
Selam arkadaşlar yorum ve beğeni yaparak destek olursanız sevinirim.
Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶
______
Melek ve Murat, içlerinde birikmiş ne varsa ortaya dökene kadar laf gevezeliği yapmışlardı. Kalplerindeki öfke, dillerine sirayet etmiş; alayla, sitemle, hatta yer yer kahkahalarla harmanlanmış cümleler havada uçuşmuştu. Konuşmalarına ara vermeleri ancak Mahir Bey’in adı geçince olmuştu. O an, her ikisi de aynı anda susmuş, birkaç saniye boşluğa baktıktan sonra birbirlerine veda edercesine geri çekilmişlerdi. Konuşmalarının ardından Melek, telefonu sinirle kapattı. Arkasını döndü. Dudaklarının arasından hâlâ küfürler dökülüyordu. İçini boşaltmadan rahatlamayacaktı. Ama zaman geçiyordu. Yüzündeki öfke ve kasvetli hal bir oyuncu gibi saniyeler içinde kayboldu. Yerine sanki hiç yaşanmamışçasına bir sakinlik geldi.
Derin bir nefes aldı ve kendinden emin adımlarla Mahir Bey’in yanına yürüdü. Onun karşısına geldiğinde ise içindeki bütün kibri yutup sadece bir cümleyle yetindi. “Bizi dört gözle bekliyor.”
Bu sözü söylerken gözlerini Mahir Bey’in yıllara meydan okuyan soğuk ve ifadesiz siyah gözlerine dikti. İçten içe bir tepki bekledi. Küçük bir kaş kaldırma, belki kısa bir yorum... Herhangi bir şey. Mahir Bey başını salladı. Gülümsedi.
“Bekliyorsa, bekletmeyelim o zaman.” dedi. Melek’in yüzü önce al rengine döndü, sonra morlaştı. Ardından tekrar al renge büründü. Utanmış mıydı, sinirlenmiş miydi, kendisi bile ayırt edemedi. Sadece sahte bir tebessümle tepki almış gibi yaparak arkasını döndü ve yürümeye başladı.
İçinden çığlık atmak, bağırmak, hatta çantayı yere fırlatmak istiyordu. Çıldırmaması içten bile değildi. Bu hayattaki bütün patronlar iyiyken neden kendi patronu bu kadar duyarsız, bu kadar düşüncesiz olmak zorundaydı. Gülümseyerek cevap verip ardından işine devam etmek çok mu zordu. Bu kadar zor mu bir insan olmak. Melek, hiyerarşinin her kırıntısını Murat sayesinde görmüştü zaten. Şimdi de, sanki hiçbir şey olmamış gibi şirkete gidiyordu.
‘Yüksek bir mertebede olabilir ama ikimiz de aynı cinsten insanız. İkimiz de bir kadının karnından dünyaya gelmişiz. Ne bu havalar?’ dedi içinden öfkeyle. Dudaklarını sıktı. Yumruklarını sıktı. Gözlerini kaçırdı. Murat'a yaptığı iyiliği enayilik olarak görmeye başlamıştı.
Genç kızın gördüğü hiçbir patron, çalışana karşı güler yüzlü değildi. Hep bir burun kıvırma. Hep bir memnuniyetsizlik. Sanki onlarla konuşmak zorunda kalmak büyük bir lütufmuş gibi bir tavır. Bu kibir, bu egoyla yoğrulmuş hamurlarında istemsizce vardı. Bu yüzden patron sıfatı taşıyan her insan, Melek'in gözünde aynı çerçevenin içindeydi artık. Mahir bey için bunları söylemek mümkün olmasa da umursamıyordu.
Arabanın arka koltuğuna suratı beş karış oturdu. Kendini sıkmaktan elleri uyuşmuştu. Bugün zaten koca bir bebekle uğraşmak zorunda kalacaktı. Bir de üstüne bu yaşlı adamı kafaya takmak istemiyordu. Ne hali varsa görsündü. O, kendi akıl sağlığını korumak için zaten yeterince uğraşıyordu. Dakikalar geçti. Sessizliğin içine yol sesi karıştı. Rüzgâr camdan girip saçlarını hafifçe oynattı. Tam gözlerini kapatıp bir an dinlenmeye çalışırken Mahir Bey’in sesi duyuldu.
A“İyi misin kızım?”
Başını çevirip sesin geldiği yöne baktı. Yine aynı adam. İyice baba rolüne girmiş olması Melek'i üzüyordu. Saatler önce öfkeyle otelden kovmuştu bu adam şimdi de yerini umursayan bir yüz ifadesi almıştı. Bir an için tanıyamadı. Bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar değişebiliyorlardı. Bütün patronların dengesiz olduğuna artık yürekten inanıyordu. Hepsi. Bu evrendeki bütün patronlar, Melek’in nazarında kesinlikle ve kati şekilde dengesizdi. Ağladığında, sesini titreyerek yükselttiğinde üzülmüştü bu adam. Yüzünü çevirmiş, gözlerine bakmaya bile çekinmişti. Ama öncesinde bastırmıştı. Sessizce çekilmiş, yokmuş gibi davranmıştı. Şimdi de, sanki az önce olan hiçbir şey yaşanmamış gibi iyi olup olmadığını soruyordu.
İyi değildi Melek. Hem de hiç iyi değildi. İçinde bir yumru vardı. Geçmek bilmeyen, büyüyen, her nefes alışta daha fazla canını acıtan bir yumru. B*ka battığını hissediyordu. “Çok iyiyim.” dedi kısa ve kesin bir tonda. Bu cevabı verirken yüzünde zorlama bir tebessüm vardı. İyi olmadığını söylemek mantıklı bir davranış olmayacaktı. Onu anlayacak biri yoktu çünkü. Sonrasında Mahir Bey bir şeyler daha söyledi ama Melek duymamazlıktan geldi. Zaten o da az önce aynısını yapmamış mıydı? Sessizlik, bu kez Melek'in kararıydı.
Kırk beş dakikalık sessizlik boyunca dışarıda yaz mevsiminin yavaş yavaş bittiğini hatırlatan bir hava vardı. Güneş ılık ısısını bırakmıştı. Hafif serinlik, gökyüzünde dans eden bulutlar, arabaya vuran gölgeler... Hepsi birer değişimin habercisiydi. Melek, dördüncü kez camı biraz araladı ve ciğerlerine o temiz havayı çekti. Ne güzel bir gündü. O an sadece o havaya tutundu. O serinliğe. Kendini kandırarak, belki bu günün sonu da bu hava gibi güzel olur, dedi içinden. Belki işler yoluna girer. Belki bir mucize olur. Sonra hemen ardından düşüncesini sildi. Kendi iç sesi bile alay eder gibiydi.
“Nerede... Rüyamda görürüm.” dedi fısıltıyla. Murat gibi bir patron varken iş hayatında keyifli, huzurlu, nefes alınabilir bir gün geçirmesi mümkün değildi. Hele ki şimdi kovulmuş olması, başına daha büyük bir fırtınanın geleceğinin habercisiydi. Kovulmak, onun için sadece bir işin bitmesi demek değildi. Aynı zamanda, karakterine vurulmuş ağır bir darbe gibiydi. İçindeki özgüveni yerle bir eden, emeğini yok sayan, tüm benliğini küçülten bir vurgundu bu.
Nihayetinde holdingin önüne gelmişlerdi. Şoför, sessizce otoparka yöneldi. Araç, zemin kata doğru inişe geçtiğinde, karanlık bir koridora girmiş gibi hissetti Melek. Arabayla birlikte yavaş yavaş alçalıyordu ama asıl düşüş kendi içinde yaşanıyordu.
Melek de ki duygu yoğunluğu her dakika değişirken Murat ise baş sekreteri kısa ve öz bir şekilde arayarak Mahir Bey’in karşılanması konusunda gerekli bilgileri verdi. Detaylara takılmadan, sadece ana başlıklarla özet geçti. Sekreterin ciddiyetle not aldığını düşünürken, kendisi o ciddiyetin tamamen tersine bir moda geçerek çalışma masasının yanındaki oyun konsoluna yöneldi. Dışarıdan bakıldığında karizmatik, genç, havalı bir iş adamı olarak görülen Murat Arsel, iç dünyasında ise başka bir krallığın hükümdarıydı. Oyunun başlık ekranı açıldığı anda yüzüne yayılan gülümseme her şeyi anlatıyordu.
Konsolu çalıştırdığı gibi parmakları hızla tuşlara alıştı. Gözleri ekranın her köşesini ezberlemiş gibi ilerliyor, düşmanları tek tek avlıyordu. Oyunun hikayesi içinde kendi hayal gücünü de katarak yepyeni bir boyut oluşturmuştu. Melek Krallığı. Evet, adı böyleydi. Oyunda savaş açtığı, hayal ürünü ama oldukça inatçı ve dırdırcı düşman grubuna bu ismi vermişti. Melek gibi, her fırsatta konuşan ama ortada elle tutulur hiçbir şey bırakmayan minik adamlar topluluğu. Güçlü görünüyorlardı ama mühimmatları yoktu. Savunmaları dağınıktı. Murat için bu krallık, gerçek hayatta uğraştığı Melek'in ta kendisiydi. Biraz fazla konuşuyor, fazla direniyor ama sonuçta her seferinde yeniliyordu.
Boş buldukça savaşı başlatıyor, birkaç adamı kılıçtan geçirip rahatlıyordu. Yüzünde zaferin verdiği haz, hayali krallığı tamamen yok etmesine çok az kaldığını gösteriyordu. Murat'ın havada süzülen ejderhaları vardı Melek krallığının ise at arabaları. Ejderha alev kustukça onlarda yok oluyordu. Bir elini koltuğun kolçağına yaslayıp diğer eliyle tuşlara bastıkça bastı. Gözlerini ekranın sol üst köşesine kilitlemişti. O minik haritada kalan son düşmanı arıyordu. Krallığın kalbine inmek üzereydi. Birkaç dakika içinde Melek Krallığı tarih olacaktı. Kendisini, koltuğuna yayılmış, zaferin rüzgarını hisseder gibi rahatlamış bir halde buldu. Dudaklarının kenarından yükselen gülümseme sinsiydi. Gerçek hayatta yetmemiş gibi, şimdi de dijital dünyada Melek’e kafayı takmıştı.
Tam da kahkahasını serbest bırakmıştı ki, ofisin kapısı sertçe açıldı. Ardından içeriye Fahri Bey girdi. Hararetli adımlarla, hızlıca yürüdü. Elinde telefon, kaşları çatık, gözleri öfkeyle parlıyordu. Tebrik etmek istiyordu aslında. Mahir Bey’i holdinge çekme sürecinde gösterdiği çaba, karşısında saygıyla eğilmeyi gerektiriyordu. Ancak kapıdan içeri adımını attığı an bu düşünceler rafa kalktı. Oyun konsoluna gömülmüş, rahatına düşkün, yayılmış bir haldeki oğlunu görünce dudaklarını sıktı. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden durdu. Sadece onu izledi. Bu kadar servetin ortasında böylesine umursamaz bir evlada sahip olduğu için dişlerinin arasından öfkeyle bir küfür sıraladı. Elleri fişe uzandı ve hiçbir şey söylemeden oyunun fişini çekti.
Ekran bir anda karardı. Ses kesildi. Murat, dondu. Elindeki kumandaya baktı. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra ekrana, sonra babasına. "Yuh anasını satayım."
"Ulan it ananı niye satıyorsun."
"Babamı mı satayım?"
"Beni niye satıyorsun?" Fahri Bey'in ciddiyeti Murat'a komik gelmişti. Karanlık ekranı farkedince tekrar sinirlendi. "Baba... Benim savaşım bitmedi daha. Ne oldu bu aptal oyuna?" diye bağırarak yaşadığı şoku dile getirdi. Hayır, bu son savaştı. Melek Krallığı’nın son kalelerine ulaşmasına sadece saniyeler kalmıştı. Şimdi bütün ilerleme gitti. Yeniden başlayacaktı. Yeniden onca düşmanı kılıçtan geçirmek zorunda kalacaktı. Zaten baştan başlamak sinirini tepeden tırnağa kabarttı. Koltuğundan hızla doğruldu. Ağzının kenarına yerleşen küfrü bırakmak üzereydi ki babasının duruşunu fark etti.
Fahri Bey ayakta, tek kaşı kalkmış, gözlerini oğluna dikmişti. Yüzü öfkeyle doluydu. Bu, onun klasik ‘seninle uğraşacak halim yok ama haddini aşarsan çok fena olur’ bakışıydı. Murat, kıvırcık saçlarını iki eliyle kavrayıp sıkıca çekti. Sonra hızla yerine geri oturdu. Babasının ne bir soru sormasını istiyordu ne de uzun bir nutuk çekmesini. Şu an sadece susması gerekiyordu. "Gerçekten boş zamanım vardı. On dakika stres atayım kafam rahatlasın." dedi. Sesi önceki neşesinden uzak, savunmaya çekilmiş bir çocuğun sesi gibiydi.
Fahri Bey, elindeki fişi Murat’a göstererek konuştu. "Oyununu yarısında kapattığım için kusura bakma haşmetli padişahım. Keyfini kaçırdım."
"Bir daha yaparsan tez başını veririm cellata." dedi Murat, eski tonuna dönmeye çalışarak muzipçe gülümsedi.
Ama babası bu espriye hiç gülmedi. Hatta gözlerini daha da kıstı. "Zevzeklik yapma Murat." dedi net ve kararlı bir sesle. "Baba. Zevzeklik yapmak için geniş alanlar açma o zaman. Bana güven." diye cevapladı Murat hemen. Ardından masasının üstüne uzanarak, ne olur ne olmaz diye orada duran bir dosyayı gösterdi. Sekreterin üç gün önce yabancı ortaklara hazırladığı ama hâlâ son hâline gelmemiş olan sunum taslağıydı. Mahir Bey’i etkilemek için kullanılabilecek kadar iyiydi. Henüz tamamlanmamıştı belki ama ihtiyaç duyulursa kısa sürede toparlanabilirdi.
Ondan sonra yüzündeki ifadeyi ilgisizliğe çevirdi. Tıpkı biraz önce oyun oynuyormuş gibi değilmiş gibi. "Biliyorsun Mahir Bey geliyor buraya." dedi. Cümle bir bilgi verme gibiydi. Öyle ki babasının gözlerine bakmadan, boşluğa söylemiş gibiydi. Fahri Bey başını salladı. "Biliyorum. Ayten hanım söyledi. Büyük bir başarı olacak holding için. Ne olursa olsun yanımıza çekmemiz lazım. Seni tebrik etmek istesem de... Bu halini görünce, kendine çeki düzen ver demek daha mantıklı geliyor. Hiç kimse oyun konsoluna, kadınlara aşık bir patronla ciddi iş konuşması yapmaz."
Murat gözlerini devirerek gülümsedi. Sırtını koltuğa yasladı. "Tam istediğim cümleye parmak bastın. Baba. Ben ne kadınlara ne de oyunlara aşığım. Zaman öldürüyorum. Benim bu görüşmeye katılmam işi maf edecekse senin gözünde... Yani diğer şekilde söylemek gerekirse iş sarpa saracaksa, Salih ve sen toplantıyı pekâlâ yaparsınız. Benim olmama gerek yok. Ciddi konuşmalar size daha çok yakışıyor. Hem Salih zaten Mahir Bey’i tanıyor. Hem de senin ses tonun daha otoriter." Fahri Bey kaşlarını çatarken Murat, sözlerini sürdürdü.
"Hoşlanmıyorum baba. Bu tip kasvetli iş görüşmeleri benim doğama aykırı. Ama şunu da bil ki... İstediğim zaman, kimse elime su dökemez. Ciddi olmak, sıkıcı olmakla eşdeğer değil. Sadece zamanlama önemli. İnan bana Mahir Bey’i ikna etmek için gerekirse hayatımın en ağır cümlelerini kurarım ama şu an değil."
Sözlerini bitirdiğinde odada kısa bir sessizlik oldu. İki adam birbirine bakıyordu. Bir baba, bir oğul. Bir patron, bir vâris. İkisinin arasında duran tek şey farklılıkları değildi. Aynı anda hem birbirlerine benziyor, hem de her şeyleri zıttıydı. Ama bu holding, her ikisini de aynı çatı altında tutmaya devam ediyordu. En azından şimdilik.
Fahri Bey, eline aldığı dosyaların sayfalarını çevirirken sadece göz gezdirmişti. Cümlelerin içine tam olarak nüfuz etmiyor, detaylarda kaybolmaktan bilinçli olarak kaçınıyordu. Sanki o dosyalar, yılların emeği değil de sadece birkaç satırdan ibaretmiş gibi bir tutumu vardı. Oysa bu belgelerin her biri holdingin geleceği açısından son derece önemliydi. Murat, onun bu yüzeysel ilgisini fark etmişti. Dosyaların içeriğiyle ilgili tek bir yorumda bulunmaması bunu açıkça belli ediyordu. Ama zaten alışmıştı. Babası, çoğu zaman ona güvense bile bunu belli etmemeyi tercih ederdi. Murat ise bu tutumun arkasında yatan duyguyu biliyordu. Ona güveniyordu ama ilgisizliğini de affetmiyordu. Murat, her şeyin farkındaydı. Evet, işin içindeydi. Evet, tüm bilgilere hakimdi. Ama hayır, bu konuda bir mesleki aşk taşımıyordu. Ona göre iş, sadece yapılması gereken sıkıcı bir sorumluluktu. Eğlenceden, hayatın tadını çıkarmaktan çok uzak, gri duvarlı bir zorunluluk.
Ama her ne olursa olsun, Mahir Bey gibi kritik bir ismi, sadece Murat'ın sıkılıyor oluşu nedeniyle geri çevirmek büyük bir hata olurdu. Fahri Bey bunu göze alamazdı. Bu nedenle, her ne kadar gönlünde başkasını bu işe yönlendirmek olsa da, oğlu Murat’a baktı ve biraz da kendini ikna etmeye çalışırcasına konuştu. “Sen yap. En iyi şekilde yapacağına inanıyorum.” dedi. Sesi, içtenmiş gibi ama içinde kararsızlık taşıyordu. Sanki ‘inanıyorum’ derken kendini ikna etmeye çalışıyordu. Murat, bu tonu hemen yakaladı. Dudaklarını hafifçe aralayarak gözlerini babasına dikti.
“Bana güvenmediğin halde işi bıraktığına göre, demek ki bana olan inancın bitmemiş.” dedi. Alayla karışık bir cümleydi ama içinde gerçek bir hakikat saklıydı. Fahri Bey, oğluna zaman zaman inancını yitiriyor gibi hissetse de o inanç hiçbir zaman tamamen sönmemişti. Murat bunu biliyordu. Biliyordu çünkü babasının bakışlarında hâlâ o tanıdık endişeyi ve beklentiyi görebiliyordu. Eğer Mahir Bey’i kendi safına çekmek bu kadar önemliyse, görüşmeyi büyük bir zevkle yapabilirdi. En azından bunu babasına gösterebilirdi. Gerekirse bir maskeyi takar, rolünü oynar ve işi alırdı. Bu onun yabancı olduğu bir yöntem değildi.
Fahri Bey, Murat’a olan güveninin artık eskisi kadar sağlam olmadığını hissetse de içindeki o bağ, o baba hissi, hâlâ dimdik ayakta duruyordu. Tamam. Oğlu beceriksiz gibi davranıyordu. Tamam. Kendini beğenmişti. İşle doğrudan alakalı bir yönü yok gibiydi. Ama ne zaman ki istediği bir şey olurdu, Murat tüm gücünü ortaya koyardı. Savaşmaktan çekinmezdi. O zamanlarda başka birine dönüşürdü. Onun içinde o gücün hâlâ olduğunu bilmek, Fahri Bey’in tek tesellisi oluyordu.
Bu düşünceler içinde aklında ilk parlayan fikri odanın soğuk duvarlarının da duyabileceği bir netlikte ortaya attı.
“Bu işi hallet. Sonra çık tatile.” dedi. Ses tonu kesin ve emrediciydi. Sanki bir baba değil de bir general konuşuyordu. Tatil vaadiyle oğlunun motivasyonunu arttırmak istiyordu. Ama Murat bu cümleyi duyunca alaycı bir ifadeyle başını sağa sola salladı. Gözlerinde küçümseyici bir parıltı belirmişti.
“Ne bu? Okulda takdir al, tatile gidelim tarzı bir şey mi? Lütfen baba. Gerçekten büyüdüm. Sen ve Salih anlaşma sağlayın, herkesin içi rahat etsin. Ben istediğim zaman tatile gidiyorum zaten.” dedi. Elini açıkça iki yana açarak babasının yerine geçebileceği alternatifleri sundu.
"Eşek herif ayak uydur." Fahri Bey, o an oğlunun ciddiyetini bir nebze olsun kırmak istedi. Ama aynı anda yüzü sertleşti. Sözlerinin devamı daha ciddi ve daha netti. “Doğru söylüyorsun. Tabii Salih iş için şehir dışında olmasaydı ve ben de şimdi başka bir görüşmeye yetişmek zorunda kalmasaydım, dediklerini büyük bir zevkle yerine getirirdim. Ama ortada ne Salih var ne de ben. İş sana kaldı.”
Bu sözleri söyledikten sonra otoriter bir tavırla ayağa kalktı. Ofisin camla çevrili kısmına geçti. Gözlerini dışarıdaki manzaraya çevirmiş gibi yapsa da bakışları hâlâ oğlunun omuzlarında gezinip duruyordu. Murat, duyduklarından hoşnut olmamıştı. İçindeki bıkkınlık yüzüne yansımıştı. O an, bu işin kendi üstüne kaldığını tam anlamıyla idrak etti. Önce derin bir iç çekti. Ardından gözlerini devirdi. Sonra sesini alçaltarak konuşmaya başladı.
“Tamam. Ben hallederim o zaman. Olmazsa da Mahir Bey’in zararı. Ama iş olursa bir dileğim gerçekleşecek. Tamam mı?” dedi. Gözlerini babasına dikti. Şartını net koymuştu. Sadece sorumluluk değil, karşılığında bir istek de vardı. Bu onun pazarlık tarzıydı.
Fahri Bey, oğlunun bu küçük isyanını görmezden geldi. Yalnızca “Kabul.” dedi. Kısa ve netti. Bu kelime, anlaşmanın mühürlenmiş haliydi. Murat, babasından aldığı onayla birlikte hiç alışık olmadığı bir ciddiyetle dosyalara göz gezdirmeye başladı. Satırların altını çizerek değil ama satır aralarında ne denmek istendiğini okumaya çalışarak ilerliyordu. Hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor, notlar alıyor, detaylara dikkat ediyordu. Bu onu şaşırtan bir durumdu. İşin ciddiyeti onu bile bir nebze değiştirmişti.
Fahri Bey, oğlunun gösterdiği bu anlık değişimi izlerken sessiz kaldı. Gülümsedi ama bu gülümseme sevinç dolu değil, biraz buruktu. Ardından dikkat çekmeden odadan çıktı. Söylediği yalanın ortaya çıkmaması için baş sekretere özel yetkiler verdi. Salih’in bugün hiçbir koşulda görünmemesi gerekiyordu. Gerçek şu ki Fahri Bey’in başka bir görüşmesi yoktu. Ama Murat’ı yalnız bırakmak ve onun bu işi kendi başına çözmesini sağlamak istiyordu. Gerçek bir lider olmanın yolu, zor durumda yalnız kalmaktan geçiyordu.
Sekretere verdiği talimatla birlikte asansöre bindi. Bu yetki sayesinde Salih’in yokluğu resmiyete dökülmüş oldu. Salih’in ortalıkta görünmemesi tamamen Fahri Bey’in iradesiydi. Kendisi de sözde başka bir iş görüşmesine gidiyormuş gibi yaparak binayı terk etti. Oysa ki planı başkaydı. Ofis katındaki özel odasında oturacak, toplantı odasına yerleştirilmiş kameradan Mahir Bey ile yapılacak görüşmeyi baştan sona izleyecekti. Neredeyse her odada kamera vardı sadece ses sistemleri kapalıydı. Bu sayede Murat’ın nasıl bir performans sergilediğini, gerçekten işi sahiplenecek mi, yoksa her zamanki gibi ilk soruda pes mi edecek, bizzat görmüş olacaktı.
Mahir Bey gibi önemli bir iş adamının neden aniden fikir değiştirip bu kadar kolay holdinge gelmeyi kabul ettiği, Fahri Bey’in bile aklını kurcalamıştı. Belki de yabancı ortaklarla yaşanan sorunlar, Mahir Bey’in strateji değiştirmesine sebep olmuştu. Belki elindeki başka projeler sekteye uğramıştı. Bu belirsizlik bile tek başına tehlikeliydi ama aynı zamanda fırsattı. Mahir Bey kaybedilen ortakların yerini doldurabilecek biri olabilirdi. Bu yüzden de bu toplantı altın değerindeydi.
Murat ise ciddiyetle dosyaların içinde kaybolmuştu. Satır satır okumuyordu belki ama konuya dair tüm ipuçlarını yakalamaya çalışıyordu. Gözlerini bazen tavana kaldırıyor, bazen masaya yaslanarak notlar alıyordu. Kafasında kurduğu planları bir strateji gibi oturtmaya çalışıyordu. Sadece Mahir Bey’i etkilemek değil, babasına da kendini ispatlamak istiyordu. Derin bir iç geçirdi.
Sonra bir şey fark etti. Kıyafetleri bu duruma göre değildi. Aylardır dolabına bırakılan iki haftada bir kuru temizlemeye giden takımı neyse ki vardı. İlk defa giyecekti. Babası hediye etmişti ama hiç giymek istemediği için boş bir şekilde duruyordu. Önce elindeki dosyaları halledecekti. Sonra pürüzleri bir bir toparlayacak, her şeyi aklı selim bir biçimde düzene koyacaktı. Bugün, bir kırılma günüydü. Ya kendi adını ispatlayacak ya da bir kez daha umursamaz görünecekti.
*******
"Efendim, sizden bir konuda istirham edebilir miyim?" dedi Melek, adımlarını hızlandırırken. Asansöre doğru yürüyordu ama bedeni kadar zihni de panik halinde debeleniyordu. İçinde taşıdığı kaygı öyle yoğundu ki, sesi çıkarken bile kelimeler iç içe geçmiş, kendisi bile ne söylediğini anlamamış gibiydi. Yalnızca konuşmuş olmak için konuşuyordu belki de. Ama Mahir Bey, onun bu dağınık halini hemen fark etti.
Çatık gri kaşlarını aşağı indirip başını hafifçe salladı. Karşısında duran genç kadına dikkat kesildi. Normalde bu tür çıkışlara kulak vermezdi. Dinleyen biri değildi. Onun için kurallar netti. Bir şey istiyorsa "ol" derdi ve olurdu. İnsanların duygularıyla ya da nazıyla uğraşmazdı. Bu, onun tarzı değildi. Ama bugün istisnai bir gündü. Bu kez bir işi kendisi halletmek istemişti. Belki içinde derinlerde bir yerde, kızına yaptığı hatanın pişmanlığı vardı. O hatanın izlerini, hiçbir alakası olmayan bu genç kıza taşımak istemiyordu. Yine de alışkanlıkları kolay değişmiyordu. Bu nedenle yumuşak bir yüz ifadesine bürünemedi. Sert bakışlarını koruyordu. Ama sessiz kalması, onun iç dünyasındaki çatışmanın bir yansımasıydı.
Melek ise korkuyla sarmalanmış gibiydi. Konuşma tarzı tamamen değişmişti. Naif olmayan, hatta zaman zaman alaycılığa varan üslubu yerini yumuşak, kelimeleri itinayla seçen bir dile bırakmıştı. Korkusu, ses tonuna sirayet etmişti. Dudaklarından dökülen kelimeler, adeta kendi lügatine ait değilmiş gibi yabancıydı. Ama yine de konuşması gerekiyordu. "Efendim, iş konuşmak için geldik buraya. Yani sizin de anlayacağınız gibi." dedi. Sesinin sonundaki çekingenlik gözle görülür haldeydi. Asansörün içine girdiler. Metal duvarlar her sözü yankılayarak çoğaltıyordu. Melek devamını getiremedi. Boğazına oturan düğüm kelimeleri kilitlemişti. Cümlelerini tamamlayamadan sustu. İçinden, Mahir Bey’in ne anlatmak istediğini anlamasını umuyordu. Belki aşktan meşkten söz etmenin bu ortamda yersiz olduğunu sezmiştir diye düşündü. Belki bu kadarla yetinirdi. Asansör dördüncü kata ulaşmıştı. Kapılar ağır bir sesle açıldığında, Melek’in içindeki huzursuzluk daha da büyüdü. Ayakları onu Murat Arsel’in kapısına götürüyordu ama zihni başka bir yerdeydi. Henüz olmamış bir olayın ağırlığı omuzlarındaydı.
Murat’ın odasına varmalarına saniyeler kalmışken, birden içindeki paniğin patladığını hissetti. Gözleri kocaman açıldı. Kalbi hızlandı. Düşünmeden, refleksle, ani bir hareketle Mahir Bey’in önüne geçti. Yüzünü ona döndü. Gözleri kararlı ama sesi hâlâ titrek bir hal aldı.
"Lütfen... Lütfen Murat Bey ile ilişkimizi konuşmayın. Sizden çok ama çok rica ediyorum." dedi. Cümleleri birbiri ardına nefes almadan döküldü. "Bizim aşk durumumuzun adı dahi geçmesin. Ne de olsa iş konuşmaya geldik. Başka konulara zaman yok. Siz çok saygılı bir iş adamısınız. Aşktan meşkten bahsederek isminize leke sürmezsiniz." Bu sözleri söylerken gözleri yere kaydı. Sanki Mahir Bey’in gözlerine bakmaya cesareti yokmuş gibi.
Beynindeki bütün yağlar sanki bu sözleri kurarken erimişti. Dili kurumuştu. Kalbi göğsünü zorlayacak kadar hızlı atıyordu. Bu konuşmayı yapması kolay olmamıştı. Ama yapmak zorundaydı. Mahir Bey’in sessizliği onu daha çok geriyordu. Bekledi. Kısa ama sonsuz gibi geçen birkaç saniyenin ardından Mahir Bey, hiçbir jest ya da mimik sergilemeden konuştu. “Öyle diyorsan öyle olsun.” dedi. Sesi, her zamanki gibi soğuktu ama içinde bir anlaşma vardı. Yoluna devam etti. Hiç duraksamadı. Melek şaşkındı. Bu kadar kolay kabul etmesini beklememişti. Normalde Mahir Bey’in karakteri daha katıydı. Ama bu kez bir farklılık vardı. Melek, bunun sebebini çözmeye çalıştı. Ancak Mahir Bey’in içinde dönenleri bilmiyordu. O, hâlâ bu genç kadını çözebilmiş değildi.
Saatler önce dizlerinin üzerine çökmeye hazır halde aşkı için yalvaran genç kadın, şimdi aynı aşkı saklamak, hatta inkar etmek istiyordu. Bu büyük bir çelişkiydi. Mahir Bey için mantıklı tek bir açıklama vardı. Bu kız, fakir ve muhtaçtı. Ayrılma korkusu yaşıyor olmalıydı. Sevdiği adamı kaybetmemek için mücadele veriyordu. Başka türlü açıklanamazdı bu karmaşa. Ama Mahir Bey kararlıydı. Bu iki aşığı kimse ayıramayacaktı. Gerekirse kendi ağırlığını koyar, bu ilişkinin alay edilmesine izin vermezdi. Bu aşkı, kimsenin küçük görmesine, itibarsızlaştırmasına asla müsaade etmeyecekti.
Nihayet kapının önüne geldiler. Melek, parmaklarını kapının yüzeyinde gezdirdi. Gözlerini yumdu. Korkuyla dua etmeye başladı. 'Lütfen... Bir kadın kucağında oturmasın. Oyun konsolunun başında kendinden geçmiş bir halde olmasın. Allahım... Zor bir ihtimal biliyorum ama ne olur iş yapıyor gibi gözüksün. Hatta mümkünse gerçekten iş yapıyor olsun. Beni mahcup etmesin. Lütfen...'
Bu kapının arkasında ne olduğunu bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı. Murat'ın bu işi başarması gerekiyordu. Bu sadece şirket için değil, patronunun kişisel gelişimi ve babasıyla olan ilişkisi için de önemliydi. İlk defa, arkasında Fahri Bey veya Salih olmadan, tamamen tek başına bir sorumluluk alıyordu. Bu onun için bir dönüm noktasıydı. Melek, bunun farkındaydı. Ve belki de Murat, farkında olmasa bile bu fırsatı değerlendirmeliydi. Melek, derin bir nefes aldı. İçindeki korkuyu yutkunarak bastırdı. Son bir kez dua eder gibi içinden geçirdi. ‘Lütfen Allahım, her şey yolunda gitsin.’ Parmaklarını kapının yüzeyinden çekti. Sonra kararlı ama nazik bir şekilde kapıyı tıklattı. İçeriden ne çıkacağını bilmese de bu defa geri dönmeye niyeti yoktu. Korkuları bir yana, umutlarıyla hareket ediyordu.
Kapıyı tekrar çaldı Melek. Sesi tam duyulmadan bile, artık içeriye girmeleri gerektiğini hissediyordu. Zaten koridorda yeterince vakit geçirmişlerdi. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Mahir Bey de aynı düşüncedeydi. Kapının ardından ses gelmesini beklemeye tenezzül etmeden kolunu uzattı ve kapıyı aralayıp içeriye adım attı. Melek de hemen ardından içeri süzüldü. Bu kadar gecikmenin ardından içeri dalmak, artık nezaketsizlik değil, adeta zaruriyetti.
Odaya girdiklerinde Murat, masasının başındaydı. Elinde bir dosya vardı ve onu tam da o sırada masanın üzerine bırakıyordu. İçeri girenleri görünce dosyayı yavaşça kapattı. Sonra üstüne giydiği lacivert takım elbisenin ceketini düzeltti ve ağır bir şekilde ayağa kalktı. Ciddiyetle yürüyerek Mahir Bey’in yanına geldi. Tokalaşmak için elini uzattı. Gözlerinde alışılmadık bir disiplin ve odak vardı. Melek, bu görüntü karşısında kısa bir an dondu kaldı. Dualarının bu kadar çabuk kabul görmesine şaşırmıştı. Sabah parka giden tembel bir çocuk gibi giyinmiş adam, şimdi karşısında bir holding yöneticisi edasıyla dikiliyordu. Bu geçişin hızı aklını karıştırmıştı.
İlk defa Murat’ı bu kadar ciddi ve düzgün giyimli görüyordu. Lacivert takım elbise omzuna mükemmel oturmuştu. Kravatı bile uyum içindeydi. Hem hangi ara takım elbise giymişti? Sabah bir sabah değildi sanki. Bu adam saat dilimleri arasında bile değişebiliyordu. Melek’in kafası karıştı. Şimdi karşısındaki adam kesinlikle sabah gördüğü adam değildi. Bu adam tembel olamazdı. Bu adam sorumsuz olamazdı. Elinde dosya tutan, gözlerinde hesap yapan, konuşmaları ölçen biçen biri sorumsuzlukla itham edilemezdi. Ve takım elbise bir adama bu kadar yakıştığı için suç olmalıydı.
İçinden geçen düşünceler öyle hızlı geliyordu ki, kendini kontrol edemediği anlar oldu. Bu adam, sadece iş adamı gibi görünmemeli, gerçekten sadece işi düşünmeliydi. Kadınlara dönüp bakmamalı, aşık olmayı bekleyen ya da aşık etmeye yeltenen bir adam gibi davranmamalıydı. Hele ki böyle takım elbise içinde, karizmasıyla etrafı yakan biri olarak bu kadar savruk davranmamalıydı. Melek, düşündüğü kelimelerin içeriğine kendi kendine kızdı. İçinde beliren heyecana sinirlendi. Gözlerini kaçırarak Murat’ın yüzüne bakmaktan vazgeçti. Göz göze gelirse ne kendine ne de düşüncelerine hakim olamayacağından korkuyordu.
Tokalaşma faslı bittikten sonra, kısa bir nezaket sohbeti gerçekleşti. Ardından konuşmaları gereken konular için toplantı odasına doğru yöneldiler. Murat ve Mahir Bey önde yürürken, Melek ise arkalarında düşüncelerini hizalamaya çalışarak onları takip ediyordu. Her adımında zihninde başka bir soru beliriyordu. Nereye gidiyorlardı? Ne konuşulacaktı? Bu toplantının sonunda ne kararlar alınacaktı? Her şey bu kadar mı ciddi olmuştu?
Tam koridora çıkmak üzereydiler ki Mahir Bey, bir anda durdu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Gözlerini Murat’a çevirerek, bir yandan da Melek’i eliyle nazikçe yanlarına çağırdı. Melek biraz ürkekçe yaklaştı. Mahir Bey konuşmaya başladı. “Siz önce barışın. Sonra toplantı yapalım.” dedi. Bu cümleyle, Melek’i yavaşça Murat’ın yanına yönlendirdi. Ona çok güçlü bir itme uygulamamıştı ama zaten Melek’in direnci zayıftı. Üstüne şoka da girmişti. O anda, Mahir Bey’in küçük bir dokunuşu bile yeterliydi. Melek, Murat’ın birkaç adım yanına geldi. Zaten çaresiz kaldığında en çok güçsüzleşiyordu.
“Bence bizi umursamadan devam edelim.” dedi Melek. Sesi düz ama kararlıydı. “Olur mu evladım?” dedi Mahir Bey, kaşlarını kaldırarak. “Bir saat önce yana yakıla sevdiğin adam için ağlıyordun. Şimdi böyle mesafe koymak olmaz.”
“Anlatmasak mı?” dedi Melek, gözlerini yere indirerek. “Orada olan orada kalsa. Gerçekten utanıyorum.”
“Timsah gözyaşları olmasın o.” dedi Murat, mırıldanarak. “Bir de utanıyorum diyor. Senin yüzün kızarır mıydı gerçekten?”
“Seni çok seviyor bu kız.” dedi Mahir Bey, kararlı bir tonla.
“Öyledir. Çok sever beni.” dedi Murat, hafif alaycı bir tebessümle. “Konuyu kapatalım lütfen.” diye Melek, artık sesini titretmeyecek kadar nazik ve ciddi bir şekilde rica etti. Ancak Mahir Bey kararlıydı. Bu meseleyi kapatmaya niyeti yoktu. “Sevdiği adam için bu denli çırpınan biri zor bulunur. Para için aşkını bırakacaksan, iş konuşmaya hiç gerek yok. Oradaki perişan halin, gözümün önünden gitmiyor.”
“Allah aşkına, iş dışında konuşmak yasak mı olsa?” diye homurdandı Melek.
“Ben onu parası olmadan da çok severim.” dedi Murat, sonra aniden yükselen bir sesle. “Siz merak etmeyin Mahir Bey. O benim tatlı kelebeğim.” Dişleri arasında söylemişti. Bu cümleden sonra ikisi de birbirine öfkeyle bakıp hızla yüzlerini çevirdiler. Her biri diğerine söylenecek daha çok şey olduğunu düşündü ama ortam buna müsait değildi. “Ya canımsın. Ben onun için kelebeğim. O da benim için toraman.” dedi Melek, inatçı bir edayla.
Murat kaşlarını çatıp Melek’e dönmek istedi. “Toraman” kelimesi, bir sevgi sözcüğü olarak kabul edilemezdi. Hele ki bir iş ortamında. Ama o anda durumu daha da bozmak istemedi. Gözlerini sabaha kadar susmayan ve her zaman öylesine kovduğu sekreterine çevirdi. Gözleriyle onu süzdü, sonra başını hafifçe sallayarak onaylar bir biçimde Mahir Bey’e döndü. “Canımın içi. Senin çiçek gibi kalbinde büyüyen toramanım.” dedi. Sesi alayla karışık bir kabulleniş taşıyordu. Oynadıkları bu oyunu, içten gelmese de sahnelemek zorunda kalmıştı. Oyun başlamıştı ve seyircisi Mahir Bey’di. En azından şimdilik sahne yıkılmayacak gibi görünüyordu. Ama her oyuncunun içinde kendi gerçeği vardı ve bu oyun, henüz ilk perdesindeydi.
___________
Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın. ❤❤❤
Yeni bölümde görüşmek üzere....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |