
Selam, yeni bölüm ile karşınızda olmaktan gurur duyuyorum. Yorum ve beğeni yaparak destek olur musun lütfen?
___
Akşamın ilk ışıkları, gün boyunca parlayan güneşin yorgun vedası gibi ağır ağır sızarken mahallede belli belirsiz bir serinlik kendini hissettirmeye başlamıştı. Hayri Bey, pencerenin önünden çekilip yeniden koltuğuna oturmuş, gazetesinin sayfalarını büyük bir ciddiyetle çeviriyordu. Bastırmakta olan yaşına rağmen zihni hâlâ dinçti. Her sabah ve her akşam olduğu gibi bugün de gündemi dikkatle takip ediyor, ülkede neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Gözlüğünü burnunun ucuna indirmişti. Sessizlik içinde geçen bu sade akşamın huzurunu aniden bölen şeyse kapının ısrarla çalınması oldu.
Kapı zili kısa aralıklarla, kararlı ve sabırsız bir tonda çalmaya devam ederken Hayri Bey refleksle yerinden kalktı. Önce kulak kesildi. Kimseyi beklemiyordu. Bu saatte gelenin kim olabileceğini kestiremedi. Eliyle gazetesini özenle katlayıp sehpanın kenarına bıraktı. Yavaş ama alışkanlıkla güvenli adımlarla holün ucundaki kapıya doğru yürüdü. Ne bir “Kim o” demek aklına geldi ne de gözetleme deliğinden bakmak. Duyguları sezgilerinden önce davranmıştı.
Kapıyı açar açmaz karşısında gördüğü yüz, yüreğinin derinliklerinde bir yerleri sızlattı. Gözlerinin hemen önünde, bir ay önce ansızın Melek ile bağlarını koparıp çekip giden Sibel duruyordu. Hayri Bey’in yüzüne yayılan tebessüm, yalnızca eski bir dostu görmekten duyulan sevinç değil, çok daha derin bir şeydi. Bir özlemin, bir kırgınlığın, bir baba yüreğinin beklediği sessiz dönüşün ifadesiydi. O an, hayatta bazı yüzlerin bir kapıyı çalması, sadece gelişleriyle bile insanın içini ferahlatabiliyordu. Sibel de işte öyle biriydi.
Hayri Bey, Melek ile Sibel’i hiçbir zaman birbirinden ayırt etmemişti. Onun gözünde ikisi de aynı sevgiyi, aynı özeni, aynı baba şefkatini hak ediyordu. Aralarındaki kavgalar, kırgınlıklar, restleşmeler hiçbir şey ifade etmezdi. Ne yaşanırsa yaşansın, Sibel onun evladı gibiydi. Öz evladı gibi sevdiği bu kız, Melek’in yıllarca yoldaşı, sırdaşı, kardeşten öte arkadaşıydı. Hayri Bey, bu ilişkiyi her zaman kutsal saymış, aralarındaki bağı kopmaz bir ip gibi görmüştü. Ama o ip kopmuştu. Hem de sessizce. Ve şimdi, o ipi yeniden örmek istercesine karanlık koridordan içeriye giren Sibel’in ayak sesleri yankılanıyordu evin içinde.
Sibel, mahcup ve utangaç bir edayla başını hafif eğerek konuştu. Dudakları titrek, gözleri doluydu. “Hayri baba, Melek evde mi?” dedi. Bu ses, neşeli günlerde yankılanan cıvıltılı tonundan çok uzaktaydı. Buruk, kırılmış ve özlem doluydu. Hayri Bey bir an iç geçirdi. Ne olduğunu sormadı. Gözlerinin içinden anlamaya çalıştı. Her halinden belli oluyordu ki ters bir şeyler olmuştu ama o, üstüne gitmeyi doğru bulmadı. “Yok kızım. Daha gelmedi. Buyur gel içeriye. Bekle istersen. Birazdan gelir.” diyerek kenara çekildi. Açık kapının oluşturduğu boşluktan geçmesi için yol verdi.
Sibel, başını usulca sallayarak içeriye adım attı. Ayakkabılarının topuklarından çıkan ses evin içindeki sessizliğe karıştı. Birbirine geçmiş yılların izleri gibi. Evde olmadığını bildiği halde içgüdüsel olarak Melek’i gözleriyle aradı. Sanki bir köşeden çıkıverecekmiş gibi… Belki odasından fırlayacak, belki bir şey almak için mutfağa gitmiş olacak. Ama olmadı. Ev bomboştu. Sessizlik içinde yankılanan anılarla doluydu. Sibel yavaş adımlarla salonun içine doğru ilerledi. Gözleri, geçmişin izlerini taşıyan tanıdık mobilyaların üzerinde gezindi. Duvarlardaki çerçeveler, sehpada unutulmuş çay fincanı, gazeteler, pencereden sızan solgun ışık… Her şey aynıydı. Değişmeyen tek şey bu ev olmuştu. Belki de bu yüzden içi rahatlamıştı. Bir yuvaya dönmek gibi hissettirmişti bu kapının açılması.
Kahverengi klasik koltuğa oturdu. Oturduğu anda sırtını yumuşak yastığa dayadı ve hafifçe iç geçirdi. Sanki haftalardır suskun kalan bir yanına konuşma izni verilmişti. İçinden gelen ilk söz, sessiz bir itiraf gibi dudaklarından dökülecekmiş gibiydi ama henüz zamanı değildi. Hayri Bey karşısına geçip oturdu. Aralarındaki mesafe bir metre bile değildi ama o koltukların arasına sanki kilometrelerce yol koymuş gibiydi. Yine de sohbet başladı. Önce havadan sudan. Mahallede olan bitenlerden, eski anılardan. Sonra sessizce derinleşti. Sibel konuşmasa da gözleri anlatıyordu. Hayri Bey de susuyordu.
Bu sırada şehir merkezinin biraz dışında, yoğun trafiğin geride kaldığı bir noktada, Melek son otobüse yetişmenin hafif telaşıyla otobüsün tozlu merdiveninden içeri girmişti. Gün boyu süren sıkıntıların yorgunluğunu omuzlarında taşıyordu. Gözleri yorgundu. Yüzü solgundu. Omuzları düşmüş, adımları isteksizdi. O gün de diğer günler gibi verimsiz geçmişti. Holdingde çalışmaya başladığı ilk zamanlardaki umutlarından geriye sadece kırık bir sabır kalmıştı. Her geçen gün biraz daha çöküyor, biraz daha umudunu kaybediyordu.
Fahri Bey ile yaptığı konuşmanın üzerinden bir ay geçmişti. Ama işler ne düzelmişti ne de bir hareketlilik yaşanmıştı. Murat Arsel ise iki haftadır ortalarda yoktu. Ne arıyor ne uğruyordu. Şirket, sahip çıkılmayan bir bina gibi darmadağın, motivasyonsuz, dağınık bir haldeydi. Melek her sabah erken kalkıyor, hazırlanıyor, yola koyuluyor ama gidip hiçbir şey yapmadan boş boş saatleri tüketiyordu. Ofisteki herkes onun bir köşeye çekilip sadece dakikaları saydığını biliyordu. Kimse de onun bu haline karışmaya cesaret edemiyordu. Zira artık gözüne bakıldığında, içinde patlamaya hazır bir sabır tufanı görünüyordu.
Boş boş oturmak insanı yorar mıydı? Evet. Melek’i yoruyordu. Ruhunu tüketiyor, benliğini kemiriyordu. Hiçbir şey yapmamak kadar ağır bir yük olmuyordu bazen. Kendini faydasız hissetmek, onun gibi güçlü durmaya çalışan biri için en zor sınavdı. Ve bu akşam da öyle geçti. İçinde biriken tüm hayal kırıklığını sessizce bastırarak derin bir “off” çekti. Elini alnına götürüp saçlarını geriye itti. Gözlerini kapayıp birkaç saniye derin nefes aldıktan sonra cebinden otobüs kartını çıkardı.
Otobüs camından dışarı bakarken, yansımasında kendini gördü. Eskiden umutla dolu, ışıl ışıl bakan gözleri şimdi dalgın ve uzak görünüyordu. Sanki bir başka kadına bakıyordu. Yavaşça başını cama yasladı. O an, bir yerlerde bir şeylerin değişmesi gerektiğini hissetti. Belki bir karar anıydı bu. Belki bir başlangıcın en sessiz adımıydı. Ya da belki de sadece yorulmuştu. Ve o sırada, evin salonunda Sibel hâlâ Melek’i bekliyordu. İçinde affedilme arzusu, geçmişi onarma çabası, dostluklarını kaybetmemek için verilen son savaş vardı.
***
“Ben bir daha asla ve kat'iyen o holdinge adım atmam dostum. O sekreter defolup gidecek. O kadar. O gitmeden ben oraya uğramam bile. Çağırsa da, yalvarsa da fark etmez. Adımımı atmayacağım. Çaresiz kovulacak. Eninde sonunda babam da o şeytan da pes edecek.”
Murat Arsel’in sesi, mekânın loşluğunda yankılanırken barda sessizce işine devam eden barmen bile başını hafifçe ona çevirdi. Bu sözler, öyle rastgele bir öfke anında değil, günlerdir içinde biriktirdiği hırsın ve gururun damıtılmış haliydi. Ağzına gelen her kelime, bir kırgınlığın, bir aşağılanmışlık hissinin, bastırılan egonun dışavurumuydu. Elinde tuttuğu kırmızı şarapla bezenmiş zarif kadehi bir dikişte bitirip tezgâha bıraktı. Sanki kadehle birlikte içindeki öfkeyi de yutmuş gibiydi ama öyle olmuyordu. Hırçınlığının alkolle törpülenmesini bekliyordu ama alkol sadece içine sinmiş öfkeyi büyütüyordu.
“Bir tane daha,” dedi barmenin gözlerinin içine bile bakmadan. Sesi soğuktu. Ama içinde ince bir titreme vardı. Öfke değildi sadece bu. Hayal kırıklığı da vardı. Kendine yenilmiş olmanın siniri. Umursamadığını iddia ettiği bir kadına karşı ruhunda açılan çiziklerin sızısıydı belki de. Barmen tecrübeyle Murat’ın şarap kadehini tazeledi. Şarabın kırmızı rengi, loş ışıkta kan gibi parladı. O sırada yanındaki dostu Hakan, arkasına yaslanmış, bir elinde viski bardağı, diğer elinde telefona bakarak arada onu izliyordu. Gülümsemesini zor tutuyor ama alayla karışık meraklı bakışlarını da kaçırmıyordu. Çünkü Murat’ın böylesine yıkıldığı çok az an görmüştü.
“Ah, dostum. Görmelisin. Tam bir baş belası. Bildiğin lanetli. Hiçbir şey yıldırmıyor onu. Dengesiz. Ne konuştuğunu bilmiyor. Sağa sola sataşıyor. İnatçı. Benden para koparmaya çalışıyor. Hayatımı mahvediyor. Resmen canımdan can alıyor. Anlayacağın, deli. Bildiğin deli. Akıllı beni bulmaz ki zaten.” Kadehten bir yudum daha aldı. Şarabın tadı acılaştı. Belki de kendi öfkesinin damağında bıraktığı zehirdi o tat. Ardından derin bir “of” çekti. Altı yıllık dostunun gözlerine baktı. Hakan’da gördüğü şey yalnızca eğlenen bir yüz değildi. O bakışların altında “Bu kadını konuşmaktan vazgeç artık” diyen bir sabır da vardı. Ama aynı zamanda sessiz bir keyif de. Çünkü Murat’ın şu halini izlemek, onun için komedi filmi izlemek gibiydi.
Gerçekten de komiklerdi. Her yönüyle. Zengin, pervasız, umursamaz ama bir o kadar da sorunluydular. Zır deli bir ikiliydi onlar. Kimse onlara akıl erdiremezdi. Ne yaptıkları belliydi ne de neden yaptıkları. Birlikte olduklarında sınırları kalmazdı. Dengesizlikte yarışır, çılgınlıkta zirveye oynarlardı. Hakan ile Murat’ın arkadaşlığı da zaten sıradan bir hikâyeden doğmamıştı. Bir barda, tam anlamıyla kötü bir olay sonucu tanışmışlardı. Öyle ki, her hatırladıklarında kahkahalara boğulurlar, o geceyi anarken gözlerinden yaş gelirdi.
O gece, Hakan yirmi yaşındaydı. Yanında, on beşinci sevgilisi olduğunu söylediği sarışın bir kız vardı. O gece de diğer geceler gibi başlamıştı. İçki, müzik, dans. Sevgilisi, içkinin etkisiyle dans pistine tek başına çıkmış, göbek deliğini gösterecek kadar kısa bluzuyla salına salına dans etmişti. Beden dili abartılıydı. Göz göze geldiği herkesi sahneye davet ediyormuşçasına. Etrafındaki adamların gözleri, kadının vücudunun üzerinde geziniyordu. Hakan, içkinin etkisiyle onu izlemek yerine barda başka bir kadınla sohbet ediyordu. Umurunda değildi. O, yanında taşıdığı kadınların başka erkeklerle ne yaptığıyla ilgilenmeyen biriydi. Kadının başkasının yatağına girmesi bile umurunda olmazdı. Hatta çoğu zaman, "bu tavrı ortak kararımız" diye övünürdü.
Ama işler o gece öyle gelişmedi. Kız dans ederken birden, hiçbir şeyden habersiz Murat’ın boynuna sarıldı. Onu, tanıdığı biri sandı. Sonra bir anda dudaklarına yapıştı. O sırada Hakan’ın gözü o sahneye takıldı. Gözlerini kıstı. Nefesi değişti. Yumruğu sıkıldı. Nedeni kız değil, davranışın saygısızlığıydı. Öyle düşünüyordu. Ya da belki o an içindeki hayvani dürtüye karşı koyamadı. Aniden ayağa kalktı. Hiç laf yok, uyarı yok. Murat’a doğru yürüdü ve ilk yumruğu suratına patlattı.
O andan sonrası karışıklıktı. Birbirlerinin ağzını burnunu dağıtana kadar dövüştüler. Bardaki herkes kaçıştı. Güvenlik güçlükle ayırdı. İkisi de kanlar içinde karakola götürüldü. O gece, tek bir söz bile etmeden, karşılıklı iki bankta oturup sustular. Sabah olduğunda Murat, üzerindeki ceketi çıkarıp Hakan’a verdi. Hakan da bir sigara uzattı. Murat sigaranın kokusunu sevmezdi, içmedi. Hakan da ayda bir kere içerdi. Gülüştüler. Kavga etmişlerdi ama o anda anlamışlardı birbirlerine benzeyen tek ruh olduklarını.
Kavga yetmedi. Barışma olsada Murat’ın intikam duygusu daha doymamıştı. Biraz uğraşmak istedi. Bunu da yapmadan önce Hakan'ın yüzüne söyledi. Ertesi günlerde tüm vaktini ve parasını Hakan’a bela olmak için harcadı. Hakan’ın üzerine borçlar çıkardı. Mahalle serserilerine para dağıttı. Hakan’a iftira attırdı. Sonunda Hakan’ı mafyayla bile karşı karşıya bıraktı. Ama Hakan yılmadı. Her hamleyi ustalıkla savuşturdu. Bu durum Murat'ın hoşuna gitmişti. Hakan'ın bile hoşuna gidiyordu. En sonunda bir akşam, Murat'ın kaldığı villanın balkonunda karşısına çıkıp sadece şu cümleyi kurdu: “Senin gibi biriyle dost olmazsam, hayatta hep düşman ararım.”
İkisi de birbirine baktı. Sonra sarıldılar. O sarılışta ayların kavgası, hırsı ve deliliği gömüldü. O günden sonra birbirlerinden bir an bile ayrılmadılar. Ne iş yaparlarsa beraber yaptılar. Kadınlar yüzünden hiç karşı karşıya gelmediler. Kavgaları birlikte çıkardılar. Suç ortakları oldular. Sırdaş, dost, kardeş gibi. Belki de tek güvendikleri insan birbirleriydi.
Ve şimdi, Murat barda yine dert yanıyordu. Bu kez bir kadından. Ama diğerlerinden çok farklıydı bu kadın. Diğerleri gibi bedenle değil, ruhla meydan okuyordu ona. Parayla değil, onurla savaş veriyordu. O yüzden Murat sinirden kuduruyordu. Çünkü o kadın, kontrol edemediği ilk insandı. O kadın, Melek’ti. Ve Melek’in direnişi, Murat’ın tüm maskelerini tek tek düşürüyordu. O, buna tahammül edemiyordu. Barmen kadehi yeniledi. Hakan başını yana eğdi.
“Murat, sen ona sinirli değilsin. Sen ona tutulmuşsun.”
"Lan küfür etsen daha az sinirlenirim. Ne biçim laf o."
Murat elindeki kadehi çevirerek, sinirle burnundan soluyarak sekreteriyle ilgili dertlerini anlatmaya devam ediyordu. Sözcükler ağzından taşarcasına dökülüyor, öfkesini bastırmakta güçlük çekiyordu. Hakan ise, Murat’ın öfke dolu konuşmalarına her zamanki gibi kahkahalarla karşılık veriyordu. Bu kahkahalar dostça görünse de içinde hafif bir alay vardı. Durumu eğlenceli bulan, yıllardır Murat’ın bu tür parlamalarına alışkın olan biri olarak kendini tutamıyordu. Ne kadar kızsa da Murat’ın ağzından çıkan her söz Hakan’ın kahkahalarını besliyordu. Gülüyor, gözlerini kısıyor, kadehini havaya kaldırarak “devam et” der gibi Murat’a bakıyordu.
“Çok merak ettim.” dedi Hakan, kahkahalarına hâkim olmaya çalışırken. “Sen benden de nefret ediyordun dostum. Yanlış anlama ama o sekreterine çile çektireceğine orta yolu bulsan... Bak aşık olursun demedi deme. Bu kadar inat hayra alamet değil. Sonra başını taşlara vurma sakın.” Bu sözlerin ardından bir kahkaha daha patlattı. Murat bir an sessizleşti. Gözlerini kadehin dibine dikti. Dudaklarını birbirine bastırdı. Kadehi sertçe bara koydu. Kalbindeki öfke, bir anlık bir ürpertiye dönüşmüştü. O sözler, ciddiye alınmasa bile içine bir korku düşürmüştü. Küçük ama etkili bir kıvılcım gibiydi. Hakan’ın o kahkahaları, sanki bir kehanetin habercisiydi. Göz ucuyla dostuna baktı. Kafasında bir ses yankılanıyordu. “Gerçek olabilir mi?”
Bu soru, başta kısa bir düşünce olarak gelip geçti ama ardından adeta beynine saplandı. Gerçekten de olabilir miydi? Bu öfkenin ardında bastırılmış başka duygular mı vardı? Aşk mıydı bu? Hayır. Hayır. Asla. Olamazdı. Murat, böyle bir şeyi kabul etmeye hazır değildi. O, Melek gibi biriyle değil aşk, dostluk bile kurmak istemiyordu. O kadın kelimeleri seçmeden konuşuyordu. Ağzı bozuktu. Sertti. Dengesizdi. Üstelik saygı sınırlarını her defasında aşıyordu. Bu kadınla dost olunmazdı. Sevilmezdi. Aşık hiç olunmazdı.
Ama Hakan’ın söyledikleri, bir yanıyla Murat’ın kendi gerçeğiyle örtüşüyordu. Murat’ın geçmişine dönüp bakıldığında, gerçekten de birçok önemli ilişkisinin başlangıcında nefret vardı. O, birine güvenmeden önce onunla savaşmalıydı. Onunla didişmeli, hatta zaman zaman diş bilemeliydi. Karşısındaki insan o süreçten sağ çıkıyorsa, gerçek dost olabiliyordu.
Salih örneği, bunun dışındaki nadir istisnalardandı. Murat onu çocukken çok severdi. Salih, onun için bir abiden öteydi. Onun fikirlerine güvenir, onunla her şeyini paylaşırdı. Birlikte bisiklet sürer, mahallede gece yarılarına kadar gizlice dışarıda kalırlardı. Ama zamanla Murat da Salih de değişti. Sessizce suskunlukları yükseldi. Murat içinde sebepsiz bir huzursuzluk duymaya başladı. Kendisine ait sandığı alanlara, sessizce ama sağlam adımlarla giren bu eski dostun varlığı onu rahatsız etti. O an anlamasa da büyüdükleri için üzgündü.
Murat’ın lügatında bir insanın dost olması için önce düşmanlık etmesi gerekirdi. Sınanması, zorlanması, yıpratılması gerekirdi. Salih ise hiç savaşmamıştı onunla. Hiç diş geçirmemişti. O yüzden dostlukları yarım kalmış, bir soğukluk gelip aralarına yerleşmişti. Murat’ın yurtdışına yaptığı zorunlu seyahat sonrası bu mesafe tamamen kopuşa dönmüştü. Bir daha eski bağ asla kurulmamıştı.
Oysa Hakan… O tam anlamıyla Murat’ın dostluk kriterlerine uyan adamdı. Önce kavga etmişlerdi. Sonra birbirlerini sınamışlar, hatta birbirlerinin hayatını mahvetmek için uğraşmışlardı. O çılgın süreçte karşılıklı büyük zararlar verseler de sonunda birbirlerine en çok güvenen iki kişi haline gelmişlerdi. Murat için dostluk, bir yangının ortasında birbirini yalnız bırakmamak demekti. Ve Hakan, yangının ta kendisiydi.
Şimdi Melek'e baktığında, benzer bir durum hissediyordu ama bunu kabul etmek kolay değildi. Kadın, onun düzenini bozmuştu. Ofise geldiği ilk gün, Murat’ın tüm sınırlarını aşmıştı. Onunla kibar konuşmamış, makamına saygı göstermemiş, aldığı emirleri tartışmıştı. Murat buna asla alışkın değildi. Herkes ona ya hayranlıkla ya da saygıyla yaklaşırdı. Melek ise gözünün içine baka baka laf sokuyordu. Düşünmeden konuşuyor, sınır tanımıyordu.
Ama belki de bu yüzden onu unutamıyordu. Melek’in cümleleri, gün sonunda kulağında yankılanıyordu. Geceleri uyurken öfkeyle aklına ilk gelen kişi o oluyordu. Onunla tartışmalarını zihninde yeniden yaşıyor, sonra sinirle gülümseyerek “Nasıl bu kadar cesur olabilir?” diye iç geçiriyordu. Bu tehlikeliydi. Murat’ın hayatı, kontrol üzerine kuruluydu. Güce, paraya, hıza dayalıydı. Melek ise kontrol edilemeyen bir güçtü. Plansızdı. Hesapsızdı. Ve tam da bu nedenle tehlikeliydi. Murat, bu tehlikeye aşık olursa, yıllarca kurduğu düzenin yerle bir olacağını biliyordu.
İçten içe korkuyordu. O yüzden kendine şu kararı verdi. Bu döngüyü kırmalıydı. Melek’ten nefret etmemeli, ona nazik davranmalıydı. Ne kadar hakaret etse de, üstüne gelse de, sakin kalmalıydı. Ona güvenmemeli ama saygı göstermeliydi. En önemlisi, kendini ona kaptırmamalıydı. Çünkü Murat’ın hayatı sıradışıydı. Düşmanla dost olurdu. Aşkla savaşa girerdi. Ama bir kadına yenilmek onun için sonun başlangıcıydı.
Gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. İçinde yanıp sönen ışıkları bastırmak istese de olmuyordu. Kalbinin attığını fark ettiğinde öfkelendi. Kadehi eline aldı. Tüm içkiyi tek yudumda bitirdi. Kadehi bara vurdu. Hakan ise onu izliyordu. Gözlerinde alaycı ama dostça bir pırıltı vardı. “İtiraf et dostum.” dedi gülümseyerek. “O sekreter kafanı karıştırdı.” Murat başını çevirdi. Göz göze geldiler. Hafifçe dişlerini sıktı. Sessiz kaldı. Ama Hakan’ın gözlerinde gördüğü şey, belki de uzun zamandır hiç kimsenin onda göremediği bir gerçeği yansıtıyordu. Belki de evet. Kafası karışmıştı. Belki de yavaş yavaş içine düşüyordu. Ve belki de en kötüsü, farkında olmadan çoktan düşmüştü.
******
Melek, Lalezar Sokağı'nın kaldırım taşları üzerinde dalgın adımlarla yürürken, zihninden geçen onlarca düşünceye takılmış haldeydi. Bir süre nereye yürüdüğünün bile farkında olmadan ayaklarını sürüklemiş, durduğu yerde kafasını kaldırdığında kendini Sibel’in evinin önünde bulmuştu. Kalbi, birdenbire hiç beklemediği bir duyguyla burkuldu. Sanki yıllardır görmediği, ama hala çok sevdiği bir hatıranın kapısında durmuştu.
Gözleri pencereye kaydı. Ne çok anlatmak isterdi şimdi. Patronunun hiç bitmeyen kaprislerini. Her sabah giydiği kıyafet yüzünden edilen imaları. Yüzüne bile bakmadan verdiği belgeleri. O asla yerinde olmayan ama sürekli varlığıyla baskı yapan Murat Arsel’i. Geceleri yatmadan önce içini kemiren iş düşüncelerini. Umutsuzca başını iki yana salladı. İçindeki kelimeleri susturdu. Geri dönmek üzereyken, durdu. Aklına çocukça bir fikir geldi. Küçükken Sibel’i çağırmak için yaptıkları oyunu hatırladı. Hemen eğilip kaldırımdan bir taş aldı. Kalbi küt küt atıyordu. Hem heyecan hem de bir nebze korku vardı içinde.
Taşı hafifçe pencereye attı. Tık. Sessizlik. Kimse yoktu. Bir kez daha denedi. Bu sefer biraz daha kuvvetli fırlattı. Tık. Yine bir cevap gelmedi. Cam perdeleri hiç kıpırdamadı. Sanki ev boş gibiydi. İç geçirdi. Omuzlarını düşürüp taşı tekrar yere bıraktı. Yoluna devam etmek zorundaydı. İçindeki umut kırıntısı yavaşça yok oldu.
Yorgundu. Hem bedeni hem ruhu bitap düşmüştü. Sanki sabahın köründen bu yana inşaatta çalışmış, sırtında tonlarca yük taşımış gibiydi. Kalçası ağrıyordu. Ayak parmaklarının ucunda iğne batıyordu sanki. En ufak bir güç kalmamıştı. İş yerinde yaptığı tek şey oysa oturmaktı. Bu onu aşırı yoruyordu. Eve gidince yemek bile yemeden yatağa kendini atacak, sabah olunca da istifa dilekçesini yazacaktı. Bu kararı vermesi zor olmuştu ama artık netti. Murat Arsel’in ne istediği umurunda bile değildi. Yarın ilk iş olarak masasına dilekçeyi bırakacaktı. Özgürlük, bir sekreter masasında değil, insanın kendi kararında gizliydi. Ve o artık özgürlüğünü seçiyordu.
Evin kapısına geldiğinde yorgunluğun etkisiyle tokmağı bile güçsüzce vurdu. Ahşap kapı birkaç saniye sonra açıldı. Karşısında her zamanki gibi güler yüzlü Hayri Bey duruyordu. Ona kucak dolusu sevgiyle bakan bu adam, Melek’in içini ısıttı. Gülümseyerek alnına bir öpücük kondurduktan sonra, elini nazikçe tuttu ve içeri davet etti. Melek’in elindeki çantayı kaldıracak gücü kalmamıştı. Kendisini oturma odasındaki kahverengi koltuğa bıraktı. O an için dünyadaki en rahat yer orasıydı. Gözlerini kapattı. Vücudu gevşedi. Derin bir nefes aldı.
Ama birkaç saniye sonra, hiç beklemediği bir sesle gözlerini açtı.
“Geç kaldın Melek. Yarım saattir seni bekliyorum.”
Sesin geldiği yöne dönünce, koltuğun ucunda oturmuş, hafifçe gülümseyen Sibel’i gördü. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Kalbi birden hızlandı. Sibel’in burada olması, her şeyi değiştiriyordu. Bir an yerinden fırladı. Ne diyeceğini bilemeden, refleksle ona sarıldı. Sessizlik içinde uzun bir süre birbirlerine sarılmış halde kaldılar. Kalplerindeki tüm kırgınlık, gözyaşıyla birlikte eriyip gidiyordu.
Melek için dostluk, aileydi. Ve onun için gurur, dostluk karşısında hep geri planda dururdu. Kim ne derse desin, önemli olan kalpleri kazanmaktı. O yüzden Sibel’i gördüğü an bütün dargınlıkları unuttu. Özlemişti. Hem de çok özlemişti. Her gece, Sibel’in mesaj atmadığı her sabah, onun yokluğunu kalbinde hissetmişti. Sibel, gözyaşlarına engel olamıyordu. Elleriyle Melek’in sırtını tutuyor, bir yandan ağlıyor bir yandan özür diliyordu.
“Ben... Ben bana kızdığını düşündüm. Benden nefret ettiğini sandım. Ağzıma s*çar dedim açıkçası.” dedi utanarak.
Melek bir kahkaha attı. Gözleriyle yere baktı. Sonra yüzünü kaldırıp muzipçe cevap verdi.
“Ne, ne, ne. Senden niye nefret edeyim ki? Sadece... Arada evine gelip seni eşek sudan gelinceye kadar dövmek istedim o kadar.” dedi ve dil çıkardı. Bu söz Sibel için her şeyden daha anlamlıydı. Çünkü Melek’in dil çıkararak yaptığı bu muziplik, onun affettiği, kabullendiği ve hala sevdiği anlamına geliyordu. O an sarıldılar. Bu defa daha derin, daha anlamlı bir şekilde. Eskiden yaptıkları gibi. Eskisi gibi içten.
Sonra birlikte odasına geçtiler. Yıllardır konuşmadıkları kadar şey birikmişti. Sibel’in odasındaki yatağın üzerine oturdular. Gece artık çoktan çökmüştü ama ışıkları kapatmak kimsenin aklından geçmiyordu. Aralarında yıllardır devam eden bir alışkanlıkla, birbirlerine yastık uzattılar. Melek yastığı başına koydu. Sibel battaniyeyi bacaklarının altına çekti. Ve konuşmaya başladılar. Sibel ilk önce nasıl yalnız hissettiğini anlattı. Melek’in yokluğunda hayatının ne kadar sessizleştiğini. Kahkahaların yerini iç çekişlerin aldığını. Melek’in konuşmalarıyla ne kadar güç bulduğunu.
Melek ise yaptığı bütün kötü alışkanlıklardan kurtulduğunu, iş yerindeki sıkıntıları tek tek anlattı. Murat Arsel’in sinir bozucu huylarını. Sürekli kaybolmasını. İnsanlara tepeden bakışını. Ama en çok da, anlam veremediği bir duyguyu anlattı. Onun yanında öfkelense de bir türlü uzaklaşamamasını. Bu duygunun nedenini çözemediğini. Sibel dikkatle dinliyordu. Gözlerinde Melek’i anlayan bir ışıltı vardı. Hafifçe başını sallayarak içinden geçeni söyledi. “Sanırım biraz etkilenmişsin.”
Melek önce gülümsedi. Sonra ciddileşti. Başını yastığa koydu. Gözleri tavanda, dudakları aralık. Düşünüyordu.
“Bilmiyorum. Belki de öyle. Ama bu çok saçma. Çünkü ondan nefret ediyorum. Gerçekten nefret ediyorum. Kıvırcık saçları var. Şaka yapmıyorum.” Sibel omzunu silkti. “Sadece nefret ettiğini sanıyorsun. Belki de, onun gibi birini ilk kez hayatına bu kadar yakın aldın. Ve beşinci kıvırcık saçları olduğunu söylüyorsun. Demek ki o saçlar adamda çok havalı duruyor.”
Sessizlik oldu. Sonra kahkahalar. Çocukça atılan kahkahalar. İkisi de bir anda aynı anda kıkırdamaya başladı. Geçmişte yaşanan bütün kırgınlıklar bu kahkahaların altında ezilip gitti. Artık gece bir sırdaş olmuştu. Gece, iki dostu tekrar birbirine kavuşturmuştu. Zaman durmuş gibiydi. Konuşmalar birbirini kovalıyor, anılar yeniden canlanıyordu. Küçükken yedikleri dayakları, okulda yaşadıkları utanç verici anları, ilk aşklarındaki hezeyanları anlattılar. Gülmekten karnına ağrı giren Melek, battaniyeyi başına çekti. Sibel de gözyaşları içindeki kahkahalarla yastığıyla onu dürttü.
O anlarda Melek anladı ki, hayat zor olsa da, dostluklar her şeyi hafifletiyordu. Ve en derin kırgınlık bile bir sarılmayla geçebiliyordu. İçini döktükçe rahatladı. Ve ilk kez haftalardır ilk defa huzurla konuştu. O gece, iki dostun da kalbi biraz daha hafifti. Ve her şeye rağmen, hayat bir şekilde devam ediyordu. En sonunda Melek, konuştukları her şeyden sıkılıp konuyu Ahmet’e getirdi. Yüzünde yarım bir tebessüm, ses tonunda hafif alaycı bir dokunuşla sordu. “Nişanlının keyfi nasıl. Daha halen sana ne yapman gerektiğini anlatıyor mu?”
Sibel bir an duraksadı. Gözleri uzaklara daldı. Cevap verirken yüz ifadesi değişmişti. “Hayır yapmıyor.” Melek, Sibel’in ses tonundaki değişikliği hemen fark etti. Kaşlarını hafifçe çattı. Cevapla yetinmeyip üzerine gitti. “Neden. En sevdiği hareketti aslında. Her şeye mutlaka burnunu sokardı.” Sibel sessizce sağ elini kaldırdı. Parmaklarını açarak yüzüğün olmadığını gösterdi. Gözlerini Melek’e dikmeden, başını hafifçe yana çevirdi. O an o kadar çok şey anlatıyordu ki o yüzüksüz parmak. Sessizlik kısa bir süreliğine odaya yayıldı. Melek, ne sevindi ne de üzüldü. Ama içindeki merak büyüdü. Sessizce Sibel’in omzuna dokundu. Teselli ederken gözleri, “neden” diye soruyordu. “Kafam karıştı. Nedeni ne. Oysa evlenmenize çok az zaman kalmıştı.”
Sibel derin bir nefes aldı. Yutkundu. Gözlerini tekrar Melek’in gözleriyle buluşturmadı. Sadece hafifçe başını salladı. “Boşver onu şimdi. Aşk bir yere kadar. Sabrın da bir sonu var. Başka zaman uzun uzun anlatırım. Şimdi sen anlat bakalım. Çalışmaya başlamışsın kötü alışkanlıkların bitmiş. Başka neler var? Nasıl gidiyor?” Melek fark etti ki Sibel bu konudan uzaklaşmak istiyordu. Gözlerinde belli belirsiz bir sızı vardı. Anlatmaya hazır değildi. Melek kendine söz verdi. Birkaç gün sormayacaktı. Ama içten içe biliyordu. Ahmet’ten ayrıldıysa, gerçekten kötü bir şey yaşanmış olmalıydı.
Sibel, sorduğu sorunun cevabını bekliyordu. Tekrar etti. “İş nasıl gidiyor?”
Melek, kafasının içinde dönen yüzlerce düşünceden sıyrılıp bir kahkaha attı. Gülüşünün içine sinirle karışan bir burukluk sinmişti. “B*k gibi. Kelimenin tek anlamıyla tarif edecek olursak. Ben de o bokun içinden çıkmaya çalışıyorum.” Sibel önce şaşırdı. Sonra kahkahayı bastı. Kırık bir kahkahaydı. Ama dosttan gelen şakaya verilmiş içten bir karşılıktı.
“Baban dedi çok iyi gidiyormuş. Ben bu işten bir şey anlamadım. Anlatsana Melek. Ne oluyor?” Melek sırtını yatağın başlığına yasladı. Ayaklarını altına topladı. Derin bir nefes aldı. Omuzları düştü. “Ne mi oluyor? Beğendiğimi düşündüğün ama nefret ettiğim dengesiz bir patron bana savaş açtı. Ben de ona. Savaş karşılıklı olur ya. Ama bu savaşta komutan kaçtı. Alanı terk etti. Şimdi tek başıma kaldım. Savaşılmadığı için teslim olmamı bekliyor. Yani lağam çukuruna düşmüş bir asker gibiyim. Ve sanırım istifa edeceğim.” Sibel yüzünü buruşturdu. “İğrenç bir tanım olsa da lağam sözü. Ama seni tanımıyor o zaman. Yoksa yılmadan o lağamın içinde bile direnebileceğini bilirdi.” Melek başını sağa sola salladı. “Tam tersine. Teslim olacağım. Yarın istifa dilekçemi vereceğim.”
“Ne yani. Kabul edecek misin teslimiyeti? Ben mi seni yanlış tanıdım? Sen mi değiştin? Nerede benim dişli dostum. İki yumruk atamadın mı ağzının ortasına?”
“Adamı iki haftadır gördüğüm mü var. Valla elime geçmesin. Beni attığı lağama kafasını sokmadan istifa dilekçemi vermem. Versem bile... Evinin adresini biliyorum. Gözüne bir yumruk yemeden benden kurtulamaz.” Bu sözleri söylerken Melek’in içindeki bastırılmış öfke, sesiyle birlikte dışarı sızıyordu. Anlatmak iyi gelmişti. Bir aydır içinde tuttuğu tüm duyguların ağırlığı yavaş yavaş sıyrılıyordu. O, içine atan biri değildi. Ama Hayri Bey üzülmesin diye sessiz kalmış, başka birine de iş yeri hakkında konuşmaktan kaçınmıştı. Şimdi karşısında Sibel vardı. En yakın dostu. Eskisi gibi olmuşlardı. Ve artık beyninde anlatılmayı bekleyen bütün konular yavaş yavaş dışarı çıkıyordu.
Gece ilerledikçe sohbet derinleşti. Melek, Murat Arsel’e içinden geçen tüm işkenceleri bir bir anlattı. Hangi lafları söylemek istediğini, hangi gün gözlerine baka baka bağırmak istediğini, hatta hayalindeki ofis bastığı günü. Sibel gülüyordu. Ama her kahkahanın içinde Melek’e duyduğu hayranlık da vardı. O dostunu güçlü tanımıştı. Onu kırılmış görmek istemiyordu. Her ne kadar güldürmek için espriler yapsa da, içten içe onun yanında dimdik durmaya çalışıyordu.
Gece saat on biri geçtiğinde Melek’in gözlerinde yavaş yavaş bir başka hikaye parlamaya başladı. Murat’tan sonra bir başka isim geçti dudaklarından. “Bu arada. Salih…” Sibel kaşlarını kaldırdı. “Hımm?” dedi merakla. Ama Melek cümlesini tamamlayamadan kapı tıklatıldı. Ardından içeriye Selim girdi. Ablasını almaya gelmişti. Odaya bir göz gezdirip başıyla selam verdi.
“Haydi Sibel abla. Vakit geç oldu. Babam da kapıda.” Sibel istemese de ayağa kalktı. Melek de kalktı. Sarıldılar. Bu kez biraz daha uzun. İçlerinde yarım kalan konuşmaların sözünü verdiler birbirlerine. Sibel, kulağına fısıldar gibi söyledi. “Devamını başka gece. Salih’i de konuşacağız. Ama sen o istifa dilekçesini yarın verirsen, seni döverim.” Melek gülümsedi. Gözleri doldu. Kapıya kadar birlikte yürüdüler. Sibel giderken geriye dönüp el salladı.
Ve gece, Melek yalnız kalınca, yastığını kucakladı. Tavanı seyrederken aklında Sibel’le edilen sohbet, Murat’a karşı duyduğu öfke, Salih’e dair içine doğan sorular dolaşıyordu. Ama her şeye rağmen içi hafiflemişti. Bir dost sesi, insanın içini ferahlatıyordu. Ve bazen sadece konuşmak bile, dünyadaki en büyük huzurdu. Çaresiz uyuduktan sonra sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Melek, biraz isteksizce yataktan kalktı. Uykuyu seven biriydi ama işe başlamasından bu yana vücudu artık saat gibi çalışıyordu. Gözleri hâlâ uykulu olsa da aynadaki yansımasına bakarak saçlarını alelacele topladı. Üzerine sade bir kıyafet geçirdi. Makyaj yapmaya ne hevesi vardı ne de vakti. Kahvaltı yapmadan evden çıkarken içini kemiren tek düşünce vardı. Ya bugün de Murat Arsel görünmezse.
Boş geçen günlerden bıkmıştı. Bugün ya bir son olacaktı ya da yeni bir başlangıcın kıvılcımı. Otobüse bindiğinde içerisi tıklım tıklımdı. İnsan kalabalığının arasında pencereye yaslandı. Kafasında hâlâ Murat’a karşı ettiği yeminler dönüp duruyordu. Her bir durakta kalabalık arttıkça içindeki sinir de büyüyordu. Yüzünde hafif bir gerginlik vardı. Dudaklarını ısırarak sustu. Holdinge geldiğinde asansöre yöneldi. Tam kapının önüne geldiği sırada kaderin bir cilvesi gibi Murat Arsel’le burun buruna geldi. Kalbi hızla atmaya başladı. Bu karşılaşmaya hazır değildi. Ama dün gece ettiği yeminleri hatırlayınca bakışları keskinleşti. Murat ise yüzünde ifadesiz bir maske taşıyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Yanından geçip gitmeye çalıştı.
Ama Melek bu değildi. Öylece geçip gidemezdi. Bekledi. Kalabalığın biraz dağılmasını, insanların onları görmeyeceği bir noktaya ulaşmalarını bekledi. Fırsatını bulduğu anda Murat’ın önüne geçti. Topuklu ayakkabısıyla Murat’ın dizine var gücüyle bir darbe indirdi. Murat acı içinde dizini tutarak yere çöktü. Etraflarında bir iki kişi duraksadı ama sonra hemen uzaklaştılar. Melek, Murat’ın yakasından tuttu. Gözleri alev alev yanıyordu.
“Yeter artık. Savaş açtığın cepheyi terk etmek ne demek biliyor musun? Kafanı kessem yeridir. Bu senin savaşın değil miydi? Kendi holdingin içinde kurduğun o saçma oyunun ne kadar mantıklı olduğunu düşünüyorsun? Sen bunu mu göstermek istedin insanlara? Demek ki baban olmasa, senin yüzünden holding batar.”
Murat, dişlerini sıkarak kendi çabasıyla ayağa kalktı. Pantolonunun dizini silerken birkaç kişinin hâlâ bakışlarını hissetti. Ancak bu utanç ona fazla tesir etmiyordu. Onun derdi daha büyüktü. Bu kadına düşman olursa sonra sevme ihtimali korkunç gelmişti. Melek’in gözlerine baktı. Sakin kalmaya çalıştı.
“Haklısın. Ama sana dizime vurma hakkını kimse vermiyor.” Sağ elinin işaret parmağını Melek’in alnına doğru uzattı. “Bu kadar fazla konuşma hakkını da. Benim sekreterimsin. Patronum değil.”
Sonra kalabalığa yöneldi. Eline genişçe bir daire çizerek gitmeleri gerektiğini işaret etti. İnsanlar yavaşça dağıldı. Murat yeniden Melek’e döndü. Yüzü ciddiyetini koruyordu. Sesi sertti ama bağırmıyordu. “Davranışlarına dikkat etmen gerektiğini kimse söylemedi mi? Burası senin fakir sokağın değil. Bunu beynine iyice sok. Bir daha kaba kuvvete başvurursan, aynı şekilde karşılık veririm. Sonuçları senin için iyi olmaz. Şimdi işin özüne dönecek olursak…”
Melek başını dikleştirdi. Gözleri meydan okurcasına sabitti. “Nazik biri gibi davranmayın Murat Bey. Çünkü sizinle savaşırken nazik davranmayı düşünmüyorum.”
O an Melek’in omuzları yükseldi. Nefesi ağırlaştı. Beden dili açık bir meydan okumaydı. Savaşın butonuna basılmasını bekliyordu. Ve bu buton patronunun bir kez daha küçümseyici konuşmasıyla aktive olacaktı. Ama bu kez Murat farklı bir tavır sergiledi. Dişlerini sıktı. Birkaç saniye gözlerini Melek’in gözlerinden kaçırmadı. Sonra yüzünde zorlama bir gülümseme belirdi. “Her şeyi unutalım. Ben işe geldim. Beyaz bayrak sallıyorum. Sen de kabul edersen, baştan başlayalım. Tabi şiddet içermeyen cümleler eşliğinde. Kurallara sadık bir şekilde. Tamam mı?”
Melek gözlerini kısarak baktı. Hiç beklemiyordu. Yumruk yaptığı ellerini gevşetti. İçinden geçen öfkenin bir kısmı boşluğa karıştı. Şaşkındı. Ama hemen toparladı kendini. “Tamam. Yani işe gelecek misiniz? Artık her gün iş yerinde olacaksınız?” Murat başını hafifçe eğip gözlerini kapattı. Bu bir onaydı. Melek içini çekti. Omuzları düştü. Hafiflemiş gibiydi. Bir barış ihtimali kokusu taşıyordu bu cevap. “O zaman size karşı uyguladığım kaba kuvveti unutun. Sizin bacağınıza vurmak istemedim. Yani biraz vurmak istedim ama şimdi pişmanım. Çok pişman değilim ama pişmanım.” Son cümleyi biraz mahcup biraz da inatla söyledi. Ardından kaşlarını kaldırarak devam etti.
“Ben de sizin saçma sapan önceki konuşmalarınızı unutuyorum. Eğer bir barış olacaksa, benim de kurallarım olacak. Tamam mı?” Murat gözlerini devirdi. Ellerini iki yana açtı. “Off ne bu çar çar. Tamam. Her şey kabul. Yeter ki nefret edecek duruma getirme. Elinden geldiğince birbirimize saygılı olalım. Ben miyim patron, yoksa sen misin belli değil.” Melek’in yanından geçip gitti. Melek olduğu yerde kaldı. Gözleri onun ardından bir süre takılı kaldı. İçinde hâlâ bir kıvılcım vardı. Bu adamı çözmek zordu. Ama işe ihtiyacı vardı. Ve bu, bir başlangıç olabilirdi. Belki her şey gerçekten normale dönerdi. Belki de yeni bir savaş başlardı.
Kafasında bin bir düşünceyle ofisine yürüdü. Bilgisayarını açtı. Ekran açılırken aynadaki yansımasına bir göz attı. Dudaklarının kenarında beliren gülümseme, kararsızlıkla titredi. İçinden geçirdi. “Ya bu deveyi güdeceğim. Ya bu diyardan gideceğim. Ama öyle ya da böyle.”
___________
Devamlılığı için yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın... Desteğinizi esirgemeyin.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |