
Lütfen beğeni, yorum yapmadan geçmeyin.
Başlamadan önce mutlaka beğeni yaparak okuyalım 🫶
____
"Sen. Sen. Sen burada ne arıyorsun?" diyerek Murat, içerideki herkesin dikkatini dağıtan bir ses tonuyla odaya adım attı. Gözleri, karşısındaki tek kişiyi bulduğu anda alev alev yandı. Bir an bile tereddüt etmeden Melek’in yanına yürüdü. Öfkesi gözlerinden taşıyor, kontrolünü kaybetmişçesine hareket ediyordu. Elini uzattı ve sertçe Melek’in kolunu kavradı. Gözlerinin içine baktı. Dudakları titredi ama bu titreme ne korku ne mahcubiyetti. Sadece öfkeydi. Gözlerinin içindeki sarsıntı, ihanetle karışık bir kırgınlıktı. Sesi karanlık ve baskıcıydı. "Söz vermiştin bana defolup gidecektin. Şimdi nasıl küçük beyninle beni kandırmak istersin. Ben sana güvendim ve toplantıya girdim."
Cümlesini tamamlayamadan Salih yanlarına geldi. Aniden Murat’ın koluna yapıştı. Sert bir hareketle onu geri çekti. Salih’in yüzündeki ifade ciddiydi. Tehlikenin yakın olduğunu anlamış gibiydi. Melek'e gelebilecek her zararı önceden sezmişti. Gözleri Murat’tan bir an olsun ayrılmadı. Bu tür bir gerilimde tarafsız kalamazdı. İçgüdüleriyle hareket etmişti. Oda içindeki hava buz kesmişti.
Melek ise tüm bu olanlar karşısında tek bir adım bile geriye çekilmemişti. Gayet sakindi. Ne kaşında bir seğirme ne de bakışlarında bir huzursuzluk vardı. Onun bu durgunluğu daha da rahatsız ediciydi. Sessizliği güçlüydü. Herkesin gözleri üzerindeyken bile kendini küçültmemeyi şimdilik çok iyi başarıyordu.
Gelmeden hemen önce, elindeki beziyle etrafın tozunu alıyordu. Sıradan bir görev gibi, hiçbir gerilim yokmuşçasına. Herkes donmuşken o sanki hayatın doğal akışına ayak uyduruyordu. Bir köşeden bir diğer köşeye geçerken işine devam etti. Fakat bu kez konuşmaya karar verdi. Sesi, odadaki sessizliği bıçak gibi kesti. Sakin ama güçlü bir tondaydı. "Ben sözümü tuttum. Ama siz benimle alakalı öyle bir fikre kaptırmışsınız ki kendinizi." Başını hafifçe yana eğdi. Gözlerinin içi parladı. Alaycılığı bastırılmış bir gülümsemeyle kıkırdadı. Bu gülüş neşeli değildi. Bu gülüş, öfkeliydi. "Benim bu kadar saçma bir sebep yüzünden gideceğimi söylüyorsunuz." dedi. Elindeki bezi yavaşça, tüm dikkatleri üzerine çekecek bir sessizlikte masanın kenarına bıraktı. Her hareketi ölçülüydü. Abartısız ama etkileyiciydi.
"Benim verdiğim söz toplantıya girmemem ile alakalıydı. İstifa ediyorum demedim. Sizin anlamak istediğiniz söz ile uzaktan yakından alakası yok. Fantazi dünyanız genişse burada benim suçum ne?" Konuşurken sesi sabitti. Ne hızlandı ne yükseldi. Ama kelimeleri sanki yerini parçalayıp geçiyordu. Sonra bir adım yaklaştı. Murat’a değil. Masaya. Ama bu adım aynı zamanda karşısındakine meydan okuyuştu. Gözlerini Murat’tan ayırmadan devam etti. "Sakın bir daha kolumu sıkmaya çalışmayın. Sizin bencilliğiniz. Sizin kavganız. Sadece üç adım uzakta olduğu sürece geçerlidir. Her attığınız adım için kendinizi olacaklardan sorumlu tutmanız gerek. Çünkü bu kadar kolay değil kimsenin sınırlarına girmek. Hele ki benimkine."
Cümleleri bir balyoz gibi indi. Ne sesi yükseldi ne de duygusal bir patlamaya girdi. Ama söyledikleri, bağırmaktan daha çok etki yaratıyordu. Odanın içindeki herkes soluksuz kalmış gibiydi. Melek ise başını dik tutmuş, hiç çekinmeden karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu. Murat Arsel, o an ne diyeceğini bilemedi. Hayatında belki de ilk kez, söyledikleri yetmemişti. Yüzündeki ifadeyi toparlamaya çalıştı ama çabası boşa çıktı. Karşısında duran genç kadının duruşu, kararlılığı ve metaneti karşısında sarsılmıştı. Dudakları kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı. Elleri, istemsizce yanlarına düştü. Bir süre daha bakakaldı.
Sonra bir şey söylemeden arkasını döndü. Sessiz adımlarla odadan çıktı. Kapı kapanmadı. Ama arkasında kalan sessizlik, kapanmış bir kapının yankısı kadar güçlüydü.
Sekreter odasında herkesin yüzüne tuhaf bir sessizlik çökmüştü. Az önce Murat Arsel’in öfkeli suratıyla odadan geçip gitmesini gören sekreterler, başlarını bilgisayardan kaldırmış, birbirlerine göz ucuyla bakarak olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Aralarında konuşmaya cesaret eden olmamıştı ama gözleri yeterince konuşuyordu. Kimse sesli bir şey söylemese de içeride büyük bir tartışma yaşandığını anlamamak mümkün değildi. Duvardan taşan sesler, kelimelerin şiddetini taşımamıştı belki ama tonları, vurguları ve sert yankıları odanın dışına kadar ulaşmıştı.
Merve, az önce bilgisayarında yazdığı sözleşmeden başını kaldırdı. Klavyeye dokunmayı kesti. Parmakları titriyordu ama ifadesi sakindi. Derin bir nefes alıp gözlerini Hacer’e çevirdi. Sandalyesinden usulca kalktı ve onun yanına yaklaştı. Hacer hâlâ oturuyor ama belli ki bir şeylerin farkındaydı. Merve sessizce eğilerek onun kulağına konuştu. "İçeriye girmemiz gerekiyor mu. Melek belki ağlıyor olabilir." Göz göze geldiler. Hacer birkaç saniye düşündü. Sonra yavaşça yerinden kalktı. Merve’nin söyledikleri az ve özdü ama yetmişti. Hacer her ne kadar duygularıyla hareket eden biri olmasa da, Melek’in şu an içeride yalnız kalmasını içi kaldırmıyordu.
Diğer sekreterler de bu anı fırsat bilerek oturdukları yerden yavaşça kalkmaya başladılar. Meraklarını gizleyememişlerdi. Kiminin gözünde endişe, kiminin gözünde dedikoduya hazır bir heyecan vardı. Ancak Hacer, bu dalgalanmayı hemen fark etti. Sert ama sakin bir tonla onlara döndü. "Tamamlanmamış dosyalarınız yok mu. Yoksa eğer şimdi size getireyim. Çabuk yerlerinize. Burası meraklı olmanız gereken bir yer değil."
Sekreterler neye uğradıklarını şaşırarak istemeden yerlerine döndüler. Başlarını eğip işlerine gömüldüler ama kulakları hâlâ kapının tarafındaydı. Hacer, Merve’ye de hafifçe dönüp başını işaret etti. Göz ucuyla ona da "sen de geç" dedi. Merve, dostunun sözünü dinledi. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Onların dostluğu sekreter odasında sıradan bir mesai arkadaşlığı gibi görünüyordu ama işten çıkınca iki eski dost gibi saatlerce oturup sohbet ettikleri olurdu. Merve yerine dönerken Hacer kıyafetini düzeltti. Saçını toparladı. Baş sekreterin yardımcısı olarak hem otoritesi hem de sorumluluğu büyüktü. Bu kurumda yıllardır çalışıyordu. Herkesin saygı duyduğu biriydi. Adildi, sözünü esirgemezdi. Ne bir kişiye fazladan yük bindirirdi ne de kimseyi haksız yere suçlardı. Ancak bu kurumda bazı şeylerin herkesin bildiği ama kimsenin söyleyemediği kuralları da vardı. Baş sekreterin birçok kez yasak olan davranışlara göz yumduğunu, görmezden geldiğini biliyordu. O yüzden Melek’in neyle karşı karşıya kaldığını tahmin edebiliyordu.
Odanın kapısına birkaç kez nazik ama kararlı bir şekilde vurdu. Ardından içeriden bir cevap beklemeden kapıyı açtı ve içeriye girdi. İçeride her şey sıradandı. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. Melek elinde toz beziyle kitaplık köşesini silerken, Salih bir dosyayı eline almış dikkatle inceliyordu. Hacer içeriye adım attığında önce Salih’e göz ucuyla selam verdi. Başını hafifçe eğdi. Ardından doğrudan Melek’in yanına yöneldi.
Salih olduğu yerden onları gözlüyordu. Araya girmek istemiyor ama dikkatini bir an bile başka yöne çevirmiyordu. Özellikle Hacer’in hareketlerini takip ediyordu. Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için uzaktan duruyordu ama içten içe endişeliydi. Hacer, Melek’in yanına geldi. Bir arkadaş şefkatiyle beyaz ve pürüzsüz elini onun sırtına koydu. Hafifçe sıvazladı. Sesi neredeyse fısıltı kadar alçaktı. "Sen iyi misin. İstersen bir lavaboya git ve elini yüzünü yıka."
Melek, başını yavaşça hayır anlamında salladı. Gözlerini yerden kaldırmadan işine devam etti. Alışıktı. Hayatında bu tür ortamlar ilk değildi. İlk kez bir adam bağırmıyordu yüzüne. İlk kez bu tür bir bakışla yargılanmıyordu. İlk kez yok sayılmıyordu. İlk kez değildi susmayı seçiyordu. İçinde kıyametler kopsa da dışı hâlâ sakindi. Çünkü biliyordu. Birkaç saat içinde başına neler geleceğini düşünmek istemiyordu. Zaten düşünse de değiştiremeyecekti.
Bir de Fahri Bey vardı. Eğer biricik oğluna bağırdığını duyarsa, işten kovmak bile Melek’e bir lütuf olurdu. Onun gözünde oğlunun hatasını dile getiren biri zaten baştan suçluydu. Diğer sekreterlerden duymuştu. Fahri Bey konu oğlu olunca adalet terazisi yoktu. Ağır gelen taraf hep oğlu olmuştu.
Derin bir nefes aldı. Ciğerlerine kadar çekti havayı. Sonra gözlerini yavaşça kaldırıp Salih’e baktı. Salih ona baktığını fark edince yüzünde yumuşak bir tebessüm belirdi. Yine gülüyordu. Zor zamanlarda bile gülmeyi biliyordu. Bu onun hem en güzel tarafı hem de en tehlikeli yanıydı.
Tam o sırada Merve içeriye girdi. Beyaz, düzgün yüz hatlarıyla ve sakin adımlarıyla Salih’e kısa bir selam verdikten sonra Melek’in yanına geldi. Elini dostça Melek’in koluna koydu. Sesi hafifti ama içtenliği saklanamazdı.
"Fahri Bey seni odasında bekliyor. Sonra da muhasebeye gitmeni söyledi. Ne yazık ki." Gözlerini yere indirdi. Üzülmüştü. O an Melek’in "şom ağzı"nın gerçekten başlarına bela olduğunu düşündü. Aynı dakikalarda korktukları şeyin gerçekleşmesi tesadüf değildi. Melek elindeki bezi dikkatlice diğer temizlik malzemelerinin üstüne bıraktı. Bir an durdu. Tekrar derin bir nefes aldı. Başını eğmeden, ağır adımlarla kapıya yöneldi. Gururundan ödün vermemişti ama içinde düğümlenen onlarca kelime vardı. Salih gözlerini yere indirdi. Belki de bu genç ve güçlü sekreterin ona daha fazla üzgün bakmasını istemiyordu. Belki de kendi utanıyordu.
Melek sekreter odasına çantasını almak için girdiğinde diğer sekreterler çoktan kendi yerlerine oturmuşlardı. Ama bakışlar bir türlü saklanamıyordu. Alaycı ve sinsice gülüşmeler yükseldi. İçlerinden biri bile vicdan gösterisi yapmadı. Melek’in her hareketiyle dalga geçmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Giydiği kıyafetten, yürüyüşüne, konuşmasından bakışına kadar her şeyi alaya alıyorlardı. Melek için fark etmezdi. Zaten geldiği günden beri her yaptığına güldüklerini biliyordu. Bu yüzden kavgaya değmeyecek bir şey için zamanını harcamayacak kadar yorgundu.
Kulaklarını tıkadı. Gözlerini kısmadı. Kafasını eğmedi. Sadece çantasını aldı ve ağır adımlarla odadan çıktı. Bu sırada Salih yerinden fırladı. Birkaç saniye önce dosyasına bakan adam gitmişti. Hızlı adımlarla asansöre yöneldi. Aklında tek bir şey vardı. Melek’in bu kadar kolay harcanmasına izin vermeyecekti. Haksızlığa karşı hep aynıydı. Geri adım atmazdı. Fahri Bey’le arasının bozulması pahasına da olsa, konuşacaktı. Çünkü doğru olduğunu düşündüğü hiçbir şeyi susarak geçiştirmezdi. Ve bu, belki de onun en tehlikeli cesaretiydi. Salih, asansördeyken nefesini düzenlemeye çalıştı. Her ne kadar güçlü görünmeye çabalasa da içinde fırtınalar kopuyordu. Gözleri kapanmıştı. Kalbinde yükselen baskıyı bastırmak için kendini zihinsel bir yolculuğa çıkardı. Bilinçli şekilde nefes alıp verirken, bir köşede kilitli duran anı sandığını açmaya çalıştı. Beyninin anılara kapalı, ama kalbine yakın o sol yanını yokladı.
O karanlık bölümde, ışıkla çarpışan bir yüz belirdi. Sevdiği kadın. Eşi. Hayatının belki de tek gerçek aşkı. Henüz yirmi beş yaşındayken, kimsenin kolay kolay cesaret edemeyeceği bir şey yapmıştı. Çok severek evlenmişti onunla. Sevdiği kadının kalp hastası olduğunu bildiği halde. Hastalığın adı ağırdı ama onun kalbi, bundan daha ağır sevdayı taşıyabilecek güçteydi. Başına ne geleceğini bile bile evet demişti. Kaçmamıştı. Şikâyet etmemişti. Her ilaç seansında elini tutmuştu. Her hastalığı nüksettiğinde ona güzel olduğunu söylemişti. Her kötü haberde, sanki hiçbir şey olmamış gibi umutla bakmıştı gözlerine.
Salih için o evlilik, kısa ama sonsuzluk kadar yoğun yıllara gebeydi. Aşkları küçüktü belki dışarıdan bakılınca ama içinde devasa bir sadakat, sarsılmaz bir inanç ve tarifsiz bir bağlılık barındırıyordu. Salih, bu aşkın hastalığı bile yeneceğini düşünmüştü. Oysa hayat, bazı umutlara inatla gözünü kırpmadan çizgi çekmeyi seviyordu. Karısını kaybettiklerinde yıkılmadı Salih. Çünkü ona dair ne varsa, binlerce anı olarak zihnine kazımıştı. Onlardan biri bile yeterdi gülümsemeye. Üstelik yalnız kalmamıştı. O büyük aşkın ardından ona kalan bir mucize vardı. Kızları Yağmur.
O an kızını düşündü. Yağmur’un minik ellerini. Ona sarılırken yüzüne yapışan saçlarını. Her sabah uyandığında "günaydın baba" deyişini. Her düştüğünde "kalkabilirim çünkü sen varsın" bakışını. Ve o an Salih, içindeki bütün öfkeyi, korkuyu, panik hissini bir kenara koydu. Kendini her şeyden bir anda kopardı. Sanki kalbi, Yağmur'un gülüşüyle silinmiş gibi oldu. Düşünceleri kesildiğinde asansör durdu. Zemin titredi. Kat gelmişti.
Fahri Bey’in katına geldiği anda, yüzündeki ciddi ifadeyi yerine yerleştirdi. Ceketinin önünü düğmeledi. Ellerini kısa bir süreyle cebine soktu. Sonra çıkardı. Derin bir nefes aldı. İçeriye girmeden önce birkaç saniye başını eğdi. Ardından parmak uçlarıyla kapıyı iki kez vurdu. İçeriden tanıdık ama sevimsiz bir ses geldi.
"Gir içeriye." Tonlaması emir gibiydi. Zaten başka türlüsünü kimse beklemiyordu. Salih, odaya adım attı. Her zamanki gibi düzenli, her zamanki gibi soğuk bir ortam karşıladı onu.
Ancak bu kez başka bir şey vardı. Odanın merkezinde, sırtını koltuğa yaslamış, umursamaz bir kahkaha atan Murat oturuyordu. Ve o kahkaha... İçten değil, sinsiceydi. Bitmeyen bir kibirle beslenmişti sanki. Egosu, odayı bile soğutuyordu. Salih, Murat’ın bu rahatlığına sinirlenmedi bile. Onu zaten seviyordu. Ama saygı duyduğu tek kişi olan Fahri Bey’in bu manzaraya sessiz kalması asıl sıkıntıydı.
Salih, saygılı ama kararlı adımlarla ilerledi. Ciddiyetinden ödün vermeden, Fahri Bey’in karşısındaki koltuğa oturdu. Tam konuşmak üzereydi ki, kapı bir kez daha çaldı. Salih refleksle Murat’a baktı. Murat da aynı anda Salih’e döndü. Göz göze geldiklerinde, karşılıklı bir rahatsızlık geçti aralarında. Murat gözlerini devirdi. Salih de ondan aşağı kalmadı. İkisi de o odada birbirinden hoşlanmadığını açıkça belli ediyordu.
Fahri Bey, yüzü gölgelenmiş, sesi çatallaşmış şekilde bir kez daha konuştu.
"Gir içeri."
Bu kez sesi daha gergindi. Sabrı taşmış gibiydi. Ayağa kalktı. Sandalyenin gıcırdayan sesi odadaki havayı daha da gerginleştirdi. Ve kapı açıldı. Melek girdi. Kapıyı kendinden emin bir şekilde kapattı. Ne çekinmişti ne de geri durmayı seçmişti. Odaya adım attığında kimlerin içeride olduğunu fark etti. Ama gözlerini kaçırmadı. Murat bir yanda, hala gülümseyen yüzüyle sanki başka biriymiş gibi davranıyordu. Salih öte yanda, duruşuyla Melek’in kendini yalnız hissetmemesi için oradaydı. Ve karşıda, tüm otoritesiyle Fahri Bey. Holdingin sahibi. Bu üçlünün ortasında olmak, bir sınav gibiydi. Ama Melek, bugüne kadar hangi sınavdan kaçmıştı ki?
Yüzünde ne korku vardı ne de mağduriyet. Adımlarını yavaş ama kararlı şekilde attı. Omuzlarını dik tutmuştu. Gözlerini bir an bile kaçırmadı. Her şeyin farkında olduğunu gösteren bir sessizlikle yürüdü. Odanın ortasında durduğunda Murat kısa bir öksürükle sesini duyurmaya çalıştı ama hiçbir işe yaramadı. Melek konuşmaya başlamamıştı. Ama zaten konuşmasına gerek de yoktu. Varlığı her şeyi söylüyordu. Artık ne olacağı, ne konuşulacağı ya da kimin hangi hamleyi yapacağı bu dört duvar arasında saklıydı.
Melek içeriye adımını attığında zihninde tek bir düşünce vardı. Kendi hakkını savunmak. Zaten kaybedecek pek bir şeyi kalmamıştı. Kovulmak, evet, acıydı. Ama susmak daha acıydı. Eğer sonunda kapı dışarı edilecekse bile bu, boynu eğik ve sesi çıkmayan biri olarak olmayacaktı. Ucunda ölüm yoktu. Melek için her mücadele değerlidir. Birileri savaş ilan ettiğinde, o savaştan kaçmazdı karakterine ters düşerdi. Geri adım atmazdı. Tersine, kiminle savaştığına bakmaksızın sonuna kadar karşı koyardı.
Ancak bu defa karşısında büyümemiş bir adam vardı. Murat Arsel. Gücünü sadece soyadından alan, içi boş, şımarık bir çocuk. Yaşı yirminin üzerinde bile olsa ruhu, anlayışı ve tavırları hâlâ ilkokul bahçesinde kavga eden çocuklarınkine benziyordu. Melek, çocuk ruhlu insanların yanında her zaman daha rahat etmişti. Ama yaş alıp da hâlâ büyüyememiş olanlara karşı sabrı sıfırdı. Ona göre çocuk ruhu, ancak masum kalabilenlerde güzel dururdu. Ama büyümüş insanların içindeki bozuk çocukluk, yalnızca zarar verirdi.
Kısa bir sessizlik oldu. Melek başını kaldırdı. Karşısındaki tek ciddi figür olan Fahri Bey'e doğrudan baktı. Gözlerinde korku yoktu. Duruşunu düzeltti. Omuzlarını geri attı. Dikleşti. Tüm vücudu, Ben buradayım ve susmayacağım der gibiydi. Fahri Bey ise her zamanki gibi ifadesizdi. Onun bakışlarında hiçbir zaman kolayca çözülmeyen derinlikler olurdu. Ne düşündüğünü anlamak zordu. Ama bugün, sadece izlemeyi tercih etmiş gibiydi. Karşısında genç, tutkulu, işini ciddiye alan, asi ve biraz da çatlak bir çalışan duruyordu. Ve o çalışan, birazdan yıkılmak değil, savaşmak üzere konuşacaktı.
Salih ise bu kasvetli sessizliği bozdu. Sesi odadaki havasızlığı dağıttı. Gerçek bir çalışan, gerçek bir adam olarak Melek’in yanında durdu. Sakin ama kararlı bir tonda konuştu. "Fahri Bey, farkında mısınız bilmiyorum ama sizden ricam, aklınızda bulunan yanlışı bitirmeniz. Çok özür diliyorum ama benim fikrime değer verdiğinizi biliyorum." Ancak cümlesini tamamlayamadan Fahri Bey elini kaldırarak sözünü kesti. Gözlerinde ince bir sabırsızlık vardı. "Sen gidebilirsin Salih. Her şeye rağmen yarın kriz toplantısı yapacaktık. Yoksa ben yanlış mı biliyorum?"
Sesi ne bağırıyor gibiydi ne de yumuşaktı. Salt otorite taşıyordu. Salih, içini çeken bir nefesle kısa bir baş salladı. Gözü hâlâ Melek'teydi. Ama bu savaşı burada onun adına sürdüremeyeceğini biliyordu. Fahri Bey sözlerine devam etti. "Kriz raporunu hazırla. Yarın sabah elimde olursa çok memnun olurum. Başka bir sorun yoksa artık gidebilirsin." Salih, dudaklarını araladı. Gitmek istemiyordu. Sustuğu her an kendine ihanetmiş gibi geliyordu. Ama yine de son bir cümle kurmak zorundaydı. "Başka bir sorun var. Kafanızdaki düşünceyi lütfen yapmayın. İnanın herkes için en doğrusu bu olur. Melek Hanım hakkında yalnızca güzel şeyler söyleyebilirim. Onun iş ahlakı ve çalışma disiplini Murat ile uyuşmadı diye cezalandırmak, bu şirkete yakışmaz."
Fahri Bey gözlerini kapatıp başını bir kez eğdi. Ardından kısa bir yanıt verdi. Bu, hem bir emir hem de bir bitirişti. "Yarınki toplantıya hazırlan. Sana orada ihtiyacımız var." Salih bu cevabın ardından konuşamayacağını anladı. Derin bir hayal kırıklığıyla ayağa kalktı. İçinde öfke değil, kırgınlık vardı. Melek’in böylesine haksız bir sebepten ötürü kapı dışarı edilmesi adil değildi. Elinden geleni yapmıştı. Ama yine eli kolu bağlı hissediyordu. O an Salih'in en çok zorlandığı şey buydu. Çaresizlik. Müdahale edememek. Konuşsa da bir işe yaramayacağını bilmek.
Yine de Fahri Bey’e kızamıyordu. Çünkü o adam, uzun yıllardır Salih için bir patrondan çok daha fazlasıydı. Ona sadece kapı açmamış, zaman zaman yol göstermiş, hayatının zor dönemlerinde elinden tutmuştu. Neredeyse ikinci babası gibiydi. Ve Salih, her ne kadar kalbiyle isyan etse de onun sözünü yerde bırakmak istemiyordu. Susmayı seçti. Dişlerini sıkarak ama saygısını bozmadan kapıya yöneldi.
Arkasında kalan o odada ise artık bir sessizlik daha vardı. Ama bu defa sessizliğin ortasında Melek duruyordu. Odanın merkezinde, iki adamın arasında, yalnız ama dimdik. Artık kendi sözünü söyleme sırası ondaydı. Melek için susmak değil, savaşmak doğaldı. Konuştuğunda, sadece kendini değil, kendisi gibi susan herkesi temsil edeceğini biliyordu. Ve artık, bu savaşta kaybetse bile, mağlup değil gururlu olacaktı. "Efendim, beni kovacak olmanız gerçekte olan olayı kapatmıyor. Durumu ne kadar görmezden gelirseniz gelin, ortada yaşanmış bir gerçeklik var. Murat Bey yaşının çok altında davranıyor. Ne yaptıysam, oğlunuzu toplantı esnasında küçük düşmemesi için yaptım. Çünkü kendisi adeta rezil olmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Sadece bunu başaramadı. Bütün gücüyle çabaladı, ama ne yazık ki kazanamadı. O yüzden mızıkcılık yapıyor."
Melek sözlerini tamamlamadan Murat aniden gülmeye başladı. Kahkahasının içinde bir küçümseme, bir keyif saklıydı. Söze karışarak Melek'in üzerine yürüdü.
"Bana söz verdin. Gidip defolacağını söyledin. Bu lafınla beni öyle bir sevindirdin ki, günüm şenlendi resmen. Ama hâlâ buradasın. Şimdi olacak her şeyin sorumlusu sensin. Bu saatten sonra yaşanacakların suçlusu ben değilim. Senin çırpınışlarını izlemekten başka hiçbir şey yapmıyorum. Sadece seni seyrediyorum. Keyifle, sessizce ve sabırla." Melek gözlerini ona çevirdi. Umursamaz, küçümseyen ve keskin bir bakış attı. Ardından başını yeniden Fahri Bey’e çevirdi. Ses tonunu bozmadı. Elini saçlarına götürerek kısa bir düzeltme yaptı. Bu hareketi bilinçliydi. Karşısında duran adamın hala kendini önemli sanmasına sinirleniyordu ama bunu belli etmeden konuşmaya devam etti.
"Efendim, ben suçlu değilim. Olanların hiçbirinde tek başıma bir payım yok. Bu işte suç varsa, suç olan şey oğlunuzun kibirli, hadsiz, ne dediğini bilmeyen, ne dinleyen ne de anlamaya çalışan tavırlarıdır. Ama kovulacak olduğum gerçeği ortada duruyor. Bu da değişmeyecek, bunun farkındayım. Sadece gerçekleri duymanız gerektiğini düşündüm. Oğlunuz fazlasıyla kendini beğenmiş. İnanılmaz bir egoya sahip. Ama bu ego ne bilgiyle ne başarıyla beslenmiş. Tamamen yersiz. İçini dolduramayan bir boş kabuk gibi. Üstüne üstlük hiçbir şeyi dinlemiyor. Söylenen hiçbir şeye kulak asmıyor. Ama dinlemiş gibi davranarak ahkam kesmeyi iyi beceriyor. Bu mu liderlik? Bu mu yöneticilik? Gerçekten merak ediyorum."
Melek sesini hafifçe alçaltarak ama içtenliğini bozmadan devam etti. Bir nefes aldı. Gözlerini yere indirmedi. Dimdik durdu. "Toplantının başından beri davranışları son derece sorumsuzcaydı. Bebek gibi, çocuk gibi, hatta yer yer oyun oynar gibi davrandı. Sadece kendisine kahve istedi. Hem de burada olmayan bir kahve. Sanki bir şirket toplantısında değil de, kafeteryada müşteriymiş gibi sipariş verircesine. Sonra da bulunamadı diye surat asmaya başladı. Elinden şekeri alınmış dört yaşındaki çocuk gibiydi. Mızmız, kırılgan, ama aynı zamanda herkesi ezmeye çalışan bir tavırla. Toplantı mı yapıyor, evcilik mi oynuyor, inanın anlamakta zorlandım. Profesyonellikten bu kadar uzak bir tutumla baş edemezdim."
Bakışlarını Murat’ın gözlerine çevirdi. Artık onunla doğrudan konuşuyordu.
"Değerli patronumun hayattaki tek ideali, koca bir sıfırdan ibaret. Herkesin saygı duyduğu bir isim, ama içi bomboş. İnsanlara emir vermeyi bilir, ama dinlemeyi bilmez. Sürekli konuşur, ama söylediklerinin içi yok. Kendine bir taht kurmuş ama o tahtın üzerinde oturmak için gereken hiçbir niteliğe sahip değil. Bu kadar yüzeysel, bu kadar kibirli ve bu kadar saygısız birinin, hâlâ burada bu koltukta oturabiliyor olması akıl alır gibi değil."
Murat alaycı bir ifadeyle başını iki yana sallayarak güldü. Gözlerini kıstı. Gülüşünde bir tehdit vardı, bir de oyun. Konuşmaya başladığında sesinde sahte bir hayranlık tonlaması vardı. "İki günde kafanda kurduğun bütün sicili bu kadar hızlı ve açık dökebilmen gerçekten beni şaşırttı. Seni küçümsüyordum ama bu konuda haksızlık etmişim. Yine de şunu bil ki, karşımda şu an çırpınan birini izliyorum. Boğulmak üzere olan birinin son çırpınışlarını. Yalvarmıyorsun ama direnir gibi de durmuyorsun. Tam arada bir yerdesin. Bu hâlinle varoluş mücadelesi veren bir balık gibisin. Su çekilmiş ama sen hâlâ yüzmeye çalışıyorsun. Zevkle izliyorum seni. Devam et istersen. Hatta istersen burada bayıl da herkes görsün zavallı hâlini."
Murat mavi gözlerini Melek’in gözlerine kilitledi. Onun sinirden titreyen bakışlarına doğrudan karşılık verdi. İkisi arasında yükselen gerilim, odadaki adamı susturmuştu. Fahri Bey bir şey demeye hazırlanıyor gibiydi ama kelimeleri henüz toparlayamamıştı. Melek ise dimdik ayaktaydı. Ne geri adım atacak gibi duruyordu ne de yutkunacak gibi. Artık korkacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Bu saatten sonra kaybedeceği tek şey suskunluğuydu. Ve onu da artık kimseye armağan etmeye niyeti yoktu.
Fahri Bey şimdi de kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Kahkahasının içinde bir yılların yorgunluğu, birikmiş sabrın çözülüşü ve biraz da pes etmişliğin kokusu vardı. Melek, karşısında bulunan baba-oğulun birbirlerine karşı besledikleri nefreti izlemekten hiç mutlu değildi. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Bu ofiste daha fazla bulunmak istemiyor, son söz olan “kovuldun” lafını duyup hemen çıkıp gitmek istiyordu. Sessizce beklemeye başladı. İçinden hiçbir şey geçiremiyor, zihni sadece sessizlikle doluyordu. O kadar mücadele etmiş, o kadar laf söylemişti ki artık susmaktan başka bir seçeneği kalmadığını düşünüyordu.
Fahri Bey, gülmesi yavaş yavaş kesildikten sonra ciddiyetle masanın ortasına doğru eğildi. Dirseklerini masaya koyarak ellerini birleştirdi. Melek’e derin bir bakış attı. Gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra, yavaş ve net bir ses tonuyla konuştu. "Bak kızım. Şimdi doğruca git muhasebeye. Başarından dolayı ikramiyeni al. Alnının terinin karşılığını hemen al. Bir de günü birlik tatil istersen, bana bildir. Seni yormuşlar. Ama sen dimdik kalmışsın. Takdir ediyorum."
Bir anda odanın içi buz kesmişti. Murat, koltuğundan fırlayarak ayağa kalktı. Şaşkınlıktan gözleri büyümüş, ağzı açık kalmıştı. Babasına inanamaz gözlerle baktı. Melek ise ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Gözleri dalgın, yüzü hafif donuktu. Ne bir minnettarlık ne de bir gurur ifadesi vardı. Sadece anlamaya çalışıyordu. Bu kadar hakaretten, bu kadar küçümsenmeden sonra gelen bu iltifat gerçek miydi?
Fahri Bey, bir anlık sessizliğin ardından tekrar söze başladı. Bu kez gülümseyerek, biraz daha alçak bir ses tonuyla. "Karşımda oturan, yani şu köşede dikilen oğlum var ya. Hani şu kendini dev aynasında gören, işe yaramaz olan. Gerçekten de on yaşında gibi davranıyor. Hatta dört yaşındaki bir çocuğun bile olgunluğu yok. Dediğin her kelimeye katılıyorum. Yazıya dök, ben altına imzamı atayım. Ne dedin? Mızıkçı, kibirli, her şeye alınan bir çocuk dedin değil mi? Aynen öyle. Bu şirkette toplantının kahramanı o değil. Sensin kızım. Açık açık söyleyeyim. Bu şirketin başına bela olan değil, nefes aldıran sensin. Gel de bir tebrik edeyim seni."
Melek, duyduklarına inanamayan bir tedirginlik içinde yerinde kıpırdadı. Otoriter bir adamın içinde sakladığı bu sıcaklığı hissetmek tuhaf bir histi. Korkuyla karışık bir şaşkınlıkla birkaç adım yaklaştı. Ne yapacağını bilemeden olduğu yerde durdu. Tam o sırada Murat, gözleri alev alev yanarak, babasına hışımla döndü. "Baba. Sen ne diyorsun? Bu kız beni herkesin içinde aşağıladı. Saygısızlık yaptı. Şirketin değerlerini hiçe saydı. Bana göre değil, ortama göre hareket ediyor. Sürekli kendini benden üstün görmeye çalışıyor. Kovmak için sana binlerce sebep sayabilirim. Akıllı numarası yapan, raporu olmayan bir deli bu. Ne dediğini bilmiyor, sadece konuşuyor. Herkesin önünde beni küçük düşürüyor."
Fahri Bey hâlâ sakin, hâlâ kendinden emin bir şekilde Melek’e yaklaştı. Elini omzuna koydu. Bu babacan dokunuş, Melek'in kalbinde yıllardır duymadığı bir güven hissini canlandırdı. "Bak kızım. Zaten anlamışsındır. Bu adamı ben yıllardır adam etmeye çalışıyorum. Ne söylediysem anlamadı. Her şeyi sorun haline getiriyor. Küçücük meseleleri dağ yapıyor. Güzellikten anlamıyor. Sevgiyle eğilmiyor. Bu yüzden çözüm ararken sen çıktın karşıma. Bu çocuğa lafı geçen biri lazımdı. Sert olacaksın ama saygılı. Akıllı olacaksın ama kibirli değil. İşte o sensin. Bu çocuğun eti de kemiği de sana ait. Onu sana emanet ediyorum. Dilediğin gibi yoğur. Öğret. Gerekirse dök yeniden inşa et. Bu şirkette onun değil senin sesin yükselecek."
Melek şaşkındı. Ama aynı zamanda kararlıydı. Bu cümlelerle gelen sorumluluğun ağırlığını fark ettiğinde omuzları gerildi. Gözleri, Murat’ın gözlerine döndü. O gözlerde artık yalnızca öfke değil, acizlik ve hayal kırıklığı da vardı. Yenilmiş birinin boş bakışıydı bu. Melek o an, üstünlüğün sadece sözle değil, susarak da kazanılabileceğini biliyordu. Kaşlarını hafifçe kaldırdı. Yüzüne alaycı ama zarif bir gülümseme yerleşti. Ardından bir adım geri çekildi. Başını hafifçe eğerek, zarif bir reverans yaptı. Ve ardından net bir sesle konuştu. "Sekreteriniz olarak size hizmet etmekten onur duyuyorum. Umarım kahvenizi bu kez doğru anlarım."
Odaya sessizlik çöktü. Murat kıpkırmızı olmuştu. Yumrukları sıkılmış, nefesi düzensizleşmişti. Ama hiçbir şey diyemedi. Çünkü kılıçlar çekilmişti artık. Ve ilk hamle çoktan yapılmıştı. Bu savaşın galibi belliydi. Melek bir kadındı. Gençti. Ama zekâsı, cesareti ve dik duruşuyla dev bir gölge gibi çökmüştü odanın ortasına. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sadece bu şirkette değil, bu oyunda da roller değişmişti. Ve perde, tam da olması gerektiği yerden, alkışlarla kapanıyordu.
___________
Teşekkür ediyorum yeni bölümde görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |