
Selam arkadaşlar.
Desteğinizi esirgemeyin lütfen
Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶
____
İki birbirine zıt kutup şimdilik antlaşma sağlamış gibi görünüyorlardı. Sözde aynı amaç için çalışıyor olsalar da, özde çoktan yolları ayrılmıştı. Artık birbirlerine bakmak şöyle dursun, aynı karede bile olmak istemiyorlardı. Sadece dışarıya karşı güçlü durmak, görünürde bir istikrar çizmek adına ekstra çaba sarf ettikleri apaçık ortadaydı. Bu içten pazarlıklı sükûnetin altındaki çatlaklar ise günden güne daha da belirginleşecekti.
Melek, merdivenlere yönelirken göz ucuyla Murat'ı süzdü. Asansöre doğru yürüyen adama bakarken, ilk işe başladığı günlerde yaşadığı gerginlik gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. O zamanlar sadece bir patrondu Murat Arsel. Şimdi ise anlaşamadığı, ancak kaderin önüne attığı karmaşık bir soruydu. Bu yüzden, o zaman olduğu gibi şimdi de aynı alanı paylaşmamak için çaba gösteriyordu. Asansör kabininde kalmak istemedi. Adımlarını bilinçli bir şekilde merdivene çevirdi.
Tam o sırada Murat, arkasından kendine özgü o muzip ve sinirli haliyle seslendi. Sesi, koridordaki boşlukta yankılandı.
"Beni yukarıda bekletme sakın." dedi ve parmağını sertçe asansör düğmesine bastı. Sanki bu hareketle kendi kararlılığını pekiştirmeye çalışıyordu.
Melek içinden derin bir iç çekti. Bu kadarı bile onun için fazlaydı. Yine tek başına, yorgun bedenini dinlendirmeye fırsat bulamadan merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı. Her adımda kasları sızlıyor, boğazı kuruyor, uykusuzluğun yükü göz kapaklarına çöküyordu. Dudaklarını diliyle ıslatarak ilerlemeye devam etti. Durmak, zayıflık göstergesiydi. Onu en iyi tanıyanlar bile artık sessizliğiyle savaş verdiğini fark edemiyordu.
O esnada Murat, koridordan geçip odasına doğru ilerliyordu. Duruşunda sertlik, yürüyüşünde kontrolsüz bir öfke vardı. Tüm sekreterler, onun adımlarını duyar duymaz tedirginlikle birbirlerine baktılar. Bugünün kötü geçeceğini hissetmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Patron sinirliydi. Yeni sekreter baş kaldırıyordu. Ve bu, tehlikeli bir denklem demekti.
Salih ile göz göze geldiğinde yalnızca göz ucuyla bir selam verdi. Gözlerinde ne sıcaklık vardı ne de tanıdıklık. Sanki Salih, Murat’ın hayatındaki silinmesi gereken bir ayrıntıydı artık. Oysa bir zamanlar her şeyi konuşabildikleri bir dosttu. Şimdi ise sadece gölge gibi arkasında yürüyen bir adam. Murat odasına girerken Salih de peşinden adım attı. Kapı kapanmadan içeri girdi. Artık alışılmış bir tartışmanın habercisiydi bu giriş. "Yine ne oldu Salih... Beni gördüğün her an peşimden gelmen artık sıkıcı olmaya başladı." dedi Murat, sandalyesine ulaşmadan önce bile yüzünü buruşturarak.
Salih nefesini yutkunarak aldı. Yüzündeki ifade ciddiyetin dozunu artırıyordu. "Sayende pisliğe doğru çekiliyoruz. Yabancı ortaklar son üç gündür seni soruyorlar. Telefonun kapalı. Evinde yoksun. Ofiste yoksun. Sana ulaşmam için bütün yolları kapatıyorsun. Senin yüzünden Fahri Bey zor durumda. Türk asıllı iş adamı Malik Sarpak ile görüşmüşler. Eğer adam ortaklığı kabul ederse, zarara girseler bile bizimle olan anlaşmalarını feshetmeye hazırlanıyorlar."
Salih’in sesi titremiyordu. Sözleri ağırdı ama kararlıydı. Konuşurken Murat’ın gözlerinin içine baktı. Sözleri ciddiyetle yoğrulmuştu. Fakat Murat’ta en ufak bir kıpırtı dahi yaratmadı. Adam, cebinden çıkardığı sakız paketinden birini alıp ağzına attı. Dudaklarının kenarında oluşan umursamaz gülümseme, Salih’i daha da sinirlendirdi. "Benimle ne alakası var bu durumun. Şimdiye kadar bensiz idare ediyordunuz. Ne değişti?" dedi.
"Ne değişti mi? Baban sana güvendi. Geçmişini, kazandığı itibarı, otuz yıllık emeğini senin önüne serdi. Sadece oğlum dedi diye. Onca uyarıma rağmen sana inandı. Şimdi ise yaşanacak zorlukları senden ve holdingten nasıl uzak tutacağını düşünmek zorunda kalıyor."
"Demek seni dinlemeliydi. Güzel. Başka bir şey yoksa beni bunaltmadan babam için çalışmaya devam et. Ne de olsa onun kahramanı olmanı hepimiz istiyoruz." diyerek koltuğuna yaslandı. Masasına dağınık bir şekilde bırakılmış dosyalara göz gezdirdi. Umursamıyor gibi görünüyordu ama elindeki kalemi sıkma şekli, iç dünyasında fırtınalar koptuğunu belli ediyordu. "Beni bugün daha fazla rahatsız etme." diye ekledi. Salih bir adım daha yaklaştı. Gözlerinin altındaki yorgunluk belirginleşmişti. Bu tartışmalar artık alışkanlık halini almıştı. Ama her seferinde bir parça daha yitiriyordu.
"Murat, insanları yok etme arzun beni fazlasıyla yoruyor. Bu tavrını görmesem, biri bana anlatsa katiyen inanmam. Sen eskiden beri şımarıktın ama böyle bencil değildin."
"Şimdi öyleyim."
"Özüne dön o zaman. Seni tanımakta zorluk çekiyorum."
"Emrin olur. Şimdi dışarı çıkar mısın?"
Salih’in gözleri bir an için doldu. Ama bunu belli etmedi. Yutkundu. Arkasını dönmeden önce son bir bakış attı. O bakışta ne öfke ne de kin vardı. Sadece hayal kırıklığı. İki adam... Bir zamanlar aynı masada hayal kuran, birlikte gece gündüz çalışan, birbirlerinin dilinden anlayan iki dost. Şimdi birbirini yalnızca iş gereği dinleyen iki yabancı. Belki de düşman. Dostluk adına bir iz kalmamıştı aralarında. Artık her biri kendi gücünün adamıydı.
Biri hayata doğduğu andan itibaren zorlukla başlamıştı. Tırnaklarıyla kazıyarak bugünlere gelmişti. Diğeri annesinin karnında bile servetin kokusunu almış, gözlerini lükse açmıştı. Herkesin sandığı gibi bu bir zengin-fakir kavgası değildi. Bu, Murat Arsel’in iş hayatına adım attığı ilk günden itibaren, Salih Saraç’a fark ettirmeden ödettiği kefaretti, yarım kalmış bir hesaplaşmanın satır başıydı.
Yılların dostluğu, kırılmış güvenin altında ezilmişti. İçlerinde biriken suskunluklar artık kelimelere dökülüyordu. Ve o kelimeler... Her biri hançer gibi saplanıyordu birbirlerinin yüreğine. Küsmediler. Kavga etmediler. Ama dostlukları artık yalnızca anılarda kalmış, yavaş yavaş soğuyan bir küllük gibiydi. Dışarıda ise ofis içindeki hava daha da ağırlaşmıştı. Sekreterler göz göze gelmeye korkuyor, telefon çaldığında elleri titriyordu. Herkes Murat Arsel’in masasından çıkacak tek bir emirle, tüm dengenin alt üst olabileceğini biliyordu.
Ve Melek... O sadece merdivenleri çıkmıyordu. Aynı zamanda bu karmaşanın içinde sağlam durmaya, kendi savaşını vermeye çalışıyordu. Henüz kimse fark etmemişti. Ama bu savaşta onun da söyleyecek sözleri, yapacak hamleleri vardı. Ama öncelikle şu lanet olası merdivenleri çıkıp yerine geçmeliydi. "Geç kaldım. Geç kaldım. Kavga etmek için bahane zaten arıyordu." Melek, sabırsız ve kaygılı adımlarla koridoru arşınlarken, yüzündeki tedirginlik saklanamayacak kadar belirgindi. İçinden homurdanarak söyleniyor ama çevresinde ona yukarıdan bakan, küçümseyen bakışlara zerre aldırış etmiyordu. Başını dik tutmaya çalışıyor, sanki dimdik yürüyüşüyle gururunu ayakta tutuyordu. Oysa içi paramparçaydı. Gözlerinin kenarlarında uykusuzluğun bıraktığı yorgun izler vardı. Dudaklarını ısırarak bastırdığı o duygular… Günlerdir içine attığı her şey, şimdi kalbinin üstüne bir ur gibi oturmuştu.
Koşar adımlarla ilerlerken, gözleri istemsizce kalabalıkta Salih’i aradı. Bu kendiliğinden gelişen bir refleksti. Kalbinin ona danışmadan yaptığı, mantığının anlam veremediği bir dürtüydü. Neden arıyordu? Neden onu görmek istiyordu ki? Oysa Salih son üç gündür kendisine tek kelime etmeye bile tenezzül etmemişti. Ne bir selam, ne bir bakış. Sanki yokmuş gibi davranıyordu. Sanki Melek, o binanın içinde nefes almayan, görünmez bir gölgeydi.
Bir an için kalbinin ona oynadığı oyuna öfkelendi. Kendine. Salih'e. Herkese. Büyük bir suç işlemiş gibi etraftaki insanlara hiç bakmadan, adımlarını daha da hızlandırdı. Kendi iç muhakemesinden çıkan karar artık kesindi. O bu yerde istenmeyendi. Nefret edilen, aşağılanan, kovulması için uğraşılan bir sekreterdi. Adını koymasalar da, bakışları her şeyi söylüyordu. İnsan bazen sözlere ihtiyaç duymazdı. Melek de artık sözlere değil, sessizlikte saklanan yargılara maruz kalıyordu.
Hangisiyle uğraşacağını bilmiyordu. Ama şimdilik patronu zararsız bir mikroptan öteye geçmiyordu gözünde. En azından onunla savaşması daha kolaydı. Sözleri keskin, ama tahmin edilebilirdi. Diğerleri ise sinsi, suskun ve arkadan vurmaya hazırdılar. Melek kendince stratejisini belirlemişti. Gerekirse kırılırdı ama eğilmezdi. Gerekirse yalnız kalırdı ama yalvarmazdı. Zorunlu bir barışın uzun sürmesini umut ederek, nihayet patronunun kapısına geldi. İçeriden sesler geliyordu. Kim vardı bilmiyordu ama umursamadı. Düşünmeden, cesaretle kapıyı çaldı. Bir kez daha. Ve sonra bir kez daha. Kimse cevap vermedi. Kapının ardından yükselen seslerin anlamı belirsizdi ama aldırış etmeden, aynı inatla çalmaya devam etti. Parmakları artık hızla kapıya vuruyordu. Bekliyordu. Sabırsızca, çaresizce.
Tam iki dakika sonra kapı sertçe açıldı. Murat Arsel, sinirle kapıyı açtığı gibi aynı hızla dışarıya çıktı. Omuzları dik, gözleri kızgın, adımları tehditkârdı. Melek, şaşkın bir şekilde olduğu yerde dondu kaldı. Patronunun hışımla nereye gittiğini anlamaya çalışırken, gözlerini onun arkasından ayıramadı. Tam dalıp gitmişti ki, omzuna sıcak bir dokunuş indi. Sanki düşüncelerini bir anda silen bir uyarıydı bu. "Korkma beni öldürmemek için kaçtı. Bir pislik gibi davranıyor ama değil."
“Merhaba Salih Bey… Şey… Murat Bey…” diyebildi sadece. Kelimeleri toparlamadan, şaşkınlığı henüz geçmeden Salih koluna girdi. Yavaş ama kararlı bir şekilde onu asansöre doğru götürdü. Melek afallamıştı. Bu temas, bu yakınlık beklenmedik bir andı. Şaşkındı. Öfkeliydi. Kalbi bir anda hızla çarpmaya başlamıştı. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini kestiremiyordu. İçinden geçen binlerce cümleyi susturmuştu Salih’in o sert ama mesafeli varlığı. Direnmedi. Karşı koymadı. Çünkü ona temas eden kol, yalnızca fiziksel bir yakınlık değildi. Aynı zamanda zayıf düşmüş bir ruhun bastırmaya çalıştığı duyguların da tetikleyicisiydi.
Asansöre bindiler. İçerideki sessizlik bir bıçak gibi havayı kesiyordu. Melek konuşmak istedi. İçinde birikenleri, sorularını, öfkesini, her şeyi söylemek istedi. Ama kelimeler diline değil, boğazına düğümlendi. Nefesi kesildi. Tam konuşmaya hazırlanıyordu ki, asansör üst katta durdu. Kapı açıldı. Belli ki durmak için vakit yoktu. Zaten bu hayatta ona durması, nefes alması için hiç zaman tanınmamıştı. Hep koşturmak, hep susmak, hep güçlü görünmek zorundaydı.
Fahri Bey’in odasının önüne geldiklerinde, Salih ona yer gösterdi. Melek, fazla düşünmeden misafirler için ayrılan sandalyeye oturdu. O an ne yaptığını düşünemedi. Çünkü o anda kendi içindeki fırtınalara daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Bu küçük hareket, baş sekreterin gözünde büyük bir saygısızlıktı. Ölse, yine de ayakta durması gerektiğini savunurdu. Ama Melek çoktan birçok kuralı yıkmış, birçok etik duvarını devirmişti. Artık yalnızca bir sekreter değildi o. Direnmeye çalışan bir kadındı. Savaşan bir birey.
Kapı açıldı. Baş sekreter ve yardımcısı Hacer içeriye başları dik, dosyalar ellerinde girdiler. Baş sekreterin gözleri bir an Melek’e takılsa da, ne düşündüğünü yüzüne yansıtmadı. Yanlış olduğunu düşündüğü bir tablo vardı ortada ama susulması gereken yeri bilenlerdendi. Dosyaları masanın üstüne bıraktı. Göz teması kurmadan ayakta bilgi vermeye başladı.
Melek, o an hiçbir şeyin farkında değildi. Karşısındaki tehditkâr gözleri bile hissetmiyordu. Gözlerini önündeki not defterine dikmiş, büyük bir titizlikle bir şeyler karalıyordu. Düşünceleri, kaleminin ucunda şekilleniyordu. Belki de kafasını kaldırmaya cesareti yoktu. Çünkü kaldırsa, o an ayağa kalkacak ve yaptığı hatanın farkına varacaktı. Ama belki de artık hata kavramı onun için anlamını yitirmişti. Kurallar, kuralları koyanlara aitti. Ve Melek artık onların değil, kendi kurallarını yaşamaya karar vermişti.
Fahri Bey, Murat ve Salih... Şu an odadaki tartışmanın baş kahramanlarıydı. Gerçi buna tartışma demek yetersiz kalırdı. Bu, yıllardır biriken öfkenin, umutsuzluğun ve kırgınlığın dışavurumu, kelimelere dökülmüş bir enkazdı. Sessizlikler bile öylesine yüklüydü ki, duvardan yansısa tuğlaları yerinden oynatacak kadar ağırdı.
Fahri Bey derin bir nefes aldı. Gözleri odanın camından içeriye vuran sert kış güneşine çevrilmişti. Altın sarısı ışıklar, onun yaşlı gözlerinde parlıyor ama içindeki karanlığı aydınlatamıyordu. Gözlerini ışığa dikip sustu. Konuşmaya başlamadan önce sanki bir baba değil de, yargıç olmaya hazırlanıyordu. Sözlerinin ağırlığı, ses tonunun sakince düşmesinde gizliydi. "Bana yaşattığın en büyük zararla karşı karşıyayım şu an." dedi ve başını odaya çevirmeden devam etti. "Bir babanın evladına sonuna kadar güvenmesi... Her şeye rağmen, herkesin aksi yönde konuşmasına rağmen, o güveni içinde taşımaya devam etmesi bile senin için fayda etmedi."
Salonda bir çıt dahi çıkmıyordu. Sadece yavaşça dönen tavan pervanesinin metalik vızıltısı, odanın boğucu havasına eşlik ediyordu. Bu bir hesaplaşmaydı. Ne planlıydı, ne de kontrollü. Sözler artık mızrak gibiydi. Kimse hangi kalbe saplanacağını seçemiyordu. "İki yıldır... Tam iki yıldır bu holdingde sadece sorun çıkarıyorsun. Herkes seninle uğraşıyor. İnsanlar işini yapamaz hale geldi. Ama yine de ben... Her olayda seni değil, senin çevrendekileri suçladım. Onları kovdum. Seni kolladım. Çünkü bir umut... Sadece minicik bir umut vardı içimde. Belki bir gün ders alırsın diye." Başını yavaşça kaldırdı. Murat’a dik dik baktı. Bu bakış, ne sadece bir patronun ne de sadece bir babanın bakışıydı. Bu, her şeyi tüketmiş ama hâlâ içinde bir parça inanç kırıntısı taşıyan bir adamın son kez seslenişiydi.
"Sen benim oğlumsun. Ama hayatımın ellerinde nasıl yok olup gittiğini büyük bir keyifle izliyor gibisin. Burası... Bu holding, benim babamdan yadigâr kaldı. Ben de sana bırakacaktım. Ama tabii eğer bu zararın altından sağ çıkmayı başarırsak." Sözler dümdüz, ama yıkıcıydı. İçinde kırılmış hayaller, ezilmiş umutlar, tükenmiş bir sabır vardı. Normalde bu cümleler bir insanın yüreğini delip geçerdi. Ama Murat… Murat Arsel için hiçbir şey artık acı verici değildi. Umursamazlığı sadece bir maske değil, karakterinin bizzat kendisi olmuştu.
Omuzlarını silkti. Saçlarını eliyle geriye doğru savurdu. Dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessüm vardı. Gözlerini babasının gözlerine dikmeden, boş bir noktaya konuşur gibi cevap verdi. "Buranın kapanmasının seni neden bu kadar üzdüğünü anlamıyorum." dedi alayla. "Zaten emekli olduktan bir ay sonra burası benim elimde kapanırdı. Bari senin önünde olsun ki, ben sonradan dert etmeyeyim."
Son cümlesiyle birlikte odadaki hava sanki bir anda buz kesti. Fahri Bey’in gözleri bir an için dondu. Dudakları seyirdi ama hiçbir şey söylemedi. Bu suskunluk, bağırmaktan daha yaralayıcıydı.
Murat sözlerinin etkisini görmemeyi tercih eder gibi, alaycı bir şekilde gözlerini devirdi. Eliyle saçlarını bir kez daha savurdu. Ardından adımlarını kapıya yöneltti. "Hadi. Ben odama gidiyorum. Bu sohbetler on dakikadan sonra bana fazla geliyor." dedi ve kapıya yürüdü. O an... O salonda bulunan herkesin yüreğine kurşun gibi çarpan cümle buydu.
Baş sekreter gözlerine inanamıyordu. Donakalmıştı. Genelde disiplinli ve mesafeli duruşunu hiç bozmayan kadın, bu kez şaşkınlığını gizleyememişti. Gözleri Murat’a odaklanmıştı. Sanki ne duyduğuna emin olamamış gibiydi. Yardımcı sekreter Hacer ise, kelimeler ağzından dökülmese de, gözleriyle “Bu kadarına da pes” diyordu. Bakışları istemsizce Fahri Bey’e kaydı. O yaşlı adamın yutkunuşunu izledi. Titreyen çenesi, yaşananların onu ne kadar sarstığını açıkça gösteriyordu.
Salih… O ise hâlâ olduğu yerde kıpırdamamıştı. Donmuştu. Kendi kulaklarına inanamıyordu. O Murat’ı tanıdığını sanmıştı. Evet, şımarıktı. Evet, paranın ve rahatlığın tadını seviyordu. Ama bir çizgisi vardı. Herkesin bir duracağı yer olurdu. Murat’ın yoktu. Görünüşe göre o, kendi duvarlarını yıkmıştı ve geriye sadece kibirli bir enkaz kalmıştı. Salih’in dudaklarından istemsizce döküldü kelimeler. Kısık sesle, dişlerinin arasından tısladı. "Dengesiz manyak. Ne derdin var ise söyle. Uzun yoldan zarar veriyorsun eşek." Kendi kendine konuşur gibiydi. Ama o cümle, odada yankılandı. Kimse duymamış gibi yaptı. Çünkü o anda kimse daha fazla gerilimi kaldıramazdı.
Ve odada bir kişi vardı ki, bütün bu olanlardan habersiz gibi davranıyordu. Sanki yaşanan bu sert tartışma, başka bir odadaymış gibi. Melek Kapya… Kafasını kaldırmamıştı bile. Göz ucuyla bir bakış bile atmadan, tabletine odaklanmıştı. Parmaklarıyla ekranı kaydırıyor, sonra not defterine bir şeyler yazıyordu. Uygulamadan komik video izliyordu. Bir çift gözün ona baktığını farkedip başını kaldırdı. Murat şaşkınlıkla ona bakıyordu. "Ne var? Burayı bu hale getiren sensin bana ne bakıyorsun?" Dudaklarını oynatarak söylemişti, Melek. Murat'ın anlayıp anlamadığı umurunda da değildi. Belki de bu odada en güçlü olan oydu. Çünkü gerçekleri görüp de susabilen, duygularını yönetebilen, zamanını kollayan tek kişi oydu.
Murat, kendini beğenmiş bir tavırla, arkasında çözümsüzlüğün ve sessiz öfkenin izlerini bırakarak Melek'e de gözlerini devirerek odadan çıktı. İçeride hâlâ Fahri Bey’in düşünceli bakışları, Salih Saraç’ın ise içten içe yanan sabrı kalmıştı. Adamlar ne olduğunu anlamaya çalışırken, Murat çoktan buhar olup gitmişti. Kapı, ardında bir gürültüyle kapanırken, Melek önüne serdiği notları telaşla toparladı. Hemen ardından, kararlı ve biraz da öfkeli adımlarla Murat’ın peşinden çıkmak üzere hareketlendi. Birkaç sayfa kağıt düşmek üzereyken onları koluyla toparladı. Gözleri hafif kısık, alnı hafif terlemişti ama yüzünde kararlılığın net çizgileri okunuyordu. "Bende çıkayım. Malum patronum kurtlu." dedi, sonra dediğine pişman oldu ama ağzından çıkmıştı. Baş selamı vererek koşarak uzaklaştı.
Belki de bu saçmalık dolu gün artık bitmeliydi. Bu kadar hakaret, bu kadar kayıtsızlık bir insana fazla geliyordu. Murat inanılmaz baş belasıydı. Yine de içinde yanan o ispat çabası, onu geri çekmek yerine daha da ileriye itiyordu. Patronunun yanına gitmek yerine eve gitmek istedi ama saat çok erkendi. Asansörün önünde Murat'ın beklediğini görünce oflayarak yanına doğru koştu.
Asansör kapısı açılır açılmaz Murat içeri girdi. Ardından kapı hemen kapanmak üzereyken Melek de içeriye kendini attı. Aralarında bir kelime bile geçmedi. Sessizlik öylesine yoğundu ki, asansörün çalışırken çıkardığı mekanik ses bile konuşuyormuş gibi geliyordu. Murat, hiçbir şey demeden düğmeye bastı. Yüz ifadesinde en ufak bir kıpırtı yoktu. Belki de yaşananların yorgunluğu, onun da omuzlarına çöküyordu ama belli etmiyordu. Sanki her şeyi kendi kontrol ediyormuş gibi davranıyor, duygularını soğukkanlı bir maskeyle gizliyordu.
Melek, yanındaki adama bakmamaya çalışarak notlarına yöneldi. Elindeki sayfalardan birini kaldırıp dikkatlice okumaya yeltendi ama gözleri satırların üzerinde gezinse de zihni çoktan başka yerlere gitmişti. İki umursamaz yüreğin aynı çatı altında buluşması ne kadar mümkündü. Aynı fikirde buluşmak... Bu imkansız bir denklem gibiydi. Melek’in gözlerinin önünden sabahki konuşmalar, Murat’ın ifadesiz yüzü, Fahri Bey’in kalp krizi geçirmeye yaklaşan bakışları. Oysa sabah, her şey bir nebze de olsa normale dönecek gibiydi. En azından öyle sanmıştı.
Asansör kapısı açıldığında Murat önce çıktı. Melek de arkasından adım attı. Koridorda birlikte yürürlerken ikisinin ayak sesleri dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Odanın kapısına geldiklerinde Murat birden durdu. Melek de doğal bir refleksle durdu. Tam o an Murat başını hafifçe kıza çevirdi ve parmağını alnına koyarak onu nazik olmayan ama sert bir tavırla geri itti. O hareket bir kelime bile etmeyen ama onlarca cümle kuran bir davranıştı. “İstenmiyorsun. Git buradan. Karışma.” Melek başını kaldırmadı. Alışmıştı. Sükûnet içinde yapılan kabalıklar onun için artık yeni değildi. Sadece içinden geçen duyguları bastırmayı öğrenmişti.
Kapı yüzüne sertçe kapandı. Sanki o kapı, sadece bir odayı değil; bir olasılığı, bir umudu, bir beklentiyi de arkasına alarak kapatmıştı. Melek elindeki notlarla, boşlukta kalan elleriyle orada öylece kaldı. Düşünceler zihninde uğultu yapıyor ama hiçbirini duyamıyordu. Gözleri, kapının pervazına takıldı kaldı. Birkaç saniye boyunca ne hareket etti ne nefes aldı. Sonra birden, kendine gelmiş gibi silkindi. Derin bir nefes alarak olduğu yerden sekreter bölümüne doğru yürümeye başladı.
Oraya vardığında ilk yaptığı şey, dağınık düşüncelerini toparlamak oldu. Masasına oturdu. Hızlı ama dikkatli hareketlerle, biraz önce yazdığı notları temiz bir kağıda geçirmeye başladı. Yazarken satırların arasına duygularını da işliyordu. Her kelime birikmiş öfkesini değil; zekasını, çözümcül yanını ve profesyonelliğini yansıtıyordu. O an için sadece işine odaklanmalıydı. Belki birazdan bu notu sunarken yine reddedilecekti. Belki hiç okunmayacaktı bile. Ama o yine de vazgeçmedi. Vazgeçmeyecekti. Çünkü biliyordu. Bu işyerinde sesini duyurmanın tek yolu, en iyi olmak ve her seferinde hazırlıklı olmaktı.
Murat’ın umursamazlığına rağmen, onun kararlarını etkileyebilecek tek şey işin başarısıydı. Duygular değil. O yüzden Melek, elindeki fikri kusursuzca hazırlamalıydı. Notlarını yazdı. Kâğıdı bir kez daha gözden geçirdi. Cümlelerin yerini değiştirdi. Kullandığı kelimeleri yumuşattı. Ama alt metninde hep aynı kararlılık vardı. Bir şeyler değişmeli. Bir şeyler artık yoluna girmeliydi. Yoksa ya o buradan gidecekti ya da aklını kaybedecekti. Saatine baktı. Gün henüz bitmemişti. Ama Melek için sanki üç gün birden yaşanmış gibiydi. Kalemi elinden bırakmadan birkaç ekleme daha yaptı. Sonra doğruldu. Notu katladı. Masasına bıraktı. Ama orada bırakmayacaktı. Uygun zamanı kollayacaktı. Belki birazdan, belki saatler sonra... Belki de yarın. Ama bu fikir Murat Arsel’in önüne mutlaka konacaktı. Hazırlığını tamamladıktan sonra arkasına yaslandı. Gözlerini tavana dikti. Kısa bir sessizlik. Sonra içinden geçen cümleyi fısıldar gibi mırıldandı. “Hazır ol patron... Bu sefer bana kayıtsız kalamayacaksın.”
Fahri Bey’in odasında işler hiç iyi gitmiyordu. Dışarısı ne kadar yoğun, tempolu ve hareketli görünürse görünsün, bu oda içinde zaman sanki durmuş, ağır ağır çöken bir çaresizlik havası bütün duvarları sarmıştı. Yıllar boyunca nice kriz yönetmiş, nice anlaşma masasına oturmuş, sayısız düşmanı zekâsıyla mat etmiş bu adam, bugün ilk kez koltuğunda acizce oturuyordu. Omuzları düşüktü. Duruşunda her zamankinden farklı bir gevşeklik vardı. Gözleri uzaktaki bir noktaya dalmış, sanki yıllar önceki bir hatıraya ya da asla gelemeyecek bir geleceğe takılmış kalmıştı.
Baş sekreter Hacer, alışkanlıkla hareket ediyordu. Elindeki belgeleri iki kopya hâlinde hem Fahri Bey’e hem Salih’e veriyor, olası ihtimalleri teker teker sıralıyordu. Her şey sistemli, prosedürlere uygun, tertemizdi. Ancak kâğıt üzerindeki hiçbir düzen, bu odadaki darmadağınık duygulara çare olamıyordu. Her kelime, her rakam, her öneri... Hepsi havada asılı kalıyor, yere bile düşmeden yok olup gidiyordu. Çünkü sorun belgelerde değil, tarihin ağırlığındaydı. Bu odada yaşanan şey sadece iş değil, bir imparatorluğun çatırdayışıydı.
Salih, belgeleri incelerken gözleri defalarca satırları tarıyor, ama aklı hep Fahri Bey’de kalıyordu. Onun ellerine, saçlarına, dudaklarının kenarında beliren ince titremelere, iç çekişlerine takılıyordu. Her nefes verişinde bir parça daha yıkılıyordu sanki. O an fark etti ki, bu yaşlı adamın sadece bir iş değil, bir ömür verdiği her şey tehlikedeydi. Bu sadece bir şirketin çöküşü değil, bir kimliğin, bir inancın, bir hayat biçiminin sonuydu. Ve o, bu çöküşe sadece tanıklık eden biri değil, içinde kalan son kaleydi.
Fahri Bey, ellerini kır saçlarının arasında gezdirdi. Parmakları titriyordu. Bu titreme ne sadece yaşlılığın ne de yorgunluğun iziydi. Bu, bir insanın ilk defa hiçbir çıkış yolu görememesinin ifadesiydi. Göz kapakları ağırlaştı. Yüzü yılların yorgunluğunu taşıyan bir dağ gibi duruyordu. Dışarıdan hâlâ dimdik gibi görünüyordu ama içeriden içeriye, her taş yerinden oynuyor, her köşe sessizce çatlıyordu. Bir ömür boyunca kurduğu sistem, bir haftada darmadağın olmuştu. İnandığı tüm ilkeler, dostluklar, anlaşmalar... Hepsi birer birer sorgulanır olmuştu. Herkesle başa çıkmıştı. Devletle, rakiplerle, hainlerle... Ama şimdi karşısında bir yüz değil, bir sistem vardı. Ve bu sistemin içinde o, yapayalnız kalmıştı.
Salih dosyaların sayfalarını çevirirken içindeki korku gittikçe büyüyordu. Her yeni bilgi, durumu biraz daha karanlık hale getiriyor, her rakam yeni bir çıkmazı işaret ediyordu. Yabancı ortakların gitmesi demek yeni gelecek iş anlaşmalarınıda etkileyecekti. Ama onun korkusu rakamlardan, sözleşmelerden, maddi kayıplardan çok daha büyüktü. Onun korkusu, baba bildiği bu adamı kaybetme korkusuydu. Onu ayakta tutan, ilham aldığı, varlığıyla cesaret bulduğu adamın, gözlerinin önünde erimesine dayanamıyordu. Kızgındı aslında. Geçmişte yaşanan bazı kararlar için hâlâ kırgınlığı vardı. Ama şu anda, zaman ayıramayacağı tek şey öfkesiydi. Bu durumun içinde öfke sadece boşa harcanacak bir lükstü. Şu an sadece çözüm üretmeliydi.
Gözlerini belgelerden ayırıp Fahri Bey’in silüetine tekrar döndü. Bu hâl onu kahrediyordu. Onun bu kadar suskun, bu kadar yenilmiş, bu kadar yalnız kalması, Salih’in içinde kopan fırtınaları daha da şiddetlendiriyordu. Kendine kızıyordu. Daha önce neden bu ihtimalleri düşünemediğini sorguluyordu. Daha erken davranabilirdi. Belki de her şey henüz bu hâle gelmeden engellenebilirdi. Ama artık o noktada değillerdi. Artık yapılacak şey, geride kalanları kurtarabilecek en doğru hamleyi bulmaktı.
Salih ellerini yumruk yaptı. Derin bir nefes aldı. Bu sessizliğin içinde boğulmak istemiyordu. Odadaki kasveti, yaşlı adamın yükünü, kendisi de paylaşmak istiyordu. Ne olursa olsun, Fahri Bey’in omzundan bu yükü alacak bir fikir bulmalıydı. Gözlerini bir kez daha belgeye çevirdi. Sayfaları yeniden taramaya başladı. Bu defa sadece krizleri değil, fırsatları da arıyordu. Çünkü bu masa başında doğacak en ufak bir ihtimal bile, bu koca adamın tekrar ayağa kalkmasını sağlayabilirdi. Onun gülümseyerek ofisin camından dışarı baktığı günleri tekrar görmek istiyordu. Belki bir tek cümle, bir tek fikir bile bu kabusu sona erdirebilirdi. Ve o fikir henüz yazılmamış, söylenmemiş olsa da, inancı hâlâ oradaydı. Mutlaka bir çözüm olmalıydı.
Zaman ilerliyordu ama odada hâlâ hiç kimse konuşmuyordu. Hacer, çekingen bir şekilde belgeleri toparlayıp arka plana çekildi. Salih ise düşünmeye devam etti. Çünkü bir şey yapılmalıydı. Mutlaka yapılmalıydı. Fahri Bey’in geçmişi, mücadelesi, onuru ve adı, böylece yok olup gidemezdi. Bu sadece onun değil, Salih’in de savaşıydı artık. Ve ne olursa olsun, birlikte kazanılmalıydı.
******
Elindeki dosyayı sıkıca tutarak ilerledi Melek. Parmakları titriyordu ama kendini sakinleştirmek için içinden defalarca saydı. Bir. İki. Üç. Dört. Adımlarını hızlandırdı. Koridorda yankılanan ayak sesleriyle beraber kalbi de ritmini artırmıştı. Üzerinde sade ama zarif bir beyaz gömlek ve siyah kumaş pantolon vardı. Gözleri hafif uykusuz ama belli etmeyecek kadar kararlıydı. Bu işi bitirmeliydi. Elindeki evrak tamamlanmıştı ve sunulması gereken kişiye teslim edilecekti. Kim olduğu, nasıl biri olduğu ya da ne şekilde davranacağı fark etmeksizin bu işi yapacaktı. Bugün kendine söz vermişti. "Ne olursa olsun geri adım atmayacağım" demişti.
Murat Arsel’in kapısına geldiğinde durdu. Derin bir nefes aldı. Son kez etek ucunu düzeltti. Kalemi cebine sıkıştırdı. Bir eliyle dosyayı göğsüne bastırdı. Diğer eliyle kapıyı çaldı. Sanki hayatının en önemli sınavına giriyordu. İçinden geçen tüm ihtimalleri düşündü. Odadan kovulabilirdi. Üzerine bağırabilirdi. Belki hakaret bile edebilirdi. Bunlara hazırlıklıydı. Kalbinde kendine kurduğu küçük savunma duvarlarıyla kapının ardındaki fırtınaya göğüs germeye hazırdı.
“Gir” sesiyle tüm düşünceler kesildi. Gerginliği boğazında düğüm oldu. Kapıyı yavaşça açtı ve içeri adımını attı. Gözleri hemen masaya yöneldi. Dosyayı uzatmaya hazırlanırken gördüğü manzara, beyninin boş bir duvara çarpmasına sebep oldu. Birkaç saniye dondu kaldı. Elindeki dosya hafifçe aşağıya sarkmıştı. Beklediği hiçbir şeyle karşılaşmamıştı. Odanın içindeki hava gerginlik değil, kahkahalarla doluydu. Sert bakışlar, resmi duruş, ciddi tavırlar yoktu. Ceketini çıkarmış olan Murat Arsel, gömleğinin kollarını sıvamış şekilde sekreter Yaren ile oyun oynuyordu. Evet, yanlış görmüyordu. Masanın üzerinde açık bir oyun konsolu. Ekranda yarış arabaları. Direksiyon seti. Ve kahkahalar.
Ama bunların hiçbiri Melek’in kafasını karıştıran detaylar değildi. Gerçek anlamda gördüğü şeyler midesini bulandırmıştı. Yaren’in pozisyonu, gülüşü, oturuşu… Eteği adeta kalçalarının üzerine kadar toplanmıştı. Topuz yaptığı saçları darmadağınıktı. Gömleği neredeyse tamamen açıktı. Kucağına oturmuş olduğu Murat’ın boynuna dolanmış parmakları ise iş ortamını değil, başka bir yeri anımsatıyordu.
Hiçbir şey umurlarında değilmiş gibiydiler. Melek’in varlığını fark etmemişlerdi ya da fark etmiş ama önemsememişlerdi. O an zaman durmuştu. Melek, gözlerini o sahneden alamıyordu ama bakmaya da tahammülü yoktu. Göz kapaklarını kırpmaya bile zorlanıyordu. Midesinden yukarı doğru yükselen bir öfke dalgası vardı ve onu bastırmakta zorlanıyordu. Biraz önce büyük bir savaştan çıkmıştı bu adam. Şimdi bir kadını kucaklamış oyun oynuyordu.
Bir yandan içinden kendine sorular soruyordu. Yaren daha dün, evlilik hazırlıkları içinde olduğunu anlatmamış mıydı? Parmaklarında hâlâ alyansın provası yapılmış gibi duran o yüzük izi vardı. O romantik hayaller kuran, her sabah kahve molasında düğün temalı konuşmalar yapan kadın o değil miydi? Peki ya Murat Arsel? Bu kadının nişanlı olduğunu bilmiyor muydu? Yoksa biliyor ama umurunda mı değildi? Belki de bu, onun için bir güç gösterisiydi. Herkesi susturacak bir "ben ne istersem onu yaparım" gösterisi. Ve Melek’in aklında son bir soru dönüp duruyordu. "Kusacaksam önce suratlarını mı hedef almalıyım?" Gerçekten içi bulanıyordu. Bu kadar arsızlık, bu kadar pişkinlik, bu kadar umursamazlık karşısında söyleyecek tek bir kelime bulamıyordu. Dili damağına yapışmış gibiydi. Ne geri dönebiliyordu ne de ileri adım atabiliyordu.
Kendini toparlaması birkaç saniye sürdü. Sonra başını hafifçe sağa eğdi. Oyun oynamaya devam eden çifte baktı. Gülüşmeler devam ediyordu. Odayı sadece bir rezalet değil, koku kaplamış gibiydi. Melek, daha fazla orada kalamayacağını hissetti. Elindeki dosyayı sertçe masanın bir kenarına bıraktı. Ama ne Murat ne de Yaren kafasını çevirdi. Dosya, biraz sert düşmüştü. Ancak sanki duvarın üzerine atılmış bir kağıt gibi etkisiz kalmıştı. Melek arkasını döndü. Yavaş adımlarla kapıya yürüdü. Yüzü solgundu. İçeride gördüğü manzara midesinde büyüyen bir karanlığa dönüşmüştü. Elini kapı koluna attığında bir kahkaha daha yükseldi. Murat'ın sesi kulaklarında çınladı. "Geç kaldın Yaren, dönemeçte spin attın." Ve ardından Yaren’in tiz kahkahası. “Senin dikkatini dağıttım, suç benim.”
Melek kapıyı sessizce kapattı. Niye gidecekti? Kucakta oturan o muydu? Bu saçmalığı yapan o muydu hayır. Kararlılıkla tekrar onlara döndü.
_____
Beğeni ve yorum yapmadan lütfen çıkmayın.
Yeni bölümde görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |