde utanç ve sevinç aynı anda hücum etmişti beynime.
“Oğuz!” dedim acıyla. O şaşkınlıkla bir bize bir de karşı hücreye bakarken arkasından üç kişi daha girdi; Atlas, Ethem ve Ateş.
Atlas, sudan çıkmış balık misali bize bakarken kocaman bir kahkaha attı. Hepsi normale göre biraz daha salaştı…O rakı masası kurulmuştu anlaşılan.
Ethem ise öfkeyle bakıyordu karşı gruba. Aylin’e döndüğünde ise yalnızca endişe dolu bakışları vardı. Gözleriyle vücudunu taramış, derin bir nefes vermişti.
Ateş ise…Şaşkındı ama bence o Gece’nin burada dahi gözlükle oturmasına şaşkındı. Emin değilim, ya da güzelliğinden de olabilirdi bilmiyorum. Şayet adam son birkaç haftadır kadını hapishaneden başka bir yerde görmemişti!
“Çıktığın gibi içeri girmenden mapusu özlediğini mi anlamalıyız, yenge?” diye sormuştu Atlas kahkahasının arasından.
“Yorum yapmayacağım.”
Polis memuru anahtarla kapıyı açmış, “Buyurun Aybüke Hanım, Aylin Hanım.” İkisi de oturduğu yerden ayaklanınca bir grup adam dövmelerine rağmen hâlâ şık göründüklerini fark ettim.
“Biz!?” dedi Haziran acı dolu bir inlemeyle.
“Halledeceğiz hemen.” dedi Oğuz bana bakarken.
Saatin farkında değildim fakat tahminimce bir yirmi dakika sonra biz de çıkmış, komiserin odasına girmiştik.
“Gelin, gelin.”
Odaya girdiğimizde Aylin de Aybüke de bacak bacak üstüne atmış bir şekilde koltukta oturuyordu. Atlas Aybüke’nin hemen sağ çaprazında elleri cebinde dururken bakışlarım Oğuz’u buldu. Ateş de Oğuz da bizim içeri girmemizle yaslandıkları yerden doğrulmuştu.
“İyi misiniz?” diye sormuştu Ateş, Gece’yi yavaşça kolundan kavramış, yanına çekmişti. Vücuduna bakmış, herhangi bir yarayı görmemenin verdiği huzurla gözlerini kadının gözlerine kenetlemişti.
“İyi misin?”
“İyiyim.”
“Bir sıkıntı kalmadı, değil mi?” diye sordu Oğuz beni kolunun altına alırken.
“Hayır, hayır. Arkadaşlar bizimle kalacaklar, hanfendiler imzasını atıp çıkabilirler.”
Bize söylenen yerlere birkaç imza attıktan sonra el ele çıktık karakoldan.
“Yalnız söylemeden edemeyeceğim…” dedi Atlas gülmeye devam ederken, “Kadro müthiş!” Koluna varla yok arası bir silke yemişti Aybüke’den ama o da gülümsüyordu.
“Aybüke başkan…Kafa mı yaptı?” diye şaka yaptı Ethem.
“Yok ya, o aslında-“ diyecek gibi oldu Atlas ama susmuştu.
“Neyse. Tamam, dağılın. Hadi.” dedi Aybüke.
“Tam olarak olay nasıl gerçekleşti?” diye merakla sordu benim yakışıklı.
“Odada beş bin kere tekrar etmedik mi? Mal mısınız ya!?” diye sinirlendi Aylin.
Bunun üstüne hepsinin bir kere daha gülmesi kaçınılmaz olmuştu.
“Buldunuz tabii eğlenceyi, gülün. Geçin dalganızı.” dedim.
“Başkan’ın şu an esip gürlemesi lazımdı…Başkan’ım, iyi misin?” dedi Ethem. Aybüke ise gülmüştü. Tıpkı benim gibi, onların da onu ilk defa daha…’Kuralsız’ gördüğüne emindim.
“Sizin de uslu durduğunuz söylenemez…”dedi Aybüke. Çok olmasa da dağıldıkları ve eğlendikleri belliydi. Yine de düzgün görünüyorlardı tabii.
“Hadi, dağılın.”
“Aybüke, bizim yol başkanlıktan geçiyor. Bırakalım istersen?” dedi Ethem. Aybüke kararsızlığın tam ortasına düşmüşken göz ucuyla Atlas’a baktı. Atlas, iki eli cebinde her zamanki gülüşüyle duruyordu.
“Ben-“
“Aybüke Başkan’ım, siz moda evine gitmeniz gerektiğini söylememiş miydiniz?” dedi Atlas birden.
“Evet. Onu diyecektim tam.”
“Benim evim o tarafta, biliyorsunuz zaten. Ben bırakayım.”
“Olur. Sizler de gidin hadi. Geç oldu zaten.”
Ethem’in bakışları birkaç saniye için ikisi arasında mekik dokumuş olsa da sonrasında baş sallamış, kolunun altına sakladığı kadın ile arabasına binmişti. Oğuz da beni arabaya bindirdiğinde karakolun önünde yalnızca Atlas ve Aybüke kalmıştı.
🖤⚔️♥️
Ateş, artık sadece Gece’nin kaldığı rezidans kapısına geldiğinde freni çekti. Yanında oturan sevgilisine döndü:
“Söylemezsem içimde kalır…Çok güzel olmuşsun.” dedi Ateş kadının ellerinden öperek.
Minik de olsa gülümsemişti Gece. Arabadan indiğinde Ateş de inmiş, arabaya yaslanmıştı. Gece, hızlı adımlarla gitmek üzereyken yeniden tutmuştu Ateş onu.
“Burada kalmak istediğine emin misin? Yalnız kalmak istemezsen bende kalabilirsin.”
Adamın acı kahve gözlerine baktı. Ben yalnızlığa alışığım demektense sadece gözlerinin içine daldı. Bir an için yalnız olmak istemediğini hissetti.
“Eminim. Hem, burası evim benim. Başka nerede kalacağım?”
“İkinci evinde.”
“İkinci ev?” dedi Gece, gülümsemeden duramamıştı.
Ateş’in elleri Gece’nin kuzgun siyahı saçlarını bulduğunda üşümüş burnundan öptü:
“Teklifim hâlâ ve sonsuza kadar geçerli.”
“Teklfi mi istek mi?” derken güldü Gece.
“İstek…Çok büyük istek. Kokunu almadan, sana sarılmadan uyuyasım gelmiyor. Şimdi n’apacağız? Bağımlı olduk, iyi mi? Tedavisi nasıl olur bunun doktor hanım?”
“Bunun tedavisi olmasa da olur.”
Gece, geri çekildiğinde Ateş’in yüzüne bakmadan içeri girmeye çalıştı.
“Sen…Kaçıyor musun benden?” diye sordu Ateş muzip bir ifadeyle. Akşamdan bu yana biraz mesafeli davranmış, adeta yanından kaçmıştı.
“Ne? Hayır.”
Anlamsızca utanmıştı Gece. Birine böylesine yakın olmaya alışık değildi, olması ise zaman alacaktı. Kaçmak istemese de bazı şeylere karşı koyamıyordu. Utanmak, istemsizce uzaklaşmak gibi. O gece yaşananlar ise… Son bir iki gündür hayatı yokuş aşağı bir ivme kazanmıştı.
“Bana dargın değilsin, değil mi?”
“Hayır, tabii ki.”
“Gerçekten mi?”
“Sana neden dargın olayım, Ateş?”
Başını omzuna doğru eğmişti Ateş. Az ötesinde duran kadını baştan aşağı süzmüş, sırıtmıştı.
“Renk sana çok yakışıyor.” Kadının üstündeki koyu mavi elbise ve topuklulara bakarken gülümsedi. “Mavi çok yakışmış. Bundan sonra hep renk katar mısın ki kıyafetlerine?”
“Bakarız.” dedi Gece gülerken. Duyduğu onca iltifat yanaklarının yanmasına sebep olmuştu. Karşısındaki bu adam ona güzel hissetiriyordu. Değerli olduğunu hatırlatıyor, anlatmadan da anlayabiliyordu duygularını.
“İyi geceler.” dedi Gece kalıya doğru ilerlerken. Rezidans kapısından geçtiğinde Ateş arabasına yaslanmış bir şekilde onu izliyordu. Ancak kapıyı kapatabilmiş, içeri gitebilmişti. Aralarında yaşanan o gece hayallerin ötesindeydi. Ve bir o kadar beklenmedikti. Duyguların onları esir aldığı, kafeslenmiş hislerin bedenlerini ele geçirdiği savunmasız bir andı.
Eve girdiğinde ayakkabılarını bir yana çıkardı. Şehrin ışıkları ayaklarının altına serilirken mutfağın bir ışığını yaktı. Su doldururken Ateş’in söyledikleri yankılandı zihninde, kokun olmadan uyunmuyor demişti.
Hak veriyordu. Maalesef hak veriyordu şayet Gece de Ateş’in kollarındaki rahatlığı yalnız başına bulamamıştı. Bağımlılık gibi bir şeydi bu. Aşık olana dek inanmadığı ne varsa inanacakmış gibi hissettirmişti.
Telefonu gelen bir bildirimle aydınlandığında gülümsedi Gece:
Karal: Gece yatarken üstünü çok açıyorsun🖤
Üstünü sıkıca kapatmayı unutma.♥️
Kendini koltuğun kolçağından bıraktı, yüzündeki aptal gülümsemenin farkında olmadan göğsünde tuttuğu telefonla tavanı izledi. İçini kemirip duran gücen problemleri Ateş’le beraber azalmış olsa da tam olarak bırakmıştı peşini. Bu aşk denen şey gider miydi birkaç güne? Tıpkı her şeyin onu terk ettiği gibi? Dudaklarını dişlerken hiç ses çıkmayan evini dinlediği. Yansı evlenmişti. Ev artık ne Yansı’nın her daim açık bıraktığı televizyonun sesiyle doluyor, ne de neşeli kahkalara sahiplik ediyordu.
Ayaklarını sallandırmayı kesti, telefonunu yeniden çıkardı.
Gel ve sen kapat o zaman, Ateş Karal.
Attığı mesaja birkaç dakika bakakalmıştı Gece. Ateş tarafından öyle bir etki altına alınmıştı ki kendini bile tanıyamaz olmuştu. Ruhsuz kadının kurumuş topraklarına çiçekler ekiyordu Ateş Karal.
Çok değil, altı dakika sonra kapı çalmıştı. Gece, hâlâ elbiseninin içinde, koltukta ters bir biçimde yatmakla meşguldu. Hızlıca ayağa kalkıp kapıyı açtığında karşısında tanıdık sima vardı.
Eli kapı pervazında, uzun siyah kabanı ve boğazlısı ile Ateş Karal. Dağınık kumral saçları ve bal rengi gözleri…
Kapıyı gülen yüzle açmıştı Gece. Kenara çekilmiş, Ateş’in içeri girmesi için kapıyı iyice aralamıştı.
Ayakkabılarını çıkartıp Gece’nin topuklu ayakkabılarının yanına koydu. Gece’yi belinden kavradığında kulağının arkasına derin bir öpücük kondurdu.
Birbirlerine sıkıca kenetlenmiş, konuşmak yerine dakikalarca sarılmışlardı. Ayaklarının yerden kesildiğini hissettiğinde kıkırdadı Gece. Belinden kavradığı gibi kendine daha da yaslamış, kaldırmıştı Gece’yi.
İlerlemeye başladığında Gece’nin odasını bulmasıyla içeri girmiş, onu bıraktığı gibi geri çıkmıştı.
“Üstünü değiştir sen, ben salondayım.” demişti Ateş. Oturduğu salonun kocaman penceresinden bakmış, kapalı olan televizyonu bu sefer o açmıştı.
“Ateş! Ateş.” diye seslenmişti Gece. Kapıdan içeri girdiğinde aynanın karşısındaki kadını gördü:
“Fermuarı açar mısın?” demişti çekingenlikle.
Ateş ise yavaşça ilerlemiş, fermuarı açmıştı. Ateş’in içi aylardır yanıyordu. İmkanı olsa şu an evlenecekti Gece ile fakat zorlamak istemiyordu.
Fakat çoktan bir tilki yuva yapmıştı aklında.
Fermuar açıldığında boyundan sarkan kumaşı da yavaşça çekmiş, kadının açıkta kalmış omzuna uzun bir öpücük kondurmuştu.
Geri çıkıp salona gittiğinde mutfağa bakmış, dolabı açmıştı.
“Güzelim! Aç mısın sen de?”
“Evet!” diye bağıran kadını duymasıyla kıkırdadı Ateş. Dolaptan çıkardığı şeylerle bir şeyler hazırlarken Gece de hazırlanmış, tıpış tıpış dönmüştü salona. Salonla birleşik olan mutfağında Ateş Karal’ı görmek tuhaf hissettirmiş, içine bir heyecan dalgası yaymıştı.
Elinde tabaklarla masaya ilerlediğinde bir an için Gece’ye baktı Ateş. Gördüğü onu yavaşlatırken baştan aşağı süzme ihtiyacı hissetmişti.
Gece’nin üstüne giydiği hırka bizzat ona aitti. Ve altına ya şort giymişti ya da…
İkisi de içlerinde saklamaya çalıştıkları anlamsız bir çekingenlikle koltuğa oturmuş, karşılıklı oturacak şekilde dönmüşlerdi.
“Teşekkür ederim.” dedi Gece tabağı alırken.
İkisi de anın sessizliğini yaşarken kafasını kaldırıp Ateş’e baktığında pür dikkat televizyonu izlediğini gördü. Baktığı yere bakınca çok ünlü bir aşçılık programı olduğunu gördü. Ateş’in dikkatini bozmamak amacıyla sustu. Bir süre sonra onun merakını cevapsız bırakmadı Ateş:
“Son beş aydır beni programa davet ediyorlar. Yarın sabah çekime gideceğim.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Gece. “Seni televizyonda mı izleyeceğim?”
Sevgilisinin heyecanına tebessüm etti Ateş. “İzleyeceksin tabii…Soru soracağım izleyip izlemediğini görmek için.”
Güldü Gece, “Neden onca ay kabul etmedin?”
“İşler…” Vatan meseleleri.
“Tabii…”
“Ya sen?” diye sordu birden Ateş. “Sen neden sana aylardır gelen davetleri kabul etmiyorsun?”
Şaşırmıştı Gece. Ateş’e bundan daha önce hiç bahsetmemişti oysa. Pek çok güzellik programından ameliyatları ve güzellik hakkında konuşması için davet alıyordu. Hepsini de reddetmişti şayet çok zor dönemlerdi.
“Sen nereden…” Sustu. Bir MİT ajanına beyi nasıl bildiğini sormayacaktı. “Artık hiç gidemem. Özel hayata da dalıyorlar, biliyorsun. Şimdi bir de bu hapis işleri…Canlı yayında ne olacağını kestirememek hoşuma gitmiyor.”
“Bana da soracaklar.” dedi Ateş, “Gönderilen soruların ikisi özel hayatımla alakalı.”
Elindeki çatalla oynadı Gece, “Ne diyeceksin peki?” diye sordu mırıldanarak. Yeşil gözleriyle merakla izledi Ateş’i. Meraklı görünmemeye gayret etse de durum tam tersiydi.
“Bilmem, ne demeliyim?” diye sordu Ateş gülümseyerek.
“Sen ne istersen. Banane canım.” dedi Gece makarnadan ağzına atarken.
Güldü Ateş. Boşalmış tabağı Gece’nin elinden aldı, masaya koydu. Kadını bir kolunun altına aldığında birbirlerine sarıp sarmalanmışlardı.
“Bizim konular bir şekilde hep evliliğe geliyor, farkında mısın güzelim?”
“Konuyu genelde sen açıyorsun.”
“Doğru…Acelesi yok aslında. Ne gerek var, haklısın.”
Gülümseyerek söylemişti bunu Ateş. Gece ise şaşkınlıkla bakmıştı adamın yüzüne.
“Yok mu?” dedi. Hayır demezdi evlenmeye fakat rolleri değişmiş gibilerdi. Ne yani? Onunla evlenmez miydi şimdi? Niye değişmişti fikri?
“Var mı?” Burunları değerken birbirlerinin gözlerinde kayboldular. Ateş’in, dudaklarından zikrettiği saçmalıklar yalandı elbet. Delisi olduğu bu kadına hayır demek nasıl bir aptallık olurdu!
Ateş gözlerini kapatıp mayışmışken aniden dudaklarından öpmüştü Gece. Ateş’in gözleri şaşkınlıkla açıldığında birkaç saniye bakakalmış, ardından o yapılmmıştı dudaklarına. Tenleri tenlerine karışmamıştı ancak ruhları geri dönemeyecekleri bir uçurumdan el ele atlamıştı.
🖤🫀🔥
Karşılarında duran evin kapalı kapısına bakıyorlardı. Bu apartman seneler öncenin anılarını yük bindirmişti sırtlarına. Yarım kalmış hikâyelerinin durduğu evin önünde duruyorlardı.
O zamanki imkanlarıyla kiraladıkları ortalama, kutu gibi bir evdi. Atlas, durduğu kapının önündeki kargolara şaşkınlıkla bakarken Aybüke’ye döndü:
“Oteldeyken evi temizlettim. Evin eksiklerini de sen dönmediğin zamanlarda satın almıştım…” dedi Aybüke sessizce. Gözlerinde yıllardır eskimeyen bir hayranlık ve özlemle baktı Atlas yanındaki kadına.
Karakoldan çıktıkları gibi buraya getirmişti adımları onları. Şimdi, yeniden bu kapının eşiğinde yan yana duruyorlardı.
El ele yağmurdan kaçarak girdikleri bu bina onların yeni eviydi. İlk katta koşarak çıkmış, Atlas cebindeki anahtarı çıkarmıştı.
“Sırılsıklam olduk!” diyordu Aybüke kahkaha atarken. Saçları, elbisesi ve montundan damlalar damlıyordu. İçinde büyüdükçe büyümüş heyecan ise yerinde durmasına izin vermiyordu. Evlenmişlerdi ve evlerine gireceklerdi!
Kapı açıldığında hızlıca adımladı Aybüke ama Atlas bir anda sırtına atmıştı kadını.
“Ya!”
Kapıda kahkaha atan genç kızı izledi Aybüke. Her bir anı kazımıştı zihnine. Şimdi sanki yıllar geçmemiş, onlar ayrı kalmamış gibi geliyordu. Bu sefer anahtar Aybüke’deydi. Çantasından çıkardığı kapıya taktığında aynı kapı çok uzun yılların ardından iki kişiye aynı anda açılmıştı.
Atlas’ın “Dur.” demesiyle duraksadı Aybüke.
“Bir şey mi oldu?”
Yemyeşil gözleriyle kadını süzdü Atlas, “Sen bu kadar güzelken…Seni kucağıma alacağım.”
“Ne?” diye şaşırdı Aybüke. Aynı zamanda güldürmüştü onu.
“Ama üstüne beyaz lazım…Beyaz olmadan olmaz.”
“Gerek yok ki.” dese de dinlememişti Atlas. Bir çözüm yolu ararken onu izledi Aybüke. “Vazgeçmeyeceksin, değil mi?”
Atlas’ın başını hayır anlamında sallamasıyla kapıdaki kargolara daldı. Bir şey arıyordu ve bu, Atlas’ın dikkatini çekmişti. En sonunda çok daha büyük olmayan bir paketi alınca kartonu ve plastiği yırtmaya koyuldu.
“Yardım et, manyak adam.” Atlas, tek çekişte açmıştı kartonu. İçinden çıkan bembeyaz nevresim takımına baktığında gülmeden edemedi.
Aybüke, beyaz çarşafı siyah elbisesinin üstüne aldığında Atlas’a döndü. Bir anda havalanmıştı. Kapıdan kocasının kucağından girerken ikisi de gülüyordu. Aybüke, eliyle kapıyı kapattığında Atlas’ın dudakları bir saniye daha beklemeden karısının dudaklarını buldu.
İkisi de nefessiz kalıncaya dek öpüşürken Atlas, Aybğke’nin sırtını kapıya yaslamış; kadını kucağına almıştı. Aybüke’nin mini elbisesi iyice yükselmiş, baldırlarını açıkta bırakmıştı.
Üstündeki çarşafı zaf zor girdikleri yatak odasına kadar üstünde taşıdı Aybüke. Boş olan yatağa sırtı değdiğinde nevresimleri geçirilmemiş yatağa çarşafı gelişigüzel attı Atlas.
“Şu elbiseyi üstünden çıkarmak için…Tüm gece nasıl dayandığımı bilemezsin.”
Boynunda, onu gıdıklayan sakallar bir yana Atlas’ın cümleleri güldürüyordu Aybüke’yi.
“Tabii, seni karakoldan almak hiç aklımda yoktu. Ona yarın gülmeye devam edeceğim.”
Bu söylediğine karşın sesli bir kahkaha atmıştı Aybüke. Elbise üstünden kayıp giderken gözlerini bir kere olsun hasret kaldığı yeşillerden ayırmamıştı. Çarşafı gelişigüzel attıkları yatakta birbirlerinin boynunda nefeslenmişlerdi.
Kaç yıl geçmiş olursa olsun, aşkları zayıflamanın tam aksine güçlenmiş; aklın alamayacağı bir sevdaya dönmüştü. Yıllar evvel kavga ederek boşandıkları bu evde yeniden bir olmuşlardı. Atlas’ın salonda, Aybüke’nin ise yatağın en ucunda yattığı o geceye inat bu gece yepyeni bir başlangıçtı.
Söz söyleyecek olanlar, yine karşılarında duracaklar olacaktı. Fakat artık ne Aybüke o on dokuz yaşındaki kızdı, ne Atlas yirmi birindeki delikanlı.
“Belki de Mustafa Başkan haklıdır. Belki de boşanmamız en iyisidir.”
“Yeter! Yeter, Atlas! Neden evlendin o zaman? Konuşmamış mıydık ne kadar zorlanacağımızı? Hele saklayamazsak nelerle karşılaşacağımızı konuşmadık mı! Sana deli gibi sevdalıyım diyen boş duvar mıydı!”
Masadaki bardaklar duvara uçarken öfkeden aklını yitirmek üzereydi Aybüke.
“Durumlar değişti, Aybüke. Sen de biliyorsun…Belki de yaptığımız şey çocukluktan başka bir şey değildi.” Bunalrı söyleyen Atlas’tı fakat her bir kelime bir günah gibi saplanıyordu kalbine. Adına sorgulama açılmıştı şayet ailesi şüpheliydi.
“Kelimelerin arkasına saklanma…Seni tanıyorum ben. Yetmez mi!”
“Beni sorguya alacaklar, Aybüke! Dağdan gelen piçlerin gittiği kamplara götürecekler belki de beni! Ne sanıyorsun sen, senin benim karım olduktan sonra yükselmene devam edeceğini mi? Zehir gibi kızsın, benim yüzümden geldiğin yere mi döneceksin! Sen o Mustafa’nın koltuğunu bile alırsın. O adam bunu çok iyi bildiği için seni eğitiyor! Sen koltuğa geçecek kadınsın çünkü! Ve ben, sana oranga olmayacağım.” Burnundan soluyordu Atlas. Koltuğa kendini geri attığında bu sefer bağıran Aybüke’ydi.
“Sik**r, git o zaman Atlas…Sana döktüğüm bütün dili aldın attın çöpe. Ne halin varsa gör!” Odasına dönmüş, kapıyı sertçe çarpmıştı.
Evden çıkmıştı Atlas. Sabaha kadar içmiş, içinde olduğu bu boktan durumu unutmak istemişti.
Mesleği elinden alınacak, mim bilir istihbarat tarafından kendisinin bile bilmediği yalanları itiraf etmek için neler yapılacaktı.
Ve Aybüke…Güzeller güzeli karısı…
Eve döndüğünde ışıklar kapalıydı. Alacakaranlığın soğuk mavi ılışı evi aydınlatırken odalarının kapısına yanaştı Atlas. İçeri giremedi, kapısında oturdu kaldı.
“Aybüke’m…” dedi fakat Aybüke’nin uyanık olduğundan bi haberdi.
Aybüke kapıyı açıp yüzüne bir dosya fırlattığında ve bir tokatı yüzüne geçirdiğinde yine susmuştu Atlas. Aybüke’nin yüzünde gördüğü yaşlar onu kendine getiren şeylerdi.
“Aybüke-“
“Boşanalım! Ben imzaladım, madem amacın bu. Keşke çoktan her şeyi tamamladığını söyleseydin… Daha fazla yormazdım kendimi. Bitti.”
Yüzüne fırlatılan dosyaya baktığında bunun bir boşanma davasına ait olduğu yazıyordu. Ve hayır, bunu hazırlatan kişi Atlas değildi.
Aybüke ise odada bulduğu bu belge ile içindeki güzel ne varsa o sabaha karşı öldürmüştü.
“Boşanalım.” dedi Atlas. Çünkü başka seçenek sunmuyordu hayat onlara. Engelin ardından yine birbirlerini bulmak onlara kalmıştı.
İkisi de o gün için ebedi bir ayrılığa imza attıklarını sanmışlardı. Aybüke, Atlas’ın imza atışını izleyemeden evden çıkıp gitmişti. Atlas ise o evde bir başına celladıyla beraber kalmıştı; Belgedeki o imza yüreğini dağlamıştı.
Söz söyleyecek olanlar, yine karşılarında duracaklar olacaktı. Fakat artık ne Aybüke o on dokuz yaşındaki kızdı, ne Atlas yirmi birindeki delikanlı.
♠️⚔️♠️
Sevgili Günlük;
Ah…Sanırım bunu yapmak tahmin ettiğimden de zor olacak.
Sevgili günlük diyerek bir sayfaya başlamakla dalga geçenlerin aksine ben bu sayfaları ‘biri’ gibi görüyorum.
Sana yazalı epey oluyor. Bilmem hatırlar mıyım bir sayfa geriye gitsem… Adam akıllı yazdığım en son tarih yıllar önceyken sana benim yeniden okuduğum zaman dahi inanamayacağım bir şey söylemeye geldim.
Ben evlendim, hem de Oğuz’la.
İşte hayat öyle bir hâl aldı. Kaç kelime yazsam yeter, tahmin bile edemiyorum. Bir saat önce karakoldan çıktık…Bundan sonra gece kulüplerine karşı da bir travmam oluştu. Şaşırtmadı. Fakat her şeye rağmen eğlenceliydi biliyor musun? Bilmiyorum, belki de benim psikolojim bozulduğu için nelerden zevk almam gerektiğini ölçüp tartamıyorum.
Konu dışında fakat yazmaya yazmaya yazım ne kadar da kötüleşmiş…Doktor olunca gelen kalıtsal bir özellik sanırım.
Oğuz’un evi -benim artık yeni evim- deyiz. Oğuz uyuyor. Ben de sessizce terasa çıktım. Çocukken hayal ettiğimiz evin aynısını yapmış Oğuz. Hayat ona be yaşatmış olursa olsun astronom olmaktan vazgeçmemiş, olmuş. Şimdi bana da öğretiyor temelleriyle gözlem yapmayı.
Uzun zaman sonra eskisi gibi sayfa sayfa yazmayı beceremiyor insan. Bana biraz zaman ver, yeniden alışayım her şeye. Sana tüm hikâyemi anlatacağım, söz.
🫀🫀🫀
BÖLÜM SONUUU!!!!!!
Ve Viraha’nın finaline an itibari ile iki bölüm kaldı…
63 sayfalık bir bölümdü. Attığım en uzun bölüm! Önümüzdeki iki bölüm de bir bu kadar olacak diye tahmin ediyorum.
BOL BOL YORUM İSTİYORUM CANLAR!!!
Ve bir şey daha var… Geçen sene tam ekim aylarında atmıştım bu platforma ilk bölümü. Ve bugün, 20 Bin okumaya ulaştık!
🥲🥹
Finale hazır olun…
Bir sonraki bölüme kadar, sağlıcakla…
🖤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.44k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |