Açıklamalaeımı bölüm sonuna koydum. İki gün önce yurda polisler geldi(çok şükür ciddi bir şey yok) Bugün boğazıma sivri plastik parçası kaçtı. Allah beterinden saklasın ama bu bölümü bitireceğim diye yani…Ne badireler atlattı bu Kalopsia, ahh ah. Neyse, Allah beterinden saklasın diyelim ve uzatmadan…
https://open.spotify.com/playlist/0yPwGw8jjltS3d4nP4Q1hS?si=gQNkfhZETqOt92Zh40Y8_w&pi=e--ULx4Z7qSDKL1
İyi okumalar canlar, önceki bölümlere çok atıf var dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum😘…
❤️
(Hatalar yarın itibariyle düzeltilecektir.)
22. Bölüm
“Vedalar Her Daim Acıtır, Sevgilim”
“Yavaş yavaş delirdim, kimse bunu farketmedi’
Solgun bir yaprak düştü boğazın sularına
Tam da bahara çalarken gözleri
Avunacağı bir sevda vakti
Ağlatarak bir yalnız kenti
Anlatamadıklarıyla veda etti.”
A.Yavuz Yavrutürk (Şiir Antolojim sitesinden alıntılanmıştır.)
Güneş Yaman’ın ameliyat edileceği hastanenin en üst katında duran adam, bütün sokağı hastane önüne toplamıştı. Bu, bir intihardı. Gece, kucağında battaniyeye sarıp sarmaladığı kardeşi ile çatıda ağlayarak aşağı bakan adamı izliyor, düşünüyordu. Onun da hayatı hiç kolay olmamıştı fakat bir insan hayattan vazgeçecek bu denli ne yaşamış olabilirdi ki? On beş yaşında genç bir kız için bunun cevabını bulmak zordu; Gece için bile.
Hastane önü kırmızı mavi ışıkların ablukası altında kalmıştı. Gece, bu kalabalığın içinde bile olsa yanıp sönen ışıklardan adamın gözyaşlarını seçebiliyordu: Ağlıyordu. İntihar etmek üzere olan adam hüngür hüngür ağlıyordu hemde. Neden? Hayattan vazgeçmeyi seçen o değil miydi? Niçindi bu yaşlar?
O adam hala sınırda duruyor, yalnızca başına gelecekler için ağlıyordu. Neden ölmeyen birini herkes mezara koymuştu?
“Tüh tüh tüh, derdi neydi kim bilir?”
O adam belki de bunun çaresine ulaşabilmek için bekliyordu hâlâ. Neden kimse sormamıştı hâlâ?
“Yapma evladım, gençliğini yakacaksın!”
İnsanlar hâlâ genç olabiliyor muydu? Yoksa herkes Gece Yaman gibi on yaşında birer anne olmak zorunda mıydı?
Kucağında battaniyeye sarılmış, kimsesizliğin verdiği ürkeklikle etrafa bakan birkaç aylık kardeşine sıkı sıkı sarıldı, ameliyat için az bir vakitleri kalmıştı. Birazdan kardeşi yetimhanenin ayarladığı bir devlet hastanesinde kalp ameliyatı olacaktı. Yaşı minnacık lakin yüreğindeki dert kocamandı.
İnsanlar, polisler, yazmaları ile ağızlarını örtmüş teyzeler, acilden çıkmış bazı hastalar… Her biri yalnızca izliyordu. Bazılarının “Atlasa da gitsek.” dediğine bile emindi Gece.
Durdurmak istedi, belki o elinden tutmayı denese bir ümit geri adım atar diye düşündü lakin düşünceler nafileydi. On beş yaşında kimsesiz bir kız çocuğunu kimse ciddiye almaz, güvenlikler çatıya çıkarmazdı. Kimsesiz bir sokak kızının umut verebileceğine kim inanırdı ki? Yalnızca onun da atlayacağını düşünür, tutarlardı.
Oysa Gece yaşamaya değer bir şeyler olduğuna emindi. Şu ana kadar bulamamış olması bulmayacağı anlamına gelmiyordu. Kardeşi bile yeterdi aslında.
Çoğu insanın aşk için hayata tutunduğuna şahit olmuştu Gece; yetimhanedeki büyük kızlar ve öğretmenlerin yüzlerinin kızardığını, camdan gizli gizli adamlarla konuştuğunu görmüş, kahkahalarını duymuştu. Bunlar, hayat dolu gülüşlere benziyordu.
Acaba çatıdaki yabancı hiç aşık olmadığı için mi hayatı bu denli gereksiz görüyordu? Ne de olsa tadını hiç almadığın bir şeyi canın istemezdi. Yalnızca içinde bir ukte olarak kalır, denemek isterdin. O da belki işte… Mesela geçen gün yetimhanenin alt sokağındaki fırının camında gördüğü tuzlu karamelli bir kurabiye de Gece’nin içinde gizli saklı kalmış bir ukteydi. Çatıdaki yabancının uktesi neydi?
Gece, kardeşinin ameliyat saati geldiğinde hazırlık için kapıya yöneldi. Birkaç adım attıktan hemen sonra geride bıraktığı kalabalıktan aynı anda tiz bir şaşkınlık nidası yükseldi. Arkasını döndü, kardeşinin gözlerini kapadı: Çatıdaki yabancı artık yerde kanlar içerisinde yatıyordu.
On beş yaşındayken anladı Gece: Zor olan ölmek değildi, zor olan hayata tutunabilmekti.
Hastanenin beyaza boyalı duvarları sararmış, koridorları karartmıştı. Beş kişilik odasına geldiğinde kardeşine ayrılmış olan yatağa oturdu. Güneş’in üzerine sarıp sarmaladığı battaniyeyi çıkarıp ona verilen minicik önlüğü kardeşine giydirmeye başladı. Güneş’in huzursuz gurultuları artarken tombik yanaklarından öptü:
“Acıyor değil mi?” dedi elindeki damar yolunu işaret ederek, “Geçecek canım, uf olan her yerin iyileşecek inşallah.”
Kardeşinin parlayan gözleri yaşlarla titriyor, on beş yaşındaki ablasının içini yakıyordu.
“Özür dilerim.” dedi Gece. Bu özür aslında her şey içindi: Kimsesizliği, hastalığı, daha iyi şartlarda yaşayamamaları…Her şey için. Kardeşinin minik ellerinden tuttu; öptü, kokladı, sarıldı…Bir annenin yeni doğan bebeğine vereceği bütün sevgiyi vermeye çalıştı.
“Gece? Hazır mısınız?” dedi içeriye giren hemşire. Çok geçmeden Gece de kardeşi ile beraber ameliyathanenin yolunu tuttu. Ellerindeki sertlik acıtmasın diye battaniyelere sarıp sarmaladığı kardeşine veda edeceğini bilmeden yürüdü. Hemşireler eşliğinde sürdüğü sedyede yatan minicik kardeşiyle konuştu:
“Geçecek, Güneş’im. İyileşeceksin canım kardeşim.”
Bebek gurultularının en tatlı hali yüreğini doldurdu, kardeşinin havaya kalkmış minicik ellerinden son kez tuttu.
“Burada ayrılmanız gerekiyor.” dedi hemşire tatlı bir nida ile.
Sedyede yatan minicik bebeğe son kez baktı: Annesi onları terk ettiğinden bu yana iki ay geçmişti fakat Gece kardeşine hiçbir eksikliği yaşatmayacak kadar iyi bir anne olmuştu. Bir abla ona sütünü veriyor, onun dışında her şeyiyle Gece ilgileniyordu. Gece saatlerinde uyanmalarında başında ablası bitiyor, sabaha kadar onu sallıyor, ona elinden geldiğince ninniler uyduruyordu. Bazı günler okula bile gidemiyor, devamsızlık yapmak zorunda kalıyordu.
Tombik yanaklarına birer öpücük daha kondurdu, mis kokan kardeşinin siyah saçlarına dokundu. Bu kuzgun siyah saçlarda bir şey eksikti. Cebini karıştırdı, bir ay önce geri dönüşümden buldukları kurdeleyi aldı ve kardeşinin saçlarına bir kurdele yaptı:
“Azıcık uyuyup hemen geri uyanacaksın. Hemen burada bekliyorum seni.” Alnından bir kere daha öptü, teni ablasının aksine yumuşak ve sıcaktı.
Ameliyathane yazan otomatik kapıdan geçişini izledi, kapının yanında bulunan banka çöktü. Duvarda, hemen sağ çaprazında duran saati göz hapsine aldı. Gülümsemeyi denedi: Birazdan kardeşi iyileşecek, acıyla inlediği günler son bulacaktı.
Ameliyat kırk beş dakikayı devirmiş, etraf sessizleşmişti. Gece, hala olduğu yerde yere çökmüş bir vaziyette bekliyor, koridorun sonunda başında ameliyat bonesi olan doktoru izliyordu. Kardeşi hâlâ ameliyattaydı, bu doktor aynı doktor olamazdı, değil mi?
Koridorun sonunda uzakta bir köşede siyah takım elbiseli adamlar ameliyattan çıktığı belli olan bir doktorla hararetli hararetli konuşuyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
Doktor elindeki eldivenleri hışımla çıkarıp duvara savurdu. El kol hareketlerinin haşinliğinden bu adamlara duyduğu öfke barizdi. Ne konuştuklarını anlamak adına dudak okumayı denese de başarılı olamadı Gece. Takım elbiseli bir adamın en sonunda adama bir dosya uzattığını, doktorun ellerinin titremeye başladığını fark etti. Orada her ne oluyordu ise bu Gece’yi ilgilendirmezdi fakat kardeşini beklerken zaman geçirmek adına bir şeyler yapması gerekiyordu. Her zamanki gibi etrafı izlemek onun ilk tercihi olmuştu.
Ameliyathane kapısından çıkan gıcırtıyla kendine geldi Gece, odadan çıkan hemşireye doğru ilerledi. Hevesle dört açtığı yeşil gözlerindeki ışık, adamın dedikleriyle yeniden soldu:
“Hayır, ameliyat daha bitmedi. Anneniz babanız nerede? Çocuk ahırı mı burası? Yok mu size bakan! Bir de sizinle mi uğraşalım?” Adam cevabı duymaya dahil tenezzül etmeden ilerledi, başındaki boneyi bir çöp kutusuna savurdu.
“Üzülme kızım, yorgunluktandır o. Doktor ya, kardeşini iyi ederken yorulmuştur. Takma sen ona, takma.” dediğini duydu Gece yaşlı bir teyzenin. O da hemen koridorun az ilerisinde rengarenk bir hırkayls oturmuş, elleri karnında bağlı bekliyordu. Göz altında oluşmuş olan ve yeşile dönmüş bir morarıklık yüzünde göze çarpan ilk şeydi. Yarasına bakıldığını anlayınca açıkladı kadın:
“Düştüm, düştüm.” dedi. Zar zor konuşuyor, anlatmak istediklerini belirtmek için ellerini kullanıyordu. Ağzından çıkan kelimeler zor anlaşılsa da az önceki doktorun söylediklerinden daha alımlıydı.
Gece, ona bakmaya çalışan kadının gözlerindeki yaşı, hüznü gördü. Ne de kırık bakıyordu o gözler? O dudak ise büzülüp kalmıştı. Oysa hüzünlü bakan gözlerine inat ne de güzel, rengarenk iplerden örülme bir hırka geçirmişti üstüne. (Burada tasvirlediğim kadın her detayı ile gerçek, bir kurum ziyaretinde bana ilham olan çok tatlı bir kadındı. Rabbimden dilerim ki o gün gözlerinde gördüğüm o hüzün gitsin, mutlulukla baksın gözleri. Bunun önemli olduğunu düşündüğüm için eklemek istedim.)
Yine o gün farkına vardı Gece; bu dünya, hüzne bulanmış onca insanın rengarenk hırkalar giyip de hayata başkaldırdığı bir sınavdan ibaretti.
Düştüğüne dair bir şeyler daha anlatmaya çalıştı kadın. Yaşına inat hala çocuk gibiydi. Zar zor konuşmasına rağmen Gece, ilk defa birini bu kadar iyi anladığını hissetti. Bu kadının hayata tutunmasını sağlayan rengarenk bir hırkası, Gece’nin ise sönmesine ne olursa olsun izin vermediği umudu vardı.
Saat gecenin ikisini bulmuş, yanındaki teyze kıvrıldığı koltukta uyuya kalmıştı. Ameliyathaneden saat tam iki kırk yediyi vurduğunda başındaki cerrahi boneyi indirmiş bir doktor çıkıverdi. Ayaklandı Gece, hışımla ona doğru yürüyen adamın yanına ulaştı:
“Bir yakınınız, kimi kimseniz…”
“Yok! Yok biz anne babamız, herkesin bunu sorası var herhalde bu akşam. Ben varım, doktor bey. Anne olarak da baba olarak da. Ne söyleyecekseniz bana söyleyin.”
Doktor, karşısında dikilen kız çocuğu için on beşten büyük olamaz diye düşündü. Haklıydı da. Fakat yüreğinde büyüttüğü kız çocuğu onca yetişkine kafa tutmuş türdendi. Endişeyle titreyen çimen yeşili gözlere baktı: Bunu bu kıza nasıl söyleyecekti?
Bir hekim, elinden kayıp giden her can uğruna üzülür, hatta belki de ağlardı. Fakat bu sefer farklıydı, adamın gözlerinde ne hüzün ne de keder vardı. Adamın içinde beslediği duygu farklıydı.
“Vücudu çok zayıf düşmüş, kaldıramadı…Başınız sağolsun..”
2009’un yağmurlu bir 17 Eylül’ünde Güneş Yaman minicik ömrüne veda etmiş, son kez uyumuştu. Fakat o gün tek ölen o olmamıştı…
“Ne? Ama, dayanır demiştiniz. Bağışıklığı iyi demiştiniz? Siz demiştiniz…”
Ağlamalı mıydı bu gözler yoksa en yüksek çığlıkları mı atmalıydı kurumuş dudakları? Litrelerce yaş aksa, can suyu olur muydu yeniden?
Ya şimdi, her şeyi tam anlamıyla kaybetmişken ne yapmalıydı?
Giden doktorların ardından baktı, yalnızca izledi. Dizlerinde bir acıyı çok sonradan hissetti: Yere düşerken bunu fark etmemişti dahi. Bir ameliyat kapısına, bir giden doktorlara baktı: Artık o yoktu. Hayatının tek ışığı, hatta belki de tek sebebi… Canı yoktu artık.
Güneş Yaman, biricik kardeşi ölmüştü. Ufacık kalbi dayanamamış, sonsuza dek durmuştu.
Oysa toprağa giren yalnızca Güneş olmuştu.
İlk defa anlamakla kalmadı, bizzat yaşadı Gece Yaman: Hayat aynı anda çok fazla şeydi. Ama belki de en acısı yaşarken ölebilmekti.
…
Karşısındaki sedyede uyuyan bebeğe, bir de yanı başında ona uzatılan dosyaya baktı doktor. Kan bulaşmış yaka önlüğünde ismi yazıyordu: Uzm. Dr. Cüneyt Düvenci.
Yanı başında duran ve gözlerinde aynı ürkekliği taşıyan anestezi uzmanına baktı: Mehmet Adil Kutlu.
“Seçimini hızlı yap, doktor. Bizim o kadar vaktimiz yoktur.” Adamın kalın sesi
dahi en masum insana kin besletecek türdendi.
“Çocuk çok küçük, onu öldüremem.” dedi doktor titrek sesiyle. Ameliyathaneyi iğrenç bir kahkaha doldurdu:
“Merhamet duygusu sana şimdi geldi ha? Sen beni biliyorsun ben seni doktor, kandırmaya gerek yoktur.” dedi adam, arkada duran başka birine bir baş hareketi yaptı. Tam da o anda doktorun ayaklarına dökülen paraların sesi soğuk ameliyathane duvarlarında yankılanan tek şey haline geldi: Külçe misali dökülen eurolar sayılamayacak kadar çoktu.
“Ağabeyim mutlaka teslimatı alın dedi.”
Doktorun ayak ucuna dökülmeye devam eden deste deste paralar artık ayaklarını örtecek türdendi.
Karşısında yatan bebeğe, bir de ameliyathane kapısına baktı:
“Antikor ile ne yapacaksınız?” diye sordu Cüneyt adındaki doktor. Kısa bir süre önce hastaneye gelen bu bebeğe tahliller yapmış, sonucunda ise kanında ender rastlanan bir antikor saptamıştı. Bu bilgiyi kimseye söylememiş, yalnızca Yusuf Alastan’a iletmişti. Alastan’ın yalnızca kandan bir miktar isteyeceğini düşünmüş, bu teklifi yapmaktan çekinmemişti.
Evet, Güneş Yaman’ın kanında bulunan antikor birçok çeşitli hastalığın tedavisi için potansiyel çözüm olabilecek olan ender bir maddeydi. Yusuf Alastan, ona gelen bu teklifi başta reddetmiş olsa da aldığı akıllarla kana ihtiyacı olduğunu anlamış, teklifi kabul etmişti: Cüneyt’in teklifini değil de kendi yazdığı teklifi kabul etmişti Alastan. Her daim olduğu gibi siyah piyonu beyaz taştan önce sürmüştü tahtaya.
“Bunu anlamazlar mı sanıyorsunuz, bizi bitirirler!” diye çıkıştı anestezi uzmanı. Ameliyathanedeki bütün hemşireleri çıkarmış, yalnız ikisi kalmıştı.
“Sen onu dert etme, biz teslimatı aldıktan sonra siz hayatınızı sürdürmek için İngiltere’ye gideceksiniz. Her şey ayarlandı, alacağınız unvanlar bile hazır.” Konuşmayı durdurdu, yeniden yüzünü doktora döndü, “Oxford seni bekliyor, doktor.” Göz kırptı. “Bence bir kere daha düşün. Hızlı olsun.”
Her insan bir günahkardı fakat bazı günahlar vardı ki ömür boyu sızısını dindirmeyecek, onca yürekte açtığı yara kapanmayacaktı. Yatakta dalgın yatan bebeğe son kez baktı…Beş aylık ya vardı ya yoktu. Alastan ona iyi bir yaşam sunabilirdi…
“Kızı canlı alın, kanını ömrü boyunca kullanın. Yusuf Alastan büyütsün onu, hayatı boyunca kanını kullansın. Ben… öldüremem, yapamam bunu.”
Kendi günahını örtmek için bambaşka yollara sapan bir doktor kurtulabilir miydi on beş yaşındaki bir kızın ahından?
Ceketli adam tek kaşını kaldırmış, doktorun dediğini düşünmüştü. Alastan’ın bu kana uzun süre ihtiyacı olabilirdi, kızı yanlarına alıp büyütmek mantıklı bir hamle olabilirdi. Kendi günahını örtmek isteyen doktor o gece iki kız çocuğunun ömrüne bir gölge misali çökmüştü.
“Tamam, bebeği bize ver. Ailesi falan varsa öldüğünü söylersin. Gerisi bizde.”
Bebeği gizli bir şekilde teslim ettikten sonra başka bir yetimhaneden bırakılan ve vefat etmiş bir bebeği morgdan aldı, hastane yatağına yatırdı. Beyaz çarşafı üstüne örttü: Bu beyaz örtü artık kana bulanmış lekelerden ibaretti. Bu örtü, Gece Yaman’ın bugünden itibaren ömrüne çökecek olan karanlıktı.
Ameliyathaneden çıktığında genç kız hâlâ oradaydı. Uyuyan bir kadının yanına çökmüş, saate bakıyordu. Yemyeşil gözleri doktorla buluştuğunda yerinden fırlamış, yanına gelmişti.
Öldüğünü söylemişti fakat arkasından ağlayan kızı görmek istememişti. Bebeğin ölü bedenini yaşını bahane edip ona göstermemiş, yetimhanenin olayı kurcalamasını ise parayla engellemişlerdi: Bir sus payı ile unutulmuştu Güneş Yaman.
Gece, görmek için ısrar etmiş olsa da küçük olduğundan asla görememiş, herkes tarafından engellenmişti. Arkasından baktığı adamın ceketli adamlarla konuşan doktor olduğunu anladığında ise kardeşine bir söz vermişti: O gece ameliyathanede yaşanmaması gereken bir şey yaşanmıştı ve Gece Yaman, büyüdüğü zaman gerçeği öğrenecekti, sonucu ve bedeli ne olursa olsun.
İki gün… Sadece iki gün sonra minicik bir tabuta konmuştu Güneş…Hayır, bambaşka bir kimsesiz, ismi dahi olmayan bir bebek vardı o tabutun içinde. Gece, kardeşinin içinde uyuduğunu sandığı bu tabuta sıkı sıkıya sarılmış, bırakmamıştı. Hayatında ilk defa bu kadar dizlerinin üstüne yıkılmış, bu kadar yaş dökülmüştü çimen gözlerinden. Artık gözlerindeki ormanlar bile kurak olmuş, ışığı sönmüştü.
Güneş Yaman bir kez ölmüştü ama Gece Yaman o günden itibaren her gece ölmüştü, hem de yaşarken.
Cenazeye gelen iki üç görevli dışında tekti Gece. Minicik mezarın başında saatlerce, günlerce oturmuş ağlamıştı. Siyah saçlarında kardeşinden ona yadigar kalmış minicik bir kurdele asılıydı.
“Sana söz veriyorum, kardeşim. Canım… Sana söz veriyorum, gerçekleri öğreneceğim. Biliyorum, yalan söylediler. Ne oldu bilmiyorum ama söz, bedeli ne olursa olsun öğreneceğim kardeşim. Nurlar içinde uyu…Beni gökyüzünden izlemeyi unutma, tamam mı? Hep yanımda ol ne olur, ben sensiz güçsüz kalırım.” Gözyaşları hıçkırıklara karışmış, tuzlu tad diline kadar ulaşmıştı. Ağlıyordu Gece, gözyaşları yağan yağmurdan çok daha hızlıydı:
“Bana gittiğin yerden dua et, beni yalnız bırakma. Ben seni koruyamadım, affet. Güneş’im, ne olur ablanı affet. Sana daha iyi bir hayat sunamadığım için çok özür dilerim ama elimden hiçbir şey gelmedi!”
Elleriyle yüzünü kapadı, ağladıkça ağladı. Sessiz bir mezarlıkta tek başınaydı.
“Sen kimsesizliğini anlama diye her şeyin olmayı denedim ama ben de kimsesizdim, kendi eksiklerimi dahi kapatamazken sana tüm bir aile olamadım. Özür dilerim. Çok özür dilerim.”
Yağmurun durmaksızın aktığı gökyüzüne baktı, o kardeşini göremez veya duyamazdı fakat belki Güneş onu duyar umuduyla fısıldadı:
“Çok yalnızdım, hep yalnızdım. Sen de gittin, şimdi kimsesiz kaldım.”
Gece Yaman büyüdü: on altı oldu olgunlaştı, yirmi oldu serpildi, yirmi bir oldu büyüdü ve fakat asla o mezarın başından ayrılmadı. Gece Yaman büyüdü ama kalbindeki o yaranın acısı on beşindeki gibi taze kaldı.
Yusuf Alastan eline ulaşan bebeğe baktı: Kanı dışında hiçbir şeyi umrunda değildi.
“İngiltere’ye gönderin, orada büyüyecek. Nüfusunu Tanju’ya aldırın.”
Damadı Tanju’nun üzerine gizliden kayıt ettirmesi en kolayı olacaktı: Medya olsun, düşmanları olsun kimse Tanju’nun bu denli gizli bilgileriyle ilgilenmiyordu. Yusuf Alastan’ın damadına karşı olan nefretini bilmeyen yoktu.
Güneş Yaman daha bebekken İngiltere’ye götürüldü. Artık onun ismi belliydi: Eleanor. Eleanor Coleman.1
Güneş Ya— Eleanor Coleman, ailesinin tatsız bir trafik kazasında öldüğünü bilerek büyüdü. Akrabaya dair kimseyi tanımadı, ailesi olmadı. Yalnızca dayısını bildi, onunla uzaktan konuştu. İngiltere’nin en iyi okullarındaki hocalarla evden eğitim gördü, bütün dünyadan soyutlanarak tam on beş sene geçirdi. Sorgulamadı, yalnızca emirlere uydu çünkü öyle büyütülmüştü: Bir kafesin içine konmuştu, bu kafese özgürlük denmişti. Hapsedildiği kafesin özgürlük olduğunu sanarak büyüdü Güneş.
Yusuf Alastan o on beş sene boyunca kalbindeki sorunu bahane göstererek birçok tahlil ve operasyon gerçekleştirdi: Kızdan çaldığı litrelerce kanı dünyanın en iyi laboratuvarlarına gönderdi, nedeni belliydi. Yıllar önce komaya girmiş olan aşkını, Asiye Bergen’i kurtarmak için son çare bu antikora tutundu. Asiye’nin üzerinde antikor tedavisine başlayan doktorlar onlarca, hatta belki de yüzlerce deney yaptı. Olanları kimse görmedi, duymadı oysa Güneş günden güne biraz daha yaşlandı, biraz daha yoruldu. Günler geçerken Güneş Yaman ölüme daha da yanaştı.1
Asiye Bergen uzun yıllar tedaviye cevap vermese de tek tük iyileşmeler deneylerin devamı için yeterli bir sebep olmuştu. On beş sene, tam on beş sene Güneş Yaman yalnızca bir kaynak olarak kullanıldı. Sevim Alastan ise kızın genç kanından ve doku örneklerinden faydalanarak gençleştirme tedavileri uygularken asla utanmadı…2
🕊️🖤💔
Hayatı boyunca ipte yürümüş olan cambazlar birine güvenmeyi seçerken kendinden feda eder: Gece Yaman, hayatında ilk defa birine güvenmeyi seçmiş, hatta onu sevmeyi bile denemişti.
Ateş’in herkes gibi olduğunu düşünmüş, ondan uzak durmaya çalışmış olsa da onds onu çeken bir şeyler bulmuştu: Belki de Gece Yaman istemeden aşkın nedenini bulmuştu. Biliyordu artık, en azından bildiğini düşünmüştü:
Kendi yaranı bir başkasının gözlerinde tanımaktı aşk. Aşık olma cesareti ise bu yarayı bir başkasında kapatabileceğini düşünmekti, işte bu yüzden hiç aşık olmamıştı Gece Yaman. Belki de Ateş’in gözlerinde kendine dair bir yara izini bulmuştu, bilmiyordu.
Fakat şu an anlıyordu ki yanılmıştı…İpte yürüyen bir cambaz kendinden ödün verdiği gibi düşmüştü fakat bu darbe de öldürmeye yetmemişti onu. Alışkandı. Alışkandı.
Karakolun karanlık sorgu odasında yalnızca ikisi vardı. Karşısındaki adam öncekinin aksine sert duruyor, başka bakıyordu. Ona kahve yapan, sabahın köründe saçma sapan bir tost için uğraşan, evine gelen ve ona geceyi aydınlatan bir yangın olacağını söyleyen bu adam şimdi farklı bakıyor, her şeyin sebebi olduğunu söylüyordu.
Gece gibi genç bir doktorun itibarını zedeleyen, medyaya konu eden ama en önemlisi de güvenini derinden sarsan kişi olduğunu söylüyordu Ateş.
Milli İstihbarat ajanıyım demişti Ateş.
Karşısında onu izleyen, gözlerinde merhamete dair hiçbir kırıntı olmayan adama baktı Gece. Biliyordu, hatta adı gibi emindi: Kendisi şu an Ateş’in ona baktığından kat ve kat daha sert bakıyor, can yakıyordu. Yakmalıydı da.
“Sen…” dedi Gece uzun süren bir sessizliğin ardından. Neredeyse son yedi dakikadır yalnızca birbirlerine bakmışlar, bakışlarıyla can yakmışlardı. Gece’nin sesinden akan nefret Ateş için dahi fazlaydı:
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” diye sordu Gece, sesi sakin fakat zehirliydi.
Ateş, bütün dünyanın gözü önünde arkasına saklandığı şef kimliğini bir yana savurmuş, ajan Ateş Karal’ın gerçek yüzünü kuşanmıştı: Sert, gaddar ve acımasız gözüküyordu. Bilmediği tek şey, Gece Yaman’ın bunlarla yılmayacak olmasıydı.
“Sana bunları açıklamakla uğraşmayacağım, bu benim görev alanıma girmiyor.”
“Açıklamayla uğraşmayacaksın demek…Pekala.” dedi Gece, sinirden gülme isteğine karşı koyamıyordu.
“Yalnızca birkaç şeyi söyleyeceğim, o kadar. Senin ameliyatta olduğunu bilerek aradım seni.”
Konuşmadı Gece, oturduğu yere daha iyi yerleştirdikten sonra bacak bacak üstüne attı, kollarını göğsünde buluşturdu, dinledi.
“Açacağını düşündüğüm kişi benim hedefimdi.” dedi Ateş, cevabı kendisi vermesi adına kadının yeşillerine baktı.
“Yeşim Hemşire?” dedi Gece yüzünde gizleyemediği bir anlamsızlıkla. Onun bu durumla ne alakası olabilirdi ki?
“O gün… Hastanede çocuklara gösteri yapmak için geldiğim gün soyunma odasında karşılaşmıştık seninle.”
“Evet?” Merak duygusu gittikçe katlanıyor, tansiyon artıyordu.
“O gün topuklu ayakkabı giyen bir kadın Yusuf Alastan ile alakalı olan biri ile bir telefon görüşmesi yaptı. Sen olduğunu düşündüm çünkü odada o sırada yalnızca sen vardın ve her zamanki gibi ayaklarında topukluların vardı.”
Gece’nin gözleri kısılmış, karşısındaki adama bakıyordu. Onun Yusuf Alastan’a çalıştığını falan mı düşünmüştü?
“Madem ben sanmıştın, fikrini değiştiren ne oldu? Belki de gerçekten bendim.” diye sordu Gece.
Masaya yanaştı, ellerini kenetledi:
“Kapı açıldığı anda odadaki asistanlar aynı anda dışarı çıktı ve kapı bir daha kapanmadan önce içeri sen girdin. Bu şekilde görüşmeyi yapan kişi bir daha kapıyı açma gereksinimi duymadan odadan çıkmış oldu. O gittikten sonra odada topuklu ayakkabı giyen tek kadın sen kaldın. Sen bunu zaten biliyorsun.” dedi Ateş.
Şaşırmıştı Gece, söyledikleri doğruydu. O içeri girmek için kapıyı açtığı sırada asistanlarda aynı anda dışarı çıkmış, kapı yalnızca bir kere açılıp kapanmıştı. Sırf bu yüzden kapıya takılmıştı önlüğü.
“Bence sen tahmin ediyorsun.” dedi Ateş, cüretkar bakan yeşillerden gözlerini ayırarak konuşmaya devam etti:
“Yansı, Yansı Akar. Can dostun, kardeşin…” Gece bu ismi duymasıyla beraber adeta hazır ola geçmişti, “Onun projesi hakkında ikide bir bilgi isteyen bir kadın düşün. Bu bilgiler çok hızlı yayıldı, hemen Alastan gibi zengin ve üst seviye bir adamın kulağına ulaştı. Teklifler yağdı…”
Düşündü Gece fakat ulaştığı şeyler kabul etmek isteyeceği türden şeyler değildi:
“Sen… Genç, yetenekli ve bir o kadar da yeni bir doktorsun. Bülent’in kulağına ismin ve yeteneğin nasıl hemen uçtu?” Biraz daha yanaştı Ateş, “Telefonu kapattıktan sonra restorana senden önce kim geldi biliyor musun?” Şüpheyle baktı Gece fakat cevabı tahmin edebiliyordu. Aklındaki ismi sesli dile getiren yine Ateş oldu:
“Bülent ve Yusuf. Restorana sen hemen içeri girmeden önce geldiler. Bil bakalım senin oraya geleceğini kimden duydular…”
Anladı Gece ve bu anladıklarını kabul etmemek istedi.
Anladı Gece ve bu anladıklarının tamamen yalan olmasını umdu.
“Yeşim Hemşire, Alastan’ın muhbiri. Ve tam sizin kalbinizde duruyor. O bir hemşire değil, benim gibi bir ajan.”
Güveni bir karahindiba misali narin olan bir kadının bütün güven duygusu bir fırtına altında kalmıştı. Zaten sahip olamadığı güven duygusu artık neredeyse bir imkansızlıktı.
“Yeşim…” Düşündü Gece fakat şu zamana kadar ondan gram şüphe duymamıştı. Onun için normal bir hemşireden ibaretti. Nasıl olurdu da fark etmezdi?
“Fark etmemen normal.” ded Ateş, adeta Gece’nin aklından geçen her soru ona uğruyordu:
“Sen bir ajan değilsin, bir doktorsun. İşin şüphe duymak değil, hayat kurtarmak. Yeşim profesyonel bir oyuncuydu. Bir ajan olduğunu tahmin ediyorduk fakat Yeşim olacağını düşünmezdik. Bu benim işim Gece; şüphe duymak, açık aramak, izlemek…Kendini suçlama.”
“Kendimi suçlamıyorum.” dedi Gece kendinden emin bir tavırla.
“Peki sen, Ateş Bey…Beni neden tutuklattın? Hayatımın tam merkezine sıçarken de bir planın vardı umarım.”
Güldü Ateş, “Elbette.” dedi. Masadaki dosyalardan birini ortaya koydu:
“Kardeşini ararken bir bataklığa battın. Hiç bulaşmaman gereken insanlara bulaşmak zorunda kaldın, kurtulamadın.”
“Kurtulmak istemedim.” dedi Gece Ateş’i bölerek. Bir zamanlar bırakmak istemiş ve fakat gelen bir telefon çağrısıyla devam etmişti.
“Onu da ben yeni öğrendim işte, şaşırmadım desem yalan olur. Başkanımız seni merak etmememiz gerektiğini söylerken değirmeni çoktan işliyormuş. Alastan’ın yanında muhbirdin. Kişisel amaçlarla girdiğin bu yolda devletiçin çalışmaya başladın. Hem de bu denli korkmaman…Etkileyici, yalan yok.”1
“Bülent’in bana gerçek dosyayı vermeyeceğini biliyordum, bırakacakken başkanınız artık her kimse bana devam etmemi söyledi. Sonucunda bana kardeşimi bulacağının vaatini vererek…Senin beni tutuklamış olman başkanının bir yalancı olduğunu mu gösteriyor yoksa?”
Çenesi dik, dili sivri ve cesareti tavan seviyesindeydi…Gece Yaman’ın ne korkacağı ne de kaybedeceği bir şey kalmıştı artık.
“Başkanımın sözünün ehli olduğunun garantisini veriyorum. Benim o konuda bir bilgim yok ama seni neden tutukladığımı söyleyebilirim.”
“Heyecanla bekliyorum, umarım o başkanla ben de tanışırım da bu dahiyane fikrine bir kere daha küfrederim.”
“Bu onun planı değildi…” Bir an için sessizleşti Ateş, bunu itiraf ediyor olması onun için çok zordu, kendine dahi:
“Seni tutuklamak benim insiyatifimden ibaret. Onun daha…haberi yok.”
Dikleşti Gece, kor alevler çıkan gözleri adeta konuşması için Ateş’e doğru öfke saçıyordu.
“Bülent ve Yusuf’un restorana gelip olanları görmesini, bu olayın medyada yayılmasını istedim çünkü seni kurtarmanın en etkili ve hızlı yolu buydu. Yusuf, medyada ismi kötüye çıkmış, özellikle de polis tarafından bütün faaliyetleri incelemeye alınmış bir doktoru kullanmak istemez. Kendi pabucunu dama atmamak için seni elden hızlıca çıkartır. Ne seninle uğraşır ne de senin ona yaklaşmana kolay kolay izin verir.”
Bir an için durdu Gece, konuşmadı. Son yirmi dakikada haddinden fazla şey öğrenmiş, sindirememişti:
“Sen beni korudun yani, doğru mu anlıyorum?” dedi derin sesi. Ateş ise cevap vermedi, yalnızca gözlerine bakmaya devam etti. Bu, sessiz bir “evet”di. Ona doğru yaklaştı Gece, gözlerini gözlerine bir kurşun misali dikti:
“Beni kurtarmana ihtiyacım yoktu.” Cevap gelmedi.4
“Senden nefret ediyorum, Ateş Karal.” Yine cevap gelmeyeceğini düşündü fakat yanılmıştı.
“Bunu tahmin edebiliyorum.” dedi Ateş, duygularını asla belli etmediği soğuk bir ifadeyle bakıyordu karşısındaki kadına ama bunu yapıyor olmak bile acıtıyordu ruhunu.
Çünkü o, Gece’yi numaradan değil, gerçekten sevmişti. Fakat daha kendisi bile bunun farkında değildi.
“Benden nefret ediyor olman sorun değil, bu yalnızca benim görevim.”1
“Görev…Evet, sen yalnızca bir görevden ibaretsin Gece.” diye kendine itiraf edemeden duramadı Gece.
Yalnızca bir görevdi. Bütün her şey…Gerçekten her şey mi bu görevin bir parçasıydı?1
“Pekâla. Bir sonraki süper zeki hamlen nedir o zaman, Ateş Karal? Nezarethane? Ya da belki de sansasyon olması için bir iftirayla beni herkesin önünde mahkemeye sevk edersin, nasıl? Hatta daha iyi bir fikrim var, çalıştığım hastanede anons ettirip işimden edebilirsin beni. Türkiye’de bütün hastanelerden de çalışma yasağı alırım böylece. Ne Yusuf ne Bülent yanaşır bana, nasıl?”
Gece’nin ifadesi de içinde kopan fırtınaya tezat gayet sakindi. Yalnız sesinde beslediği kinaye ve nefret yürek yakan türdendi.
“Ama şimdiden anlaşalım, madem beni işsiz bıraktın, restoranındaki bulaşıkçılığa beni alırsın artık.”1
Ateş, karşısındaki kadının öfkeleneceğini tahmin etmiş fakat bu denli sarsıcı bir tepkiyle karşılaşmayı beklememişti. Vurup kırması, bağırması çok daha az acıtabilirdi canını. Gece’nin öfkesi ve kini de diğer bütün özellikleri gibi farklıydı.
“Bundan sonrası beni ilgilendirmez. Başkanım senin yolunu belirleyecektir.”
Güldü Gece, “Ne kadar da gizemli. Kim o başkan gerçekten çok merak ediyorum fakat eminim seninkinden daha akıllı planları vardır.”
Yüzündeki kinaye dolu gülümseme silindi, ani bir ciddiyet yerleşti. Oturduğu yerden kalktı ve sorgu odasından ayrıldı. Ateş’ten uzaklaşmak, hava almak istiyordu.
Polisler durdurmaya yeltense de arkada gördükleri bir şey ile durduklarını fark etti Gece, ilerideki bir camdan arka tarafın yansımasına baktığında polisleri bir el hareketi ile durduran Ateş’i fark etti. Gitmesine izin vermişti, sanki kendi ayaklarıyla geri döneceğini biliyormuş gibiydi.1
Dışarı çıktığında sorgu odasının karanlığının aksine tepede duran güneş gözlerini acıttı. Tek bir odaya geceyi hapsetmişlerdi.
Karakolun ön girişi gazetecilerden ibaretti, arka bahçeye çıkmayı tercih etti. Sağ köşede duran boş bir banka oturdu; otuz altı saatlik nöbet sonrası uyumayı hayal ederken planları arasında karakola sıkışıp kalmak yoktu.
Şubat’ın başı soğuktu: Kabanına sarıldı, içeride kalmaktansa donmayı tercih ederdi.
Beş dakika olmadan sırtına konan battaniye ile irkildi:
“Sakin. Benim.” dedi Ateş az önceki sesinin aksine sakin bir ton ile. Sorgu odasındaki bakışları da gitmişti: Sanki sorgu odası onu bambaşka bir kimliğe bürümüştü. Veya asıl kimliği oydu da bu sakin Ateş Karal bir tiyatrodan ibaretti. Bilemedi Gece, hâlâ onun hakkında yorum yapacak kadar tanıyamamıştı onu.
Banktaki boş kısma oturdu, kadının baktığı boşluğa baktı. Sakince konuştu:
“Birazdan karakoldan çıkacağız, seni götürmem gereken bir yer var.”
Gece’den ne bir mırıltı yükseldi ne de bir cevap geldi, yalnızca boşluğa bakmaya devam etti. Ne de olsa son birkaç saatte zorla yeşerttiği bütün umudu yerle yeksan olmuştu. Sandığının aksine Ateş beyaz bir yalana dahi inanmaya değmezdi.1
“Ne düşündüğünü az çok tahmin ediyorum ama bunu yapmanın benim için de zor olduğunu bil.” dedi Ateş kadına bakarken. Onun ona bakmıyor olması bir sorun olmamalıydı. Oysa Ateş’in göğsünde bir yerlerde bir yer vardı ki sabahtan beri sızlıyordu.
Sustu Gece, yine konuşmayacaktı lakin kendini zorladı:
“Fikrimin bir önemi var mı, Ateş? Ne duymak istiyorsun tam olarak? Ne diyeyim ben sana?”
Haklıydı. Ateş görevini yerine getirmişti. Artık işin gerisi Aybüke’nin vereceği emire bağlıydı. Yerinden kalktı, kadına elini uzattı.
Gece, ona uzatılan ele baktı, kalkması için teklif edilen bir destekti. Aklına, aylar önce Ateş’in yeğeni için hastanede kalırken ona uzattığı el geldi: Tıpkı o da şu an olduğu gibi Ateş’e el uzatmış, Ateş ise geri çevirmişti.
Aynı şekilde geri çevirdi Gece, yüzüne dahi bakmadı.
Üzerindeki battaniyeyi uzattığı ele tutuşturdu, yerinden kalktı. Siyah kabanına sarıldığı gibi içeriye döndü ve kapıda gidecekleri yer için beklemeye koyuldu.
Hayatının, Bülent’in teklifini kabul ettiği gece değişeceğini biliyordu fakat bu denli büyüyeceğini asla tahmin etmemişti. Bülent’in karanlık olduğunun gayet farkında olarak gitmiş, dosyaya ulaşamama ihtimalini bilerek bu işe girmişti. Kardeşine on beş sene evvel verdiği bir söz vardı: Bedeli ve sonucu ne olursa olsun gerçeği bulacaktı.
Bülent’in barda onunla tanışmasının ardından gece bir telefon almıştı kadın. Açtığında ise MİT’ten olduğunu söyleyen biri ona her şeyi bildiğini anlatmış, Bülent’in tehlikeli olduğunu söylemiş ve ona bir teklif yapmıştı.
Gece başından beri dosyayı Bülent denen şerefsizden alamayacağının farkındaydı: Dosyayı alacağı kişi bizzat MİT idi. Sırf onlara destek olabilmek adına o malikaneye gidip durmuştu. Her ziyaretinde onu arayan “ TTline Müşteri Hizmetleri” hattı aslında teşkilata aitti ve bir şifre ile çalışıyordu:
“Kömürden Elmas’a, yoktan Yakut’a.”
Gece bilmiyordu fakat şifre operasyonun kilit noktalarını içeriyordu.
Ateş yanına geldiğinde eşyalarını teslim aldı, gizli bir kapıdan çıktıktan sonra onları bekleyen iki siyah aracı gördü. Sorgulamadan bindi. Ateş ise konuşmayı kesmiş, yalnızca ajan kimliğini kuşanmıştı: Bu, gerçek Ateş Karal olmalıydı.
Hiçbir şeyi umursamadı Gece fakat gerçekten her şeyin bir görevden ibaret olduğu gerçeği az da olsa kalbine bir hançer misali saplanmış, yara açmıştı.
Ne de olsa elbet bir gün her insan kırılırdı.
“Nereye götürüyorsun beni bilmiyorum ama senden son bir isteğim var. Sadece son bir istek.” dedi Gece arabanın camından dışarı doğru bakarken. Ateş, yüzünü ona dönmüş, yan profilini izliyordu. Onu tutukladığından bu yana yeşil bakışları ona eskisi gibi dokunmamıştı bir daha.
“Teşkilat’a gidiyoruz.” diye cevapladı onu Ateş, ilk defa gerçekten bir şey isteyecekti ondan. Yapabileceği bir şey olmasını diledi:
“Eve gitmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorum, hele de Yansı’nın başına gelenlerden sonra. Ama…Ama geride bırakamayacağım bir şey var, Ateş. Onu almam lazım.” dedi tok sesi. Ateş, onun sesinin ardındaki bu kırılganlığa ilk defa şahit olmuştu.
“Gece…” İtiraz etmesi gerekirken konuşması bölündü.
Gece Yaman hayatında yalnız birkaç şey için lütfen demiş, yalnız birkaç şeyi bu denli çok istemişti: Kardeşinin yaşaması, Yansı’nın TUS’u geçmesi, mutlu olması…
Ateş, Gece’nin gözlerindeki parıltının söndüğüne bizzat şahit olmuştu fakat bahsettiği şey her ne ise gözlerinin yeniden ışıldamasına sebep olmuştu. Evet demekten başka seçeneği yoktu, bunu aklı kabul etmese de kalbi çoktan anlamıştı. Şöföre döndü:
“Yansı Akar’ın evine gideceğiz.”
…
Sokaklar sessiz, binalar ruhsuzdu. Günler geçtikçe hayatın renkleri adeta soluyor, mevsimler küsüyordu: Tek mevsim ,Sonbahar , yaşıyordu artık bütün dünya.
Yansı ile beraber aldıkları eve baktı Gece. Kendi ayakları üstünde durmanın verdiği ilk heyecana bu evin duvarları şahitlik etmişti. Evin anahtarını olduğu yerde zıplayan Yansı teslim almıştı. İlk mobilyaları biriktirdikleri maaşlarla almışlardı: Nöbetlerden sonra yorulmadan, sıkılmadan onlarca mağazayı bizzat gezmişlerdi. Bu, Gece’nin ilk yuvası olmuştu. Nasıl mobilyalar olduğu onun için önemli değildi: Duvarların rengi is tutmadıkça, yetimhaneyi anımsatmadıkça önemli değildi. Aile olmayı ilk burada öğrenmişti Gece. İlk defa kendi odası olmuş, ilk defa evinin mutfağında yemek yapmış, salonda uzanmış, bazen üşengeçlikten etrafı dağınık bırakmış, bahar geldiğinde Yansı ile temizlik yapmıştı.
Ateş, giriş kapısının pervazına yaslanmış, ona alan tanımışken etrafa usul usul bakınan kadını izliyordu. Tahmin ettikleri gibi eve girilmiş, etraf dağıtılmıştı. Burada kalmaları artık imkansızdı.
Kendi odasına doğru ilerlerken kapısı yarım açılmış odayı fark etti: Yansı’ın odası tanınmayacak bir hâle gelmişti. Hemen karşıda olan odaya girdiğinde aynı manzara ile karşılaştı: Evleri de hayatları gibi darmadumandı.
Makyaj masasında duran toka kutusuna ilerledi, içini karıştırdı. Aradığı yalnızca tek bir şey vardı, kardeşinden ona kalan tek bir anı.
Bir an için paniklemiş olsa da pembe bir kurdele parçasını bulduğunda tuttuğu nefesi verdi. Uzun, pembe bir kumaş parçasıydı aslında. Zamanında bir kurdele fabrikasının çöp kenarında gözüne çarpmıştı. Yıkamış, kesmiş ve düzgün bir şekil vermişti ona Gece. Kardeşinin en sevdiği eşyasıydı bu.
Odadan çıkarken gözüne kırılmış olan camlı dolabı çarptı: Kıyafetlerinin çoğu fırlatılmış, çekmeceler açılmıştı.
“Hayır, Gece. Hayır.” Hayıflandı, durdu, nefes aldı ama kendine söz geçiremedi. Alt çekmecelerden birini açtı, arka tarafa özenle sakladığı hırkayı aldı: Ateş’in hırkası.
Elinde tuttuğu hırkaya baktı, bunu burada bırakmaması yalnızca tek bir şey anlamına geliyordu: Gece Yaman, intikamını alacağı gün giyecekti bu hırkayı.1
“Hazırım.” dedi Gece kapıya doğru ilerlerken. Giriş kapısından yıllarını geçirdiği eve son kez baktı: Bu bir vedaydı. Kendine, geçmişine, umutlarına ve gençliğine yapılan ağır bir veda.
Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının gayet de farkındaydı Gece, siyaha bürünmüş hayatının aksine burada yaşadığı toz pembe masalın sonuydu bu.
Tıpkı tahmin ettiği gibi, bu masalın sonu da mutlu bitmiyordu.
🥀🌗💔
Bu garipti, bu kadar çok ağlayacağımı hiç düşünmemiştim çünkü aslında her şey yolundaydı.
Bir saat önce Aybüke bana bu akşam ülkeden gideceğimi, saklanacağımı söylemiş, hazırlanmam için süre tanımıştı. İstihbarat’ın benim için getirttiği eşyalardan valize dizerken gözyaşlarım kıyafetleri ıslatıyor, halimi olduğundan daha da perişan gösteriyordu. Hayatıma aniden giren takım elbiseli adamlar beni ülkemden, aşkımdan ve hayatımdan kovuyordu: Bu gaddarlıktı.
Elime aldığım kazağı bir kenara itelerken elim teşkilatın getirttiği kıyafetlerden belki de en özeline çarptı: Önlüğüm. Benim doktor önlüğüm.
Uğruna yaşlar döktüğüm, alın terimde boğulduğum, heyecanla uğruna savaş verdiğim, lekelenmesin diye dualar ettiğim beyaz önlüğüm. Şimdi üstünde kan kırmızısı bir lekeyle bakıyordu bana.
Elimdeki önlüğe yaşlı gözlerle bakarken kapı açıldı, gelen Oğuz’du. Gözlerine baktım, benimkiler kadar olmasa da onun da gözleri pembeleşmiş, hafiften dolmuştu.
Valizimin durduğu koltuğa oturdum, yanıma yanaştı. Oturmak yerine bir dizinin üstüne çöktü; şimdi gözlerimiz denk düşmüş, boylarımız eşitlenmişti.
“Nereye gideceğim belirlendi mi?” diye alaya vurdum durumumu, oysa her şey içler acısıydı. Bir filmde izlesem belki üzülür, karakter için bir iki damla yaş dahi dökebilirdim. Şansa bak ki her şey aşırı derecede gerçek, aşırı derece kırıcıydı.
“Aybüke gideceğin yer için kararı sana bıraktı, nereye istersen oraya gideceksin bu akşam.”
Vay canına. Kendi kaderime karar verme şansı bana tanınmıştı, sanırım bu durumda yalnızca şükretmem gerekiyordu.
“Harika.” dedim yalnızca; gözlerim buğulu, sesim acınası biçimde titrekti. Ne de güzel güçsüzdüm ama…Bir süre sustuk, o bana ben ona baktım. On üç yılın ardından birbirimizi bulmuşken yeniden ayrılık mı vardı kaderde? Bu kadarı benim için dahi fazla değil miydi gerçekten?
“Oğuz.” Bana baktı, “Seni bırakmak istemiyorum.” Nefesim kesiliyor, kelimelerim yaşlarımın arasında kaybolup gidiyordu. Göz pınarlarımda bu kadar yaş olduğunu ben otuz yaşımda öğrendim. Hayat beni hep ağlattı ama ne kadar yaşımın akabileceğini otuzumda gösterdi.
Bir peçete rulosunu bitirebilecek kadar akıyormuş yaşlarım.
Seni bırakmak istemiyorum demiştim Oğuz’a, doğruydu. Ona sarılmak, ayrılmamaktı dileğim oysa kader bizi her daim sınava sokmaya niyetliydi. Biz her el ele tutuştuğumuzda iki yol oluşuyordu önümüzde. Beraberce gidebileceğimiz bir yol yoktu, ayrılacaktık. Bizim kaderimizde yazılmış olan buydu. Can yakıyordu, yalan yok.
“Dilbeste'm.” Dilbeste'm…aşığım. Dilbeste ismini sevmem der, herkesin bana Yansı demesini isterdim küçükken. Aşık kişi demekti Dilbeste, sevmezdim.
Oysa şimdi sırılsıklam aşık olmuştum bir adama. Kim uğrasa şu dilbeste gönlüme, yalnız tek simâ vardı orada.
“Seni hiç bırakmayacağım. Aramıza ne kadar mesafe girerse girsin, sana söz, en kısa zamanda hepsini aşacağım.” dedi. Alnını alnıma yasladı, kokumdan bir nefes çekti.
Elimde hâlâ buruşmuş doktor önlüğüm, ellerimin üzerinde ise onun elleri vardı. Benimle beraber tutuyordu göz nurumu. Bırakmayacağına da emindim.
“Babam vatan için savaşırken annemin akıttığı yaşları hatırlarım. Gece beni uyuttuktan sonra gider babamın yastığına başını koyar, sabaha kadar ağlardı. Babama çok daha ağır işler verirler, bazen günlerce eve gelmezdi. Bir gün eve geldiğinde Almanya’ya gideceğini, bizi korumak için burada bırakması gerektiğini söyledi.”
Anlattıklarını can kulağı ile dinledim. Fırat abinin şehit olduğunu öğrendiğimden bu yana ruhumda hep yanıp sönmüştü anılar. Uzun bir süredir Türkan teyzeye sarılmak geliyor içimden…
“Annem evde esti gürledi, bir de baktım uçaktayız. Annem babamdan asla vazgeçmedi: Her gün oturdu aynı camın önünde bekledi. Babam annemi ve aşkımı bana emanet etti. Bu aşkın içinde bir vatan vardı, bir de sen.”
“O zaman bana da yokluğunda sarılacağım bir şey ver, ben de onunla bekleyeyim seni. Geleceğini bilerek…”
Gözlerime baktı, ne dediğimi anlamak ister gibiydi. Çok geçmeden dolaba uzandı, yünlü bir kazağını uzattı. Yumuşak, sıcak tutan… Sanki nereye gitmek istediğimi biliyor gibiydi.
“Oğuz, beni Londra’ya gönderin.” Çünkü o şehir oydu… On üç sene sonra beni bulduğu yer orasıydı. İngiltere’nin her bir yanı oydu ve o olarak kalacaktı. Yine ayrılacak olsak da beni orada bulacağını biliyordum, çünkü o şehir oydu. O kokuyor, onu anımsatıyor, onun anılarını yaşatıyordu.
Gözleri sanki benim bunu isteyeceğimi biliyormuş gibi bakıyordu. İngiltere soğuktu, bu kazak ise o yokken dahi beni koruyacak dayanağımdı.
“İngiltere biraz sıkıntı olabilir ama tamam. Alacağımız önlemler yeterli olacaktır.” dedi. Alnımdan, yanaklarımdan, ellerimden, boynumdan, ensemden…kokumu aldığı her yerden öptü. Öncesinde bir sarılmayla ayrılmak zorunda kalmış, on üç sene her şeyden habersiz yaşamıştık. Şimdi biliyordum, bu bir vedaydı fakat beni gelip bulacaktı…Yeniden.
Kapı tıklatıldı. Aybüke, Ethem ve Aylin ile beraber girdi içeri. Elinde tuttuğu bir pasaport, bilet ve birkaç evrak vardı.
“Hazır mısın? Birazdan havalimanına gideceksin.”
Canım acıyor, korkudan sebep karnıma keskin bir ağrı giriyordu. Acıdan ağrıyan karnımı tuttum.
“İngiltere’ye gitmek istiyorum, Aybüke.” dedim. Benim yerime yanımda duran adama kaydı gözleri. Dudaklarına kondurduğu minik tebessüm gözümden kaçmamıştı.
Oğuz nereye gideceğimi doğru tahmin etmiş ve çoktan Aybüke’ye söylemişti, değil mi? 1
Yıllar önce söylenmiş bir cümle ilişti aklıma, Oğuz’a aitti:
“Ben seni tanımıyorum, ben seni ezbere biliyorum…”2
“Bu yeni kimliğin, bunlar sana gerekecek olan evraklar. Kalacağın ev hakkında bilgiler…” Uzattığı kimliğe baktım, fotoğraftaki kişi bendim fakat ne yazan isim ne de herhangi başka bir şey bana aitti.
“Bir süre doktorluk yapamayacaksın.” dedi. Çoktan açılmış olan yarama tuz bastı. Kanadı, acıdı, yandı…Ama acıya alışıyor gibiydim.
“Bu süreyi minimumda tutacağız, merak etme. Dişinle tırnağınla emek verdiğin mesleğini yapmak senin hakkın.” diye de ekledi Aybüke.
Gitmem için her şey hazırdı. Ayağa kalkıp valizimi kapatırken aklıma takılan sorulardan birini sormadan edemedim:
“Neden İngiltere’de öğretmenlik yapıyordun?”
Bu soru beklenmedik olmuş olacaktı ki herkesin yüzünde aynı şaşkın ifadeyi gördüm.
“Neden sordun?” diye sordu Oğuz.
“Astronomsun ama değilsin. Yani, anlıyorum teşkilat için oluşturduğun kimlik bu ama neden İngiltere’de bir öğretmenlik yapman gerekti ki? Hem de öyle iyi bir okulda.”
Bir bana, bir de tim arkadaşlarına baktı. Aybüke’den beklediği onayı aldığında ise anlattı:
“O okul Alastan’ların açtığı, çok özel ve ağır bir müfredat okuttukları bir yer. Oradaki öğrenciler bir sürü testten geçerek seçiliyor. Oradan çıkan her öğrenci de mesleği ne olursa olsun Alastan’ın bir çalışanı oluyor. Yani orası onların adamları için bir kuluçka merkezi.”
Çenem düşmüş olacaktı ki bir soru daha patlattım, yadırganmayacağımı biliyordum çünkü bu odada olan dört kişiden ikisi de benim bu hallerime alışıktı:
“Neden İngiltere’de? Okul yani, neden İngiltere’de açmışlar?”
Cevap için bir Oğuz’a, bir de Aybüke’ye döndü bakışlarım fakat onların gözleri de bilinmezlikle birbirine kenetlenmiş gibiydi:
“Benim…buna bir cevabım yok.” dedi kelimeleri uzatarak. Adeta bu söylediğini Aybüke’ye de söylüyor gibiydi. Sorum, bambaşka biri tarafından yanıtlandı:
“Babam istediği için.” dedi ses. Kapıya baktığımda pervazına yaslanmış bir Atlas ile karşılaştım. Elleri cebinde duruyor, odadakilere bakıyordu.
“Baban istediği için?” diye sordu Aybüke, konu beni aşmış görünüyordu. Susmayı tercih ettim.
“Evet, babam İngiliz ya hani…Ben bunu size anlatmıştım.” diye kendimi açıkladı sarışın adam. Oysa ne Oğuz ne de Aybüke bunu önceden biliyormuş gibiydi.
“Atlas, sen bunu daha önce bize anlatmadın.” dedi Aybüke. Sesinde ve yüzünde hissettiği şaşkınlığı görmek mümkündü.
“Babam işte, dayımlar okul için yer ararken tanışmışlar babamla. O vesileyle evlenmiş annemler. Yani, en azından ben öyle biliyorum. Doğruluğuna bir soru işareti ile yaklaşmak lazım.”
“Konuyu dağıtma, devam et.” dedi Aybüke net sesiyle. Gözlerine baktığımda aklında dönen tilkileri görebiliyor ama saymaya dahi yeltenemiyordum. Zeki kadındı vesselam.
“Ya işte babam, onun da fikri işin içine dahil olunca okul İngiltere’de açılmış. Nasıl anlatmadım size ben bunu ya? Emin misiniz anlatmadığıma?”
Hem Oğuz hem de Aybüke başka dünyalara dalmışken Ethem, valizime doğru ilerledi.
“Ben hallederim.” diye atılsam da gülümsedi ve benim belimden destek alarak taşıdığım valizi tek eliyle kaldırdı:
“Bende.” dedi gülümserken. Sahada nasıl bir adam olduğunu bilmiyordum ama içeriden babacan, sıcak bir insan gibiydi. Aylin’in bakışlarında esen soğuk rüzgarlarla onun gülümsemesinin sıcaklığı birbirini tamamlıyor gibiydi.
“Seni havalimanına Ethem ve Aylin bırakacak. Biz burada vedalaşıyoruz.”
Veda…Sevmediğimi şimdi daha net anladım bu kelimeyi.
İlk önce Aybüke yanaştı yanıma, tam önümde durdu:
“Bana kırgınsın, biliyorum. Döndüğünde…Affettireceğim kendimi. Başka seçeneğim yoktu ama arkadaşlığımızın operasyon dışında oluştuğunu söyleyebilirim. Dostluğumuz gerçekti, Yansı.”3
Sıcak bir gülümseme ile baktım ona, yaptıklarının ne denli ağır ve zor şeyler olduğunu tahmin bile edemezdim. Kırgınlığım bir yana, gurur duyuyordum onunla.
“Teşekkür ederim, Aybüke. Her şey için…Ama bana oturup da kendini anlatacağın bir yemek borçlusun.”
Gülümsedi. Buraya geldiğimden bu yana ilk defa gerçek yüzünü gösterdi. Dilruba’nın gülüşü zaten çok güzeldi ama Aybüke’nin minicik bir gülümsemesi çok daha iyi hissettiriyordu insana.
“Ben söz vermem, Yansı. Ama sana bir söz vereceğim, eski hayatını sana vermek için elimden geleni yapacağımı bil. Çok yakında… çok yakında her şey bitecek.”
Baş salladım, gülümsedim. O bana sarılmakta tereddüt etse de bir anda kollarımı beline doladım. Kapıda duran Atlas’ın şaşkın bakışlarını ve Aybüke de bana sarılınca yüzünde oluşan gülümsemeyi gördüm. “Gece önce Allah’a sonra sana emanet, Aybüke. Onu arkamda bırakıp gidiyorum ama o sana tek emanetim.”
Ondan ayrıldıktan sonra son kez baktım Oğuz’a. Beni yolcu etmek için gelemeyeceğini biliyordum. Sarıldım, öptüm, kokusunu içime çektim…
“Lütfen…” dedim yıllar önceki gibi, “Gel, yeniden bul beni.”
“Gelip yeniden ve son kez bulacağım seni. Yansı’m, sevgilim, Fındık’ım, vatanım, gözleri karış karış toprağım…Her şeyim.”
“Görüşürüz Oğuz, Allahaısmarladık.”
Birine giderken Allahaısmarladık derseniz bir kere daha buluşmadan ölmezmiş insan.
“Nasıl mümkün…Bekle beni. Her şeyi halledip geleceğim, yalnız sana geleceğim.” Alnımdan öptü bir kere daha…
Ethem valizimi taşırken son kez baktım ardıma. Kader bu sefer Oğuz’un gidişini değil, benim gidişimi izletmişti Oğuz’a.
Son kez çıktım o kapıdan, havalimanı yolundayken de aklımdaki tek şey Oğuz’un ta kendisiydi.
Yalnızca, her daim oydu düşüncelerimdeki.
🥺❤️🩹🪢
Özel jetine doğru hızlı adımlarla ilerliyordu Yusuf Alastan. Türkiye’yi terk etme kararı almak zorunda bırakılmıştı. Bunun tek sebebi ise şu an bilmediği bir yerde bilmediği haltlar çeviriyordu.
Tanju. Lojistik Müdürü Tanju Coleman.
Alastan’ın son bir yılda gerçekleştirdiği bütün işleri çökmüş, baltalanmıştı. Bütün teslimatlar patlamış, depoları teker teker deşifre olmaya başlamıştı. Kumarhaneler basılmış, Alastan’a yapılan çoğu operasyonda ise Kurul’la bağlantılı birçok adam dolaylı yoldan deşifre olmuştu. Nasıl olmuştu da her şey aniden yokuş aşağı kayar olmuştu? Tanju’nun başında olduğu yazılım programı çalışmamış, veri satın alacağı alışverişler ise taşlanmıştı.
Kısacası Yusuf Alastan, köklü bir ateşin tam ortasında duruyordu.
Kurul, kendisine oluşturduğu risk nedeniyle Alastan’a baskı yapmış, onu sıkıştırmaya başlamıştı. Bunca başarısızlık, Kurul’u riske sokuyordu ve Kurul risk faktörü olan hiçbir şeyi sevmezdi. Yaşamak için başarılı ya da ölmemek için görünmez olmak gerekirdi fakat Yusuf Alastan bunların ikisi de değildi.
Uçağa ilerlerken merdivenleri tırmandı, şu ana dek her şey tıkırında işliyordu. İngiltere’ye gidecek, gözden kaybolduğu süre zarfında okul ile ilgilenecekti.
Uçağa yerleştiğinde hostesler onunla ilgilenmeye başlamıştı bile.
“Söyleyin şuna kaldırsın artık şu uçağı!” diye söylendi yanındaki adamlara. Pilot ise kuleden izin beklediğini söylemiş, geçiştirmişti.
Çok geçmeden uçak kalktı. Alastan, telefonundan en güvendiği adamlarından birini aradı:
“Kendi evinde istirahate çekilmiş, efendim. Geldiğimizi haber etmedik fakat bulduk.”
“Güzel. O Tanju’yu doğduğuna pişman edeceğim. Bitti, bundan mütevellit onun keyif sürme dönemi sona erdi!”
“Efendim, Kurul’dan aradılar…”
“Her şeyi kapatın, iletişimi bir süre kesin. Zamana ihtiyacım var.”
Telefonda konuşmaya devam ederken sinyal kesildi, bağlantılar zayıfladı.
“Hayırlı yolculuklar, Elmas.” dedi bir kadın. Etrafına bakındı Yusuf fakat görünürde adamlarından başka kimse yoktu, ta ki arkadan gelen adım sesleri duyulana dek.
Aylin, kendinden emin bir şekilde saklandığı yerden çıkmış, Alastan’ın karşısındaki koltuğa yerleşmişti.
Bacak bacak üstüne atmış, karşısındaki yaşlı adamı izliyordu. Yusuf bilmiyordu fakat adamlarının birkaçı teşkilat mensuplarıyla yer değişmiş, pilotun yerine ise teşkilat yanlısı bir pilot geçmişti.
“Ecelin ya da kaçışın, sana bağlı.” dedi Aylin.
“Yusuf Alastan, namı-diğer Elmas. Çok uğraştırdın be bizi. Yordun. Anlat bakalım, neden kaçıyorsun? Gerçi, ben zaten biliyorum ama senden dinlemesi ayrı bir zevkli olur.”
Alastan, yüzünde bariz bir anlamazlıkla karşısındaki genç kadına bakarken düşündü. Her şeyden öte, Elmas da kimdi?
“Elmas mı?” diye sordu Yusuf, “Kimden bahsediyorsun?”
Derin bir nefes aldı Aylin, dirseklerini dizlerine yaslayarak öne doğru eğildi:
“Şimdi seninle anlaşalım, sen bana takır takır her şeyi anlatıyorsun, ben de seni gebertmiyorum, Elmas.”
“Ne bilmek istiyorsun, ne saçmalıyorsun! Sen de kimsin be kadın!”
“Bilmem, hangisinden başlamak istersin? Yasa dışı işler, mafyatik mafyatik tiplemeler, çocuk kaçakçılıkları, Kurul…Nereden başlamak istersin? Beni yorma, Yusuf adlı it. Yorma.”
Yusuf’un gözleri bu duyduklarıyla fal taşı misali açılırken adamlarından bazıları silah çekmiş fakat kamufle olmuş mensuplar tarafından tutulmuşlardı. Yerden binlerce metre yükseklikte dönen oyunu sonunda fark etmişti Alastan, durum tahmininden de kötüydü. Bu asi kadın her kimse onun her türlü kirli çamaşırını biliyor gibiydi.
“Sen…” dedi dehşet verici bir korkuyla, “Sen…”
“Ben…” dedi Aylin kendinden emin bir şekilde, “Devletim.”
Alastan’ın gözleri artık yalnızca korku ile değil, dehşet ve şaşkınlıkla da bakıyordu.
“Şimdi konuş, Alastan. Yoksa kaçtığın mafya bozuntularından önce seni kıçını koyduğun o koltukta -tam da şu an- öldürürüm. Ve bunu bir intihar olarak gösterebilecek her türlü güce sahibim.”
Yutkundu Alastan, çıkmazdaydı. Bu çıkmazı ne olursa olsun lehine çevirecek bir kaçış noktası arıyordu.
“Tamam, sana duymak istediğin her şeyi anlatacağım. Ama…”
“Ama duymak istemiyorum, kes sesini.”
“O zaman ölene dek susar, sessiz sedasız intihar ederim.”
Güldü Aylin, karşısındaki adam yaşlı olsa da eski bir kurttu. Elbette kendince manevraları olacaktı.
“Senin işini sen göz kırpamadan önce bitiririm, Yusuf. Ama acının her zerresini hissedersin.”
“Beni koruyun, o zaman istediğiniz her şeyi anlatacağım. Sizinle işbirliği yapacağım.”
Tek kaşı havalanmıştı kadının, Alastan kendi safından korunmak için devlete sığınmayı göze almıştı.
“Pekâla, seni koruyacağım. Şimdi, anlatmaya başla. Uçak rotasını uzattı ama çok vaktimiz yok.”
Yusuf Alastan olduğu yerde paniklerken bir hostes Aylin’e uzandı, kulağına bir şeyler fısıldarken Aylin’in değişen yüz ifadesini görmemek elde değildi.
Yerinden fırladı, pilotun yanına vardı:
“Ne oluyor Tugay?” dedi Aylin pilot arkadaşına.
“Uçağın motor ve yakıt kısmıyla oynamışlar, kontrolden nasıl kaçtığını anlamıyorum! Son dakika yapmış olmalılar. Kontrolü kaybediyorum.”
“İstihbaratla iletişim kurmaya çalışıyorum ama acil iniş yapmamız lazım.”
Ters bir şekilde yanında duran kadına döndü:
“Yok, öylesine eğlence olsun dedim. Hani, hayatımıza biraz renk girsin. Kızım sana Ethem’in DNA’sı karıştıktan sonra mallaştın sanırım!”
Etrafına bakındı Aylin, uçağın çeşitli kontrol panelleri alarm veriyor, çeşitli ışıklar yanıp sönüyordu:
Tugay, soğukkanlılığını korumayı sürdürürken bir yandan çeşitli düğmelere basıp duruyordu. Aylin, bunların ne işe yaradığını bilmese de bir şeylere basıp durması iyi hissettiriyordu.
“Acil iniş yapmamız lazım. İzin isteyeceğim.”
Aylin, etrafına bakındığında aklına gelen o önemli soruyu sordu:
Tekrardan dibine tünemiş olan ajana baktı Tugay:
“Çok ciddi soruyorum, sen manyak mısın? Ölüyoruz kızım, ölüyoruz!”
“Yunanistan’a indiğin an önce Elmas’ı Kurul’daki Yunan lider alır, benim de istihbaratçı olduğumu kaptıkları an işimi bitirirler. Ayrıca…benim Yunanistan’a giriş yasağım var. Olmaz yani.”
Yanındaki kadını dinlerken açılan ağzının farkında dahi değildi Tugay. Bir insan nasıl bir ülkeden banlanabilirdi ki?
“Ölmezsek anlatırım, Tugay. Ağzını kapat da nereye kadar yetecek yakıt olduğunu söyle. Türk hava sahasına dönebilir miyiz?”
“Adaların oradan girmeye çalışırım ama çoktan Yunan hava sahası güvenliği olayın farkına varacaktır. Dua edelim de jet kaldırmasınlar.”
“Rotayı bizim hava sahasına çevir, gerekirse F16’lar kalkar. Yapacak bir şey yok, asla teslim olamayız.”
“Allah’ım, Allah’ım sen yardım et! Bir daha beni zor bulursunuz seninle aynı görevde. Ethem’e şikayet edeceğim seni.” diye yakındı Tugay. Aylin’in ise kısa ve net bir cevabı vardı:1
Uçak sallanıyor, Tugay’ın kontrolü sağlaması zorlaşıyordu.
“Sert bir iniş olacak…inebilirsek yani. Yerine geç, kemerini bağla.”
Koltuğuna zar zor döndükten sonra kemerini bağladı, son anlarında anlamsız bir şekilde bütün düşüncelerini Ethem doldurdu:
“Sıkı tutun, Elmas. Benden önce başkalarının seni öldürmek gibi planları varmış.”
Uçak sallanmaya devam ederken bağırdı Yusuf:
“Sensin, aptal. Kurul’daki lakabın Elmas değil mi şizofren herif!”
Bütün operasyonun kaderini değiştirecek olan o cümleyi ölmeye bu denli yakınken duydu Aylin:
“Değil, değil! Elmas kim tanımıyorum, ben yalnızca Yusuf Alastan’ım!”1
Belki de Mervan denen adam aslında en başından beri gerçekleri söylemişti.
Pilot kabinine tekrar döndü Aylin, Tugay’a seslendi:
“Hakkını helal et, Tugay. Az sinir etmedin değil ama eğer sağ çıkamazsak…”
“Benim Ethem’e sözüm var yenge hanım, sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Ama… sen de helal et.”
♟️🖤🛩️
Mutluluk, Aybüke için her daim elinde tutması zor bir şey olmuştu. Onun sert elleri bu denli narinliğe ağır geliyor, yıkıp döküyordu. Oysa Atlas, bu narinliğe ellerindeki nasırlara rağmen uyum sağlayabiliyor, sevdikleri uğruna sevgisini en ince şekilde yaşatabiliyordu.
Masasının üstündeki dosyalara bakıyor, Mervan’ın sorgusunun ikinci kısmını raporluyordu. Teşkilatta yalnızca o, Atlas ve Ethem kalmıştı. İki adam da kendi işinde, Aybüke ise odasındaydı.
Başını kaldırmadı, gelenin asistanlardan biri olduğunu düşünmüştü. Gelen kişi önünde durmaktansa arkasına doğru ilerlediğinde başını kaldırdı, siyah paltosuyla hazırlanmış bir Atlas karşılamıştı onu.
Atlas, koltuğunun arkasına geçmiş, kollarını bedenine sarmıştı. Yanağından öptü:
Aybüke, aniden yaklaşan bu adam karşısında adeta kalakalmış, şaşırmıştı. Sanki…Sanki bir sevgili gibi gelmiş, sarılmış, işinin bitip bitmediğini sormuştu. Sanki her şey dokuz sene önceki gibiydi.
“Bit-bitti gibi, sanırım. Bitti.” Konuşamamış, doğru düzgün bir tepki verememişti. Atlas ise hâlâ sarılıyor, yanağından öpüyordu.1
“Bir sıkıntı var mı operasyonda?”
Gülümsedi Atlas, kendini işine adamış olan bu kadını bir kere daha öptü.
Aklı, yaşadığı bulanıklıktan kurtulmaya başlamış olacaktı ki başını boynuna gömmüş olan adama döndü:
“Molaya. Tabii sen en son yıllar önce adamakıllı bir molaya en son fi tarihinde çıktığın için tuhafsaman normal.” Aybüke, Atlas’ın koluna hafif bir silke vurdu. Aslında haklıydı; uzun zamandır mola vermeyi unutuyor, kendine bakmıyordu.
“Hadi, üzerine mont al. Çıkalım.”
Aybüke, askılığa doğru ilerleyen adamın ardından baktı: Çok uzun zaman sonra böylesine ısınıyordu kalbi. Sevginin ne demek olduğunu unutmaya yüz tutmuştu yüreği. Aybüke bilmiyordu fakat Atlas ona aşkı hatırlatacak, bundan sonra yüreğindeki her bir kuraklığı çimlendirecekti. Korkmadan sevecek, ikisi de yüreğinin sesini dinleyecekti.
Atlas, Aybüke’nin paltosunu aldı, kollarından geçirdi. Saçlarından da bir öpücük aldıktan sonra kapıyı araladı, kadının çıkmasına öncelik verdi. Teşkilattan çıkana dek yan yana, mesafeli yürüdüler fakat uzaktan bakan biri dahi birbirlerini ne denli iyi tamamladıklarını anlayabilirdi.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Aybüke.
“Sahil diye düşündüm ama istediğin bir yer varsa götürebilirim.” dedi Atlas arabasının kapısını Aybüke için açarken. Ön koltuğa oturdu, kapısı onun için kapandı.
Gençlik zamanlarında da gizliden gizliye sahile kaçar, mevsimine göre ya salep içer ya da dondurma yerlerdi.
“Aylin’ler ne yapmış?” diye sordu Atlas yola bakmayı sürdürürken.
“Yusuf”un uçağına girme planı yapmış, ben karışmadım bu sefer. Bir sorun olursa teşkilata söylemelerini söyledim ama şu ana dek bir haber ulaşmadı. Oğuz, Yansı’ların evine bir bakmaya gitti. Ateş de Gece için bir şeyler yapacaktı…Bak iyi hatırlattın. Ne yaptı acaba?”
“Birazdan öğreniriz, işini ivedi halleder Ateş.”
“İnisiyatifi ona bırakmamalı mıydım? İçimde kötü bir his var.”
Dizinin üzerinde duran elinin üstünde bir ağırlık hissetti: Atlas, elini avucunun içine almış, dudaklarına doğru götürmüştü. Avuç içine konan minik bir buse ile midesindeki bütün kelebeklerin kozasından çıktığını hissetti Aybüke. İçine ekilen tohumların varlıkları artık bir bir belli ediyordu kendini.
“Eminim iyidirler, akşama kalmadan her şey hallolur. Biz de moladan sonra Mervan’a uğrarız.”
Sahile geldiklerinde açık bir otoparka park etti, Aybüke de ellerini cebine koymuş ilerlerken Atlas, onun bir elini cebinden çıkardı, kendi cebine sokuşturdu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Aybüke.
Durdu Atlas, yanında ona bakan kadına baktı:
“Şeyiz işte…” Neyiz Aybüke, tam olarak neyiz acaba? Asker arkadaşı.
“Arkadaşlar ya da iş arkadaşları birbirinin tadını bilmez, Başkanım.” dedi Atlas cüretkar bir tonda. Kadına yakınlaştı, baş parmağı dudaklarında yer bulurken hafiften kızarmış burnundan öptü:4
“Hadi sana salep ısmarlayayım.” dedi.
“Yine çok centilmensin, gerçekten.” Dalgaya vurdu Aybüke, gülüşünü tutmaya çalışsa da o güldüğünde Atlas da güldü. Onlar için hayat iki kollu bir teraziydi: Bir yanda ağır savaşlar verip vatanı koruyor, öbür yanda yalnızca birbirlerinin sevgisine sığınıp basit bir hayat yaşıyorlardı, yaşayacaklardı.
El ele yürürken konuştu Atlas:
“Havalimanına bıraktı Aylin, oradan da Yusuf’un jetine geçecekti. Sinyal bozucu kullanmayı planladılar yani daha bir iletişim kurulmadı. Bekliyoruz.”
“Oğuz için zor olmalı, sevdiğini bırakmak zorunda kalmak çetin bir savaş. Anlıyorum onu.”
Yanında konuşan adama baktı Aybüke, yer yer kirli sakalları belli oluyor, yüzüne ayrı bir olgunluk katıyordu.
“Ayrı kalmamaları için elimden geleni yapacağım.”
“Biliyorum.” dedi Atlas gülümserken, “Onlar bizim gibi birbirlerine aşıkken dokuz sene ayrı kalmayacaklar. Sen varsın, sen engellersin.” Kadının saçlarından öptü, kolunu beline doladı. Bir akarsuyun içinde sürüklenip giderlerken yalnızca bu anda kalmak istediler. Mümkün olmasa da hayali bile güzeldi.2
Kafeye geldiklerinde sipariş vermekle uğraşan Atlas’ı detaylıca inceledi Aybüke, servisi beklerken yan çehresini izlediği adama seslendi:
“Bence sakal bırak.” dedi aniden Aybüke.
Atlas, duyduğuna şaşırmış olacaktı ki elindeki salepler ile bakakaldı. Normalde Aybüke onun hakkında yorum yapmazdı…
“Sakal…hoş durmuş. Tabii, sen bilirsin.” dedi adamın elindeki salebe uzanırken. Beraberce sahil boyunca yürürken az konuştular, birbirlerine yıllar sonra özgürce, aşk ile baktılar. Bu, onların yarım kalan hikayelerinin devamı için bir başlangıçtı.
Bu, Aybüke’nin kendini hatırlamaya başladığı o dönemin başlangıcıydı.
Gece, geldikleri yere baktığında şaşırmadan edemedi. Arabanın durduğu yer havalimanından başka bir yer değildi.
“Teşkilata gidiyoruz demiştin?” diye sordu Gece yanındaki adama. Diyalogları yalnızca elzem olduğunda kurmaya çalışıyor, sesini dahi duymak istemiyordu. Yalnızlığa ihtiyacı vardı, doğru bir yalnızlıkla sekteye uğrayan gücünü toparlayabilirdi. Çünkü Gece, gücünü yalnızlığından alırdı.
“Önce görmek isteyeceğin biri olduğunu düşündüm. Bak, orada. Beş dakika verebilirim yalnızca.” dedi Ateş, arabanın camından dış hatlarda duran bir kadını işaret ediyordu. Gece, işaret edilen yöne gözlerinde bir anlamsızlıkla bakarken tanıdığı bir simayı görmesi onu bozguna uğratmıştı:1
Arabadan kardeşine bakmaya devam ederken Ateş onun kapısını araladı:
“Yurt dışına gönderiliyor, bir süre haber alamayabilirsin kardeşinden. Yalnızca beş dakika sunabiliyorum sana.”
Gece, elinde valiziyle etrafına bakınan kıza baktı: Yolunu kaybetmiş gibi duruyordu.
Arabadan çıktı, kabanına ve Ateş’in ona verdiği siyah şapkaya sarıldı. Dış hatlar kapısının önünde duran kadına doğru koşarken ne diyeceğini bilmiyordu, sadece kardeşine sarılmak geliyordu içinden. Onu çok yalnız bırakmış, ilgilenememişti. Bu illet nasıl oldu ise artık ona da sıçramıştı.
Bir iki adımda kıza ulaştı, “Yansı!”
İlerlemeye başlamış olan kadın durdu, bu tanıdık sesin kaynağını ararken etrafına bakındı. Gözleri, tanıdığı en asi yeşillerle kesiştiğinde hazırda bekleyen yaşlarına hakim olamadı:
İkisi de birbirine bir gemici düğümü misali sarılırken Ateş yalnızca bu manzarayı izliyor, Yansı için en iyisini umuyordu.
“Yansı.” dedi Gece sıkı sıkı sarılmaya devam ederken. Kardeşi bildiği kızın saçlarından okşadı. Biliyordu, me yaparsa yapsın gitmesine engel olamazdı. Teşkilat böyle bir karar vermişse en doğrusu bu olmalıydı.
(Gece ve Yansı’yı tam fiziksel olarak tasvir etmese de hissettikleri tam olarak bu🥹)
“Özür dilerim, özür dilerim seni çok yalnız bıraktım. Affet beni ne olursun.” dedi Gece kardeşini göğüs kafesine bastırmaya devam ederken. Onun aksine Yansı hıçkırıklarla ağlıyor, tek kişilik ailesine veda etmenin ağırlığını yüreğinde hissediyordu. O bir kalp cerrahıydı ama bugüne dek kırık kalbini bir gün olsun iyileştirememişti.
“Gece…ben, gidiyorum. Sen- senin bildiğini söylediler her şeyi.”
“Kısmen. Canım, tekrar buluşacağız, en kısa sürede. Seni koruyamadığım için özür dilerim.”
“Saçmalama Gece, senin beni korumak ya da bana bakmak gibi bir zorunluluğun yok, canım. Unutma beni. Unutma beni, döneceğim.”
Vedalar zordu, unutulmak ise tarifsiz bir acı.
“Saçmalama, böyle bir şey mümkün mü sence? Salak salak konuşup sinirimi bozma benim.” Kızmasına rağmen sıkı sıkı sarılıyor, bırakmıyordu.
Yansı, Gece ile konuşmaya devam ederken ileride bir arabanın yanında durup onları izleyen tanıdık bir simayı fark etti:
Gece, mırıltı şeklinde bir cevap verdi.
“Şu adam…Ateş Karal değil mi? Yoksa ben gerçekten aklımı kaybetmeye mi başladım?”
Gece arkasını dönüp bakmadı lakin orada olduğunu biliyordu. Cevap vermedi, yalnızca kızın gözlerine baktı. Kendi bakışlarında ise bütün cevaplar gizliydi.
Yansı, Gece’nin gözlerine baktı: Korku yoktu bu gözlerde ama anlamlandıramadığı bir yorgunluk, endişe ve öfke vardı.
Konuşmadı Gece ama ilk defa Yansı’nın onun bakışlarından onu anlamasını diledi.
“Gece…” Düşündü Yansı, şu an Gece’nin bu adamın yanında olmasının tek bir sebebi olabilirdi. Tıpkı Oğuz gibi Ateş de…
“Gece? Yoksa…” Ateş de bir teşkilat mensubu olmalıydı.
“Ben güvendeyim, hadi git. Sürem doluyor. Kendine çok iyi bak, Yansı. Bitecek bir kabus, söz.”
Gece, son kez sarıldı, şapkasını düzeltir düzeltmez geldiği arabanın yolunu tuttu. Yansı’nın da söylediği gibi Ateş arabaya yaslanmış, onları izliyordu.
“Hazır mısın?” diye sordu Ateş soğuk bir ses ile. Gece’nin sükuneti bâkiydi, konuşmadı. Yalnızca arabaya bindi ve başka anneden olan kardeşininin gidişini izledi.
En azından onun için her şeyin iyi olmasını ummaktan başka bir seçeneği yoktu.
💔🪢🩺
“Nasıl kaçırabilirim böyle bir şeyi? Nasıl anlamam!” Elindeki kağıt yığını duvara fırlatılırken her bir yana dağıldı. Kağıtlar yalnızca bir metafordan ibaretti; asıl dağılan şeyler aklındakilerden ibaretti. Bütün fikirleri, bildikleri, planları, emekleri…Aybüke Akman sonunda aylardır baktığı o panodaki sırrı çözmüştü. Mervan’ın söyledikleri ile son ipucu da bulunmuş, gerçek kendini ele vermişti.
Odasında yalnız başınaydı Aybüke. Atlas, onu teşkilata bıraktıktan sonra görevi için İngiltere’nin yolunu tutmuş, bir süreliğine babasının yanına gitmişti.
“Aybüke?” diye endişe ile araladı kapıyı Ethem. Yerlere dağılmış olan kağıtlara, kırılmış bardağa ve devrilmiş kitaplara baktı. Endişeli bakışları Aybüke’yi buldu:
Sinir krizinin eşiğinde olan Aybüke ellerini saçlarına geçirmiş, acısını kendinden çıkarmaya çalışıyordu. Saç diplerini çektiği ellerinde bir baskı hissetti. Ethem onun ellerini tutmuş, bedenine sarmaya çalışarak Aybüke’yi kendinden korumaya çalışıyordu.
“Aybüke, kardeşim sakin ol. Dur bir gözünü seveyim, kendine zarar vereceksin.”
Aybüke ise bağırmaya devam ediyor, aptallığının cezasını çekiyordu. Bu denli kör olması için gözlerine bağlanmış bir bant olması gerekirdi.
“Nasıl bu kadar aptal olabilirim, nasıl! Atlas! Atlas’a ulaşmamız lazım, Ethem!”
“Ne oldu gözünü seveyim, anlat!”
Sakinleşiyordu Aybüke, öfkeli gözlerle panoda asılı duran fotoğrafa baktı. Öfkesi gözlerinden adeta akarken konuştu:
“Burada olan kim varsa acilen odaya topla, Ethem. Hemen.”
Beş dakika içerisinde Ali, Ethem, Çağatay ve Oğuz odaya gelmişti. Diğer üç kişi sahadaydı bu nedenle onlar haberi sonradan alacaktı. Belki de bunu geç öğrenmek bir hediye olabilirdi bile.
“Birazdan duyacaklarınız için beni suçlamak isteyebilirsiniz, karışmam. Ama serin akıllı kalmanız çok önemli.”
“Aybüke?” diye merakla sordu Oğuz, kadının gözünde gördüğü saf nefret öncekilere hiç benzemiyordu.
“Çok şeyi gözden kaçırdım, Oğuz. Bu, çok fazla. Nasıl…Nasıl göremedim anlamıyorum.”
“Aybüke Başkanım, anlatın. Eminim bu hepimizin hatasıdır. Siz yalnız değilsiniz.” dedi Ali durduğu yerden.
“Alastan ününü, şöhretini ve en önemlisi Kurul’daki itibarını kaybettiği için kaçmaya çalışıyor. Teslimatları yavaş yavaş sekteye uğradı, yavaş yavaş hep başarısızlıkla anılmaya başlandı. Yaşlandı dediler, bunak dediler… Yazılımı yapamadı, alışverişleri hem biz hem de hiç bulamadığımız düşmanları tarafından yağmalandı. Biz bir türlü fark edemiyorduk ama Alastan başka birileri tarafından yavaş yavaş yok ediliyordu. Ve ben, bunu göremedim.”
Ortama derin bir sessizlik çökmüştü:
“Mervan’ın kolpadan salladığını sandık ama yanıldık. Mervan doğruları söylüyordu.”
“Nasıl olabilir? Elmas’ı nasıl tanımaz?” diye sordu Oğuz.
“Elmas’ı tanımıyor çünkü çalıştığı kişi Yusuf Alastan.”
“Başkanım, aynı kişiden bahsediyoruz.” dedi Ali. Ve Aybüke, operasyonun kaderini değiştirecek olan o istihbaratı iletti. Belki de bu, şu zamana dek ilettiği en kritik istihbarat olacaktı:
“Yusuf Alastan, Elmas değil. Biz, doğru bir ismi yanlış bir kişi ile eşleştirdik.”
Akıllara düşen onca soru varken susmayı tercih etti Anka Timi. Bu açıdan bakıldığında aslında yaşanılan her şey bir mantık rayına oturuyor gibiydi.
“Biz Elmas ismini nereden duyduk?” diye sordu Aybüke. Cevabı yine sorularıyla onların bulmasını sağlayacaktı.
“Operasyonun en başında gerçekleştirdiğimiz bir görevde Elmas ismine ulaştık. Bulduğumuz veriler de Yusuf Alastan’ın kimliği ile uyuşunca onun olduğunu anladık.” diye cevapladı Ali.
“Ve salakça bir hata yaptık.” dedi Aybüke. Koltuğa oturdu, dirseklerini dizlerine yasladı. Bunun adı çaresizlik miydi yoksa hatasının bedelini bu kadar ağır mı çekiyordu insan?
“Elmas kendi istediği için biz Elmas’ın varlığını öğrendik. Kimliğini öyle güzel işledi ve yememiz için öyle güzel yemler bıraktı ki yolumuza hemen Yusuf Alastan ile eşleştirdik. Ne kadar aptalım, nasıl bu kadar aptal olabilirim!”
“Düşündüğün kişi, Oğuz.” diye yanıtladı Aybüke ve haklıydı, Oğuz’un aklında dönen bir isim vardı ve o kişinin mahlası Elmas’tı.
♟️🃏🥀🪶
Saatler sonra İngiltere’ye gelmişti Atlas. Babasını aramış, dayısının aksine o yerini kolay bir şekilde öğrenebilmişti. Burası, tamamen babasına ait olan, şehirden çok uzakta bir çiftlik eviydi.
Etrafa bakınıyor, Tanju’yu arıyordu Atlas. Görevi gereğince kısa bir süre onun yanında kalacaktı. Bahanesi ise basitti: Bu tatil bir baba-oğul kaçamağı olacaktı.
Babasının ofisine ulaştığında yavaşladı Atlas, içeri girdi. Gördüğüne göre evde kimse yoktu. Ofise girdi, etrafa bakındı. Yüzeysel bir gözlemdi. Masasının üstünde açık duran bazı kağıtlar, fotoğraflar gördü. Son kez etrafa bakındı, gelen geçen yoktu. Yavaş fakat temkinli adımlarla masaya doğru ilerledi. Meraktan bakıyormuş gibi göz gezdirdi fakat gördükleri şaşırtıcıydı: Dayısının şirketinin güme giden teslimatlarının raporlarıydı bunlar. Her bir dosya başka bir teslimata aitti. Dosyaları kenara ittirdiğinde ise Alastan’ın satın almış veya çalmış olduğu şeylerin fotoğraf ve isimlerinin olduğu başka dosyalar vardı.
Aşağıdan gelen adım seslerini duyduğunda masadan uzaklaştı. Adım adım geri çekilirken bütün algısı tek bir fotoğraf ile dondu. Aklı ve bilinci bütün işlevini yitirirken onu kontrol eden yalnızca yüreği kalmıştı. Hızlıca fotoğrafa doğru atıldı, yanlış görmüyordu. Fotoğraftaki gerçekten de oydu. Fakat asıl şoku fotoğrafın arkasında yazan tek kelimelik cümle yaşatmıştı.
Fotoğraf, Aybüke’nin bir fotoğrafıydı ve hemen arkasına şu cümle iliştirilmişti:
Odanın kapısında duran babasına döndü, kollarını açmış ona bakıyordu. Türkiye’de olduğundan daha dinç ve neşeliydi.
“Baba.” Elindeki fotoğrafı masaya bırakırken sarıldı babasına. Hem babasında hem de havada bir tuhaflık seziyordu.
“Geldiğini neden söylemedin. Ne yapıyordun?” diye sordu Tanju elinden bıraktığı fotoğrafa bakarken.
“Seni arıyordum, öyle bakındım. Bir sorun oluşturur mu?”
Gülümsedi Tanju fakat bu gülümseyiş eskilerdeki gibi masum görünmüyordu.
“Elbette hayır. Ne de olsa oğlumsun, istediğini yapma özgürlüğün var.”
Gülümsedi Atlas lakin gergindi. Babası apar topar ülkeyi terk ederken korkmuş olabileceğini düşünüyordu oysa. Aksine, keyfi gayet yerinde gibiydi.
“Türkiye’ye kaldıkça İngilizcen zayıflamış, biraz ana vatanında kal istersen.” dedi babası oğlunun yeşil gözlerine bakarken. Ellerini cebine koymuş, oğlunu baştan aşağı süzüyordu.
Atlas’ın vatanı Türkiye’den başka bir yer değildi, olamazdı. Uğruna gözünü kırpmadan kan dökeceği vatan yalnızca toprağında binlerce kefensiz yatanın olduğu Anadolu’ydu. Toprağında yüzlerce şehidin kanının olduğu topraktı onun vatanı.
“Bakarız.” dedi babasına, gülümsemeye devam ediyor, bir yandan etrafa bakınıyordu. Camdan dışarı baktığında çiftliğin ön ve arka girişini görmek mümkündü. Az öncekinin aksine kapılara güvenlik yerleşmiş, adam sayısı artmıştı.
“Bu kadar güvenlik ne için, baba?”
“Hayat bana tehlikenin en yakınında olabileceğini hatırlattı, Atlas. Babanın kötülüğünü dileyen ne çok kişi varmış meğer.”
Babasına döndü, anlattıklarına tezat gayet rahat gözüküyordu:
“Kimden bahsediyorsun? Dayım mı?”
“O yaşlı bunak sinsilik düşünemeyecek kadar paslandı.”
Şaşırmıştı Atlas, normalde babası dayısına olan korkusundan ötürü saygıyla hitap eder, sevmese de karısı için tevazu göstermeye gayret ederdi. Şimdi farklıydı.
“Baba? Her şey yolunda mı? Dayımın kulağına böyle konuştuğun giderse…”
“Burada hiçbir şey, Onur Atlas, benim iznim olmadan uçamaz, kuş dahi…” Oğluna doğru bir attı, “Tabii sen de söylemezsin. Babana karşı duyduğun derin bir sevgi olduğuna eminim, değil mi?”
Oğlunun omzuna elini yasladı, kendine doğru çekti. “Seninle çok ayrı kaldık, oğlum.”
Güldü Atlas, iyimser oğul rollerini oynamakta sıkıntı yoktu fakat bugün bazı şeyler farklıydı. İsmini koyamadığı bazı şeyler…
“Meslek nasıl gidiyor, çocuklar falan? Öğretmenlik zor mu?”
“Zorlamıyorlar, tahmimden daha kolay bile denebilir.”
Masasının başına oturmuşken oğluna oturması izin sandalyeyi işaret etti. İkisi de ortalarında bir masa varken karşılıklı bakışıyor, yeşil gözler adeta savaş veriyordu. Soğuk, sessiz ve bilinmez bir savaş.
Tanju’nun adamlarından biri odaya bir vazo ile geldiğinde Atlas’ın dikkati beyaz zambaklara çevrilmişti: Bazıları çürük, bazıları ise capcanlı zambaklardan oluşan bir demetti bu.
“Zambaklar, annenin en sevdiği çiçekler.” dedi masasına bırakılmış çiçeklerle ilgilenirken Tanju. Atlas’ın bakışları ise babası ve zehirli fakat pürü pak duran zambaklar arasında mekik dokuyordu.
“Erdemin temsilcisidir zambak. Saflıktır, özendir. Ama bir o kadar da zehirlidir, hele de hayvanlar için.”
Önündeki çiçekler hakkında konuşan babasına baktı, aklında dönen tilkiler o denli fazlaydı ki gözlerinden okunamıyordu.
“Bu beyaz zambaklar annen. Baktığımda bana onu hatırlatıyorlar.”
Olduğu yerde dikleşti Atlas. Tanju, parmaklarını taze çiçeklerin üstünde özenle gezdiriyor, narin fakat zehirli yapraklarına aşkla dokunuyordu.
“Çürükler? Peki ya çürük zambaklar neyi temsil ediyor?” diye sormadan edemedi Atlas. Tahmin ediyordu fakat bunu Tanju’dan duymak çok daha keyifli olacak gibiydi.
“Çürük zambaklar…Sence onlar neyi temsil ediyor?” diye sordu Tanju, cevap beklemeden konuşmaya devam etti, “Bu saydıklarımın tam tersini. Onlar da beni bana hatırlatıyor, her baktığımda kendimi hatırlıyorum.” Sesi derin ve bir narsiste aitmiş gibi çıkmaya başlamıştı. Atlas, karşısındaki bu adamı tanımasaydı bir narsist olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi.
Aslında, sandığının aksine babasını tanımadığını fark etmişti bugün.
“Seni zehirli ve erdemsiz yapan ne, baba?” diye sordu Atlas. Güldü Tanju, karşısındaki kişiye bir sır veriyormuş gibi fısıldadı:
“Sırlarım.” Gülümseyen gözleri aniden buz kesmiş, eli ile beyaz zambaklardan birini ezmişti, “Ve sen hiç istemeyeceğim bazı sırlarıma şahit olmuş gibisin, oğlum.”
Atlas, olduğu yerde gerilirken sonunda neler döndüğünü anlamıştı.
“Ne gibi sırlar? Annemin arkasından bir şey mi çevirdin yoksa babacığım?”
“Geldiğimde bu fotoğraftaki kadına bakarken korkmuş gibiydin, ne gördün?”
“Neyden bahsettiğini anlamıyorum, baba. Lütfen açık ol.”
Bir maymun ise katiyen konuşmazdı.
Baba-oğul arasındaki fırtına devam ederken arkasında bir hareketlilik sezdi Atlas. Odaya tam tamına on koruma birden girmiş, yan yana dizilmişlerdi.
Tanju Coleman oturduğu yerde geriye doğru yaslanırken yüzünde oluşan kin dolu ifadeyi görmemek elde değildi.
“O ülkenin sana da zehrini akatacağını biliyordum, Atlas. Senin adını Onur koyduk ama sen ailen için bir onursuzun tekisin. Meğer birbirimizi çok yanlış tanımışız, oğlum.” Yerinden kalktı, Atlas’ın önüne kadar geldi:
“Tanışalım.” dedi oğluna elini sıkması için elini uzatırken. Bir süre bekledi lâkin oğlunun ağzını bıçak açmıyordu. Gerçekleri öğrenmemiş olsaydı oğlunun bu profesyonel oyunculuğundan ötürü masum olduğunu dahi düşünebilirdi: Gözlerinde yalandan büyüttüğü masum bir oğlan çocuğu vardı. Fakat o da tüm yaşamı gibi yalnızca bir yansımadan ibaretti.
“Madem konuşmayacaksın, ben senin yerine anlatırım. Ben Onur Atlas Coleman, aileme ihanet etmiş olan bir Türk köpeğiyim. Ailemin içine bir görev olarak gönderilmiş bir ajanım.”
Atlas’ın bütün algısı yerle bir olurken düşündüğü tek şey Aybüke’nin fotoğrafı ve arkasında yazan o not idi.
“Zekisin, Atlas. Yeteneklisin ama hâlâ gözlerinde kendime dair bir şeyler görmüyorum. Babanı bu kadar mı uzaklaştırdın kendinden?”
“Baba, ne saçmalıyorsun? Ne diyorsun?”
“Ama gelinim güzel, keşke evlendiğinde bizi de çağırsaydın. Nasıl tanıştınız, anlatsana. Flörtlerine elbise bakarken falan mı?”
Atlas, rolünü profesyonel bir şekilde sürdürmeye devam ederken aklındaki soru işaretleri artıyor, Aybüke’ye haber yollamak için çeşitli yollar bulmaya çalışıyordu fakat durum sandığından da vahim gibi duruyordu.
“Adı neydi…Demet. Hayır, hayır…Dilruba! Evet, elbette. Dilruba. Bir gün butiğine gidip tanışmak lazım.”
Atlas öfkeyle yerinden kalkmaya yeltenirken arkadan onu tutan iki adam yüzünden oturmak zorunda kaldı.
“Onun kılına zarar verirsen seni gebertirim! Derdin benimle, o kızın bunlarla hiç alakası yok!”
Gülüyordu Tanju, oğlunun acısından muazzam bir keyif duyuyormuş gibi bakıyordu. Atlas ve Aybüke işte burada birleşiyordu: Aybüke’nin bir ailesi yoktu, gençliğinden bu yana da hiçbirini görmemişti fakat Atlas her akşam evine gitmiş olsa da en çok gerçek bir aileye muhtaçtı. Birisi sessizliğin içinde, birisi de karanlık bir kalabalığın içinde yalnızdı.
“Sıkıldım, konuşmanı beklemeyeceğim. Madem oğlum bugün konuşmak istemiyor, ona nasihat vermek benim en doğal babalık görevim, değil mi?”
Atlas, babasının adamları tarafından tutulmaya devam ederken ona öfkeyle bakıyor, plan kurmaya çalışıyordu. Fakat Aybüke için duyduğu endişe aklını durduracak türdendi.
“İşte şimdi gözlerinde kendimi görüyorum, evlat.” Atlas’ın gözlerinde saf kinden başka hiçbir şey yoktu. Gözlerindeki ormanlar alev altında kalmış, adeta siyaha bürünmüştü. “İşte bunlar benim oğlum olacak adamın gözleri.”
“Önce kendimi tanıtmama izin ver, oğlum. Duruma bakılırsa ikimiz de birbirimizin yüzüne maskelerin ardından bakıyormuşuz. Ben bir aptalın, sen ise bir evladın maskesi.”
Durduğu yerde dikleşti, gözlerindeki kinayeli bakış toz oldu. Karşısında duran adamı ilk defa görüyordu Atlas, bu Tanju Coleman değildi.
“Ben, Tanju. Namı-diğer, Elmas. Beni küçümsemiş olamazsın, evlat. Sen zekanı benden alıyorsun, ben senin babanım.”
Atlas’ın belki de yaptığı en büyük hata, babasının zekasını küçümsemek olmuştu. Artık anlamıştı, bu hatasının bedeli sandığından bile fazla olacaktı.
🌗❤️🔥♟️
Bir uçağın bir, üç ve hatta beş saat rötar yaptığını duymuştum ama altı buçuk saat rötar beklemek neydi arkadaş! Vedaları sevmiyordum, evren ise bu süreci uzattıkça uzatmış, ülkeme olan vedamı neredeyse imkansız kılmıştı. Şimdi uçaktaydım. Az önce havalanmıştı uçak, baktığım gökyüzü gibi bir bilinmeze uçuyordum.
(Bu kısımı okuduktan önce veya sonra kitabın GİRİŞ kısmına tekrar bakınız, okuyunuz. Hatırlamıyorsanız kitabın akışı açısından mühim :))2
Hayal kurmanın cesaret istediğini, tüm hayallerim yıkıldığında değil, en büyük hayalim gerçekleştiğinde düştüğüm boşlukta anladım: Oğuz beni o barda bulduğunda anladım. Hayali kurmak kolaydı. Hayalsiz insan mı olurdu zaten? Her insanın çıktığı yolda omzuna attığı bir çuvalı vardı. Çuval dolu ya da boş başlarlardı yürümeye; bazılarının onu yanlarına almaya dahi lüksleri yoktu, kendi sepetlerini kendileri örmeyi öğrenirlerdi yol boyunca: Tıpkı Aybüke, Gece ve nicesi gibi. Benim de çuvalım vardı. Küçüktü ama vardı. Yol ne kadar taşlı olsa da en iyi şekilde korumaya çalışırdım. Bazılarına bu çuval ağır gelir, yol ilerledikçe tek tek boşaltırlardı; bir diğeri ise her adımında yeni bir şey eklerdi. Ne tuhaftı. Bu yolda kurallar da farklıydı. Gerçeğin aksine, çocuklar daha güçlü olur, en ağır çuvalları onlar taşırdı; yetişkinlerin mecali kalmazdı. Benim çuvalım doluydu. Başka hayaller doldurmak için bazılarını atmış, yerine yenilerini eklemiştim. Çünkü bazı hayaller sadece hayal gücünden ibaret olunca, taşımanızın anlamı kaldı mı diye tereddüt ederdiniz; sonra çuvaldaki her hayal evrilip çevrilip hedefe dönüşürdü. İnsanın doğasıydı bu. Zamanında hayal denmiş potansiyel hedeflerle koca bir ömür geçirmek. Şimdi bende omzumda çuvalım, elimde valizlerim, kulağımda kulaklığım, göğsümde korkularımla uçağımın camından bakıyordum koca İstanbul’a. İstanbul. Yüreğimde ne çok duyguyla gelmiştim İzmir’den buraya, ne hayallerim vardı. Bir gün bu hayallerin hedef olacak kadar yakın olduğunu söyleselerdi, inanmazdım. Şimdi ise uçaktayım işte. Gidiyorum. Beni daldığım boşluktan uyandıran “Ne arzu ederdiniz?” sorusuyla karnımın guruldaması bir oldu. Yemeğimi yerken ekrandan yolculuğun bitmesine ne kadar kaldığına baktım: 2 saat 14 dakika. Oğuz’un bana verdiği günlüğe bir şeyler yazmak için gayet yeterli bir süreydi. Yemeğimi bitirir bitirmez yazmaya başladım. Yeni aldığım defterimin ilk sayfasına tarihi yazdıktan sonra aynen şöyle başladım:
Şu an maviliklere dalmış bir uçakta, yüreğime sığdıramadığım duygularla Londra’ya gidiyorum. Her şeyi geride bıraktım… (üstü çizili)
Her şeyi geride bırakmak zorunda kaldım.
…
Devam Edecek
…
Öncelikle çok uzun sürdüğü için özür dilerim ama her şeyin patladığı bir bölüm olduğu için adeta kafayı yedim yazarken. Sorularınız olduğuna eminim, ne isterseniz sorun. İkinci kitapta da zaten her şeyi zamanı geldiğinde açıklayacağıma emin olabilirsiniz.
Sezon Finali molası vermeyeceğim. Her zamanki gibi bölüm atmaya devam edeceğim, yalnızca bundan sonraki bölümün gelmesi biraz uzun sürebilir (15 gün falan). Çünkü ikinci kitaba geçiyoruz ve önce bir her şeyin taslağını hazırlamam lazım. Şu operasyonların üzerine kafa yoracağım diye yaşlandım yeminle.
Bu bölümde önceki bölümlere çok fazla atıf vardı, dilerseniz geri dönüp her birini bir de bu gözle okuyabilirsiniz.
İkinci kitapta daha fazla operasyon ve saha görevi göreceğiz çünkü artık asıl düşmanı biliyoruz…Çok daha heyecanlı, tutkulu ve aşk dolu bölümlerde görüşmek üzere. ❤️🖤❤️🔥
🪶
Yansı İngiltere’ye uçtu…Sizce hikaye nasıl bir hâl alacak?
Aylin ve Tugay kurtulabilecek mi?
Atlas, Elmas’ın elinde esir düştü… peki ya şimdi ne olacak?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
12.16k Okunma |
823 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |