
Selam arkadaşlar lütfen beğeni ve yorum yapmayı unutmayın.
Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶
______________
Melek, önünde yere düşen patronuna şaşkınlıkla bakıyordu. Ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Bir anlık öfkeyle verdiği tepkinin bu kadar etkili olacağını düşünmemişti. Murat Arsel, her zamanki ukala ve baskıcı tavırlarının tam ortasındayken, söylediği bir söz Melek’in sabrının son kırıntılarını da tüketmişti. Sakin kalmak istemişti, ama kendini tutamamıştı. Şimdi, yerde gülerek oturan adamın kendine gelip tekrar ayağa kalkmasını bekliyordu. Kafasında binbir türlü düşünce dönüyordu. Büyük patron duyarsa kovulacağını biliyordu. Hem de öyle sıradan bir kovulma olmayacaktı bu. Belki de hakkında suç duyurusunda bulunacaklardı. Belki Murat şimdi kalkıp güvenliği çağıracaktı. Belki...
Kendini hızla geri çekip oradan uzaklaşmak istedi. Panik haliyle arkasını döndü ama birden omzuna dokunan bir el bütün vücudunu dondurdu. Sertçe irkildi. Gözleri kocaman açılmıştı. Arkasını döndüğünde Salih’in endişeyle karışık şaşkın bakışlarını gördü. O an utanması gereken her şey bir anda suratına tokat gibi çarptı. "Melek hanım. İyi misin? Murat, sen niye yerdesin?" diye sordu Salih, bakışlarını hızla yere inmiş adama çevirerek.
Melek gözlerini kaçırdı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Ağzı kurumuştu. Dudaklarını kıpırdatmaya çalıştı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Salih’in sorusunu cevaplamak bir yana, nefes almakta bile zorlanıyordu. Kalbinin çarpıntısı kulaklarına kadar çıkmıştı. Şimdi rezil olacağını düşündü. İnsanlar etraflarına toplanırsa, Melek’in bir patronunu dövdüğü dedikodusu her yere yayılacaktı. Belki de haberlere bile çıkardı bu durum. İçinden “Lütfen biri beni sarssın ve bu kabustan uyandırsın” diye geçirdi.
Göz ucuyla, köşede birbirleriyle konuşan iki adamı gördüğünde paniği daha da büyüdü. İkisinin de bakışları üstündeydi. Melek'in eli ayağına dolanıyordu. Salih, birçok kadın için birkaç küçük kusuru dışında ideal bir erkekti. Zeki, olgun, güven veren bir havası vardı. Hem bakışları hem konuşma şekli insanı etkilerdi. Murat ise... Onunla ilgili söyleyebileceği tek olumlu şey, yakışıklı ve salaş giydiği için göstermediği taş gibi vücudu olmasıydı. Ama Melek için sadece dış görünüş asla yeterli değildi. Onun kibri, ukalalığı, küçümseyen bakışları ve bitmek bilmeyen emir cümleleri... Murat Arsel, Melek’in aşık olunacak erkek listesine girmeyi bile başaramazdı.
Murat bir yandan Salih ile konuşurken, diğer yandan Melek’in gözlerini bulmaya çalışıyordu. Salih, telefona gelen mesaja bakmak için başını çevirdiği anda Murat sinsice Melek’e döndü. Elini boğazına götürüp baş parmağıyla kesik atar gibi bir işaret yaptı. "Sen bittin" diyordu vücut diliyle. Gözleri kısılmıştı. Dudakları bükülmüş, alaycı bir gülümseme yüzüne yayılmıştı. Melek, o an daha da gerildi. Sert kabuğunun altında güçlü görünmeye çalışıyordu ama bu tehdit onu korkutmuştu. Murat, karşısındaki kızın o korkmuş halini zevkle izliyordu. Bu kızın bütün o asi tavrının altında titreyen bir kalp olduğunu görmek, ona garip bir haz veriyordu.
Salih mesajına kısa bir cevap yazdıktan sonra tekrar Murat’a döndü. Hafifçe kaşlarını kaldırarak sordu. "Yerde ne yapıyordun sen?" Murat, üstünü silkeleyip ayağa kalkarken, alaycı bir edayla cevap verdi. "Zemin ne kadar sağlam onu inceliyordum." Salih gözlerini devirdi. "Bana düşmez ama... Patron olduğunu nasıl unutursun? İşin gücün saçmalık. Şimdi de zemindeki mermerler mi?" dedi, gözlerini Murat’ın üstünden ayırmadan. Murat ellerini cebine koydu. Başını hafifçe yana eğdi. Alaycılığı ses tonundan eksik değildi.
"Ya bir unutmama izin vermedin ki? Sayende duvara yapıştırılıp etrafa 'ben patronum' diye avazım çıktığı kadar bağıracağım. İnsanların tahammül gücünü son damlasına kadar sömüreceğim. Nasıl fikir? Sana uyar mı?"
Salih varla yok arası tebessüm ederek duvara baktı. Onu ciddiye almadığını göstermek ister gibiydi. Ardından konuyu değiştirdi. "Onu bunu bırak. Baban bugün ikna etmek için ortaklarla konuşacak. Fazla şansımız yok ama yine de denemek istiyor." Murat iç geçirdi. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra, gözlerini Melek’e çevirerek söyledi. "Babama söyle kolay gelsin. Benim dışarıda, peşimde kuyruk olmuş sekreterimle işim var." dedi ve hiçbir şey olmamış gibi Melek’in yanına yürüdü. Melek hâlâ ne yapacağını bilmiyordu. Kaçmak istiyordu ama kaçamıyordu. Murat bir anda koluna girdi. Bu ani temas karşısında donup kaldı. Bir şey yaparsa daha kötü sonuçlar doğacağından emindi. O yüzden çaresizce onunla birlikte asansöre doğru yürüdü. Salih’e dönüp başıyla hafifçe selam verdi. Salih, Melek’in gözlerindeki çaresizliği okumuştu ama sessiz kaldı.
Asansör kapısı kapandığında Melek ellerini beline yerleştirip onu diz kapağına vuracakmış gibi eğildi ama Murat, Melek’ten önce davranıp asansörün üst köşesindeki kamerayı gösterdi. Gözlerinde yine o alaycı parıltı vardı. Melek başını geriye yasladı. Derin bir iç çekiş duyuldu. Bugün Murat Arsel’in şanslı günüydü. Melek’in ağzı ne kadar bozuksa, yumrukları da bir o kadar iz bırakırdı. Ama ne yazık ki, Melek daha fazla kendini tutmak zorundaydı. Kamera her şeyi kaydediyordu. Bu fırsat da kaçmıştı. Asansörde gergin bir sessizlik hakimdi. Zaman geçmek bilmiyordu. Melek kenarda duruyor, bakışlarını sabitlemişti. Düşünmemeye çalışıyordu ama düşüncelerinden kaçamıyordu.
Asansör nihayet durdu. Ancak ofis katına değil, garaj bölgesine inmişti. Murat önden çıktı. Melek de istemeyerek arkasından yürüdü. Murat Arsel’in son model kırmızı arabasının yanına geldiklerinde, Murat döndü ve sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi konuştu.
"Adres yanında mı?" dedi. Melek, birkaç saniye ne sorulduğunu anlayamadı. Ardından çekinerek sordu. "Mahir Bey’in adresi mi?" Murat kaşlarını kaldırarak baktı. Sinirini gizlemeyen bir ses tonuyla cevapladı.
"Hayır senin adresin. Bazen akıllı mısın, deli misin diye gerçekten düşünüyorum. Tabii ki Mahir Bey’in kaldığı otelin adresi." Melek, içini çekerek cebinden buruşturulmuş bir kâğıt parçasını çıkardı. Uzatırken gözlerini kaçırdı. Bu adamla aynı arabaya binmek istemiyordu. Ama ne yazık ki başka şansı yoktu. Murat, adresi aldıktan sonra arabasının kapısını açtı. Ön koltuğa geçti. Melek’in de binmesini işaret etti. Mecburen araca bindi. Kapılar kapandığında bir sessizlik daha çöktü içeri. Sessizlik... Her zaman en ağır konuşmaların öncesinde çöken uğursuz sessizlikti bu.
Her zaman, her kadına kibar davranan, her zaman şık, her zaman düzgün bir adam gibi davranan Murat, Melek’e yaklaşınca kibarlığının sınırlarını sonuna kadar zorluyordu. Ama konu baş belası sekreteri olunca, kibarlığı sadece ucundan görmekle yetiniyordu. Melek, bu ikilemi fark ettiğinde, tereddüt etmeye vakti yoktu. İş saati olduğu için, zaman kaybetmek istemedi ve bir an bile düşünmeden rahat koltuğa yerleşti. Arabanın konforuna kendini bırakırken, derin bir oh çekmeyi planlıyordu ama Murat, elindeki telefonu ona doğru uzatarak hemen planlarını altüst etti.
"Lanet olsun," diye mırıldanarak, tebessüm edip telefonunu Melek’e doğru uzattı. Gözlerinde, yine alaycı bir parıltı vardı. Melek, onun bu tavırlarını ne kadar görse de her seferinde aynı şekilde canını sıkmayı başarıyordu. Telefonu eline aldığında, gözleri biraz daha kasvetli hale geldi. Murat’ın gözlerine baktığında, karşısındaki egoist adamın kesinlikle beklediği gibi bir şey söylemesini beklemiyordu. Ama yine de, cevap vermek zorunda kalmıştı.
“İlk numarayı ara ve gelemeyeceğimi söyle. Sonra da çiçek yapması için rehberde ‘hediye’ yazan şirketi ara. Her zaman yaptığı kırmızı gülleri hazırlasın, Ladin Sokağı’na çabuk yollamasını söyle. Numara mı tanıyor zaten, sokağın ismi yeter,” dedi Murat, her kelimesinde alaycı bir ton vardı. "Bugün sen ve Mahir bey'den başka kimseye zaman ayıramayacağım." Melek, burnunda yakıcı bir öfke hissediyordu. Gözleri kızarmıştı, titriyor, her şeyin kendisini tıpkı bir köle gibi hissettirmesine izin vermemek için sıkı sıkı dişlerini kenetlemişti. Sadece bu durum karşısında daha fazla nefesini tüketmek istemiyordu.
“Yeter, Murat bey!” diye fısıldadı, kelimelerinin ne kadar sert olduğunu fark etmeden. Ama Murat, ona bakarak gülümsedi ve telefonu arka koltuğa attı. Melek, bir şeyler söylemek için ağzını açmaya çalıştı ama hiçbir şey demedi. Arabadan hızla inip, asansöre doğru yürürken, yine o keskin, alaycı tonla mırıldandı. “Patron olmanız, pisliklerinizi bana yaptırma hakkını size vermiyor.” Sinirinden gözleri parlıyordu. İçindeki bütün sabır tükenmişti. Gerçekten de bu kadar aşağılanmaya ne kadar daha dayanabilirdi? Kendini bir hizmetçi gibi hissetmek, Melek için dayanılmaz bir şeydi. Ama belki de en kötüsü, Murat’ın hâlâ üstüne gelmeye devam etmesiydi.
Murat, biraz daha adımlarını hızlandırarak, Melek’i geçmeye başladı. Yavaşça döndü ve sesini biraz daha yükselterek devam etti. “Eğer sen bu meseleyi çözersen… Ben de Mahir Bey ile görüşeceğim. Hemde hemen.” Melek, gözlerini sımsıkı kapadı. Bu adam gerçekten her şeyin üstesinden gelirken, şimdi de ona gözdağı mı veriyordu? Ne kadar alışkın olsa da, içindeki öfkenin biriktiğini hissediyordu. “İster görüşün, ister görüşmeyin. Sizin saltanatınız yıkılır, benim değil. Bu holdingin varisi siz değilsiniz, sanki ben olduğumu sanacaklar. Üzgünüm efendim, telefon hizmeti vermiyorum.” Melek, dudaklarını ısırarak, ne kadar cesurca tepki verse de içinde ona karşı hissettiği nefret ve öfke, kelimelerine damgasını vurmuştu.
Murat, ona doğru döndü ve alaycı bir gülümseme takındı. Ardından, sanki en önemli şeyi söylemiş gibi başını salladı ve son bir defa daha sert bir tonla söyledi. “Nasıl istersen… Ben yatağımda uzanmış yatarken, sen de bugün veya yarın kovulmak için beklerken, belki de aylığını bile alamazsın.” Melek’in vücudu bir an için gerildi. Bu tehdit, her geçen saniyede biraz daha belirginleşiyordu. Ama yine de bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Duraksamıştı, ama sesinde o keskin ve sert intikam arzusunun parıltıları vardı.
Murat, söylediklerini tamamladıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden arabaya doğru ilerledi. Melek, yerinde kalakaldı. İçindeki öfke, bedenini kasıyor, her kelimesiyle büyüyordu. Murat’ın söylediklerinden yalnızca birine bile itaat etse, bu işin sonu kesinlikle gelmeyecekti. Ama bir şey fark etmişti. Murat, ona son kez bakıp gittiği anda, bu hâlâ bir savaştı ve savaşı kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Onun her tehditlerinin arkasında durup, ona boyun eğmektense, pes etmeyecek ve yolunun sonuna kadar gitmeye karar vermişti.
Yüzündeki sinirli ifadeyi güçlükle bastırdı. Kaşlarını gevşetti. Dudak kenarlarını düzeltti. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Yavaşça ve kontrollü bir nefes aldıktan sonra yüzünü tamamen hissiz bir ifadeye bürüdü. Ne öfke vardı şimdi yüzünde ne de kırgınlık. Sadece bir maskeydi. Giydiği bu maskeyle Murat’a doğru yürümeye başladı. Az önce hışımla çıktığı arabaya bu kez son derece nazik bir edayla yaklaştı. Kapıyı dikkatlice açtı. İçeri oturdu. Arka koltuğa atılmış olan telefonu aldı. O an içindeki gerçek ruh halini gizlemek için var gücüyle uğraşıyordu. Murat’ın keyfi yerindeydi. Melek’i izliyor ama hiçbir şey söylemiyordu. Dudaklarının kenarında hafif bir tebessümle olan biteni izlemeyi tercih etmişti. Melek, telefonu ellerinde tartarken gözlerini devirdi. Derin bir iç çekti. Sanki büyük bir dağın tepesine çıkacakmış gibi bir hazırlıkla ekrana dokundu. İlk araması gereken kişiyi buldu. Ekrandaki "Ara" tuşuna bastı. Gözleri hâlâ öfke ve yorgunlukla doluydu.
"Çalıyor," dedi tükenmiş bir halde. Ardından kapıyı açıp arabadan indi. Yavaşça yürümeye başladı. Farkında olmadan Murat’a direktif verircesine döndü. "Açtı açtı..."
"Alo. Canım, neredesin?" Bu lafı duymak bile midesini bulandırmıştı. Tam o an bir öksürük geldi. Ardından kontrolsüz bir şekilde kısa bir gülme krizi. İğrençliğe gülüyor ama içinde biriken siniri bastırmak için başka seçeneği olmadığını da biliyordu. Sesini toparladı. Derin bir nefes aldı. Kendini ciddileştirmeye çalıştı. Çünkü karşı taraftaki kadının sesi gelmişti. Melek’in tahmin ettiği gibi, konuşmanın tınısında garip bir inilti vardı. "Pardon efendim. Murat Bey’in acil bir toplantısı çıktı. Gelemeyeceğini size belirtmemi istedi." Telefonun diğer ucundan gelen ses biraz daha netleşti. Bu kez inilti yoktu. Kadının sesi daha düz, daha sorgulayıcıydı. "Sende kimsin?"
Melek’in gözleri devrildi. Bekliyordu bu soruyu. Ama hazırlıklı sayılmazdı. "Sevgilimi ver bana. Onunla konuşmak istiyorum." Melek, sesli bir of çekti. Bir anlık öfkeyle telefonu neredeyse kapatacaktı. Sonra kendini tuttu. Telefonun alt kısmını avucuyla kapattı. Derin bir nefes aldı. Karşı taraf duymasın diye sesi alçaltarak Murat’a döndü. "Efendim. İnanmıyor. Siz konuşsanız? Biraz daha yok dersem küfür edecek gibi." Telefonu Murat Arsel’e doğru uzattı. Ama Murat kımıldamadı. Ne elini uzattı ne de konuşmaya niyetli olduğunu belli etti. Gözlerini uzaklara dikmişti. Dudaklarında o tanıdık küçümseyici gülümseme belirmişti.
Bu sırada telefondan cırlama sesleri yükseldi. Kadın bağırmaya başlamıştı. Melek, yüzünü buruşturdu. Kulaklarına zarar verecek kadar tizleşmişti ses. Çaresizce telefonu tekrar kulağına götürdü. Ama tam o sırada Murat, kaşlarını çatarak hafifçe ona döndü ve uyardı. "Sekreter. Sakın gay filan deme. Bu hatayı üçüncü defa yapmana izin vermiyorum." Melek, başını yavaşça salladı. Gözlerini kısmıştı. Dişlerini sıkıyor ama bir şey demiyordu. Artık sözlerinin işe yaramadığını biliyordu. Ona sadece başını sallayarak onay verdi. Ardından telefonu tekrar kulağına dayadı. "Haber verdim ama... Toplantıdan çıkma şansı yokmuş."
Karşı taraf yine sinirle parladı. "Ben kimim biliyor musun? Nesrin Birkan’ım. Sevgilime yanaşıp beni uzaklaştırmaya çalışan kaşarları bertaraf etmesini iyi bilirim. Erkeğimle konuşmak için senin gibi birinden emir alacak değilim. Şimdi sekreter misin, her kimsen... Meşgul etme beni. Çabuk ver onu. Murat’la arama girecek kimseyi tanımıyorum."
Melek’in gözleri büyüdü. Elleri titremeye başlamıştı. Bu kadının pervasızca konuşmasına tahammül edemiyordu. Dudağını sinirle ısırdı. Kaşları çatılmıştı. Eğer bu hakaretleri yüzüne karşı biri yapsa, onu hastanelik ederdi. Ama bu telefondan gelen cüretkâr sözlere karşılık veremezdi. Yanında Murat varken hele hiç veremezdi. Çünkü bu adam, Melek’in sinirlenmesini izlemekten zevk alıyordu. Onu yükselirken izlemek, Murat için adeta bir eğlenceydi.
“Ne alaka hanımefendi. Aranıza girmeyi bırak, yakınınızda bile durmak istemem,” dedi. Sesi sakin ama tonundaki öfke kontrolsüzce parlıyordu.
Nesrin konuşmaya devam ediyordu. Melek artık ne dediğini duymuyordu bile. Kelimeler aklına değil, direkt sinir sistemine çarpıyordu. Her cümlesi ayrı bir bıçak gibiydi. Ama yine de sakin kalmaya çalıştı. Burnundan derin bir nefes aldı. Gözlerini yere dikti. Son bir hamle yapmadan önce, Murat’a dönerek nazik bir şekilde konuştu. “Murat Bey. Birkaç adım uzaklaşabilir miyim? Şu anda bana küfür ediyorda. Konuşmamı bitirip hemen dönerim.”
Murat cevap vermedi. Sadece başını hafifçe salladı. Umurunda bile değildi. Melek, telefonu kulağında hâlâ konuşan kadından uzaklaştırmadan yavaşça yürümeye başladı. Araba ile otoparkın arasındaki birkaç metreyi aşarak sessiz bir köşeye geçti. Ses hâlâ kulağındaydı. Nesrin hiç susmadan konuşuyordu. Melek’in gözleri kapanmıştı artık. Kendini kaybetmemek için tek çare buydu. Gözleri kapalıyken sadece derin nefes alabiliyordu. Belki birkaç saniye içinde bir patlama yaşanacaktı ama o an için kendine hâkim olmalıydı.
Çünkü bu kadın, Melek’in sinir sınırlarını test ediyor ama asıl sınavı, yanında susan adam izliyordu. Melek şimdi sadece bir kadınla değil, sabrının ve gururunun düşmanı olan Murat Arsel’le de mücadele ediyordu. Ve bu mücadelede sakinlik, en büyük kozuydu. Ama bir yerde... Herkesin sabrı taşardı. Melek'in ki de taşmak üzereydi.
Arkasını döndü. Kalbindeki öfkenin titreşimini bastırarak yürüdü. Patronuyla arasında belli bir mesafe bırakana kadar ilerledi. Ardından durdu. Gözlerini kapattı. Nefes aldı. Derin. Uzun. Sonra boğazını temizledi. İçindeki bütün kırgınlığı ve patlamaya hazır kelimeleri bastırarak cümlesini son kez toparladı. Sesi düz, neredeyse profesyonel bir soğuklukla çıktı.
"Efendim, Murat Bey toplantıda. Anlayışınız için teşekkür ederim. Şimdi büyük bir sabır ayini yaptığımı düşünerek yüzünüze kapatıyorum."
Karşıdan bir sessizlik geldi önce. Ardından patlama gibi bir ses. "Bak daha halen utanmadan konuşuyor. Sevgilimi ver. Yanında çalıştığın için mi bu kadar kendine güveniyorsun? Senin gibileri biliyorum ben."
Melek gözlerini kıstı. Ağzı hafifçe aralandı. Yüzünde öfkenin ince bir titremesi belirdi. Başını sağa doğru çevirdi. Murat hâlâ arabadaydı. Hâlâ yerindeydi. Bu ona bir tür onay gibiydi. Artık sınırları aşabilirdi. Dudaklarından sözcükler, içindeki sabrın son kırıntılarıyla birlikte döküldü. "B*k biliyorsun." Bu cümle kelimeden çok bir darbe gibiydi. Nefes alır gibi söyledi ama içi boş değildi. Dolu dolu, zehir gibi, keskin bir hançerdi. Murat’a bir göz attı. Hâlâ arabada. Gözlerinde bir mimik yoktu. Sanki olup biteni izlemeyi tercih etmişti. Melek telefonu tekrar kulağına götürdü. Artık gözleri kıpkırmızıydı.
"Yeter. Yeter anladın mı? Kaldırım taşı. Tuvalet taşı. Sifon pompası. Sen kimsin ki bana, kendi hak ettiğin lafları sıralarsın. Sevgilin olacak adamın kaçıncı sevgilisisin haberin var mı? Sustum diye kendini hangi caddenin gülü sandın? Allah belanı versin senin."bKarşı taraftan bir anlık sessizlik geldi. Ardından haykırarak sorulan bir cümle.
"Sen bana mı dedin bu lafları? İsmini ver. Sekreter, ismini ver çabuk." Melek’in sesi artık netti. Kendinden emindi. Korkmuyordu. Artık sabır eşiği kırılmış, sözler zincirlerinden boşanmıştı.
"Senden korkan senin gibi erkek düşkünü olsun. Melek Kapya. Bir kağıda yaz. Unutma sakın. Bir de buraya mutlaka kendin gel. Danışmaya ismini tanıt ki bana bildirirlerken yanlışlık olmasın."
Ağzı kurumuştu. Dilinin altında neredeyse bir gram tükürük kalmamıştı. Ama durmadı. Son kalanını yuttu. Sesini bileğe çevirdi. Tonu daha keskin hale geldi. "Senin pazarda üç kuruşa tav olduğun vücuduna neler yapacağımı tahmin dahi edemezsin."
"Sen. Sen. Sen..."
"Ne sen. Sen. Yeter be. İnsanda biraz akıl olur. Mantık yürütür. Yalan borcum mu var sana? Niye yalan söyleyeyim? Toplantı var diyorsam, toplantıdadır. Herkesi kendiniz gibi görmekten vazgeçin. Adam seni istemiyor. O sana tekme atmadan sen ona atsaydın ya."
"Ben seni sevgilime şikayet edeceğim. Görürsün."
"Et. Tabii ki. Hemen et. Elli. Kollu. Yedi ceddine selam da söyle. O anlar. Şimdi gevşek ağzını topla ve tanımadığın insana kendi lakaplarını takma. Hadi. Seni büyük bir hasretle bekleyeceğim. Bay bay." Telefonu kapattı. Ekrandaki ışık söndü. Eline inmiş cihazı sıktı. Sonra derin bir nefes verdi. Nefesiyle birlikte içindeki yangını da bırakmak ister gibi. Gözlerini kapattı. O an küçük bir rahatlama dalgası vücuduna yayıldı. Kendi kendine, sessizce ama anlaşılacak bir tonda konuştu. "Oh be. Milletin sevgilisini biz adam ediyoruz."
Başını kaldırdı. Gülümseyerek yürümeye başladı. Adımlarında hafif bir zafer edası vardı. Konuşma esnasında kendisine hâkim olduğu her saniye için kendini takdir ediyordu. Ama artık kontrol değil, rahatlama zamanıydı. Bedeni gevşemiş, kalbi yavaşlamıştı. Yavaş yavaş Murat’a doğru ilerlerken onu fark etti. Murat, arabadan çıkmıştı. Aracın kapısına dayanmış, ellerini cebine sokmuş, gözleriyle Melek’i süzüyordu. Yüz ifadesi boştu. Ne gülümsüyordu ne de kızgındı. Sadece izliyordu. Anlamaya çalışıyor gibiydi. Karşısındaki kadının ne kadar ileri gidebileceğini çözmeye çalışıyor gibiydi.
Murat, Melek’in küfür dolu konuşmasını baştan sona duymuştu. Arabada oturmaktan sıkıldığı için dışarı çıkmıştı. Tam çıkarken Melek’in ses tonu kulaklarına çalındı. Başta eğlenceli bulmuştu. Ama sonra kelimeler, birer birer netleşmeye başladı. Her kelimenin ardında yılların birikimi vardı. Sabırla örülmüş duvarlar birer birer yıkılırken Murat sadece izlemeyi tercih etti. Çünkü bu kadının neler yapabileceğini görmek istiyordu. Melek, onun bu ifadesiz yüzüne yaklaşırken içinde ufak bir gurur parladı. Her ne kadar Murat onu delirtse de, Nesrin gibi birine karşı dimdik durabilmişti. Kendisini ezdirmemişti. Küfürleriyle, hakaretleriyle, sesiyle. Geri adım atmamıştı. Şimdi Murat’a yaklaşırken bunu onun da görmesini istiyordu. Çünkü biliyordu. Murat Arsel için zayıflık nefret ettiği bir şeydi. Ama dik duruş, saygı duyduğu tek şey olabilirdi.
Murat ise onu seyrederken şunu düşünüyordu. "Karşımdaki kadın bir sorun değil. Bizzat kendisi başlı başına bir bela. Ama belki İhtiyacım olan bela tam da buydu." Ayakları yere sağlam basarak Murat’ın karşısında durdu. Hiçbir şey söylemedi. Sadece gözlerine baktı. Ne pişmanlık vardı içinde ne de utanma. Sadece haklılığın ve dikliğin huzuru. Murat ise o gözlerde ilk kez başka bir şey gördü. Patron-sekreter ilişkisinin ötesinde bir şey. Korkusuzluk. Cesaret. Kendi dilinde konuşan bir zihin.
Melek Kapya yalnızca bir sekreter değildi. O, yeri geldiğinde savaş açabilecek kadar cesur, yeri geldiğinde bütün zehrini tek cümleye sığdırabilecek kadar zeki bir kadındı. Ve bu, onun için ya büyük bir risk ya da büyük bir şans olacaktı.
Ve o an Murat Arsel şunu fark etti. Melek Kapya yalnızca bir sekreter değildi. O, yeri geldiğinde savaş açabilecek kadar cesur, yeri geldiğinde bütün zehrini tek cümleye sığdırabilecek kadar zeki bir kadındı. Ve bu, onun için ya büyük bir risk ya da büyük bir şans olacaktı.
"Tamam hallettim. Sevgiliniz anlayışla karşıladı." dedi, sesinde gururla karışık bir rahatlık vardı. Sanki zor bir işi başarmış gibi duruyordu. "Valla onun yerinde başkası olsa. O da anlayışla karşılardı." diye karşılık verdi Murat. Gözlerini Melek’ten ayırmadan söyledi bu cümleyi. Alaycı, hafif sinirli ama hala kendini tutan bir tondaydı. "Anlamadım efendim." dedi Melek. Gözlerinde hem masumiyet hem de sorgulayan bir bakış vardı. Gerçekten neye sinirlendiğini çözememiş gibiydi.
"Diyorum ki. Hadi kadını sözlerinle baya bir sıvadın. Eyvallah. Ama benim yedi ceddimden ne istiyorsun?" Murat’ın sesi sakin gibi dursa da içinde kaynayan öfke, dudaklarının kıyısındaki sertlikte belli oluyordu. Yanında oturmasına rağmen sanki aralarında kilometrelerce mesafe varmış gibi konuşuyordu. Melek ağzını eliyle kapatıp hayretle sordu. "Duydunuz mu?"
"Duymak mı?" dedi Murat. Gözleri yola dönmüş olsa da yüzünde bir tebessüm vardı. "Valla erkek olduğum halde bilmediğim birçok kelime olduğunu öğrendim sayende. Ben kendimi kavga ederken kötü bilirdim. Ama sen... Sen benden de kötüsün." Başını hafifçe iki yana salladı. Ne diyeceğini bilemiyor gibi bir hali vardı. Bu kadarına alışık değildi. Melek onu şaşırtmıştı. Sinirlendirmişti. Ama bir yanıyla da merak uyandırmıştı.
Sonra aniden durdu. Ceketini düzeltti. Ciddiyetle kapı koluna uzanıp arabanın kapısını Melek için açtı.
"Binecek misin?" demedi. "Hadi." demedi. Ama bakışı her şeyi söyledi. "Şimdi sokak ağzı tartışmandan bahsetmeyeceğim." dedi ve direksiyonun başına tekrar geçti. Şoför koltuğuna otururken omuzlarını geriye attı, elini direksiyona koyarken dudaklarının kenarında hafif bir kasılma vardı. Bu tartışma onun kafasında hâlâ dönüyordu ama belli ki artık kapatmak istiyordu. Derin bir nefes aldı. Motorun sesini duymadan önce, yarıda kalan cümlesine kaldığı yerden devam etti.
"Hadi. Mahir Bey’in yanına gidip, ilk yenilgide kaçan o ortaklarımıza güzel bir sürpriz hazırlayalım. Madem ilk fırtınada batacaklardı. Keşke hiç yola çıkmasalardı."
Bir anlığına sustu. Yüzü tekrar ciddileşti. Aynadan Melek'e kısa bir bakış attı. "Bu işte vicdan yok sekreter. Herkesin canı yanar ama herkes senin gibi sesiyle değil kelimeleriyle saldırmaz. Sen sustuğunda bile bir şey anlatıyorsun. Ama konuştuğunda... Savaş ilan ediyorsun."
Melek başını çevirdi. Pencereden dışarıya baktı. İçinde biriken cevapları yutkundu. Söylese yangın çıkacaktı. Söylemese içinde büyüyecekti. Murat arabayı çalıştırdı. Radyo sessizdi. İçeride motorun ve kalplerinin ritmi dışında bir ses yoktu. Yola çıktılar. Her kilometrede sözlerin izi kalıyordu. Ve Melek, camdan dışarı bakarken içinden geçirdi.
“Savaş ilan ettiysem... En azından artık neden savaştığımı biliyorum.”
_________
Yeni bölümde görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |