
Selam arkadaşlar yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.
Yanımda olduğunuz bana destek olduğunuz için teşekkürler.
Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶
___________
“Hadi şimdi Mahir Bey’in yanına gidip, ilk yenilgide kaçan ortaklarımıza sürpriz hazırlayalım.” Bu söz, aralarındaki bağın yalnızca iş arkadaşlığı değil, aynı zamanda güvene dayalı bir birliktelik olduğunu da gösteriyordu. Melek bu sözleri duyduğunda yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Bu bir kararlılığın, bir bağlılığın ve en önemlisi de pes etmeyen bir ruhun ifadesiydi. Artık sadece iş için çabalayan, patronuna hizmet eden bir çalışan değil, kendi eserinin temellerini atan biriydi. Göğsünü gere gere, içinde sessizce “Bu adam benim eserim. Onu ben eğittim.” diyerek gurur duyuyordu. Henüz her şeyin başındaydı ama içten içe inanıyordu ki bu projenin mimarı o olacaktı. Kararlı ve güçlü duruşu, her geçen gün Murat Arsel’in bakışlarında karşılığını buluyordu. Aralarında hâlâ görünmez bir mesafe vardı, elbette. Bu adamdan hoşlanmadığına emindi. Sert, soğuk ve ukala buluyordu onu. Ama yine de içindeki bir ses, belki de kalbinin inatçı bir köşesi, onun değişebileceğine dair bir umut taşıyordu. Belki zamanla bu önyargıların yerini farklı bir şey alacaktı. Belki de her şey onun güçlü duruşuyla yeniden şekillenecekti.
O sırada holdingin diğer katında, sessizliğin arasında yankılanan adımlar duyuldu. Salih Saraç, ağır ama kendinden emin adımlarla sekreter odasına girmişti. Üzerinde her zamanki gibi şık bir takım elbise vardı. Yüzünde ciddi ama hafif yorgun bir ifade yer alıyordu. Odaya girer girmez, başını hafifçe eğerek herkesi selamladı. Ardından gözlerini doğrudan Merve’ye çevirdi. Masasına doğru ilerlerken bir yandan konuştu.
“Merve, nerede kurula gönderdiğimiz raporlar? Bana gönderdiğin bütün dosyalara baktım, yoktu.” Sesi ne yüksek ne de yumuşaktı. Kararında, ama baskın bir tonla konuşmuştu. Bu bile Merve’nin hafifçe irkilmesine yetmişti. Ancak genç kadın kendini toparlayarak dosyaları bulmak için dikkatle masasına yöneldi. O gün sabah eline geçen dört dosyayı kontrol etmişti. Bir anlık panik yaşasa da, hemen toparlandı. Derin bir nefes aldı. Gözleriyle klasörlerin arasında gezindi. Sonunda aradığı dosyayı buldu ve yerinden çıkararak Salih Bey’e uzattı. Salih dosyayı alırken teşekkür bile etmedi ama masasının üzerine bıraktıktan sonra eliyle ahşap masaya ritmik bir şekilde vurmaya başladı. Sanki zihninde bir melodi vardı ve o melodiyi dışarıya yansıtarak düşüncelerini toparlıyordu.
Bu sırada farkında olmadan arkasında üç çift göz bırakmıştı. Yaren, Ayşe ve Suzan... Onlar, ofisin en çok konuşulan, aynı zamanda da en az güvenilen dedikodu grubuydu. Salih Saraç gibi genç, başarılı ve yakışıklı bir adamın gelişi onlar için günün en güzel anıydı. Gözleriyle bile insan soyabilen bu üçlü, Salih’in her adımını adeta izliyor, bakışlarıyla üzerindeki kıyafeti yorumluyor, nefes alışverişinden bile hikâyeler uydurabiliyorlardı. Gözleri adeta bayram etmişti. Salih odadan çıkar çıkmaz, tıpkı önceden kararlaştırılmış gibi, klasörlerin konduğu köşeye toplanmışlardı. Dışarıdan dosya seçiyor gibi gözükseler de aslında tek yaptıkları, Merve ve Hacer’i çekiştirmek, Salih’in kimlere daha sıcak baktığını tartışmaktı.
Ancak bu grubun dışında kalan, kendi hâlinde ama işine son derece sadık iki kadın vardı. Merve ve Hacer. Ne bu dedikoduya bulaşmışlar ne de bulaşmak istemişlerdi. Zaten isteseler de bu üçlü onları aralarına almak niyetinde değildi. Ama esas neden, Merve’nin kendi hayat tarzıydı. Mutaassıp bir aileden geliyordu. Yakın zamanda evlenmek üzere sözlendiği adamla ciddi bir ilişki yaşıyordu. Başını örtüyor, ölçülü davranıyordu. Gülüşü bile seviyeliydi. Kimseye yüksek sesle bağırmaz, laf sokmaz ama gerektiğinde öyle bir bakardı ki, karşısındaki kişi yerin dibine geçerdi. Holdingde iki yıldır çalışıyordu. Başta birçok kişi onun bu tavırlarıyla dalga geçmiş, hatta baş sekreter dâhil olmak üzere Ayşe, Yaren ve Suzan onun istifa etmesi için türlü komplolar kurmuşlardı. Ama ne zaman ki Fahri Bey ve Salih Saraç onun arkasında dimdik durdu, işte o zaman tüm oyunları boşa çıktı. Bu yüzden şimdi artık sadece kendi aralarında konuşabiliyorlardı. Çünkü açık bir şekilde karşılarına çıkacak cesaretleri kalmamıştı.
Merve, zamanla bu işyerinde kendine sağlam bir yer edinmişti. Hangi dosya hangi departmanda, hangi evrak nereye gider, hepsini ezbere bilir hale gelmişti. Kısa sürede çok yol kat etmişti. Sakinliği, bilgisi ve iş ahlakıyla birçok kişinin saygısını kazanmıştı. Onun en yakın dostu ise Hacer’di. Hacer, dışarıdan soğuk biri gibi gözükse de aslında içten içe çok sıcak, yardımsever ve akıllı bir kadındı. Konuşmayı sevmezdi ama konuştuğunda etkileyici cümleler kurardı. Kimseyle gereksiz samimiyet kurmazdı. Aynı Merve gibi, onun da kalp kırmaktan ödü kopardı. İkisi birlikte büyük bir sır gibi dostluklarını saklıyorlardı. Çünkü bu dostluk Merve’yi hedef hâline getirebilirdi. Merve yalnız görünmeyi tercih ediyordu. Kimsenin gözüne batmak istemiyordu. Hacer ise onun bu kararına saygı duymuş, sessizce yanında durmaya devam etmişti. Gerçek bir dost gibi...
Hacer, kısa boylu, minyon yapılı, klas giyimli bir kadındı. Ciddi duruşu, düzgün Türkçesi ve kendine güveni sayesinde insanlara mesafe koyabiliyordu. Ayşe, Yaren ve Suzan’ın ondan çekinmesinin en büyük nedeni, hatalarını yüzlerine vurmadan düzelten tavrıydı. Hataları gördüğünde üstlerine şikâyet etmek yerine önce sorumlu kişiye açıkça söylerdi. Bu tavır, ofiste çoğu kişinin ona karşı saygı duymasını sağlıyordu. Asla arkasından konuşmazdı. Gözünün önünde olan yanlışı, göz ardı etmezdi. Bu yönüyle birçok kişinin hayranlık duyduğu ama yakın olmaktan çekindiği biriydi.
Merve ve Hacer, ofisin sessiz gücünü temsil ediyorlardı. Dedikodudan uzak, işlerini en iyi şekilde yapmaya çalışan, arka planda ama etkili olan iki kadın. Herkes onların farkındaydı. Ama kimse onların ne kadar güçlü olduklarını tam anlamıyla tahmin edemiyordu. Çünkü onlar sessizce ama kararlı bir şekilde bu savaşın içinde dimdik duruyorlardı. Ve belki de en büyük güç, tam da bu sessizlikte gizliydi.
Dosyaların hemen önünde, holdingin en tartışmalı üçlüsü yine günün dedikodu seansına başlamıştı. Kimi zaman seslerini kısarak, kimi zaman içlerinden gelen öfkeyi bastıramayarak konuşuyorlardı. Üçü de dikkat çekici şekilde süslenmiş, o günkü kıyafetlerini özellikle seçmiş gibiydi. Kalem etekler, abartılı topuklular ve dudaklarında koyu renk ruj... Sanki ofise değil de bir podyuma çıkmaya hazırlanıyorlardı. Bu üçünün de hizmet ettikleri patronlar şirketin küçük hissedarları olduğundan yükselmeleri imkansızdı. Ama aslında asıl hazırlıkları, yeni hedeflerine yönelttiği kıskanç bakışlardı.
Yaren, bir an etrafı kolaçan ettikten sonra diğerlerine döndü. Gözlerini dosyaların başında, sakin şekilde çalışan Merve’ye dikti. Onun bu sükûneti ve kendinden emin tavrı, içten içe onları çıldırtıyordu. Gıpta mıydı, kıskançlık mıydı, yoksa sadece güçsüzlüklerini örtmeye çalışmak mıydı, kimse tam olarak bilemezdi. Ama Yaren’in içini kemiren bu duygular artık dayanılmaz hale gelmişti. Yutkundu. Dudaklarını ısırarak ilk sözü aldı. “Sakın bana kızmayın ama... Tamamen aptal olduğumuzu düşünüyorum.” dedi. Sözlerinin etkili olması için cümleyi ağırdan almıştı. Gözlerini hâlâ Merve’den ayırmadan konuşuyordu. Göz ucuyla bakıldığında onun işlerine gömüldüğü sanılabilirdi ama aslında kulakları onları dinliyor muydu, bundan emin olamıyorlardı.
Yaren, kızlara döndü. “Öyle bakmayın şimdi açıklayacağım.” dedi. “Bu kirli bez parçası Merve burada olduğu sürece, bizden biri ne Salih Bey’in sekreteri olabilir ne de sevgilisi. Hadi diyelim Murat Bey’i ben kaptım. Ya siz? Hacer bile çaktırmadan Salih’in yanında. Bir de evlendikten sonra burada çalışmaya devam edecekmiş. Akıl alır gibi değil. Vallahi sinir oluyorum. Bu ikisi dönüşümlü olarak Esila hanım ve Salih Bey'in sekreterleri olmalarından bıktım.”
Ayşe, bir yandan tırnağını kemiriyor bir yandan Yaren’in sözlerine kafa sallıyordu. Suzan ise çoktan hınzır bir ifadeyle gözlerini kısıp dinlemeye başlamıştı. Yaren’in sesi hafif yükselmeye başladı. İçindeki kıskançlık, sabırsızlığa karışmıştı. “Biz burada en basit, vasıfsız müdürlerin sekreterliğini yapalım. Adamlar resmen sabah işe gelince gözlerini üzerimize dikip, ne giymişiz, eteğimizin boyu ne kadar, rujumuz hangi ton diye inceledikten sonra, tacizlerine katlanalım. Onların saçma sapan emirlerine itaat etmek zorunda kalalım. Sırf bir gün ‘yukarıya’ çıkabilme hayaliyle kendimizi ezdirelim. Bir kere ya bir kere Murat Bey'in odasına girme şansım oldu. Normalde ne yaptıysam oralı olmaz beni kovardı. Eteğimi sıyırdım gömleğimin düğmelerini açtım. O istemeden kucağına bile hızla oturdum. Beni yine kovdu, duymamış gibi davranıp oyun kolunu alıp onunla oyun oynuyor gibi yaptım. Yeter ki beni kovmasın ona sahip olayım diye. Tam ilk defa bu şirketin en güçlü erkeğine sahip olacaktım. O Melek denilen zebani dövmediği kaldı. Böyle adalet mi olur?”
Dudağını öfkeyle ısırdı. “Bu işyerinin en iyileri kim? Kim onların yanında gezmek için kendini paralar. Tabii ki Murat Arsel ve Salih Saraç ve Esila Altun. Ama üçününde sekreterleri var. Birini aldık mı, bu iş biter. O zaman kimse bizimle yarışamaz. Aralarında ki en güçsüz sekreter Merve. Hacer olmaz Melek bizi dövebilir ama Merve mıymıntı hiçbir şey yapamaz.” Tam cümlesini tamamlayacaktı ki, Suzan her zamanki gibi sabırsızlıkla onun sözünü kesti. Söz kesmek onun en büyük huyuydu. Dinlemekten çok konuşmayı severdi. Üstelik söyledikleri çoğu zaman kırıcı ve mantıksızdı ama bu onu asla durdurmazdı.
“İyi de Murat Bey normalde senin yüzüne bile bakmıyor.” dedi. “Sanki dalga geçiyor gibi. Kendini soyan sensin kucağına oturan da. Bazen Murat Bey'in bakışlarında üçümüze karşı resmen küçümseme olduğunu fark ediyorum. Aptal gibi görüyor bizi.” Sonra gözlerini kısıp sinsice gülümseyerek devam etti. “Aslında bence bu Merve’yi o sapık müdürüme söyleyelim.” Konudan konuya geçmişti. Bu fikir, her ne kadar saçma olsa da Suzan için oldukça mantıklıydı. En azından onun kıt aklında öyleydi. İçinde bulunduğu çaresizliği ve ezilmişliği başka bir kadına zarar vererek örtbas etmeye çalışıyordu.
Gülmeye başladı. Kıkırdayarak konuşmaya devam etti. “Benim müdür tam bir sapık. Her gün aynı şey. Baksana kalçama, resmen el izi kalacak diye korkuyorum artık. Sürekli dokunmaya çalışıyor. Odasına her girdiğimde beni ilk defa görüyormuş gibi öküz gibi bakıyor. Aynı şeyleri Merve’ye yaparsa dayanamaz. O hemen istifa eder. Benim kadar güçlü değil ne de olsa. Biraz bile baskıya gelmez.” Ayşe ve Yaren, Suzan’ın bulduğu çözüme ilk anda bir şey demediler. Göz göze geldiler. Yüz ifadeleri, “yeter artık” demek istese de ağızlarından tek kelime çıkmadı. Çünkü Suzan’a laf anlatmanın bir yolu yoktu. O her zaman kendi bildiğini okur, sonra da kurduğu karmaşanın içinden ilk kaçan olurdu.
Gülüşmeler azaldığında, üçlü dikkatleri fazla üzerine çekmemek için yerlerine geçti. Ama her biri hâlâ içten içe o gün nasıl bir adım atacaklarını, kimin ayağını kaydırabileceklerini, hangi adamı etkileyebileceklerini düşünüyordu. O masa başında sadece kahve içilmiyor, bir rekabet savaşı da veriliyordu. Onlar birbirine gülümseyerek bakarken bile aslında her biri diğerini arkadan bıçaklamaya hazırdı. Bu ofiste entrika, kahve gibi günlük rutinin bir parçasıydı. Ve en çok konuşanlar, en az güvenilenlerdi. Ama bunu yalnızca gerçekten güçlü olanlar fark edebilirdi. Ve ne Suzan, ne Yaren, ne de Ayşe... henüz o seviyeye ulaşamamışlardı.
Şirkette zihinsel savaş devam ederken Murat ve Melek arabadaydı. “Daha çok var mı otele?” diye sordu Melek, gözlerini yolun sonsuzmuş gibi uzanan çizgilerinden ayıramadan. Yanında oturan ve direksiyonu sıkıca tutan Murat Arsel’e kısa bir bakış attı. Siyah güneş gözlükleri gözlerini perdelese de, yüzünde alışıldık ciddiyet vardı. Gözlüklerin ardından bile belli oluyordu ifadesi. Sessizce başını hafifçe eğerek ona bir cevap verdi. Konuşmadan, yalnızca bir baş hareketiyle “geldik” demişti.
Melek bu sessiz ama kendinden emin adamı tanıdıkça şaşırıyor, karmaşık duyguların arasında sıkışıp kalıyordu. Sanki içinde belli belirsiz bir şey kıpırdıyor, küçük bir sızı gibi kalbine çarpıyor, geçip gidiyordu. Bu sızı, tam olarak neye aitti, o da bilmiyordu. Belki bir merak, belki bir hayranlık, belki de yalnızca yabancısı olduğu duyguların ilk temasıydı. “Işte geldik. Vale’ye arabayı verelim,” dedi Murat, arabayı lüks otelin önünde yavaşça durdururken.
Arabadan aynı anda indiler. Murat anahtarı valeye teslim edip birkaç kısa kelimeyle bilgilendirme yaptıktan sonra Melek’le birlikte büyük döner kapıya yöneldiler. Melek adım attıkça kalbindeki heyecan yükseliyor, ayakları sanki yere hafifçe değiyordu. Kapının dönmesiyle birlikte içeri adım attıklarında, hayatında ilk kez gördüğü bu ihtişam karşısında nefesi hafifçe kesildi. Bu kadar büyük, bu kadar şık ve zarif bir oteli sadece televizyon ekranlarından, o da birkaç magazin programında görmüştü. Şimdi ise içindeydi. Gerçekti.
Loş ama sıcak ışıklarla aydınlatılmış, altın detaylarla süslenmiş geniş bir lobi karşıladı onları. Girişteki kristal avize neredeyse göz kamaştırıyordu. Yerler cilalı mermerle kaplanmıştı ve her adımda sessiz bir yankı duyuluyordu. Otelin havasında bir zarafet, bir ihtişam ama aynı zamanda bir rahatlık vardı. Lüks ama soğuk değil, gösterişli ama sıkıcı değil. Sanki burada kalmak, kendini özel hissetmek için yaratılmıştı.
Resepsiyona yaklaşıp Mahir Bey’in nerede olduğunu sordular. Danışman gülümseyerek, nazik bir tavırla onları yönlendirdi. Girdikleri kapının karşısındaki koridordan yürümeye başladılar. Koridorun iki tarafında zarif tablolar, bazı köşelerde yerleştirilmiş yapay değil, canlı bitkiler vardı. Kırmızı ve mavi tonlarının hakim olduğu tasarım, otele genç ve modern bir hava katmıştı. Bu detaylar, otelin yalnızca bir konaklama yeri değil, aynı zamanda bir deneyim mekânı olduğunu hissettiriyordu.
Lobinin hemen ilerisinde genişçe bir oturma alanı vardı. Gelişi güzel yerleştirilmiş gibi görünen ama aslında oldukça özenle seçilmiş koltuk ve kanepeler, ziyaretçilerin rahat etmesi için birebirdi. Bazıları koltuklara yayılmış, koyu bir sohbet eşliğinde kahvelerini yudumluyordu. Kimileri ise kitap okuyor, telefonlarına bakıyor ya da yalnızca dinleniyordu. Ancak en dikkat çeken detay, köşelerde oturan çiftlerdi. Balayında oldukları her hallerinden belliydi. Göz göze geldiklerinde bir tebessüm, bir fısıltı, bir dokunuş... Birbirlerine dokunmak için âdeta fırsat kolluyorlardı. Melek, bu manzaraya baktıkça içinde farklı duygular dalgalanmaya başladı. Hayatında hiç tatmadığı bir sahneydi bu. Sevilmek, birlikte bir yere gitmek, bir tatil planı yapmak. Bunların hiçbirine sahip olmamıştı. Annesi aklına geldi. Hayatı boyunca hep çalışmış, hep çabalamıştı ama tatil kelimesi onun için yalnızca uzaktan hayalini kurduğu bir rüyadan ibaretti. Ömrü boyunca bir kere bile deniz kenarında kahve içememişti. Melek’in içini bir acı kapladı. Gözlerini yere indirip, dişlerini sıkarken içinden konuştu. “Annem ile yapamadım ama babam ile bir tatil yapacağım,” diye mırıldandı. Belki bu tatil, geçmişe bir özür, geleceğe bir adım olacaktı.
Koridorun sonunda yemyeşil bir alana bakan büyük camlı kapıdan geçtiler. Dışarıdan güneşin sıcaklığı içeriye tatlı bir parlaklık katıyordu. Kapının hemen arkasında, genişçe bir açık alan vardı. Yeşil çimenlerle kaplı bu alanın bir köşesinde spor sahası yer alıyordu. Danışmanın tarifine göre Mahir Bey burada bir grup arkadaşıyla zaman geçiriyordu. Gözleriyle alanı taradılar. Karşılarında beyzbol oynayan üç adam belirdi. Biri şişman, biri oldukça zayıf, diğeri ise normal kiloluydu. Sade ama temiz kıyafetleri vardı. Görünüşlerinden ziyade tavırları dikkat çekiciydi. Sohbet ederken kahkahalar atıyor, birbirlerine laf yetiştiriyorlardı. Murat, gözlerini şişman olan adama dikti. “Mahir Bey bu olabilir,” dedi sessizce. Melek başıyla onayladı. Gerçekten de danışmanın tarifine uyan kişi o olmalıydı.
İkisi de aynı anda adımlarını hızlandırıp sahaya doğru ilerlediler. Mahir Bey ve arkadaşları onları fark edince oyunlarını bıraktılar. Murat önce şişman adamın önünde durdu. Kibar ama kendinden emin bir şekilde elini uzattı. “Murat Arsel. Sizinle tanışmak benim için büyük bir memnuniyet,” dedi. Mahir Bey sandıkları adam geniş gövdesi ve neşeli yüzüyle eli sıktı. Gözleri samimi, sesi tok ve dostçaydı. Murat sırayla her biriyle tokalaştı. Melek biraz geride durmuş, nazikçe gülümsüyordu. Adamların gözleri bir an ona takıldı. Başını eğerek selam verdi. Melek de hafifçe başını salladı. İlk izlenim her zaman önemliydi ve bu görüşmenin nasıl devam edeceği, her bir kelimenin, her bir jestin etkisiyle şekillenecekti.
Murat boğazını hafifçe temizleyip, ciddi ama kibar bir ses tonuyla konuşmaya başladı. "Yarım kalan oyununuzu böldük Mahir Bey. Kusura bakmayın. Aslında iş konuşmak için buradayım. Eğer uygunsanız sizinle biraz görüşmek isterim." Şişman adam, şaşkınlıkla gözlerini Murat’a dikti. Sonra başını hafifçe yana çevirip, yanında duran diğer iki adama baktı. "Benimle mi? Konu neydi?" diye sordu, sesi şaşkınlıkla karışık bir merak tonundaydı. Murat kendinden emin bir şekilde devam etti.
"Sanırım ortaklarımız sizinle iletişime geçmiş. Bir iş ortaklığı söz konusuydu. Anladığımız kadarıyla siz de bu konuda bir anlaşma yapmak istiyorsunuz."
Bu sözler üzerine şişman adamın yüzü biraz daha gerildi. Hâlâ tam olarak neler döndüğünü anlamamış gibiydi. Gözlerini normal kiloda, yüz hatları oturmuş, yaşlı ama karizmatik adama çevirdi. Beyaz saçları alnına düzgünce dağılmış, traşı yeni yapılmış, gözlerinden keskinlik ve otorite fışkıran bu adam, sessiz bir tehdit gibi ortamda belirginleşti. Adam, ağır bir hareketle Murat'ın omzuna elini koydu.
"İçeride konuşalım evlat. Ben Mahir Atak. Şimdilik tanıştığımıza memnun oldum."
Sert ama ölçülü bir tonda konuşmuştu. Ardından hiç beklemeden önlerinden geçerek uzun koridora doğru yürümeye başladı. Yanındaki iki adam da bir emir almış gibi peşine takıldılar. Murat o an bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetti. Karşısındaki kişinin az önce tanıştığı şişman adam değil, bu güçlü görünümlü beyaz saçlı adam olduğunu anladığında yüz ifadesi hafifçe bozuldu. Yanlış kişiye yönelmişti. Yanındaki Melek ise bu durumu anlamış, Murat’ın suratındaki gerilimi fark etmişti. Hafifçe gülümsedi.
İçten içe, bu işin kötü sonuçlanacağı hissi Murat’ın içini kemirmeye başlamıştı bile. Mahir Atak önde yürüyor, arkasında ise gölgeleri andıran iki adam onu sessizce takip ediyordu. Murat ve Melek ise aralarında neredeyse görünmeyen bir mesafe açılarak ilerliyorlardı. Aralarındaki gerilim elle tutulur gibiydi.
Otelin büyük harflerle “TOPLANTI SALONU” yazan kapısından içeri girdiklerinde, Melek daha fazla dayanamadı. Sessiz kaldığını zannettiği ama tiz çıkan sesi odada yankılanınca, herkesin dikkatini üzerine çekti.
"Murat Bey, adam alışmış bakar mısınız? Daha ne için geldiğimizi, hangi holdingden geldiğimizi, ne fikrimiz olduğunu sormadan toplantı odasına aldı. Umarım öldürmeye kalkmazlar."
Sözleri salonda tok bir şekilde yankılandı. O an Melek bile fark etti sesinin haddinden fazla çıktığını ama artık geç kalmıştı. Mahir Atak, bakışlarını ona çevirdi. Hiç tereddüt etmeden, kararını hiç uzatmadan konuşmaya başladı. "Derhal dışarı çıkın. Size duyduğum saygıyı bana sağlamayan, kuşku duyan, had bilmeyen hiçbir insanı karşıma alıp iş konuşmam. Görüşme burada sona ermiştir."
Odanın içi buz gibi olmuştu. Murat, öfkesini bastırmakta zorlanarak Melek’in kolundan tuttuğu gibi onu odadan dışarı çekti. Gözleri alev alev yanıyordu. Siniri kontrolsüzce tırmanıyordu. Koridorda birkaç adım attıktan sonra, kimsenin duyamayacağı ama Melek'in içini delen bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Allah senin gibi bir sekreterin belasını versin. Sakın bir daha iş yerine adım atma. Holding ile bağın bu dakikadan sonra tamamen bitmiştir. Deve kuşu gibi kafanı göm bir çukura. Boş boğaz çeneni açsan da, özür dilesen de artık umurumda değil." Melek’in gözleri büyümüştü. Kızgınlıkla dolmuştu. Onun da susmaya niyeti yoktu. "Oha, cüş, düşman mı gördün? Ne oluyor? İstemeden yaptık. Bu nasıl bir tepki? Çocuk gibi davranıyorsun. Özür dileriz, hallolur. İnsanız, hata yaparız. Robot değiliz ki. Üstelik her şey senin yüzünden. Patron gibi davranabilseydin, ortakların senden kaçmazdı. Biz de araya girip durumu toparlamaya çalışmazdık. Suç sende ama beni idam ediyorsun. Ne diye beni odadan çıkardın?"
Murat geri çekilmeden karşılık verdi.
"Sen adamı kanser edersin. Hatta mezara sokarsın. Susmak nedir bilmiyorsun. Bağırıp çağırmak dışında hiçbir meziyetin yok. Senin artık başını kaldırmaya yüzün olmamalı. Sekreter olamazsın. Bela olabilirsin, ceza olabilirsin ama asla bir sekreter olamazsın." Melek alaycı bir kahkaha attı. "Vallahi milletin koynundan toplanan adam bana sekreter olamazsın mı diyor? Ay sen beni konuşturma. Sen daha patron olamamışsın ki. Sekreterlikten bahsediyorsun." Murat dişlerini sıkarak konuştu. "Sus artık. Boğazımdan yukarı çıkan her kelime sana lanet gibi geliyor sanırım. Gözümde artık ne bir çalışan ne de bir insan olarak bir yerin kaldı. Bu iş bittiği gibi aramızda olan her şey de bitmiştir."
Melek başını kaldırdı. "Aramızda bir şey mi vardı ki bitsin? Sen afayı yemişsin Murat Bey. Ben senin değil, senden kurtulmanın hayalini kuruyordum. O yüzden şimdi çekil önümden. Sadece holdingde değil, yanında da bir daha yer almayacağım." İkisi de susmuştu. Sözlerin, hakaretlerin ve kırık gururların havada asılı kaldığı uzun bir sessizlik çökmüştü. Otelin koridorunda yürüyen insanlar kısa bakışlar atıyor, ama yüzlerine yansıyan gerilime karışmaya cesaret edemiyorlardı. Murat tek kelime etmeden yürümeye devam etti. Melek arkasını dönüp başka bir yöne ilerledi. O gün orada sadece bir iş görüşmesi değil, bir güven, bir umut ve belki de bir ihtimal yitip gitmişti.
Murat, arkasına bile dönmeden çekip giderken, geride bıraktığı kırık dökük cümlelerin ağırlığı Melek’in omzuna çökmüştü. İçinden geçenleri susturamıyor, beynindeki sesleri durduramıyordu. Her şey bir anda tepetaklak olmuş, umutla çıktığı bu yolda yalnızlıkla baş başa kalmıştı. Üstüne bir de Mahir Bey'in yüzünde beliren soğukluk ve hayal kırıklığı eklenince, Melek kendine ait bir mezar aramaya başlamıştı adeta. Yerin dibine geçmek istiyor, görünmez olmayı diliyordu.
Mahir Bey, diğer iki adamına ertesi gün yapılacak toplantıların detaylarını soğukkanlılıkla verirken, sanki az önce yaşanan hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Sesi kararlı, yürüyüşü dikti. Melek’in yanından geçerken, onu görmemeyi tercih edercesine, ne bir selam ne bir mimik ne de merhamet kırıntısı barındıran bir bakış bıraktı geride. Tam kapının tokmağına elini koymuştu ki, Melek’in aklına araştırma yaparken denk geldiği bir detay kazındı. Mahir Atak’ın geçmişi... Kızının gençliğinde yaşadığı o acı dolu hikâye... Kızının sevgilisi, sırf Mahir Bey'in servetini alamayacağını anladığı gün, onu yarı yolda bırakmıştı. Kız, bu ihaneti kaldıramayıp bir ay boyunca hastanede tedavi görmüştü. Sonra da toparlanmak için İngiltere’ye gitmiş ve bir daha geri dönmemişti.
O olaydan sonra Mahir Bey uzun bir süre hiçbir iş toplantısına katılmamış, medyadan uzak durmuş, kelimenin tam anlamıyla çökmüştü. Kızının kalbinin kırılması, onun da ruhunu parçalamıştı.
Melek, bu bilgiye sığınarak elinde kalan son kartı oynamaya karar verdi. Artık kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. O kız için üzülmüştü ama kendisi için de üzülüyordu. En fazla rezil olurdu, onu da sayısız kez yaşamıştı zaten. Derin bir nefes aldı. Gözlerini sıkıca kapattı. İçinden “Çabuk pes etmek yok. Hadi şimdi kene gibi yapış. Ne kaybedersin rezil olmaktan başka?” dedi ve zihninde bir dakika önce kurduğu senaryoyu doğaçlama sahneye dökmeye başladı.
Kendi kendine, "Hadi Melek, sen yalanın dibine kadar gidip, insanın gözlerinin içine baka baka söyleyebilen yegâne kişilerdensin." diye fısıldadı. Ayakta dimdik duruyor gibi görünse de içi titriyordu. Ardından gözyaşlarını komut almışçasına serbest bıraktı ve ağlamaya başladı. Fakat bu sıradan bir ağlama değildi. İçinden biri bağıra bağıra can çekişiyor gibiydi. Avazı çıktığı kadar haykırdı. "Ahhhhh, ahh ben şimdi nereye gideceğim. Bu benim son şansımdı. Allahım ne günah işledim. Ciğerim yanıyor, kalbim sızlıyor ahh."
Sesinin yankısı duvarlarda çarpıp geri dönüyor, herkesin ilgisini üzerine çekiyordu. Ancak o, durmadı. İç sesiyle “Allahım beni affet.” diyerek devam etti.
"Ben bu yaşta evlilik hayalleri kurarken, yanlış bir cümlem yüzünden hayatımın tek aşkını unutmak mı zorundayım?"
Yine de içinden bir ses bu kadar yüksek bağırmanın saçma olduğunu söylüyordu ama artık fren mekanizması devre dışı kalmıştı. Gözyaşları aktıkça ağzından dökülen sözler de daha içten, daha dokunaklı hale geliyordu. "Bahtsız bir kız olduğumu kaderim her an karşıma çıkarmak zorunda mı? Ölmek istiyorum. Kurtulmak istiyorum."
Yüzünü elleriyle kapatmış, saçlarını tutup tutup çekmeye başlamıştı. Gerçekten olmuş gibi, hatta kendisi bile inanmış gibi ağlıyordu. Kalbindeki panik, oyunculuğunu daha da besliyordu. Gözyaşlarının sıcaklığı yanaklarını ıslatırken, ayaklarının titremesiyle birlikte dizlerinin üstüne çöktü. İşte o anda, Mahir Atak durdu. Melek’in sesinin tonundaki kırıklık, gözyaşlarındaki inandırıcılık, onun yıllar önceki kızını hatırlamasına sebep olmuştu. Yıllardır görmediği, hâlâ her gece rüyalarına giren o mahzun bakış, şimdi Melek’in gözlerinde belirmişti.
Mahir Bey, kapıdan çıkmaya hazırlanırken adımlarını geriye çevirdi. İlk başta yavaş ve çekingen bir şekilde yaklaştı. Ardından panik hâliyle hızlandı. Melek’in yanına geldiğinde gözleri dolmuştu. O kadar benziyordu ki... Kızına...
Melek, ayak seslerini duyduğu anda kendini biraz daha yerin dibine bıraktı. Omuzları titriyor, gözyaşları sanki içinden çıkan lav gibi yanarak akıyordu. Başını kaldırmadı. Zaten görünmesini de istemiyordu. Bu sahne onun için bir tür duygusal tiyatroydu ama etkisi gerçekti.
Mahir Bey, birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden onu izledi. O an ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemiyordu. Kalbi bir baba gibi sızlıyor, mantığı bir iş adamı gibi temkinli olmaya çalışıyordu. "Melek Hanım... Nedir bu hâliniz?" dedi yumuşak bir sesle.
Melek, kendini biraz daha acındırmak için hıçkırıklar arasında konuşmaya çalıştı. "Ben... Ben sadece sevdim. Sadece onun yanında olmak istedim. Hayatım boyunca ilk kez biri bana değer veriyormuş gibi hissettim. Ama şimdi... Şimdi her şey bitti. Kendi aptallığım yüzünden hem onu hem hayatımı kaybettim."
Mahir Bey, başını iki yana sallayarak iç çekti. "İnsan hata yapabilir. Gençlik böyledir. Ama bu kadar yıkılmamalısınız. Hâlâ düzeltecek bir yol bulunabilir."
Melek gözlerini hafifçe kaldırdı. Yüzünde umutsuzlukla umut arasında sıkışmış bir ifade vardı. "Gerçekten öyle mi sanıyorsunuz? Benim gibiler için ikinci şans olmaz. Herkes bir hata yaptığında dönüp yeni bir sayfa açabiliyor ama ben... Benim sayfam daha açılmadan yırtıldı." Bu sözler Mahir Bey’in kalbine ağır geldi. Melek’in oyunculuğu ve gerçek hayal kırıklıkları öyle iç içe geçmişti ki, adam artık hangisi sahici, hangisi kurgu anlayamaz hale gelmişti. Derin bir nefes aldı. "Ben... Sana bir şans vereceğim Melek Hanım. Ama bunu bana değil, kendine borçlusun. İçindeki gücü bu şekilde harcamamalısın."
Melek, bu sözle birlikte içinden geçen tüm duygulara rağmen başını kaldırdı.
"Teşekkür ederim Mahir Bey. İnanın, bunu asla unutmayacağım." O an Melek’in içinde karanlık bir tünelin sonunda beliren küçük bir ışık parladı. Belki gerçekten yeni bir yol çizilebilirdi. Belki bu tiyatro, yeni bir başlangıcın perdesi olurdu. Ve Mahir Atak, kızının gözlerini bir yabancıda görmenin acısıyla, sessizce başını eğdi. Bu sahne, onun için geçmişiyle yüzleşme, Melek içinse geleceği kurtarma çabasıydı.
Sahne kapanmadı.
Henüz oyun bitmemişti.
Dramanın kraliçesi için perde daha yeni açılıyordu.
________
Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.
Yeni bölümde görüşmek dileğiyle.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |