
N buSelam arkadaşlar yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.
Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayınız🫶
________________
“Siz önce barışın. Sonra toplantı yapalım.” diyerek Melek’i bir anda Murat’ın yanına doğru adeta iteledi Mahir Bey. Öylece kalakalmıştı Melek. Zaten çaresiz kaldığında hep böyle oluyordu. Bütün savunma mekanizmaları bir bir çöküyor, zayıflıklarını bastırmak isterken istemsizce gözleri doluyor, dudaklarını sıkıca birbirine bastırıyordu. Ama bu defa, daha gözyaşı bile akmadan Mahir Bey eliyle kolundan hafifçe itince iradesizce birkaç adım atmış ve Murat’ın yanına kadar gelmişti. Ne uğruna, neye rağmen, nasıl geldim bile demeden bulmuştu kendini Murat’ın karşısında.
Murat, az önceye kadar her şeyden elini eteğini çekmiş, bu sabaha kadar susmayan sekreteriyle olan tüm bağı kopardığını düşünerek uzaklaşmıştı. Şimdi ise karşısında durmuş, gözlerini kaçırmadan ona bakan Melek’in varlığına alışmaya çalışıyordu. Başını çok az bir şekilde, neredeyse belli belirsiz bir onayla salladı ve Mahir Bey’e döndü. Gözleriyle konuşmayı o devralacağını belirtti. Yüzünde içten olmayan bir tebessüm. Vücudunda istemsizce oluşmuş bir gerginlik. Bu oyunu daha önce oynamışlardı, ama şimdi bu sahne sadece Mahir Bey için yazılmış gibiydi.
“Biz zaten küs değiliz. Sadece sevgilime, papağanları kıskandıran dilini tutamıyor diye dert yandım.” dedi Murat. Sözcüklerin her biri zehirli birer iğne gibiydi. Ama öyle bir ustalıkla söylemişti ki dışarıdan şakalaşıyor gibi gözüküyordu. O cümleyle birlikte Melek’in koluna nazik olmayan bir zarafetle girdi. Zoraki bir temas. Tiyatro sahnesinde zorlukla icra edilen bir sevgi rolü. Mahir Bey, bu jesti yeterli görmüş olacak ki “Oh be.” der gibi içinden bir nefes alarak önlerine geçti.
Arkasını döndüğü an Melek’in kaşları çatıldı. Dudakları öfkeyle kıvrıldı. Ve beklenen patlama geldi. Fısıltı gibi çıkan ama etkisi çığlık kadar büyük olan sesiyle konuşmaya başladı. Tonu düşüktü ama içindeki öfke her kelimesinde yükseliyordu. “Papağan nedir ya. Başka canlı mı yoktu. Hem ne bu samimiyet. Ahtapot gibi sardığın elini çeker misiniz kolumdan. Yoksa eliniz artık size faydası olmayacak.” Gözlerinde şimşek çakarken Murat’ın bileğini tuttu. Sert ama abartısız bir hareketle kolunu kendisinden uzaklaştırdı. Ardından çocuk azarlayan bir anne gibi küçük bir çimdik attı ve elini tamamen kolundan düşürdü.
Murat, kızaran bileğine kısa bir bakış attı. Sonra alaycı bir gülümsemeyle gözlerini Melek’e çevirdi. Sanki yıllardır beklediği fırsat buydu. Onu kızdırmak, kırmızı çizgilerine basmak, delirtmek... Hepsi onun uzmanlık alanı gibiydi. Ama işi sadece sinirlendirmekle bırakmadı. Konuşmaya devam etti. “Haklısın aslında. Papağan demek hafif kalmış. Lama demeliydim. Bu hayatta yaşayan tek ruh ikizin o familya ne de olsa. Konuşmasa bile geviş getirir. Konuştuğu, sinirlendiği zaman da etrafı tükürük yağmuruna tutar. Olmadık yerde olmadık hareketler yapar. Biricik aileni söylemek neden aklıma gelmedi ki.” derken dudaklarının kenarındaki kahkaha kendini tutamadı ve dışarı taştı. Eğlendiği çok belliydi. Melek’in öfkesini görmek onu mutlu ediyordu. Belki de tüm bu ilişki karmaşasının ortasında tek eğlencesi, Melek’in tepkisiydi.
Ama o sırada Mahir Bey, kahkahaları duyunca arkasını döndü. Yanlarına yaklaştı. Onların birlikte gülüyor olması, onun gözünde barışmanın en somut göstergesiydi. Bir elini cebine sokmuş, diğer eliyle şaka yapmaya hazır bir şekilde yaklaştı. “Aranız düzeldi mi gençler?” dedi. Tek kaşı kalkık, yüzünde ‘iş bitirici’ bir ifade vardı. Sanki yıllardır insanları barıştırmak gibi gizli bir mesleği vardı da şimdi başarılarını topluyordu.
Melek’in gözleri faltaşı gibi açıldı. Kalbi sıkıştı. Dudakları titredi. Bu adam gerçekten de işi evliliğe, kavuşmaya, barışmaya bağlamıştı. Her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu söylemek istemesine rağmen hâlâ içten içe bu sahneleri gerçek zanneden bu adama sinirlenmek istemiyordu. Ve bu onu iyiden iyiye sinirlendiriyordu. Melek artık sınırda değildi. Sınır çoktan aşılmıştı. Sabır çizgisinin diğer tarafına geçeli çok olmuştu.
Ama yine de kendini tuttu. Nefes aldı. Gözlerini devirdi. Sinirini bastırmak için içinden saymaya başladı. Sonra yüzüne bir gülümseme kondurdu. Farklıydı bu gülümseme. Alaycı, ironik ve biraz da tehditkârdı. Gözlerini Murat’a dikerek konuştu. “Biz çok iyiyiz... Baksanıza Murat Bey nasıl da sevgi dolu bakıyor bana. Aramızı eskisi gibi düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Şimdi toplantı odasına geçelim mi.” dedi. Cümle sonlarına doğru sesinde ince bir titreşim vardı. Sabrının son noktasını haber veriyordu bu titreşim.
Murat onun bu oyununu tanıyordu. O gülümsemeyi, o sahte sıcaklığı... Melek sinirden delirdiği zaman yüzüne maskeler takardı. Şu anki maskesi ‘mutlu çift’. Ama gözlerinin içi bambaşka şeyler söylüyordu. Mahir Bey ise hâlinden memnundu. Sanki bu iki insanı hayat boyu birlikte mutlu göreceğini hayal etmişti. İçindeki tüm karmaşayı bir çırpıda hallettiğini düşündü. Cebindeki elini çıkardı. Gülerek önden yürümeye başladı.
Ve nihayet, toplantı odasına geçiş yapıldı.
Ama Melek’in içindeki öfke, Murat’ın bileğinde bıraktığı iz gibi kolay kolay geçmeyecek gibiydi. Bugünkü toplantı yalnızca bir iş meselesi değil, aynı zamanda sabır, sinir ve oyun yeteneği meselesine dönüşmüştü. Melek, ne Murat’ın boş üslubunu kaldırabilirdi. Ne de sevgi kelebeği gibi etrafta mutsuz insanları barıştırma derdindeki Mahir Bey’i... Eğer bu tiyatro biraz daha uzarsa sahneyi gerçekten yıkacaktı.
“Anlaşma yaptığım hiçbir şirket ile arama sed koymam. Bütün konuları en ince ayrıntısına kadar sorarım. Bu konuda anlaştık mı?” diyerek Mahir Bey gözlerini hiç kaçırmadan genç adama baktı. Masada oturmuşlar direk iş konuşmasına başlamışlardı. Sözleri keskin, net ve açık bir kararlılığın ürünüdür. Gözlerinde yılların verdiği soğukkanlılık, dudaklarının ucundaysa asla taviz vermeyen bir iş insanının gölgesi vardı.
Murat ise bir an bile tereddüt etmeden başını onaylar biçimde salladı. Sanki bu sorunun geleceğini önceden biliyor gibiydi. Cevap için hazırlıklıydı. Bu hazırlık, onun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Mahir Bey, karşısındaki adamın gözlerindeki güveni görünce memnuniyetini belli edercesine bir iç çekti. Sandalyeye daha rahat yerleşti. Belini hafifçe yasladı. Ardından sesi biraz daha yumuşamış bir tonda devam etti konuşmasına. “Öncelikle neden ortaklarınızla görüşmeyi sonlandırmalıyım. Sonraki konu, bana şirketiniz ne vadediyor. Çünkü eğer eski ortaklarınızla görüşmeyi bitirirsem, sizinle devam etmek isteyebilirim.” dedi. Kelimeleri tartarak, her birini bilinçli olarak seçmişti. Hiçbir sözcük gereksiz değildi. Her soru işareti, masanın bir köşesine koyulmuş bir satranç taşı gibi düşünülmüştü. Konuşmasını bitirdiği anda ellerini birleştirdi. Dirseklerini kolçağa yerleştirerek gözlerini Murat’a dikti. Bekliyordu. Bu bekleyiş sadece bir cevap değil, aynı zamanda bir duruş talebiydi.
Bu sessizlik yalnızca yirmi saniye sürdü ama Murat için bu saniyeler, içinde koca bir hayatın akıp geçtiği zaman dilimiydi. Derin bir nefes aldı. Sonra kendinden emin bir ifadeyle konuşmaya başladı.
“Ben her şeye sil baştan başlamak adına, öncelikle size tekrar hoş geldiniz demek istiyorum.” Cümlesini kurar kurmaz oturduğu baş koltuktan kalktı. Kravatını düzeltti. Ceketinin düğmelerini hafifçe çekti ve doğrudan Mahir Bey’in tam karşısındaki koltuğa oturdu. Bu hareket, karşısındaki kişiye verdiği değeri göstermek içindi. Yer değişikliği, sadece fiziki değil aynı zamanda psikolojik bir adımdı. Saygı, nezaket ve etkileyicilik içeriyordu.
“Müsaadenizle kendimi tanıtayım. Ben bu şirketin ikinci yetkili ismi Murat Arsel. Sizi gerek iş toplantılarında, gerek ekonomi haberlerinde, gerek gazetelerde isminizi ve başarılarınızı duymuş biriyim. Buradaki varlığınız bizim için bir şeref. Lütfen bunu içtenlikle söylediğimi bilin.” dedi. Bu sözleri sade ama vurucuydu. Ses tonu ne çok alçak ne de fazla yüksekti. Vurgular yerindeydi. Ve söyledikleri karşısında Mahir Bey’in yüzünde oluşan hoşnut ifade, Murat’a cesaret verdi.
Murat tam konuşmasına devam etmek üzereydi ki gözleri bir anda Melek’e takıldı. Sanki farkında olmadan o noktaya yönelmişti bakışları. Melek’in gözleriyle karşılaştığı an zaman durdu. Evet, bu kıza ne çok öfke duymuştu. Ne çok laf söylemişti. Ama bu kez başka bir şey vardı. Gözlerinde bir şey. Tarif edemediği, ama kaçamadığı bir sıcaklık.
Kahverengi gözler sıradan sayılırdı. Hatta çoğu zaman arka plana atılırdı. Ama Melek’in gözleri öyle değildi. İçinde ne varsa dışarı vuruyordu. Sinir, kırgınlık, korku, öfke ama bir de derinlerde yanan bir ışık. Sanki içinde hâlâ umut vardı. Ve o umut Murat’ı düşündürdü. O an bir şeyi fark etti. Gözleri, kelimelerden çok daha etkili olabiliyordu. Melek konuşmuyordu. Ama o kahverengi bakış, Murat’ı içten içe sarsmıştı. Başını girdiği şok ile öne eğdi. Göz temasını bozdu. Dudaklarında yarım ağız bir tebessüm belirdi. Belki fark edilmezdi ama kendi iç dünyasında önemli bir andı bu. Sonra kendini toparlayarak konuşmasına devam etti.
“Bizimle çalışmakta olan ortaklar, bizimle son bir kez toplantı yapmadan, eksikleri düzeltmemiz için herhangi bir öneri sunmadan irtibatı kestiler. Size gelmeleri sizin için de risk teşkil ediyor olmalı. Çünkü anlaşma onlar tarafından feshedildi. Biz o tarafta kalmak istesek bile, sizinle görüşme randevuları bizden habersizce alındı. İmzalar, bize hiçbir danışma yapılmadan atıldı.” dedi. Ses tonu bu kısımlarda kararlı ve doluydu. Artık alttan alma yoktu. Gerçekleri olduğu gibi anlatıyordu.
“Şimdi bu konuyu size bırakıyorum. Fakat siz onlarla devam etmeyi seçerseniz... Şimdiden söylemeliyim ki, sizin için toplantı, benim için ise bu sohbet burada biter.” Cümlesini bitirirken vurguladığı her kelime, havaya yazılmış notalar gibiydi. Konuşması bitmişti. Ama bakışlarındaki netlik hâlâ konuşuyordu. Ardından aniden Melek’e döndü. “Sekreter hanım. Bize lütfen iki bol köpüklü Türk kahvesi.” dedi. Sesi bu sefer yumuşaktı. Ama buyurganlığı da içinde barındırıyordu.
Sonra tekrar Mahir Bey’e yöneldi. “Türk kahvesini çok sevdiğinizi duymuştum. O yüzden cüretimi mazur görün. Size sormadan kahve söyledim. Eğer başka bir şey arzu ederseniz...” Lafını tamamlamasına gerek kalmadı. Mahir Bey elini Murat’ın omzuna dostane bir şekilde koydu. Sözünü kesti. “Evet. Kahveyi çok severim. Sohbetimize kahve eşlik etsin. Melek Hanım, sade olsun lütfen.” diyerek memnuniyetini belirtti.
Melek başını usulca sallayarak onayladı. Ama içten içe yaşananlara anlam veremiyordu. Gözleri şaşkınlıkla bir Murat’a bir Mahir Bey’e gidip geliyordu. Bu sahne bu ses tonu bu sakinlik... Bu Murat Arsel değil miydi? Tanıdığı adam bu kadar stratejik, bu kadar karizmatik, bu kadar insani olabilir miydi? Bugüne kadar gördüğü adamla bu an arasında uçurumlar vardı. Şimdiye kadar o çoktan arkasına bakmadan çıkıp gitmiş olmalıydı. Ya bir oyun konsolunun başında, ya bir kadının koynunda keyif yapıyor olurdu. Ama işte buradaydı. Karşısında. Sakin. Bilinçli. Güçlü. Ve konuşmalarıyla Mahir Bey’i bile etkisi altına almıştı.
Melek ne düşüneceğini bilemiyordu. İçinden bir kahkaha atmak, bir yandan da iç çekip “Bu kim yahu?” demek istiyordu. Ama sadece gülümsedi. Hafif bir tebessümle başını eğdi. Elindeki şirket telefonunu kaldırdı. Parmakları hızlıca tuşlara dokundu. Ve iki sade Türk kahvesi sipariş etti. O an, kalbinden geçen tek cümle şuydu. “Galiba tanıdığım Murat Arsel ile bu masadaki adam arasında dağlar kadar fark var. Ve ben o dağların ötesine bakmaya başladım bile.”
Geçen on beş dakika içinde, bol köpüklü Türk kahveleri gelmişti. İkisi sade, ince kenarlı porselen fincanlarda, zarif bir tepsi eşliğinde sessizce bırakılmıştı masaya. Kahvenin kokusu odaya sinmişti. Sıcaklığı henüz kaybolmamıştı. İçilirken çıkardığı o derin yudum sesleri bile sohbetin ritmine karışıyordu. Mahir Bey kahvesinden bir yudum alıyor, ardından elindeki belgeleri göz hizasına getirip dikkatlice sayfa çeviriyordu. Murat ise karşısındaki adamın yüz ifadesinden anlık okumalar yapmaya çalışıyor, her kaş çatışında ya da dudak oynayışında yeni bir varsayım geliştiriyordu.
Melek, sessizliğin içinde göz ucuyla ikisini izliyordu. Gözleri belgeler arasında kaybolan Mahir Bey’in titizliğini, karşısındaki Murat’ın sabırla bekleyişini, ara sıra gözlüğünü düzelten yaşlı adamın kahvesine dönüp kalan telveyi bile ziyan etmeden yudumlayışını fark ediyordu. Ortam sessizdi ama içeride yoğun bir analiz, hesap ve ölçme havası vardı. Bu yalnızca bir sunum değil, aynı zamanda karakterlerin birbirine güvendiği ya da güvenmediği noktaların test edildiği bir andı.
Mahir Bey en sonunda fincanını masaya bıraktı. Gözlerini belgelerden kaldırmadan, bir cümle kurdu. Cümle sadeydi ama içinde birçok ağırlık taşıyordu. “Taslağı inceledim. Yalnız aklıma takılan bir soruyu sormak istiyorum. Siz dünyadaki kumaş pazarlamasının kalbi olacak bir vizyonla çalışıyorsunuz. Tasarladığınız kıyafetlerde dünya çapında kayda değer, yüksek verimli bir potansiyel var. Buna itirazım yok. Fakat bu kulvar, yani tekstil sektörü, benim iş alanlarımın dışında kalıyor. Hal böyle olunca, istemeden de olsa içime bir şüphe düşüyor. Ve ben hiçbir işe şüpheyle başlamam. Bu, prensibimdir.”
Bu sözleri sarf ederken sesinde en ufak bir tereddüt yoktu. Her kelime, yılların deneyiminden süzülmüş gibiydi. Kozmetik. Ev dekorasyonu. Organik catering. Hatta dijital tarım teknolojilerine kadar birçok alanda yatırım ve ortaklığı olan Mahir Bey’in bugüne dek hiç ilgi duymadığı sektör, tekstil olmuştu. Ve tam da bugün, Murat karşısına bu işle çıkmıştı. Rastlantı mıydı, yoksa ince ince örülmüş bir stratejinin parçası mı, bunu hala kestiremiyordu.
Murat, adamın çekincesini çok iyi anlamıştı. Bu yalnızca yatırım yapılacak işin potansiyeliyle ilgili değildi. Bu, aynı zamanda adamın sınırlarını bilme ve onları esnetip esnetmeme kararıydı. Bu nedenle hiç acele etmeden, yanında getirdiği ek dosyayı masaya bıraktı. Bir işadamı ciddiyetinde değil, adeta uzun süredir bu anı bekleyen bir yazar gibi belgeleri eline alıp Mahir Bey’in önüne usulca koydu. “Elinizdeki dosyaya ek olarak bunu da incelemenizi rica ediyorum. Spesifik olarak bu dosya, yalnızca sektörümüzü değil, sizin bu sektörde nasıl farklılaşabileceğinizi anlatıyor. Dilerseniz birlikte üzerinden geçebiliriz.”
O an Melek, koltuğunda hafifçe geriye yaslandı. Olup bitene dışarıdan bir göz gibi bakıyordu. Sanki büyük bütçeli bir film izliyormuşçasına sahneye dalmıştı. Murat’ın tavrı, Mahir Bey’in dikkatli göz gezdirmesi, kahve fincanındaki telvenin dipte kalışı bile bu sahnenin atmosferini tamamlayan parçalardı. Bu an, her yönüyle dramatik bir doygunluk taşıyordu. Melek’in gözleri, bir ara istemsizce Murat’a kaydı. Onun odaklanmış bakışlarını, kendinden emin duruşunu, kendini ifade edişindeki dinginliği izliyordu. Murat da tam o anda Melek’le göz göze geldi. Aralarında kelimesiz bir diyalog oluştu. Ne kadar sürdü bilmiyordu ama o bakış, zamanın birkaç saniyeliğine durmasına sebep olmuştu. Melek yutkundu. O an tükürüğünü bile yutmakta zorlandı. Bakışlarını kaçırmak istese de yapamadı. Gözlerini ilk kaçıran Murat oldu. Sanki içindeki bir sızı, Melek’in gözlerinin içine çok uzun bakmasına engel olmuştu.
Bu küçük temasın ardından, Mahir Bey büyük bir dikkatle yeni dosyanın sayfalarını çevirmeye başladı. Murat ise artık daha fazla beklemek istemiyordu. Aklındaki düşünceleri paylaşmaya hazırdı. Sözcükleri özenle seçerek konuşmaya başladı. “Dünyaya açılmak istiyoruz. Bu bizim uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir fikir. Marka değerimizi uluslararası alana taşımak ve sadece ülke içinde değil, dünya pazarında da söz sahibi olmak istiyoruz. Ürettiğimiz kıyafetler, yalnızca tasarım değil, aynı zamanda yüksek kaliteye sahip kumaşlarla şekilleniyor. Sizin isminizle, bizim ürün kalitemiz birleşirse, iki taraf için de büyük paralar kazanılabilir. Kısaca söylemek gerekirse, siz bizim dünyaya açılan vücudumuz olacaksınız.”
Bu cümle, masanın üzerine bırakılmış koca bir teklif gibiydi. Ama Mahir Bey’in yüzünde hâlâ memnuniyet değil, düşünce vardı. Adamın zihni çalışıyor, seçenekleri tartıyor, mantığı duygularına galip geliyordu. Gözlerini Murat’tan kaçırmadan yavaşça yerinden kalktı. Hiçbir şey söylemeden odanın içinde yürümeye başladı. Derin bir düşünceye daldığı belliydi. Her adımında geçmiş tecrübeler, gelecekteki riskler ve şu anki teklif bir arada yarışıyordu. Sonunda durdu. Pencereye yaklaştı. Dışarıda öğleden sonra güneşi gökyüzünü yavaş yavaş altına boyarken, o arkasını dönmeden konuştu. “Neden ben? Ve neden şimdi?” dedi. Sesi düşük ama sorgulayıcıydı.
Murat, sorunun içinde çok fazla anlam olduğunu biliyordu. Sadece bir yatırımcıya yöneltilmiş bir teklif değil, aynı zamanda bir güven sınavıydı bu. Derin bir nefes aldı. Ardından sakince yanıtladı. “Nedenlerini net olarak bilemem. Ama bizi yarı yolda bırakmak için özel bir çaba harcayan Amerikalı ortaklarımızın, farkında olmadan bize verdikleri en büyük destekle diyelim. Onlar bizi dışladı ama bu bizi düşürmedi. Aksine ayağa kalkma biçimimizi daha da güçlendirdi. Bu yüzden sizinle ortaklık kurmak, yalnızca bir proje değil, aynı zamanda güçlü bir duruş meselesi. Ve elbette olması gereken, kârlı bir ortaklık olacağını da özellikle belirtmek isterim.”
Mahir Bey pencereye yaslandığı yerden başını çevirip Murat’a baktı. Gözlerinde hem bir şeyleri ölçüp tartan bir yatırımcının dikkati vardı hem de hâlâ ikna olmamış bir adamın gölgesi. Ama bu konuşmanın ardından odadaki hava değişmişti. Belki karar için daha çok şey gerekiyordu. Ama artık mesele bir iş ortaklığından daha fazlasıydı. Şimdi her şey, güvenin ve cesaretin bileşiminde şekillenecekti.
Melek iyice sıkılmıştı. Odayı kaplayan ciddiyet, kahve fincanlarının diplerinde biriken telveler, yüzlerdeki sorgulayıcı ifadeler, dakikaların bir türlü ilerlemediği bu boğucu havayı daha da ağırlaştırmıştı. İçten içe homurdanıyordu. Demek ki koskoca patronlar bile, milyarlarla oynadıkları işlerde böyle mız mız olabiliyordu. Kabul etse ne olurdu, etmeseydi ne... Eşek yükü kadar paraları vardı. Halen kaybetmekten ödleri kopuyordu. Paranla rezil olmanın kitap gibi canlı örnekleriydi karşısındaki adamlar. Bu kadar güç ve paranın içinde bu kadar korkak olunmasını anlayamıyordu. Ne olmuş yani bir adım ileri atsan, dünya mı yıkılır? Bazen her şeyi göze almak gerekmez miydi? Bu kadar mı garantici olunur? Bu kadar mı temkinli?
Kendi kendine bu düşüncelerle dalıp gitmişken, aniden bastı kahkaha. Bastırmaya çalıştıysa da başaramadı. İçinde biriken sıkıntı, kıkırdamaya dönüştü. Sonra da gözlerini kapatıp sessiz bir şekilde güldü. Kimi zaman gülmek, içindeki çığlıktan daha etkiliydi. Odayı dolduran bu keskin sessizlikte onun kahkahası bıçak gibi kesildi. Murat ile Mahir Bey dönüp ona baktı. Önlerinde, başını hafif geriye atmış şekilde gözleri kapalı halde gülen genç bir kadın duruyordu. Gülüşü, hafifti ama gerçekti. Sinirden mi, eğlenceden mi bilinmez ama ortamın ciddiyetine adeta meydan okur gibiydi.
Mahir Bey, bu anı kendi hayatından bir kesitle eşleştirdi. Kızını hatırladı. Onu ne kadar özlediğini anladı. O da böyle gülerdi. Gözlerinin içiyle gülerdi. Hiç olmadık yerlerde, olmadık anlarda kahkahası patlardı. Yüzlerinin benzemesi gerekmiyordu. Bu tavır, bu doğallık... O kızı hatırlattı işte. Birden içi ısındı. "Aklınıza gelip sizi bu kadar güldüren nedir?" dedi Mahir Bey. Sesi merak doluydu ama aynı zamanda sıcak ve samimiydi.
Melek, hızlıca toparlandı. Eliyle 'boş verin' anlamında bir hareket yaptı. Cevap vermedi. Dile gelse başına iş alacaktı. Hele ki söylediklerini Murat duyarsa, zaten işi kaybederdi. Bir de Mahir Bey'in gözünde ukala görünmek istemiyordu. Bu yüzden gülümsemesini yüzünde saklayarak, usulca başını eğdi. O an Mahir Bey’in gözlerinde tatlı bir tebessüm oluştu. Bu kızı içten içe sevmişti. Mahir Bey sandalyesinden kalkarken, son kez dosyaya göz attı. Gömleğini düzeltti. Gözlüğünü hafif yukarı çekti. Ceketini usulca giydi. Ardından Murat’a dönüp konuştu.
“Bu hafta Türkiye’de kalacağım. Görüşmem gereken birkaç iş insanı var. Eğer mümkünse, hafta içinde bir kere daha görüşmek isterim. Randevuyu siz ayarlarsanız memnun olurum Murat Bey.”
Murat başını hafifçe salladı. Elini uzattı. Tokalaştılar. Tokalaşma anı, sözsüz bir anlaşmanın ilk imzası gibiydi. Ardından Mahir Bey, kapıya yöneldi. Melek de hemen arkasından yürümeye başladı. Asansöre kadar eşlik ettiler. Koridorda yankılanan ayak sesleri dışında başka bir şey yoktu. Asansör geldi. Mahir Bey bir an dönüp Murat’a baktı. Gülümsedi. Ardından kapı kapanırken bakışlar birbirine kilitlendi. Kapı kapandı. Sessizlik tekrar çöktü. Murat, kapalı asansör kapısına kısa bir süre baktıktan sonra döndü. Melek ise hafif rahatlamış, biraz da yorgun bir şekilde iç geçirdi. Ardından Murat’la yan yana toplantı odasına doğru yürümeye başladılar.
Koridor sessizdi. Sadece topuk sesleri yankılanıyordu. Tam toplantı odasının önüne geldiklerinde Melek, aniden yan dönüp Murat’a baktı. Sesi biraz çekingen, biraz da muzurdu. "Efendim, size bir şey itiraf edebilir miyim? Ama lütfen kızmak yok," dedi. Gözleri etrafta birini arar gibiydi. Hem tedirgin hem de çocukça bir heyecanla Murat’ın yüzüne bakmaya çalışıyordu.
Murat biraz başını çevirdi. Yorgun görünüyordu. Elini alnına götürüp başını ovaladı. "Söyle. Ama kısa olsun. Başım ağrıyor," dedi ve gözlerini devirdi. Yorgunlukla sabır arasında gidip geliyordu. Melek hemen araya girdi.
"Tamam. Söz. On saniyede bitecek konuşmam," dedi. Nefes aldı. Gözleri parlıyordu. Başladı anlatmaya. "O kadar başarılıydınız ki az önce. Konuşurken gözlerimi sizden alamadım. Mahir Bey’e nasıl cevap verdiniz, nasıl konuştunuz, gerçekten... Ben bugüne kadar sizin sekreteriniz olmaktan hiç gurur duymamıştım ama şimdi... Şimdi mini minnacık da olsa bir gurur geldi içime. Belki ikramiye alma ihtimalim bile yükselmiştir. Sizin o Mahir Bey’le konuşurkenki halinizi izlerken, kafamda senaryolar yazdım. Dedim ki, ilk defa ciddi iş konuşması yaptı bu adam. İlk defa başarılı oldu. Hem de kadınla değil, bir erkekle. Yoksa hepiniz, kadınla konuşurken nedense çok motive oluyorsunuz. Hatta Mahir Bey kadın olsaydı, kesin başka bir niyetiniz vardır derdim. Çünkü siz, uçan kaçanı affetmezsiniz. Kadın mı var, siz oradasınız. Ama Mahir Bey kadın değil ve siz Mahir Bey’e yürümediniz. Oh dedim içimden, nihayet bu adam ciddi olabiliyor. Ve...”
Murat eliyle işaret etti. "Yeter. On saniye dedin. Dakikayı geçtik. Konuya girmedin bile," dedi ama sesi öfke dolu değildi. Daha çok sabırsız ve yorgun bir adamın, içten içe eğlendiği ama dışarıya sert görünmek zorunda olduğu haliydi bu.
Melek gözlerini kaçırmadan devam etti.
"Bir şey daha. Mahir Bey konuşmanın başında 'Aranıza sed koymam' dedi ya... Bence öyle bir sed koydu ki, bildiğin Çin Seddi. Duvar değil, kale ördü. Ve yine de siz onu ikna etmeye çalıştınız. Bu kararlılık etkileyiciydi. Ama şunu da sormadan edemem. Bütün patronlar böyle mi? Her işin başında homurdanmak zorunda mısınız? Yani ben olsam, karşımdaki bu kadar ikna edici biri olursa, asla bırakmazdım. Sımsıkı tutar, hemen işi kapardım. Ama siz... Neyse. Yine de helal olsun. Bu kez farklıydınız."
Murat kıza bakarken hafifçe başını salladı. Yüzündeki çizgiler gerildi. Sanki içinde farklı duygular birikmişti. Melek’in açık sözlülüğü bir taraftan sinirlerini bozmuştu ama diğer taraftan bu içtenlik, bu filtresiz enerji karşısında hayran kalmamak elde değildi. Gözlerini kaçırmak istese de edemiyordu. Dudaklarının hareketine, gözlerinin içinin parıltısına, yüzündeki mimik oyunlarına bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Bu kız konuşurken, onun söylediklerinden çok, nasıl söylediğiyle ilgileniyordu. İçinden “Sus artık” demek geçse de, yüreği “Devam etsin” diyordu. Ne tuhaf bir çelişkiydi bu.
Sonunda başını hafifçe sağa sola salladı. Kafasında oluşan karmaşık düşünceleri dağıtmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Gözlerini kapayıp tekrar açtı. Dudaklarını araladı ve konuşmaya başladı. "Sekreter, destan yazmaktan başka bir işe yaramıyorsun. Kafam şişti lakin, car car konuşuyor olmana da kızmıyorum. Sadece konuşmak istediğin zaman yanında, bir adet ergen sözlüğü getir." dedi Murat, gözlerinde o tanıdık alaycı pırıltıyla. Hınzırca gülümsedi. Ardından ceketinin düğmesini ilikleyip bir adım daha yaklaştı. "On saniye konuştun zannedip. On dakika laf gevezeliği yaptın. Bu da yetmedi, iyi bir şey mi söyledin, yoksa kötü bir şey mi geveledin, anlamadım. Yani övmüş gibi yapıp sözlerinle sövdün hissine kapıldım. Sözlük olsaydı, hemen bakardım ne dediğine. Seni anlamak çok zor."
Melek başını yana eğdi. Göz kapaklarını ağır ağır kırpıştırarak dudaklarını büktü. Onu anlamadığını her fırsatta dile getiren bir adama karşı, daha ne kadar sabır gösterilebilirdi bilmiyordu. Ama yine de ses tonunu bozmadan, burnundan hafifçe soluyarak yanıt verdi.
"Sözlüğe gerek yok. Anlamamakta ısrar ediyorsanız bilemem. İlk defa sizi desteklediğimi söyledim. Tabii her zamanki gibi pişman oldum."
Murat başını sağa sola sallayarak, cebinden çıkardığı kalemi parmakları arasında çevirmeye başladı. Kısa bir kahkaha attıktan sonra ciddileşir gibi yaptı. "Senin anlaşılmayan düşüncelerini ele alırsam. Sakın patron olma. Yok yok. Senin yeteneğini baz aldığıma göre, fazla açılmamak lazım. Doğru düzgün sekreter olabilecek dahi kapasite yok sende. Politik bile cevap vermiyorsun. Ne dediğin, ne yaptığın belli değil. Bu dünyaya fesat sekreter olarak gelmişsin. Fesat sekreter olarak da gideceksin."
Melek göz kapaklarını hafifçe kısarak, yüzüne küçümseyen bir ifade yerleştirdi. Kaşını kaldırdı. Gözleriyle Murat’ı baştan aşağı süzdü. Dudaklarını aralayarak cevap verdi. "Başarılı olduğunuzu söylüyorum. Bu kadar. Beni küçültüp, söylediğim sözleri büyütmeyin. Hem siz başarılı olduğunuz müddetçe ben ikramiye alabilirim. Mahir Bey'in holding'e ayak basması için ne kadar çok çektim. Bu iyiliğimin karşılığını vermek gibi bir incelik yapacaksanız herha..."
Sözü daha tamamlanmadan Murat kahkahayı bastı. Öyle bir kahkaha attı ki odanın duvarları bile yankılandı. Gözleri kısıldı. Elindeki kalem neredeyse parmaklarının arasından fırlayacaktı.
"Ben seni işten kovdum. Yandı gülüm keten helvam. Sen ikramiye mi düşünüyorsun? Maaşını alırsan eğer iki rekat şükür namazı kılarsın." Melek’in gözleri bir anda büyüdü. Yüzünde önce bir hayret, ardından öfke ifadesi belirdi. Dudaklarını buruşturarak konuşmaya başladı. "Ne. Beni kovdunuz mu? Ne hakla. Kim size bu yetkiyi verdi. Bugün ne kadar yoruldum biliyor musunuz? Beni Fahri Bey kovabilir sadece. Hem sen kim oluyorsun ki benim maaşım ve ikramiyem hakkında atıp tutuyorsun. Ben olmasam Mahir Bey buraya gelir mi sanıyordun? Dünyaca tanınan adamı getirdim. Tamam toplantıya başlamadan sed koydu ama bu bile holding için lütuf."
Başını dikleştirdi. Çenesini hafifçe yukarı kaldırdı. Ses tonu giderek sertleşirken ellerini beline koydu. Öfke birikmişti ve artık taşmaya hazırdı. Murat ise bu gösteriden oldukça keyif alıyor gibiydi. Yavaş adımlarla Melek’e doğru ilerlemeye başladı. Gözlerini onun gözlerine dikti. İşaret parmağını sanki gözüne sokacakmış gibi havaya kaldırarak konuştu. "Senin yüzünden kovulduk oradan. Hem sanki iş olmuş gibi davranman ne kadar pasif bir davranış. Bana bak deli sekreter. Gördüğüm en belalı çalışansın. Antika diye müzeye koymak lazım seni. Seni koydukları fanusun içine de. Patronların kanını emen sekreter diye yazı yazacaksın."
Bu sözler Melek’in ellerini yumruk yapmasına neden oldu. Tırnakları avuç içine geçtiğinde acıyı hissetti ama belli etmedi. Gözleriyle Murat’a bakarken çenesini sıktı. O artık sabır taşı olmaktan çıkmış, kırılmak üzere olan bir çan gibi titriyordu. Derin bir nefes aldı. Dişlerinin arasından kelimeleri tükürürcesine fısıldadı. "Bana antika diyene bak. Siz de nesli tükenmekte olan bir Dugong'sunuz."
Bir anlık sessizlik oldu. Ardından Melek’in dudakları yukarı kıvrıldı. Kahkahasını tutamadı. Tüm öfkesi bir an için yerini keyifli bir intikama bırakmıştı. Şimdi gülme sırası Melek'teydi. Sinir olma sırası Murat’a geçmişti. Ve bu geçiş, Murat’ın yüzündeki ifadeye anında yansıdı. "O ne demek? Yine hangi eşya, hayvan veya bitkiyi bana benzettin?" dedi dişlerini sıkarak. Melek hâlâ gülüyordu. Omzunu silkti. O kahkaha, Murat’ın zihninde yankılanıyor gibiydi. Kahkahası müzik gibi gelmişti. Saatlerce duysa sıkılmazdı. Başını şokla salladı, gözlerini devirdi. Melek’in üzerine doğru bir adım daha attı. Bu kızın kelime dağarcığı ayrı bir galaksiden geliyor, diye düşündü içinden. Bir buçuk aydır birlikte çalışıyorlardı. Ve her gün, ya sabır çektiği bir başka güne dönüşüyordu. Onu susturmak için para teklif etmeyi bile düşünmüştü. Ciddi ciddi. Ama işte bazı zamanlarda da... Tatlıydı. Hem de tartışmaya gerek bırakmayacak kadar.
Birbirlerine bakan iki insan. Biri patron, biri sekreter. Ama aralarında geçenler öyle düz bir iş ilişkisi olmaktan çok uzaktı. Ne zaman gerçekten kızsalar bile, içten içe alışmışlardı bu didişmeye. Belki de kelimelerle kavga etmeyi seviyorlardı.
"Ben sana Dugong dedim değil mi?" diye yeniden sordu Melek, gülüşünü kontrol etmeye çalışarak. "Evet. Ne o?" dedi Murat, kaşlarını çatarak. "Dugong... Deniz ineği. Hantal ama zararsız. Biraz da sevimli."
"SEVİMLİ Mİ?!" diye bağırdı Murat.
Melek ellerini başının arkasına koydu. Arkasına yaslandı. Gözlerini kapattı. Gülümseyerek mırıldandı. "İşte bunu ilk defa söylediniz. Sevimli olduğunuzu kabul ettiniz. Tarihe not düşülsün."
Murat elindeki kalemi yere attı. Başını iki yana salladı. Kendi kendine söylendi.
"Ben bu kıza ne desem ters çeviriyor. Cümleleri kırıştırıp önüme geri atıyor. Bu nasıl bir iletişim modeli." Melek gözlerini açtı. Başını yana çevirdi. Alaycı bir gülümsemeyle; "İletişim modeli değil bu. Hayatta kalma yöntemi. Patron modeli siz olunca, sekreterin kendi zırhını geliştirmesi şart."
"Yani benim yüzümden mi böyle oldun?" dedi Murat, bu kez sesi daha yumuşak. Daha içten. Melek kaşlarını çattı. Bir an ciddileşti. Sonra başını salladı. "Hayır. Siz sadece bahane oldunuz. Böyleydim zaten." Murat sustu. Melek de sustu. Odayı yalnızca saate takılı tıkırtılar doldurdu. Dakikalar geçmedi belki ama o an, her şey durmuş gibiydi. Sonunda Murat, başını öne eğip sessizce söylendi.
"Ben seni anlamıyorum ama galiba alışıyorum sana." Melek bakışlarını yere indirdi. Hafifçe başını eğdi. Gülümsedi.
"Ben de sizi sevmiyorum ama galiba alıştım bile." Ve sonra ikisi de birbirine baktı. Anlamadıkları, kavga ettikleri, alay ettikleri o bütün kelimelerin ötesinde garip bir sessizlikte, aynı cümlede durduklarını fark ettiler.
Murat, son iki haftadır farkında olmadan işe yarım saatlik bir istikrarla geliyordu. Onu tanıyan herkes için bu, gökten elma düşmesi kadar şaşırtıcıydı. Ayda bir kez bile işe uğramayan adam, üç gündür ortalıkta görünmemiş olsa da, genel gidişat bakımından artık düzenli sayılabilirdi. Bu bile holdingde şehir efsanesi olmuştu. Koridorlarda fısıldaşmalar başlamıştı. Sekreterler arasında yapılan çay sohbetlerinde, "Bugün de geldi mi?" sorusu heyecanla soruluyor, Murat Arsel’in gün içindeki varlığı borsa takip eder gibi izleniyordu.
"Niye benden nefret ediyordun?" dedi Murat, ciddi bir şekilde sormuştu. Kendisi de nefret ettiğini düşünüyordu ama Melek'in ondan nefret ettiğini düşünmesi hoşuna gitmemişti. Minnacıkta olsa sevgi pırıltısı görmek isterdi. "Size karşı illa bir duygum olacaksa nefret olmasını istedim." dedi Melek sevimli bir yüzle. "Ne kadar tatlı bir düşünce." Kısa bir an gülümsedi, Murat. "Neyse sizin gibi oturmak isterdim ama bir sürü işim var. Ne de olsa kovmak istediğiniz ama kovamadığınız sekreter olarak çok çalışmam lazım."
Melek ayağa kalkınca Murat da birden ayağa kalktı ve Melek'in üzerine yürümeye başladı. Melek, gözlerini ondan ayırmadan panikle geriye doğru yürürken duvara birkaç santim kala kolundan yakalandı. Murat onu kendine doğru çekti. Bir nefeslik mesafe. Göz göze geldiler. Hiçbir kelime etmiyordu ikisi de. Ama ortamda kelimelerden daha keskin bir şeyler vardı. Sessizlikte yankılanan bir şey. Kalbinin deli gibi çarpması. Belirsizliğin ürkütücü gerilimi. "Kafam kolay kolay karışmaz. Sekreterim olarak üstüne vazife olmasa da kafamı karıştırıyorsun."
Murat, Melek’in sinirle çatılmış kaşlarının ortasına parmağını koydu. Yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Bu, ne dalga geçmeydi ne de alay. Garip bir şeydi. O anın dokusunda başka bir anlam vardı. Sanki kelimeler boğazına takılmıştı da bakışları daha fazla konuşmaya çalışıyordu. Melek, kalbinin ritminin bozulduğunu hissetti. Murat’ın kokusu, nefesinin sıcaklığı, gözlerinin ifadesi. Hepsi bir olup sinirlerine karıştı.
Gözünü kaçırdı. Son bir hamleyle arkasını dönüp kapıya yürümeye başladı. Adımları hızlı, neredeyse aceleciydi. Paniklemişti. Asansör düğmesine bastığında, içinden onu görmezden gelmeye çalışıyordu. İçinden sayı sayıyordu. Beşe geldiğinde Murat da ıslık çalarak yanına geldi. Elindeki telefonla oynuyordu. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Bu adam tam anlamıyla dengesizdi. Islık sesi. Tuş sesi. Melek’in kendi kalp atış sesi. Her şey üst üste binmişti. Duyularını bastıran hiçbir şey yoktu. Kalbi kulaklarına vuruyor, gözleri bile ritim tutuyordu.
Asansör geldi. Kapılar açıldı. Murat önce bindi. Melek de arkasından sinirle içeri adım attı. Ama o adımı attığına pişman oldu. Çünkü Murat onu omzundan tutup dışarı attı. Ne olduğunu anlayamadan kapının önünde kaldı. Yüzü evden kovulmuş kedi gibi. Masum ve çaresiz.
"İki kere izin verdim diye asansörü tapulu malın mı sandın?" dedi Murat. "Hem iki kere rahat binmenin cezasını çekeceksin. Yangın merdiveninden bugün ve yarın gideceksin. İki gün boyunca normal merdivenleri kullanırsan maaşından keserim. Çalıştığın süre zarfında asansör sana yasak." dedi ve ardından kapanan kapının ardından gülerek el salladı. "Hadi bakalım. Yürü fesat sekreter." Bilerek yapıyordu. Adını koyamadığı duygularını bastırmak içindi bu tavrı.
Melek olduğu yerde taş kesilmişti. Aşırı sinirliydi. İçinde biriken her şey, boğazına düğüm olmuştu. Dişlerini sıkarak ayaklarını süre süre merdivenlere yöneldi. Her basamakta içinden Murat’a küfrederken, merdivenlerin metal sesi sinirini daha da artırıyordu. Bir kat inmesi gerekiyordu sadece. Ama mesele o değildi. Mesele, patronunun ona koyduğu keyfi ambargoydu. Sanki asansör onun özel mülküydü. Diğer çalışanların kullandığı, ortak bir hizmetin tapulu sahibi gibi davranmıştı.
Kendi kendine söylenerek sekreter odasına girdi. Saate baktı. Saat 20.00 olmuştu. İki saat geç paydos ediyordu. Toplantının uzaması, zaman kavramını unutturmuştu ona. Fakat fazladan çalıştığı için alacağı mesai ücreti onu biraz olsun rahatlattı. Omuzlarını gevşetti. Kollarını geriye doğru esnetti. Bilgisayarını kapattı. Etrafı toparladı. Oda sessizdi. Binanın büyük kısmı artık karanlık ve boştu.
Bir göz atmak için Murat’ın odasına yöneldi. Kapıyı çaldı. Ses gelmedi. İçeriye girdiğinde kimsenin olmadığını gördü. Başka kata çıkmış olmalıydı. Masanın üzerindeki birkaç belgeyi düzenledi. Kahve fincanını lavaboya götürdü. Temizliğini yapıp çıktı. Nihayet uzun koridoru geçip yangın merdivenine ulaştı.
Elini kapıya uzattığında bir çığlık sesi duyuldu. Bir çığlık ki. Kalbini delip geçen, kulak zarını yırtan, ruhuna işleyen bir çığlık. Sadece yardım istemek değildi bu. Bir çığlıktı. Acil. Çağrıydı. Melek tereddüt etmedi. Kalbi boğazında atıyordu. Her adımı koşuya dönüştü. Kendi katındaki ikinci odadan geliyordu ses. Duvarlardan yankılanıyordu. Kapının tokmağını tuttuğu gibi iterek açtı. İçeri daldı. Ve durdu.
Dünya sanki ağır çekime geçmişti.
Karanlık bir oda. Perdeler çekilmiş. Masa devrilmişti. Bilgisayar yere düşmüş, camları çatlamıştı. Bir kadın. Yerde. Saçları dağılmış. Gözleri korkudan açılmış. Ağlıyor. Üzerinde bir adam. Ceketini çıkarmış. Gömleğinin düğmeleri açık. Nefes nefese. Elleriyle kadının ağzını kapatmaya çalışıyor. Kadın çırpınıyor. Melek’in gözleri büyüdü. Beyni kısa devre yaptı. Ama bedeni donmadı. Bağırdı. "Ne yapıyorsun? Çekil onun üstünden!"
Adam bir an Melek’e döndü. Şaşırmıştı. Gözü korkuyla açıldı. Ama hâlâ kadının üstündeydi. Melek daha fazla düşünmeden odadaki sandalyeyi kaptığı gibi adama doğru savurdu. Sandalye sırtına çarptığında adam sendeledi. Kadın fırsattan istifade kendini kenara attı. Hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Melek kadının üstüne yerdeki ceketi attı. Onu yerden kaldırırken gözleri hâlâ saldırganın üzerindeydi.
"Kimse hak etmiyor bunu. Kimse bu halde olmamalıydı. Senin gibi şerefsizlerin ellerine bırakılmamalıydı." dedi dişlerini sıkarak. Adam kıpırdamaya çalıştı ama Melek ikinci sandalyeyi alıp havaya kaldırdı. "Bir adım daha atarsan kafanı kırarım. Polisi arıyorum." dedi. Ve kapı bir kez daha açıldı.
_____________
Beğeni yapmadan diğer bölüme geçmeyi aklınızın ucundan geçirmeyin.☺️Yeni bölümde görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |