
Hadi başlayalım...
Yorum ve beğeni yaparak destek olur musun?
_____________________
"Sibel, kolonya nerede?" diyerek Melek, beşinci kez sarstığı uykunun derinliklerinde kaybolmuş arkadaşına neredeyse yalvarırcasına sesleniyordu. Gözleri odanın her köşesini tarıyor, bir yandan da kolonya ihtimaliyle Selim'in odasına doğru umutsuzca bakışlar atıyordu. Hareketsizlik içinde uzanan Sibel, başını yastığa gömmüş, bir gözünü aralayıp hırıltılı bir sesle konuşmaya başladı. "Off Melek. Kolonya ile intihar mı edeceksin? Boşuna uğraşma. Hastanede mideni yıkadıkları gibi geçiyor. Hem illa bir halt yiyeceksen git kendi evinde yap. Annem bacaklarımı kırar burada ölürsen." dedi. Cümlesi bittiği anda, yeniden uykuya yenik düşüp gözlerini devirerek yorganın altına saklandı. Melek, son bir kez daha omzundan tutup sarstı.
"Merve sinir krizi geçiriyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Kolonya’yı bulmam lazım. Yardım et. Acil. Her zaman böyle anlarla karşılaşmıyoruz. Kendine zarar verecek. Kalk artık şu yataktan Sibel." dedi. Sesi öyle titrek ve kararlıydı ki, içinde taşıdığı panik tüm odayı sarstı. Melek bir an bile kaybetmek istemiyordu. Yerden hızla kalkarak odadan çıktı. O sırada Sibel gözlerini hafifçe araladı, içindeki tembellik ne kadar güçlü olsa da Merve'nin adını duyduğunda bir şeyler kıpırdamaya başladı.
İki dakika bile geçmemişti ki, Sibel de uykulu hâliyle koridora çıkmıştı. Göz kapakları yarı açık, adımları sürünür gibiydi. Koridordan geçerken saate baktı. Gözleri tam seçemese de rakamlar ya üçü ya da dördü gösteriyordu. Ne fark ederdi? Bu saatler onun için bedenin işe yaramadığı, beynin durduğu, kıçında sineklerin uçuştuğu saatlerdi. Ama şimdi bu uyku hâlinin bile önüne geçecek kadar ciddi bir durum vardı.
Kısa bir arayıştan sonra kolonyayı mutfakta, buzdolabının içine sıkıştırılmış halde bulmayı başardılar. Melek'in gözleri parladı. Sibel’in annesi Serpil Hanım, menopoza girdikten sonra kolonyayı yanından ayırmaz olmuştu. Özellikle de buzdolabında saklardı. Soğuk olsun, ferah tutsun diye. Serpil Hanım söz konusu olduğunda hiçbir hareket, hiçbir karar şaşırtıcı sayılamazdı. Onun düzeni, evin yazılı olmayan anayasasıydı.
Ellerinde kolonya ve bir bardak suyla hızla Sibel’in, Melek ve Merve’ye bu gece tahsis ettiği odaya koştular. Serpil Hanım, Nimet Bey ve kardeşi Selim, memleketleri Gaziantep’e bir düğün için gitmişlerdi. Düğün sahibinin evinde kalacaklar, iki gün sonra döneceklerdi. Ev, kızlara emanetti. Ama kimsenin tahmin etmediği bir geceydi bu. Gözyaşının, sessizliğin ve çaresizliğin gecesi.
Odaya girdiklerinde gördükleri manzara karşısında nefesleri tutuldu. Merve, odanın ortasında iki büklüm olmuş haldeydi. Üzerindeki ince eteğin altından bacakları titriyordu. Omuzları kasılmış, sırtı kamburlaşmış, adeta bedenini unutmuş gibiydi. Soğuk zemin, onun yavaş yavaş dağılan ruhunu içine çekiyor gibiydi. Sessizce hıçkırarak ağlıyordu. Arada bir elleriyle başını kavrayıp nefes almaya çalışıyor, sonra tekrar küçülüyordu.
Melek hiç zaman kaybetmeden kolonyayı avucuna dökerek Merve’nin ellerine yaklaştırdı. "Kokla, derin nefes al," dercesine sessizce yönlendirdi. Merve’nin gözlerinden akan yaşlar, sanki bir muson yağmuru gibi durmaksızın akıyordu. Ne kadar silerlerse silsinler, gözlerinde yeniden yerini bulan damlalar vardı. Yanakları kızarmıştı. Burnu çekildikçe içinden çıkan hırıltı, boğazındaki düğümün ne kadar büyük olduğunu belli ediyordu. Sibel artık dayanamıyordu. Yüreği parça parça olmuştu. Yanına diz çöküp Merve’nin boynuna sarıldı. Dudakları titriyordu ama söylemesi gereken cümleleri içinden atmak zorundaydı.
"Şerefi olan hiçbir insan, aciz, güçsüz, savunmasız bir kadına bunu yapmaz. Hangi kutsal kitapta, hangi peygamberin sözünde bu şiddet savunulur? Hangi din adamı, bir kadının gözyaşını görmezden gelir? Onları da doğuran bir kadın değil mi? Bu dünyada kadının kıymetini bilemeyen herkes yok olsun." dedi. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Merve daha da güçlü ağlamaya başladı. Hıçkırıkları nefes alışverişlerini bölüyor, bedeninin her bir noktası küçük sarsıntılarla yankılanıyordu.
Melek, olduğu yerde donup kalmıştı. İçinde hissettiği yük artık omuzlarını değil, ciğerlerini ezmeye başlamıştı. Bu sahneye daha fazla katlanamayacak gibiydi. Yalnızca onları izleyebiliyordu. Kendisi de acı içindeydi. O da bir süredir sırtındaki acıya dayanamıyordu ama şimdi, acısını paylaşmak sanki ayıpmış gibi geliyordu. Vücudunda darp izleri vardı. Morluklar, sıyrıklar... Hepsi sessiz bir çığlık gibiydi. Ama burada, Merve’nin kırık hali varken, kendi acısından bahsetmek bencilce olurdu. Dişlerini sıktı. Sessizce duvara yaslandı. Gözleri yere düşmüş Merve’nin vücudunda, kulaklarında Sibel’in sözleri yankılanıyordu.
Odayı sadece ağlama sesleri dolduruyordu. Hava ağırdı. Bir kadının canı, başka bir kadının gözünden akıyordu. Bu üç beden, aynı odada, aynı gecede farklı acılarla yan yana gelmişti. Ve ne yazık ki hiçbiri yeterince güçlü hissetmiyordu. Belki de artık güçlü olmak istemiyorlardı. Güç, acının içinde şekil değiştirip zalimliğe dönüşüyordu bazen. Belki de tek istedikleri, birinin elini tutup, "Geçecek," demesiydi. Ama bu gece o cümle edilmedi. Edilemedi. Çünkü hiçbir şey geçmiyordu. Sadece zaman geçiyordu.
Yarım saatin ardından Merve'nin titreyen bedeni yavaş yavaş gevşemişti. Ağlaması tamamen durmamıştı ama artık içini parçalayan o hıçkırıklar kesilmiş, yerini derin derin nefeslere bırakmıştı. Gözleri hâlâ kızarık, yanakları yaşlarla ıslanmıştı. Ama en azından kriz hâli geçmişti. Sibel dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini Merve’nin ayak bileklerine koymuş şekilde nefes almaya çalışıyordu. O da ağlamaktan yorgun düşmüştü. Melek ise sessizce odanın bir köşesinde ayakta duruyordu. Ama içinde durmakta olan fırtına dışarı taşmak üzereydi. Bu suskunluk, onun için bir suskunluk değil, birikimin ta kendisiydi.
Merve yatağın köşesine kıvrılmış, dizlerini karnına çekmişti. Üzerine örttükleri ince battaniye titreyen vücudunu örtmeye yetmiyordu ama onun için artık fiziksel bir sıcaklığın anlamı yoktu. İçindeki soğukluk çok daha keskin ve kalıcıydı. Melek birkaç adım attı. Oda sessizdi. Hatta ölüm sessizliğiydi. Bu sessizliği bozmak onun için kolay değildi ama artık içindeki kelimeler, boğazına dolup nefes almasını engellemeye başlamıştı. Derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. "Şimdi zamanı değil biliyorum ama... Biliyorum, söylediklerim sana kendini daha kötü hissettirebilir. Yine de susarsam delireceğim. Yarın sabah ilk iş olarak polis karakoluna gidiyoruz. Ne yaşadığını, kimlerden yaşadığını, ne şekilde maruz kaldığını anlatacağız. Cinsel istismar, fiziksel şiddet, duygusal ve psikolojik baskı. Hepsi için şikâyetçi olacağız. Görgü tanığın benim. Sessiz kalmamı beklemeyin. Onların sana ne yaptıklarını gördüm. Elimde, o alçakların sana uyguladığı şiddeti gösteren kapı gibi deliller var." dedi. Omuzlarını kastı. Gözlerinde öfke ve kararlılık vardı. Bu sessizlik, Melek'in tahammül edemeyeceği kadar acı veriyordu.
Merve, konuşmayı dinlerken başı eğikti. Sanki konuşulan her kelime onun üzerine düşen birer çekiçti. Başını hafifçe kaldırdı. Sadece bir saniyeliğine göz teması kurduktan sonra tekrar yere indirdi. O kısa bakışta tükenmişlik vardı. Cesareti kırılmış bir insanın, hayata tutunacak dalı kalmamış gibi. Kırılmış, parçalanmış, toz haline gelmiş bir yürekti onunki. Gücünü toplamaya çalışarak, iç çekerek konuştu. "Kimseye söylemek istemiyorum. Unutmak en iyi çözüm gibi geliyor. Zaten aynı hatayı bir daha yapamazlar. Bir kere oldu, oldu. Bir daha olmaz." dedi. Sesinde bir umut değil, bir teslimiyet vardı. Zorlanarak yerinden kalktı, birkaç adım attı ve Sibel’in yatağına uzandı. Yatağın kıvrımına gömüldü. Gözleri sabit bir noktaya bakarken vücudu hiç kıpırdamıyordu. Kalbi hâlâ çarpıyordu ama yaşama isteği, o çarpıntıya eşlik etmiyordu.
Melek, bu sözleri duyunca öfkesini artık içine hapsedemedi. Dişlerini sıkarak, sesi yükselmeden ama sert bir tonda cevap verdi. "Ben bir araba dayağını üzerime sünger çekmek için yemedim. Bu yüzden sessiz kalmadım. Sen de bu duruma düşmeyi hak etmedin. Hiçbir kadın hak etmez. Eğer sen sana yapılanı sineye çekersen, başkasına da susar diye yaparlar. Bugün sana bunu yapan, yarın başka birine aynısını yapar. Çünkü sessizlik onları cesaretlendirir. Senin susman, onlara zafer kazandırır." dedi. Kelimeleri zehir gibiydi. İçinde biriken her şey şimdi dışarı sızıyor, odanın duvarlarına çarpıp yankılanıyordu.
Sibel, ellerini kaldırarak sessizlik işareti yaptı. "Melek, sus biraz. Şu an değil," dediği bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Ama söz çoktan ağızdan çıkmıştı. Artık geri alınamazdı. Merve yavaşça doğruldu. Gücü olmasa da kendini oturur pozisyona getirdi. Dirseklerini dizlerine koydu. Ellerini birleştirip başını onlara yasladı. Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar konuştu. Sesi kısılmıştı. Her cümle, içinden parçalar kopararak çıkıyordu.
"Karakola gitsek ne fark edecek? Bize inanırlar mı sanıyorsun? Hadi diyelim ki inandılar. Sonra ne olacak? En fazla bir hafta içeride kalırlar. Onlarda para var. Avukatları var. Gerisi yalan. Holdingin haberi olursa ne olacağını düşünüyor musun? İki şık arasında kalacaklar. Ya bizi dinleyip adamları kovacaklar ama kazançlarından olacaklar. Ya da hiçbir şey olmamış gibi davranıp üç maymunu oynayacaklar. Sonuçta kaybeden biz oluruz. Ben zaten istifa edeceğim. Senin de işine son verirler. Patronlara bir laf gitse, zincirleme reaksiyon başlar." dedi. Boğazını ıslatmak için birkaç yudum su aldı. Devam etmek zorundaydı. Çünkü susmak onu daha çok tüketiyordu.
"Fahri Bey’e söylesem... Belki adamları işten kovar ama bu kez onlar dışarıda bizim başımıza daha büyük işler açar. Salih Bey... Belki bir süre yanımızda durur. Ama sonra unutulup gideriz. Murat Bey’i söylemiyorum bile. Küçük patronun tek bildiği insanlarla dalga geçmek. Bizi ciddiye almaz. Alırsa da o da sadece kovmak ile yetinir. O kadar. Ama Esila Hanım... O burada olsaydı, ne olursa olsun, kibri ne kadar büyük olsa da yanımda duracağını bilirdim. Gerekirse peşlerine adam takar hepsine dersini verirdi." dedi.
Gözlerinden yaşlar yine süzülmeye başladı. Yanağını silemediği için gözyaşları çenesinden aşağıya doğru inip boynuna ulaşıyordu. Sibel hemen peçeteye uzanarak ona yardım etti.
"Unutursak geçer. Her şey geçer. Sadece biraz korku kalır. Endişe kalır. Güvensizlik kalır. Ama bunlarla yaşamaya alışırız. Zamanla alışırız. Lütfen kimseye söyleme. En azından bir, iki hafta kimsenin haberi olmasın. Kendime gelmeme izin ver. Sonrasında düşünürüz. Ne yapacağımızı o zaman karar veririz. Ne olur Melek... Ne olur şimdilik sus." dedi.
Melek, bakışlarını yere indirdi. Kalbiyle zihni arasında savaş başladı. Susmak mı doğruydu, konuşmak mı? Şu anda, sadece bir baş hareketiyle onay vermeyi seçti. Başını hafifçe öne eğerek kabul etti. İçinden bir şeyler kopuyordu. Ama Merve’yi kırmak istemedi. Esila'nın kim olduğunu bile sormadı. Zihninde sadece Murat ismi yankılanıyordu. O konuda Merve ile hemfikirdi. Gerçekten de Murat yaşanılanlarla dalga geçerdi. Ama ya dalga geçmez onlar için savaşırsa. Böyle bir ihtimal olabilir miydi? Diğer ihtimallerin gerçek olmasını istemiyordu. Ne demekti korku, endişe, güvensizlik? Bu duygular, bir insanın içini kemiren, hayatı yaşamaktan soğutan duygulardı. Boş bir hayatın habercisiydi. Merve’ye baktı. Çöküşün içinde bir kıvılcım aradı ama bulamadı. Sadece yorgunluk vardı.
O an, kendi kendine söz verdi. Şimdilik susacaktı. Bir hafta. Sadece bir hafta. O süre zarfında Merve’ye destek olacak, onu güçlendirecek ve sonra bu sessizliği bozmanın en doğru yolunu birlikte bulacaklardı. Ama ilk adım, alışma süresiydi. Merve’nin gözlerinin içinde hâlâ korku vardı. Ve o korkunun içinde saklanan bir hayatta kalma mücadelesi. Melek, o mücadeleyi tek başına bırakmayacaktı.
Sibel ile Melek yere serdikleri yer yatağında yan yana uzanmış, sarılarak yatıyorlardı. Odanın içinde ağır bir sessizlik hâkimdi. Dışarıda esen rüzgârın camlarda oluşturduğu hafif tıkırtı, sanki içeride bastırılmaya çalışılan duyguların yankısıydı. Sibel’in nefesi yavaş yavaş düzene girmişti. Gözlerini kapatmış, ama derin bir uykuya dalmaktan henüz çok uzaktı. Melek’inse gözleri açıktı. Tavana bakıyor, göz bebekleri karanlıkta asılı kalmış birer yük gibi sabit duruyordu. Omuzundaki ağrı zaman zaman zonkluyor, sırtında taşıdığı darp izleri kendini unutturmamak istercesine canını yakıyordu.
O sırada, diğer yatakta tek başına uzanan Merve, gözlerini kapattığı her saniyede Kenan Bey’in sözlerini yeniden ve yeniden duyuyordu. “Bakalım Suzan’ın övdüğü kadar var mısın?” Bu cümle beyninde yankılandıkça nefesi daralıyor, göğsü sanki taşlarla eziliyordu. Elini ağzına kapatıp onu susturarak odaya götürmüştü. Ardından olanlar, Merve’nin zihninde bir düzen içinde hatırlanacak kadar net değildi. Hatıralar paramparça, düzensiz ve korkunç bir yapboz gibiydi. Her parça başka bir acıyı, başka bir kırılmayı, başka bir çaresizliği temsil ediyordu.
Yavaşça yorganını çenesine kadar çekti. Yüzü soğuk yastığa gömülüyken gözleri açık kalmıştı. Sanki gözlerini kapatmaktan korkuyordu. Çünkü kapattığı anda, karanlıkta sadece onun yüzü değil, bütün yaşadıkları canlanıyordu. Planlanan bir komploya kurban gitmişti. Oyun çok iyi kurulmuştu. Baştan beri her şey organize edilmişti. Yaren ve Suzan’ın yardım istemesi, Merve’yi bilgisayar başında yalnız bırakmaları, ofisteki herkesin bir bahaneyle dışarı çıkması. Her hareket, onu yalnız bırakmak üzerine kurgulanmıştı. Her detay, onu savunmasız bir anın içine sürüklemek için ustalıkla örülmüştü.
Bir kadın, başka bir kadına bunu nasıl yapabilirdi? Neden? Ortada bir kavga, bir hakaret, bir rekabet dahi yokken bu düşmanlık nereden çıkmıştı? Merve zihninde defalarca aynı soruyu soruyordu ama hiçbir yanıt bulamıyordu. Aldığı her nefesi düşünmekten veremiyor, aklı vücudundan önce harekete geçtiği için yorgun düşüyordu. O an Melek'e döndü. Onun da uyanık olduğunu hissetmişti. Yanında birinin olduğunu bilmek, bu kadar acı içinde bile olsa bir nebze rahatlatıcıydı. Sessizliği bozmak istercesine yavaşça fısıldadı. “Biliyor musun?” dedi. Sesi kısıktı ama Melek’in yorgun kulaklarında yankılandı.
“Neyi biliyor muyum?” dedi Melek. Göz kapakları ağırdı. Uykusuzluktan gözlerini kırpıştırarak, yorganı hafifçe burnuna kadar çekti. "O adam... Kenan beni odaya sürükledikten sonra yere attı." Merve derin bir nefes aldı. Sanki içinde biriken kelimeleri anlatmak için değil, dışarı atmak için çabalıyordu. O anları tekrar yaşıyor gibiydi. Gözleri doldu. Boğazı düğümlendi. “Sonra da ayağıyla sağ elimi ezmeye başladı. Bastıkça canımın nasıl yandığını hissettim. Ne bağırabildim ne kaçabildim. Sadece kıpırdamadan yattım. Ve o an duyduğum tek cümle, Suzan’ın dediği kadar var mısın oldu.” dedi. Gözlerinden boşalan yaşlar yastığı ıslattı. Tıpkı çeşmenin önünde unutulmuş bir sürahinin taşması gibi, sessizce ama sürekli ağlıyordu.
Melek, o an gözlerini kapattı. Daha fazla duymak istemiyordu ama duyuyordu. Merve'nin her kelimesi, içindeki öfkenin üstüne benzin döküyor gibiydi. Bu nasıl bir düzen, nasıl bir adaletsizlikti? Yine de susmayı seçti. Çünkü artık gece çok ilerlemişti. Ve her yeni kelime, Merve’yi biraz daha tüketecekti. “Hadi uyu. Bunları düşünme artık.” dedi Melek. Sesi yumuşaktı ama içinde gizli bir öfke vardı. Merve'nin daha fazla anlatmasını istemedi. Çünkü her detay, her acı, bir başka kabusun kapısını aralayabilirdi. Bu gece bitsin istiyordu. Sadece sabah olsun. Güneş doğsun. Belki biraz umut doğar diye düşündü.
Kadın, kadının düşmanıydı denirdi. Bu gece bu sözün ne kadar doğru olduğunu acı bir şekilde öğrenmişti. Yine de yarın sabah işe gitmeliydi. Merve için güçlü durmalıydı. İş yerinde olup biteni anlamalı, detayları kafasında toparlamalıydı. Şüphelerini, kırıntılarını birleştirmeliydi. Kimin ne bildiğini, kimlerin göz yumduğunu, kimlerin planladığını bir bir çözüp su yüzüne çıkarmalıydı. Ama şimdi değil. Şimdilik bedenine iki saatlik uyku izni vermek zorundaydı.
Gözlerini kapadı. Ama uyuyamıyordu. Uyursa kabuslar gelip onu bulacaktı. Uyandıktan sonra gerçekler, daha da acı verecekti. O yüzden gözlerini kapatsa bile zihni uyanıktı. Korkuyordu. Gerçekten de kurbanlık bir koyun gibi hissediyordu kendini. Ama bazılarını korkutması gerektiğini de biliyordu. Olaylar sadece susarak geçmeyecekti. Sessizlik bazen bir silah gibi kullanılmalıydı. Vakti geldiğinde, Melek konuşacaktı. Belki tek başına, belki Merve’yi de ikna ederek. Ama o adamlar bu yaptıklarının bedelini ödeyecekti.
Yatakta sarılmış halde uyumaya çalışan Sibel ise kendi iç dünyasında çırpınıyordu. Gözleri kapalıydı ama uykuda değildi. Merve’nin az önce söyledikleri kulağında çınlıyordu. Kadın bedenine bu şekilde dokunulmasının ne kadar vahşi, ne kadar iğrenç bir suç olduğunu bir kez daha idrak etmişti. Ve bu suça ortak olan kadınların varlığı, içini daha çok acıtıyordu. Suzan gibi birinin varlığı, kadın dayanışmasına ihanet eden her söz ve davranış, yüreğini bulandırıyordu.
Sabaha daha saatler vardı. Ama üç genç kadının bu gecesi çoktan bitmişti. Gözyaşları, sessizlikleri, fısıltıları ve içlerinde kalan öfkeyle bu geceyi kazıyarak geçiriyorlardı. Ve her biri kendi içinde bir savaş veriyordu. Kimse diğerine yük olmak istemiyor ama kimse de yalnız kalmak istemiyordu. O gece hiçbir şey değişmedi. Ama bazı kararlar içten içe filizlenmeye başlamıştı. Henüz kimse yüksek sesle söylemiyordu. Ama artık susarak yaşamak, sadece zaman kazanmak içindi. Gerçekleri gömmek değil, doğru zamanı beklemekti.
***
"Bak demedi deme" diyerek pisti izlemeye devam etti Murat. Kulaklarına dolan yüksek müzik, gözlerinin önünde dans eden siluetler ve etrafa yayılan ağır parfüm kokusu arasında kendisini sadece o cümleye sabitlemişti. "Oğlum yarım saattir ‘demedi deme’ diyorsun. Valla şimdi bir şey diyeceğim" dedi Hakan sinirini saklamaya çalışarak. "Anladık. Kalbine, kolay çalışmayan o aklına bir şeyler oluyor. Ama yeter. Sayende bebek bakıcısı oldum." Gözlerini kısıp Murat’a baktıktan sonra, hemen ardından barmene dönüp parmağıyla sert bir uyarı yaptı. "Oğlum buradan içki siparişi alma. Özellikle buna bir şey verme."
Murat dudaklarını büzüp sanki gönül koymuş gibi Hakan’a baktı. Dudaklarını hafifçe sarkıtarak, gözlerini büyütüp çocuksu bir ifadeyle onun vicdanına dokunmak istedi. Masanın yan tarafında oturan kızlar bu sevimli, serseri tavra gülümserken, Hakan’ın gözünde sadece çile büyüyordu. O an Murat ona, hamile sevgilisini terk etmiş ama sonra bir şekilde pişman olup vicdan azabıyla geri dönmeye çalışan, ama hâlâ ciddiyetsizliğinden ödün vermeyen bir adam gibi görünüyordu. Hakan içini çekti. “İçki gerçekten de bütün kötülüklerin anası” diye mırıldandı. O an işaret parmağını başparmağının içine alıp Murat’ın alnına sertçe bir fiske attı.
“Ah be abi” diyerek alnını iki eliyle ovalayan Murat kaşlarını çattı. Sonra yüzünü buruşturdu ve önüne döndü. “Şimdi sen ne yapmaya çalıştın? Alnımda iz kalırsa, seni burun deliklerine gömerim. Gerçekten diyorum. Bir gün biri burun deliklerinde ‘Hakan’ yazısı görürse şaşırmasın.” İkisi de birkaç saniye boyunca susup birbirlerinin gözlerinin içine baktı. Gözlerdeki ciddiyet yerini kahkahaya bırakırken, kulübün içinde yankı yaparcasına gülmeye başladılar. Gülüşmeleri yan masadaki insanları bile etkiledi. Eğleniyor gibiydiler ama sadece dışarıdan bakıldığında öyleydi.
Murat hâlâ gülümseyerek kadehine ulaşmaya çalıştı ama Hakan onun kolunu tuttu. “Murat ne yapmayı düşünüyorsun?” dedi gülümsemesini yavaşça silip ciddiyetle. "Hangi konuda?" diye yanıtladı Murat, kadehi alamadığı için Hakan’a kısa bir sitemle bakarak.
“Nasıl hangi konuda? Sekreter, çılgınlık, hoşlanma, Melek. Bunların hepsiyle cümle kur. Hangi konuda olduğunu anlarsın.”
Murat arkasına yaslanıp gözlerini kapattı. Yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. “Ne düşüneceğim o deliyi. Başka derdim mi yok? Susmayan çenesini başıma dert edeyim. Gözleri güzel ama diğerleri bütün kızlarda var. Mesela para çok seviyor. Sonra şiddet yanlısı. Dudakları, söylediği argo sözlere rağmen fazla şekilli. Gururu yok. Kapıdan kovuyorum bacadan giriyor. Fahri Bey ve değerli patron yalakası Salih’in gözüne girmek için beni harcıyor. Hatta o yalakaya aşık olduğunu bile düşünüyorum. Konuşması bile insanı içine çekmiyor. O cadı ne zaman ağzını açsa bende kovma hissi uyanıyor.”
Biraz eğilip, Hakan’ın saçlarına muzipçe dokundu. “Birçok davranışı erkek gibi. İnsan onu kadın diye koluna takmaz. Keza taktı diyelim, yerin dibine sokar o kız seni. Şimdi ben bu kız için ne düşüneceğim?” Hakan başını sallayarak bir iç çekti. “Daha ne düşüneceksin? Kızın karakter sicilini önüme döktün. Demek bu kadar gözüne batıyor. İyi. Şimdilik bu da güzelmiş kardeşim.”
“Oğlum iki dakika benim tarafımda dur. Biz sana kardeş diyelim. Sen yeme, içme, başım belaya girsin diye dua et. Vallahi gerçek kardeş olsan sevilmezsin. O kız ile ciddi düşünmek ölmek ile bir.” Hakan içten bir kahkaha attı. Murat ne kadar saçmalarsa saçmalasın, alt metinde inkar olduğunu fark etmişti. "Demek sekreter için ciddi düşünüyorsun." Dostunu tanıyordu. Bir adam, bir kadını bu kadar detaylı anlatıyorsa, ondan hoşlanmaya çoktan başlamış demekti. Murat farkında değildi belki ama Hakan’ın gözünden kaçmamıştı. İnkar eden adam, çoğu zaman ilk adımı atmış olurdu bile. Hakan gülümsedi. Kendi kendine boş boş güldü. Sadece eğleniyormuş gibi yaptı. Ama içinde, arkadaşının yaşadığı duygu karmaşasını anlamanın rahatlığı vardı.
Tam o sırada Hakan’ın telefonu çaldı. Arayan kişi acil bir şey için ona ihtiyaç duyuyordu. Masadan kalktı. “Ben gitmek zorundayım” dedi. “Aptallık yapma. İçme artık.” Göz kırptı, sırtına hafifçe dokunup uzaklaştı. Murat dostunun gitmesiyle bir an yalnız kaldığını hissetti. Oturduğu sandalyede birkaç saniye sessizce bekledi. Sonra başını hafifçe öne eğdi. Gözlerini kapatıp derin bir nefes almak istedi ama midesi bulandı. Başında yavaş yavaş dönen bir ağrı oluştu. Elleriyle masanın kenarını tuttu. Kendini toparlamak istedi. Fakat içkiyi fazla kaçırdığı her seferde olduğu gibi, vücudu artık onu dinlemiyordu.
Koluna birinin girdiğini fark etmedi. Yanına kim geldi, kiminle konuştu hiçbirini hatırlayamadı. Sadece anlık bir sıcaklık, sonra kesilen görüntüler.
Sabah, gözlerini açtığında tanımadığı bir yataktaydı. Etrafına baktı. Odanın kokusu, dağınıklığı, yerdeki eşyalar yabancıydı. Yanındaki kadın ise ona tamamen tanıdıksızdı. Bu, Murat’ın görmek isteyeceği en son şeydi. Başını yastığa gömdü. İçini kemiren pişmanlıkla derin bir iç çekti. Gecenin sonunu bir kez daha kontrolünü kaybederek kapatmıştı. Ama en çok da Melek’i düşünerek uyandığı gerçeğini inkâr edemedi. Bu sabah, karmaşanın ortasında bir gerçek saklıydı. Her şeyin dışında, kalbinde giderek büyüyen bir kıpırtı vardı. Ve ne yaparsa yapsın, Melek’in adı zihninden silinmiyordu.
********
Melek, alarmın çalmasıyla gözlerini araladı. Göz kapakları sanki ağırlıkla bastırılmış gibiydi. Elini yavaşça uzatıp telefonu buldu. Ekrandaki parlak ışık gözlerini rahatsız etse de, parmaklarını kaydırarak alarmı susturdu. İptal düğmesine basıp telefonu yastığın üzerine bıraktı. Başını tekrar yastığa koydu ama gözlerini kapatamadı. Saat yedi buçuktu. İçinde huzursuz bir hareketlenme başlamıştı. Uyanması gerekiyordu. Hem de hemen. Ama yataktan kalkmak için önce zihnini, sonra bedenini ikna etmesi gerekiyordu.
Birkaç dakika öylece yattı. Kıpırtısız. Sessizlik içinde yalnızca Sibel’in horultusu duyuluyordu. Kalın, dalgalı bir horlamaydı bu. O kadar rahattı ki, sanki dünyayla bütün bağlarını kesmiş gibiydi. Merve ise neredeyse nefes bile almıyordu. Yüzü yastığa gömülmüş, bedeni hareketsizdi. Ölüm sessizliği gibiydi hali. Onlara baktı, gülümsedi. Kalbinin bir yerinde, gecenin tüm karanlığına rağmen şükredecek bir şeyler bulmuştu. En azından şu an yanındaydılar.
Yavaşça yorganı üzerinden atıp ayağa kalktı. Ayakları yere değdiğinde serinliği hissetti. O serinlik bir anlığına bile olsa tüm gece boyunca yaşadıkları korkuları bastıramadı. Gözlerini kırpıştırarak odadan çıktı. Banyoya doğru ilerlerken gece boyunca üstünden çıkardığı kanlı elbiseleri düşündü. O kanın kokusu hâlâ tenine sinmişti. Merve’yi taşırken üzerine bulaşan kanın izi gitmemişti. Yıkanmasına rağmen kokusunu hâlâ hissediyordu. Sibel’in yumuşatıcı kokan pijamaları bile o keskin demir kokusunu bastıramamıştı.
Banyonun kapısını kapatıp içeri girdi. Duş kabinine doğru yöneldi. Köşede duran küçük beyaz tabureyi çekip üstüne oturdu. Duş başlığını çevirdi. Mavi plastik kovaya önce sıcak suyu bıraktı. Buhar yükselmeye başladı. Ardından soğuk suyu açıp ılıklaştırdı. Dışarıdan bakıldığında sade bir sabah banyosu gibi görünüyordu. Oysa içinde yıkamaya çalıştığı yalnızca vücudu değil, ruhuydu. Kenardaki kalıp sabunu tutup köpürtmeye başladı. Her ovalayışta canı daha çok acıyordu ama durmuyordu.
Teninde yanan acı, ruhundaki yanığın küçük bir yansımasıydı. Her bastırışta geçmişin izini silmeye çalışıyordu. Dünkü yaşanan her sahneyi tek tek yıkamaya, temizlemeye, unutmaya çalışıyordu. Ama ne kadar yıkarsa yıkasın, izler derinin altında birikiyordu. Gözleri doldu. Titreyen elleriyle tası tekrar suya daldırdı. Ilık suyu omuzlarından aşağı dökerken iç çekti. Nefesi daraldı. Göğsünde bir ağırlık oluştu. Bittiğini düşündü. Ama bitmiyordu. Su, sadece derisinden kirleri götürüyordu. İçine işlemiş olanı kıpırdatmıyordu bile.
Duşu kapattı. Nefes alışverişi hâlâ dengesizdi. Vücudu hafif titriyordu. Islak ayaklarıyla banyodan çıkmadan önce, aynanın buğulanmış camına baktı. Eliyle aynayı sildi. Yansımasındaki kadına dikkatle baktı. Solgun bir yüz, dağınık saçlar, donuk gözler. Ama dudaklarında yine de zorlama da olsa bir tebessüm vardı. Her şeye rağmen gülümseyebilmek, belki de en büyük savaştı. Sibel’in askısında asılı olan pembe kelebek desenli bornozu aldı. Üzerine geçirdi. Bornozun içinde kaybolmuş gibiydi. Omuzları düşük, adımları yavaş, ama içinde hâlâ dirençli bir taraf taşıyordu. Odaya geri döndüğünde manzara hiç değişmemişti. Sibel hâlâ horluyordu. Merve hâlâ hareketsizdi. Onlara sessizce baktı. Yavaşça dolaba yöneldi. Kendi kıyafetlerinden başka bir şey giymek zorundaydı. Dolaptan kot pantolon ve sade, açık mavi bir gömlek aldı. Hızlıca giyindi. Üstüne başına baktı. Aynada biraz önce gördüğü yorgun kadından eser kalmasa da, içindeki yorgunluk hâlâ her hücresine sinmişti.
Çevresine göz gezdirip kalem aramaya başladı. Yatağın yanında duran küçük çekmecenin üstünde bir post-it bloğu ve ince uçlu bir kalem buldu. Oturup yazmaya başladı. Her kelime, içindeki suçluluk ve umut arasında kurulan bir köprüydü. “Merve merak etme. Dün seni görmedim. Bir hafta ne olursa olsun sessiz kalıp, senin kendini hazır hissetmeni bekleyeceğim. Kendine iyi bak. Lütfen kendini üzme. Bir yol bulacağım. İşten çıkmayı aklından geçirme. Sen değil, onlar çıkacaklar.” Yazdığı notu yatağın başına dikkatlice yapıştırdı. Birkaç saniye durup Merve’nin yüzüne baktı. Ardından kalemi tekrar eline aldı. Yeni bir not yazdı. Bu defa yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. “Sibel, kıyafetlerini ödünç aldım. Bu yüzden sakın arkamdan atıp tutma. Ben eve gelene kadar Merve sana emanet. Hadi sulu sulu öptüm.” Yazdığı notu Sibel’in boşta kalan eline yapıştırdı. Uyanmasa da bu sahneyi kafasında canlandırıp içinden bir kahkaha attı.
Saat ilerliyordu. Daha fazla oyalanmamalıydı. Sessizce ayakkabılarını giyip çantasını omzuna astı. Evden çıkarken kapıyı yavaşça kapattı. Sokağa adım attığında sabah serinliği yüzüne çarptı. İçini çekti. Nefes alırken hâlâ biraz zorlanıyordu ama ilerlemeliydi. Hızlı adımlarla iki sokak yukarıdaki kendi evine doğru yürümeye başladı. Adımları hızlandı. Koşar gibi yürüyordu. Her adımında geçmişi geride bırakmak istercesine daha da hızlandı. Evinin kapısına geldiğinde, çantasından anahtarını çıkardı. Ellerinin titrediğini fark etti. Nefes nefeseydi. Ama sonunda kapıyı açtı. Derin bir nefesle içeri girdi. Her şey henüz bitmemişti. Ama yeniden başlamak için gereken ilk adımı atmıştı.
Hayri Bey mutfağın sabah serinliğini çay buharıyla ısıtmıştı. Her zamanki gibi çay bardağını ince parmaklarıyla tutmuş, alt dudağına dokundurarak küçük yudumlarla içiyordu. Kalın kaşlarının altında biriken çizgilerle birlikte gözleri gülüyordu. Kızını görünce yüzünün her kası adeta gülümsemek için yarışmıştı. Melek, babasına göz ucuyla bir tebessüm bırakıp hızlıca konuştu. “Baba, işe geç kaldım. Kıyafetimi giyip hemen gitmem lazım,” dedi ve konuşmasına fırsat vermeden elini öpücük atar gibi ağzına götürüp, odasına koştu. Hayri Bey ağzını daha yeni açıyordu ki Melek çoktan gözden kaybolmuştu. Adam şaşkın ama memnun, çayından bir yudum daha aldı. Kızının bu telaşına alışmıştı ama içinde, onun bu sabah biraz daha yorgun olduğunu fark edecek kadar hassas bir baba kalbi vardı.
Melek odasına girer girmez kapısını kapadı. Ardından sırtındaki sızı şiddetle kendini hatırlattı. Dolabın kapağını açarken, sağ omzuna yük binen bedenini zorlukla hareket ettiriyordu. Ellerini gömleklerin arasına daldırırken, acıdan yüzünü buruşturdu. Kendi kendine bir yöntem geliştirmişti. Acıya tamamen odaklanırsa bedenini taşıyamayacak hale gelirdi. Bu yüzden beynine komut verdi. Acının sadece yarısını hissetmesine izin vermeliydi. O da öyle yaptı. Derin bir nefes alıp, krem rengi, yakası hafif dantelli gömleği çıkardı. Altına da siyah, diz hizasında biten kalem eteğini geçirdi. Aynaya şöyle bir baktı. Gözlerinin altındaki morlukları fondötenle örttü. Dudaklarına biraz renk verip saçlarını at kuyruğu yaptı. Zorla da olsa yüzüne biraz canlılık katmaya çalıştı. İçindeki çürümüşlüğü dışına yansıtmamaya ant içmiş gibiydi.
Mutfaktan babasının söylediği Kürtçe türkü sesi geliyordu. Melek, yavaş adımlarla mutfağa ilerledi. Evin havasını dolduran türkü, onun çocukluğuna götürdü. Babası ne zaman çok hüzünlenirse o türküyü söylerdi. Her harfi ağzından titreyerek dökülüyordu. Askerlikte tanıdığı, devresi olan Sefer’i hep bu türküyle anardı. Şehit edildikten sonra günlerce bu melodiyi mırıldanmıştı. Şimdi de evyesinin başında, elinde sünger, ağzında türkü vardı. O kalın sesiyle sessizce söylüyordu.
“Ev çi derdeki be dermane seremin.
Tû zalimi tû bê bexti yaramin.
Be te zore we dünyaye halemin,
Tû ji dilêmin dernakevi yaramin.”
Melek, babasının sesine hayranlıkla kulak verdi. O kadar çok söylemişti ki bu türküyü, kelimeleri ezbere bilirdi. Ama anlamı her seferinde biraz daha fazla acıtırdı yüreğini. Bir yandan zamansız kayıpların hüznü, bir yandan kendi içinde taşıdığı son günlerin kederi. Babasının yanağına küçük bir öpücük kondurup, onun arkasını dönmesini beklemeden evden çıktı. Çünkü göz göze gelirlerse gitmekte zorlanırdı. Ve bir kez daha geride bıraktığı her şeyin yükünü omuzlarına bastırarak yola koyuldu.
Otobüs durağına yürürken güneş çoktan doğmuştu. Temmuz’un son günleri olsa da sabahları hâlâ bir serinlik taşıyordu. Otobüs kısa bir bekleyişin ardından geldi. Melek, sessizce binip cam kenarındaki koltuğa oturdu. Gözlerini kapattı ama uyumadı. Yol boyunca zihninde geçen geceyi yeniden yaşadı. Merve'nin ağlayışı, Sibel’in çaresizliği, kendi bedeninde hâlâ hissedilen darp izleri, Kenan’ın yüzündeki nefretle yoğrulmuş sırıtışı. Kalbine yumruk gibi oturdu her bir anı. Otobüs durağa vardığında saat henüz dokuza on vardı. Bir buçuk aydır ilk kez bu kadar erken gelmişti. Ama erken gelmesiyle mutlu olmaya fırsat kalmadan yine bir tokat gibi yüzüne çarpan gerçeklerle karşılaştı.
Asansöre yöneldiği sırada arkasından bir ses duydu. Güvenlik şefi Halil Bey, nefes nefese, gözlerini kaçırarak yanına yaklaştı. Mahcuptu. Mecburi bir görevi ifa ediyor olmanın huzursuzluğuyla konuştu. “Melek Hanım, patronun talimatı var. Bugünden itibaren sizin girişiniz yangın merdiveni kapısından yapılacak.” Melek bir an dondu. Dudaklarını araladı ama hiçbir kelime çıkmadı. Gözlerini devirdi. Tek kelime etmeden, zihninden geçen küfürleri sessizce savurup yangın merdivenine yöneldi. Bedeninin yorgunluğuna rağmen asıl ağırlık, içindeki kırılmışlıktı. Murat kadar inatçı birini görmemişti. Merdivenlerden her adım attığında sırtındaki ağrı daha da derinleşti. Trabzana sıkı sıkıya tutunarak kendini yukarı çekti. Her basamak, bedenine isyan ettiriyordu ama pes etmeyecekti. En sonunda üst kata ulaştı. Terlemiş, nefes nefese, yorgun ama kararlı bir şekilde sekreter odasına yürüdü.
İkinci odanın kapısı açıktı. İçeri göz ucuyla baktı. Dün yaşananlardan iz kalmamıştı. Ne kırık masa vardı ne de yere dökülmüş dosyalar. Her şey sanki hiç olmamış gibi düzenlenmişti. Hayat onlar için devam ediyordu. Melek, burnunu çekip gözyaşlarını yutkunarak bastırdı. Kendini toparlayıp sekreter masasının başına geçti. Bilgisayarını açtı. Yalnızca birkaç saniyeliğine durup ekranın açılmasını bekledi. Sonra kararlı bir şekilde sandalyesinden kalktı. Patronunun odasını temizlemeye gidecekti. Kapıyı tıklattı, içeriden ses gelmeyince kapıyı hafif araladı.
Tam içeriye adım atıyordu ki, kulağına dolan ses beynini delen bir çekiç gibi vurdu. Kapının hemen yanından, iç odadaki konuşmaları net şekilde duyabiliyordu. "Kenan Bey merak etmeyin. Bu yaptığınız iyiliği ödemez olur muyum? Sizin sayenizde önümüz açıldı. O kız artık bu iş yerine adım atamaz. Diğeri de piyango oldu. Alan genişledi. İki sekreter açığını biz kapatırız. İkisinden de ömür boyu kurtulduk."
Cümlenin ardından gelen şuh kahkaha, odadaki havayı paramparça etti. Melek’in gözleri büyüdü. Kalbi küt küt atmaya başladı. Gözbebekleri bir noktaya sabitlendi. Ayakları, kendiliğinden geriye adım attı. Elini kapıya koydu. Kapıyı yavaşça kapattı. İçindeki fırtına ise kapanmak bilmiyordu. Nefesi hızlandı. Dizleri titremeye başladı. O an bir karar verdi. Bu işin sonunda ya kendisini inkâr edecekti ya da bunları ifşa edecek, belki de hepsini. Ama her ne olursa olsun, bu hikâye burada bitmeyecekti.
_____
Yorum ve beğeni yapmayı unutmayın. Yeni bölümde görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |