
Selam arkadaşlar yorum ve beğeni yaparak destek olmandan mutluluk duyarım.
Okumaya başlamadan önce beğeni butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶
________
Sonra da kulağına dolan, beyninin bütün nöronlarını bitiren o ses ile odadan çıktı.
"Kenan Bey, merak etmeyin. Bu yaptığınız iyiliği ödemez olur muyum? O kız artık bu iş yerine adım atamaz. Diğeri de piyango oldu. Önümüz açıldı. İkisinden de sayenizde ömür boyu kurtulduk." Sözlerinin sonunda şuh bir kahkaha attı. Kahkaha, koridorun duvarlarına çarpıp yankılandı. Melek’in vücudu aniden ağırlaştı. Eli ayağı boşalmış, bulunduğu yerde donup kalmıştı. Sanki biri göğsüne bir beton parçası yerleştirmiş gibi. Kalbi atmıyor, sadece içi çöküyordu. O an hiçbir şey duymamayı, o sesin hiç var olmamış olmasını, duyduklarının hepsinin sadece uykuda gördüğü çirkin bir kabus olmasını diledi.
Melek, bu insanların yaptığı ucuz ama ağır hatadan sonra biraz olsun pişmanlık hissedeceklerini sanmıştı. En azından küçük bir tereddüt, kısa bir duraksama. Belki bir omuz silkmesi, ya da vicdanın en arka sokaklarından gelen silik bir iç çekiş. O zaman, bir ihtimal, affetmesi olağan olabilirdi. Oysa şimdi gördüğü şey, pişmanlığın zerresi olmayan bir vicdansızlıktı. Melek artık nefret edemeyecek kadar bitkindi. Kalbinde öfkeye yer kalmamıştı. Çünkü öfke bile enerji gerektiriyordu. Onun yerine bir çaresizlik yerleşmişti içine. Derin, dipsiz bir boşluk. O an fark etti. Bir ihtimal olarak düşündüğü, lanet olası bir yalanla karşı karşıya kalmak ne demekti, şimdi çok daha iyi anlayabiliyordu.
Görünürde kimse yoktu. Koridor sessizdi. Zemin, ayakkabılarının altında yankı yapan bir yalnızlık gibi ses veriyordu. Gözleri bir noktaya odaklanmadan yürümeye başladı. Asansöre doğru ilerliyordu. Ama henüz birkaç adım atmıştı ki, karşısında Suzan’ı gördü. Suzan heyecanla telefonuna bakıyor, hızlı hızlı bir şeyler yazıyordu. Yüzünde alaycı bir sırıtış vardı. Demek ki Kenan Bey’e yapılan o yalancı minnet, bu kızın sahte çenesiyle süslenmişti. O aşağılık kurgu, bu ucuz suratın ürünüydü.
Melek hışımla Suzan’ın elindeki telefonu aldı. Kız ne olduğunu anlayamadan donakalmıştı. Melek gözlerini ekrana çevirdi. Ekranda açık olan mesaj, bütün duygularını daha da derinleştiren bir son darbe gibiydi. [ Kızlar dünkü plan on numara işlemiş. Merve artı Melek cadısı tarihin tozlu sayfalarına isimlerini kazıdılar. Yeni patronlarımız hayırlı olsun. Murat benim.:) :) ]
İki adet gülücükle biten bu satırlar, bir dostun sırtından sapladığı bıçağın ucuna iliştirilmiş kandır. Melek derin bir nefes aldı. Yüzündeki ifade değişmedi. Sakin ama tehditkâr bir tavırla telefonu Suzan’a geri uzattı. "Şimdi, ben sana ve senin kumaşından olan arkadaşlarına ne yapayım? Öldürüp gömsem içim acımaz. Sizin mideniz nasıl aldı bunu? Günahsız bir insanın hayatını mahvettiniz. Bunun size dönüşü olmayacak mı sandınız?"
Adım adım yaklaşmaya başladı. Suzan panik içinde geri çekilmek ister gibi olsa da bacakları yerinden oynamadı. Korkudan küçük dilini yutmuş gibiydi. Gözleri büyümüş, dudakları titriyordu.
Melek konuşmaya devam etti. "Siz bela aradınız öyle mi? Zevkle belanızı bulacaksınız." Bunu der demez, Suzan’ın saçlarına öyle bir asıldı ki kız çığlık bile atamadı. Melek, onu acımasızca asansöre doğru sürüklemeye başladı. Suzan şaşkınlık ve korkuyla direnemiyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gelen asansöre Melek önce Suzan’ı attı. Ardından üstüne bir kez daha çeki düzen vererek içeri girdi.
Asansör kapandığı anda ortam kapkaranlık bir gerilim filmine dönüştü. Melek hızla Suzan’ın saçlarını yeniden kavrayarak yüz hizasına getirdi. Gözleri kıpkırmızıydı. Ardından okkalı bir tokat savurdu. Tokadın sesi yankı yaptı. Suzan çığlık atarken aynı anda yalvarmaya başladı. Can havliyle tuşlara basıyordu. "Lütfen. Melek. Dur. Anlatabilirim. Ben–"
Ama Melek’in dinleyecek hali yoktu. Kızı yere itti. Üstüne çıkarak dizleriyle Suzan’ın göğsüne bastı. Ellerini kaldırdı. Ve ardından seri tokatlar indirmeye başladı. Tokatlar bir bir inerken, Melek’in gözleri yaşarmıyordu. Onun yerine yüzüne donmuş bir acı yayılmıştı. Tokat attıkça sanki kendi içindeki acıya, çaresizliğe, utanca saldırıyordu. Aynı anı tekrar tekrar yaşıyormuş gibiydi. Her vuruşta biraz daha hafiflemek değil, biraz daha derine batıyordu.
Bir anda sırtına bıçak gibi giren bir ağrıyla duraksadı. Nefesi kesilir gibi oldu. Elini çelik zemine koyarak destek aldı. Sırtı zonkluyordu. Ama içinde kopan fırtına, sırtını bastıran ağrının da ötesindeydi. Göbeğine yattığı Suzan çırpınıyor, yalvarıyordu ama onun sesi bile Melek’in içindeki fırtınayı bastırmaya yetmiyordu. Sonunda asansör zil sesiyle irkildi. Giriş kata gelmişlerdi. Kapılar açılmaya başlıyordu. Melek, son bir çabayla ayağa kalkmak istedi ama dizleri titredi. Yüzü ter içinde kalmıştı. Elleri hâlâ havadaydı. İçinde hâlâ bağıran bir öfke vardı.
Elini çelik tabandan çektiği anda, kızın çenesini kavradı. Onu yüzüne doğru çevirmişti ki, açılan asansör kapısının diğer ucundan bir ses duyuldu. "Sen nasıl asansöre binersin?" Sesi duyar duymaz Melek’in vücudu tekrar ağırlaştı. Kafasını bile çevirmedi. Zaten sesin kime ait olduğunu anlamıştı. Anlamasa bile, kısa sürede onu kollarından kavrayarak ayağa kaldıran iki güvenlik görevlisi sayesinde gerçeğin ta kendisiyle yüzleşmek zorunda kaldı.
Patronunun bu durumda sorması gereken ilk şey bu muydu gerçekten? Melek’in yaşadığı onca şeyin ardından, hâlâ asansöre izinsiz binmesi meselesine takılması, Melek’in zihninde bir süreliğine bütün acıyı bastıran yeni bir şaşkınlığa sebep oldu.
Murat Arsel’in yanında duran Salih, gördüğü sahne karşısında şok olmuştu ama onun şaşkınlığı, Melek’in Suzan’a saldırmasından değil, bambaşka bir şeydendi. Çünkü onun gözünde büyüttüğü, akıllı, kontrollü, gururlu bir kadın olan Melek, şimdi ayakta, darmadağın, elleriyle bir başka kadının saçlarına bulaşmış, nefesi kesilmiş bir şekilde duruyordu. Cansız bir ruh gibiydi. Salih’in kafası bu manzarayı bir türlü oturtamıyordu. Salih derin bir nefes aldı. Yerdeki Suzan’a şöyle bir baktı. Sonra ellerini arkasında birleştirerek güvenliğe döndü.
"Bu kadını derhal hastaneye götürün. Acil servise bildirin. Gerekirse yönetici olarak tüm prosedürü ben üstlenirim. Durumu kontrol altında tutun." Ardından gözlerini Melek’e çevirdi. Kaşları çatılmıştı. Yüzündeki hayal kırıklığı, hayranlıkla dolu anıların yavaşça sönmeye başladığının ifadesiydi.
"Bir açıklama istiyorum. Derhal. Bu konuyu konuşmak için odamda olacağım." dedi ve Melek’e son bir bakış atarak uzaklaştı.
Ancak Murat Arsel, Salih’in önüne geçerek konuşmaya başladı. Sesi sakin ama içinde derin bir öfke barındırıyordu. "Pardon ama... Kimin sekreterinden açıklama istiyorsun? Bu holdingde onun hesap vereceği tek kişi var. O da benim. Sen bu konudan fazlasıyla uzaksın. O yüzden gördüklerini kendi kafanda bitir. Yorumunu kendine sakla." Sonra da Melek’e döndü. Gözlerinde öfke değil, tuhaf bir sahiplenme vardı. Belki de bu, sadece kendi kurallarına hâkim olma takıntısının başka bir yansımasıydı. Belki de daha derin bir şeyin dışavurumuydu.
"Gördüğüm manzara karşısında nutkum tutuldu. Sen ne hakla iznimi almadan asansöre biniyorsun? Bu yaptığın hatanın hesabını vereceksin. Şimdi tıpış tıpış çıkışa gidiyorsun. Arka taraftaki yangın merdivenini kullanarak odamda oluyorsun."
Melek’in omzunu hafifçe bastırarak onu kapıya yönlendirdi. Sanki bir suçluyu dışarıya yollayan gardiyan edasındaydı. İyi bir şey başarmış gibi bir rahatlıkla asansöre bindi. İçeride kalan insanların bakışları birbirine karıştı. Kimin daha suçlu olduğuna kimse emin değildi. Ama çoğu kişi dayaktan çok, Murat Arsel’in davranışlarını tuhaf bulmuştu. Melek, başı yerde, kendisine ayrılan alanın dışına doğru ilerledi. Her adımda içindeki ateş daha da yükseliyor, öfke kabuk bağlamış kalbinin altını oymaya devam ediyordu. Hıncını tam alamadığı için kendini kaybetmiş gibiydi. Nefesiyle birlikte lanetler savuruyordu. "Hayatımı mahvettiler. Hepsi birbirinden pislik. Bir gün bu binayı yakarsam, şaşırmayın." diyerek homurdanıyor, içini döküyor ama hâlâ tatmin olmuyordu.
Yangın merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken sırtındaki ağrı her adımda biraz daha derinleşti. Basamakları çıkarken bedenini kontrol etmekte zorlanıyordu. Ama yılmadı. Dişlerini sıktı. Ter damlaları şakaklarından süzülerek çenesine ulaştı. İçeri girdiğinde nefesi kesilmişti. Tüm kat sessizdi. Murat Arsel’in odasına doğru yürürken bedeninden çok zihni yorgundu. Sırtındaki ağrı, kollarındaki titreme ve göğsündeki basınç artık fiziksel olmaktan çıkmıştı. "Keşke dövmek için bugünü es geçseydim." diye içinden geçirirken yüzünde istemsiz bir tebessüm oluştu. Bu acının içinde bile gülümsemek onu kendine benzetiyordu. Kendi halinde biri. Kendi içinden kopan biri.
Kapıya geldiğinde iki kez tıklayıp bekledi. İçeriden gelen "İçeri gel." sesiyle derin bir nefes aldı. Omuzlarını dikleştirdi. Tüm hazırlıksızlığına rağmen, içeriye adımını attı. Murat, koltuğunda kurulmuştu. Gözleri sabitti. Sanki kendi kendine bir muhakeme yapıyordu. Suzan’ın neden bu hale geldiğini düşünüyordu ama kafasında net bir tablo yoktu. Melek’in şiddet eğilimi olduğunu düşünmüyordu. En azından, bu denli ölçüsüz ve acımasız bir tavrı ona hiç yakıştıramıyordu. Ama bugün başka bir Melek vardı karşısında. Daha yorgun. Daha kırık. Ve çok daha yabancı.
Murat, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra yerinden kalktı. Yavaş adımlarla Melek’in önüne geçti. Bakışlarını yüzüne odakladı. Ses tonunda alışılmadık bir sakinlik vardı. "Şimdi. Neden o kıza vurdun? Ağzından çıkan cümleler yetmediği için mi? Yoksa işkence metotlarını mı test ediyorsun? Melek, cevap ver." İlk defa ismini söylemişti. Her zaman sekreter derdi. Birkaç defada Melek hanım demişti. Melek bir an tereddüt etti. Gözlerini kaçırdı. Yutkundu. Ayakta zor duruyor gibiydi. Birkaç adım geri çekildi. Kendini toparlayarak derin bir nefes aldı.
"Önemli bir mevzu değil efendim." dedi. Sesi düşüktü. Cılız ama kararlı. "Sadece bana aptal dedi. Aramızda halletmemiz gereken bir konuyu dışarıya yansıttığımız için kusura bakmayın." Başını önüne eğdi.
Murat kaşlarını çattı. Açıkça yalan söylüyordu. Sıradan bir hakaret, Melek’i bu hale getirmezdi. Ama daha fazla üstelemedi. Çünkü bu kızın o an kelimelere değil, zamana ihtiyacı vardı. Ama bir yandan da bu suskunluk, içindeki yönetici tarafı huzursuz ediyordu. Melek’in titreyen dudakları, yanaklarından aşağı süzülen ter damlaları, alnında biriken gerginlik... Bu kadar sessizliğin arkasında bir fırtına vardı. Ve o fırtına, henüz konuşmamıştı. "İstediğin kadar zaman veririm ama bu sadece benim isteğim ile olmaz. Bana seni korurken tutacağım bir şey ver. Neden dövdün?"
Söylemek istiyordu. Saçma sapan bahaneden çok, içini kemiren gerçeği. İçini yakanı. Vicdanını ezen asıl nedeni. Bir insanın hayatını bile bile mahvetmek için plan yapan, oyun kuran, bu kadar karanlık düşüncelere sahip insanların hâlâ huzur dolu, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmalarına tahammül edemiyordu. Onları öyle görünce içinden bir şeyler daha da fazla kırılıyor, öfkesi yerini tarifsiz bir tiksintiye bırakıyordu. Ama Merve’ye söz vermişti. “Anlatmayacağım” diye… Ağzından tek kelime çıksa, olayın boyutu değişirdi. Anlatırsa kötü sonuçlar doğabilirdi. Belki de sadece kendisi değil, Merve de bu işin altından kalkamaz hale gelirdi. O yüzden sustu. Yutkundu. Yumdu gözlerini.
Kafasında bin bir düşünce dolanıyordu ama hiçbiri çözüm getirmiyordu. “Hem söylesem ne olacak ki?” dedi içinden. “İçten içe linç kültürüyle beslenen insanların ortasında, yardım beklemek… Boş hayal.” Patronu da bunlardan farklı değildi. Sözüm ona bugün zeki, otoriter, disiplinliydi. Ama önyargılı. Herkesin diline düşecek bir dedikoduya dönüşmemesi için, bazı şeylerin saklı kalması gerekiyordu. Çünkü Murat Arsel, ağzına sakız edilmiş bir olayın tüm sorumluluğunu bir kalemde cözebilecek biri değildi. Kimsenin haberi olmasa daha iyiydi.
Omuzları düşmüştü. Kalbi sanki bir köşeye sinmiş, hareketsiz kalmıştı. Gözlerini yere dikti. El parmaklarını birbiri arasında oynatıyor, sessizce titriyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra başını hafifçe kaldırarak konuştu. “Böyle bir durum yüzünden, haklı yere, beni kovmak gibi bir düşünceniz varsa… Kırk sekiz günlük tazminatımı bugün almak istiyorum, efendim.” Ellerini sıkmaya başlamıştı. Yumrukları titriyordu. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmiyor, sadece oradan bir an önce çıkmak istiyordu. Bu kadar küçük düşürülebileceğini hiç tahmin etmemişti. Bu kadar aşağılanabileceğini. Bu kadar çaresiz kalabileceğini. İçinden bir dizi küfür savurdu. Dünkü olaylara, o kahkahalarla yazılan mesajlara, Suzan’ın sahte suratına, Merve’nin korkularına, Murat’ın sinir bozucu sessizliğine. Her şey ama her şey içinden geçiyordu.
İzin istemedi. Sadece döndü ve çıktı. Arkasında sekreterinin deli, şiddet eğilimli ve gizemli biri olduğuna kendini inandırmış bir patron bırakmıştı. Murat Arsel şaşkındı aslında. Gerçekten şaşkındı. Asansörde gördüğü manzara, aklından bir türlü çıkmıyordu. Ama ne diyebilirdi ki o anda? Gözleriyle gördüğünü inkâr edemezdi ama kalbiyle inandığı şeyler de farklıydı. Bu yüzden bir denge kurmak istedi. Ölçmeden, tartmadan, sadece sezgileriyle bir karar aldı. İnsanların Melek’in üzerine gitmemesi için, “izinsiz asansöre binme” bahanesi uydurmuştu. Yangın merdiveni meselesi tamamen o anlık bir hamleydi.
Ve işe de yaramıştı. En azından şimdilik. Çünkü insanların çoğu yerde kıvranan Suzan’ın halinden çok, Murat’ın o anki tutumunu sorguluyordu. Bazıları bunu gizemli bir hareket olarak değerlendirmiş, Murat’ın arkasında başka bir plan olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama Murat, kimsenin ne düşündüğünü umursamazdı. Kendi düşüncelerinin içinde boğulmuştu.
Melek, sekreter odasına geçtiğinde nefesi düzensizleşmişti. Sırtı hâlâ ağrıyordu ama acıya alışmaya başlamıştı. Masanın üstünde yarım kalmış dosyalar vardı. Kafasını kaldırmadan onlara yöneldi. İçeride bulunan diğer sekreterleri fark etmemişti. Zihni tamamen sustuğu için sessizliği de fark etmiyordu.
Kâğıtları dikkatle düzenledi. Şeffaf dosyaya yerleştirdiği evrakları masanın kenarına düzgünce bıraktı. İlk olarak, kendisine suçlamadan bakan Hacer’i fark etti. Hacer’in yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Sessiz ama güven veren bir ifade. Sanki “haklı olduğunu biliyorum” der gibiydi. Hacer, Melek’in boş yere böyle bir şeye kalkışmayacağını adım gibi biliyordu. Suzan kesin bir şey yapmış olmalıydı. Şiddete karşı olmasına rağmen, bu durumda Melek’i suçlamayı hiç düşünmemişti. Hatta içten içe ona üzülüyordu. Melek, elinde kalan son dosyayı da diğerlerinin yanına koyduğunda, o zamana kadar ona küçümseyerek bakan diğer kızları fark etti. Özellikle Ayşe ve Yaren. Gözlerini kaçırmadan Melek’i süzüyorlardı. Kimi zaman alayla. Kimi zaman korkuyla.
Kendine hâkim olması gerekiyordu. Onların seviyesine inmek, daha büyük bir patlamaya neden olabilirdi. Belki bu sefer olay karakolda son bulurdu. Gözlerini devirdi. İçinden "bugün büyük ihtimalle bu sandalyeye son kez oturuyorum" diyerek yerine geçti.
Bilgisayarı açtı. Soğukkanlı bir şekilde iş ilanlarını kontrol etmeye başladı. Beş şirkete peş peşe mesaj attı. Hepsi farklı pozisyonlardı ama içinde aynı umut vardı. Hayatını tekrar inşa etme umudu.
Bu sırada alaycı bakışlarını hâlâ üzerinden çekmemiş Ayşe ve Yaren’in varlığını yeniden hissetti. İkisinin de suratındaki yapmacık gülümsemeler içini bulandırdı. Umursamaz gibi görünseler de göz bebeklerinde korku vardı. Suzan’a yapılanın aynısının kendilerine yapılmasından çekiniyorlardı.
Melek onları daha fazla oynatmak istedi. Neden suçlarını yüzlerine söylemeden bıraksın ki. Ayağa kalktı. Yavaş ama kararlı adımlarla Yaren’in masasına doğru ilerledi. Her adımda yüzündeki ifade daha da ciddileşti. "Neden bana bakıyorsunuz hanımlar?" dedi. Sesi netti. Sözleri keskin ama bağırmıyordu.
İki kız da geriye yaslandı. Aynı yerde oturmaları bile Melek’in işine yarıyordu. İkisine birden konuşmak daha etkiliydi. Bu düzenli korku, onun lehineydi. "En yakın arkadaşınızı dövdüğüm için bana düşman olmadınız değil mi?" diye devam etti. Kızlar ses çıkarmadı. Melek, başını hafifçe eğdi. Mahcup bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürdü.
"Bana yanlış yaptığı için dövdüm. Neden dövmek zorunda kaldığımı düşünüyorsanız... Söyleyeyim. Salak arkadaşınıza benim hakkımda mesaj atmış. Ben görünce hemen sildi. Kime attığını göremedim. O yüzden arkadaşları şanslı. Ama Suzan için bunu söylemek saçma olur." Yalan söyledi kime attığını görmüştü. Arkalarında olanları izleyen Hacer, ne olduğunu tam çözememişti ama duruma müdahale etmeyi de seçmedi. Belki başka biri olsa Melek’e karşı sert bir çıkış yapardı. Ama şimdi sadece izlemeyi tercih etti. Birkaç dosyayı kolunun altına sıkıştırarak sekreterlik odasından çıktı.
Yaren ve Ayşe hâlâ titriyorlardı. Birbirlerine yaklaşmışlardı. Sanki Melek onlara da saldıracakmış gibi... İlk olarak Yaren konuştu. Sesinde korkuyla karışık bir açıklama arzusu vardı. "Biz... Biz sana küs değiliz. Gerçekten yanlış anlama. İyi yapmışsın dövmekle. Hak etmiş." Duvara yaslanmış, savunmaya geçmiş gibiydi. Melek başını salladı. "İyi o zaman. Yanlış anlaşılma yoksa sevindim." Ardından iki kaşını da kaldırarak onlara göz kırptı. Hafifçe gülümsedi. Arkasını dönüp odadan çıkarken hâlâ gözler üzerindeydi.
Koridordan geçerek lavaboya doğru ilerledi. Adımları yavaştı ama netti. Her adımda kendini daha fazla toparlıyordu. İçindeki yorgunluk kolay kolay geçmeyecekti ama en azından... Bu savaşta yalnız olmadığını biliyordu. En azından artık kendine yalan söylemiyordu. Ve belki de bu, en büyük kazanımdı. Etrafı üstün körü gözetledi. Lavabonun küçük camından dışarının boş olup olmadığını anlamaya çalıştı. İçinde huzursuz bir kıpırtı vardı. Dikkat çekmek istemiyordu ama bu anı beklemişti. Sol eliyle cebinden telefonunu çıkararak Sibel’i aradı. Parmakları biraz titriyordu. Bir an duraksadı. Sonra "ara" butonuna bastı. İlk çalmada telefon açıldı. Sesin gelmesini beklemeden, bir refleksle kapıya doğru dönüp biri geliyor mu diye tekrar baktı. Boştu. Ardından konuşmaya başladı. "Alo. Sibel. Nasılsın canım?"
Aynanın karşısına geçti. Lavabonun üzerinde asılı olan aynada kendi yüzünü dikkatle inceledi. Dünkü tokadın izleri kaybolmuş gibiydi ama dikkatli bakıldığında, özellikle elmacık kemiği hizasında hafif bir kızarıklık kalmıştı. Kendi gözünden kaçmayan bu iz, her şeye rağmen onun için utanç değil, gururdu. Çünkü bu iz, susmamış olmasının, sessizliğe boyun eğmemesinin kanıtıydı. "Ben iyi değilim. Ama Merve... Merve düne göre çok daha iyi." Bu sözleriyle birlikte karşı taraftaki ses kesildi. Sibel birden susmuştu. Rollerin değişmiş olduğunu anlamıştı. O susunca Melek de sustu. Bu sessizlik kısa sürdü.
"Ne oldu? Sorun mu var? Ciddi bir şey mi?" Melek iç çekti. Ardından, gözlerini aynada kendi gözleriyle buluşturdu. Sanki kendine cesaret vermeye çalışıyordu. "Ne mi oldu? Düğün iptal edilmiş. Evet. Bildiğin iptal. Bizimkiler bir gün önce geldi bilmiyorsun. Herkes ortalıkta. Ama asıl mesele o değil. En önemli mevzuya geliyorum şimdi. Merve küçük çaplı bir sinir krizi geçirirken, bil bakalım kim bana yardımcı oldu? Dur tahmin etme. Söyleyeyim. Annem. Duydun mu? Annem." Sibel’in verdiği kısa nefes sesinden, duydukları karşısında şaşkınlığa kapıldığı anlaşılıyordu. Melek devam etti.
"Şu anda Merve’nin yanına uzanmış. Onu sakinleştirmeye çalışıyor. Hem de kendi isteğiyle. Düşünebiliyor musun?"
Sibel birkaç saniye sustu. Ardından kelimeler güçlükle döküldü.
"Annen bizi çiğ çiğ yiyecek. Özellikle seni. Peki... Merve şimdi nasıl? Hâlâ aldığı darbeler etkisini gösteriyor mu? Fiziksel olarak bir sorunu yok değil mi?" Melek hafifçe gülümsedi. Elini aynaya uzatıp camı siler gibi yaptı. Sonra yan tarafta duran kâğıt havludan birini çekti.
"Merak etme. İyi. Fiziksel olarak toparlamış gibi. Ama asıl izler içinde. Darbelerden çok yaşadığı travma etkiliyor onu. Gözlerinde o korku hâlâ var. Annem... Doktor gibi bir tanı koydu zaten. Psikolojik şok yaşamış. Yani annem sözüm ona terapist oldu. Ama haklı. Bu kızın toparlanması biraz zaman alacak."
Elindeki havluyla yüzünü sildi. Aynada kendine bir kez daha baktı. Sözleri ağırlaşmaya başlamıştı. "Melek, annem konusunda sen de haklıydın. Yarım saat bana vaaz verdi. Sanki ben planladım her şeyi. Akşam eve geldiğinde sana da sela verecekmiş. Hazırlıklı ol." Sibel güldü ama o gülüşün altında endişe gizliydi. Melek, konuşmayı fazla uzatmadan sonlandırmaya karar verdi.
"Hadi. Akşam görüşürüz. Şimdi bakkala uğrayacağım. Alacaklarım var. Çok işim var. Sonra konuşuruz."
Telefonu kapattı. Birkaç saniye boyunca ekrana baktı. Ardından sessizce lavabodan çıkmak üzere yöneldi. Elini yüzünü bir kez daha yıkayıp, kuruladıktan sonra, sekreter odasına geçti. Tam sandalyeye oturmak üzereydi ki, Yaren’in sesi onu durdurdu. "Melek tatlım. Fahri Bey seni odasında bekliyor."
Yaren, dudaklarını abartılı şekilde bükerek, sesini kısık ama alaycı bir tonda kullanmıştı. Yüzünde yapmacık bir gülümseme vardı. Melek, kıza sadece baktı. Gözlerinin içine dik dik. Bu kız da diğerleri gibiydi. Arkadaşı dövüldü diye Melek’ten nefret etmiyor, sadece olayın dışında kalmaya çalışıyordu. Ama bu tavır, Melek’i çileden çıkarmaya yetiyordu. İçinde, onu da Suzan’ın yanına göndermek, aynı tokadı suratına patlatmak isteği belirdi. Ama alan boş değildi. Bu yüzden kendini tuttu. Yutkundu. Bir şey demeden başını hafifçe sallayıp yerinden kalktı.
Asansörü kullanmak yasaktı. Ama işin ilginci, normal merdivenleri kullanmak da yasaktı. Kurallar saçmaydı ama kimse sorgulamıyordu. Yangın merdiveni tek seçenekti. Yavaş hareketlerle yangın merdivenine doğru yürümeye başladı.
"Ne diye bu saçma asansör yasağını kabul ettim ki?" diye düşündü içinden.
Bu sırada, binanın diğer ucunda, büyük patronun odasında hararetli bir tartışma vardı. "Murat. Sen ne saçmalıyorsun? ‘Onu işten çıkarma’ demek de ne? O kız ne hakla herkesin önünde çalışanlardan birini döver? Bu kabul edilemez!"
Fahri Bey sinirden odanın içinde bir ileri bir geri volta atıyordu. Damarları şişmişti. Gözlüklerini çıkarmış, elinde sıkıyordu. Kulağına bir buçuk saat önce ulaşan haber hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Melek’in bir başka çalışanı dövdüğü bilgisi, özellikle de bunun şirkette yaşandığı gerçeği, onun için büyük bir skandaldı. Bu yüzden hiç düşünmeden, derhal işten çıkarılmasına karar vermişti. Ama Murat… Murat farklı düşünüyordu. Sakinliğini korumaya çalışarak, ellerini cebine sokmuş, babasına son bir kez durumu anlatmak için sabırla konuşuyordu. "Baba. Ben de yaptığını savunmuyorum. Ama ortada bir gariplik var. Melek öyle kolay kolay fiziksel şiddete başvuracak biri değil. Hele ki bir kadına. Bu kadarını yapması için güçlü bir nedeni olmalı."
Fahri Bey gözlerini kıstı. "Neymiş o sebep? Neden hiçbir şey anlatmıyor? Neden sustu?" Murat, kısa bir süre düşündü. Derin bir nefes aldı. "Bilmem. Ama tahmin ediyorum ki birini koruyor. Belki kendini değil. Başkasını. Çünkü onun tavırlarında panik değil, kararlılık var. Suzan’ı dövdüğü için pişman değil. Ama sebebi açıklamak istemiyor." Fahri Bey sert bir bakış attı. "O zaman bu daha da tehlikeli. Ağzından laf alınamayan, kafasına göre dövüşen bir sekreterin burada ne işi var?" Murat, babasının karşısında ilk defa bu kadar çaresiz hissediyordu. "Ben sadece… Ona bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki geçici olarak uzaklaştırılır. Belki geçici olarak farklı bir pozisyona alınır. Ama kovulursa... Bu iş çok daha kötü bir yere gider. Eminim bir açıklaması var."
Fahri Bey, bir an durdu. Düşündü. Ardından camdan dışarı baktı. Murat sessiz kaldı. Melek’in kendine has o sivri dilli, hızlı konuşan hâli gözünün önüne geldi. Ne zaman bir şey anlatmaya başlasa, kelimeler ardı ardına sıralanır, konudan konuya geçerdi. Dinlerken yorulurdu ama bir o kadar da zevk alırdı. “Bu kızı kaybetmek istemiyorum” diye düşündü içinden. “Her şeyiyle karmaşık ama gerçek biri.” Birden başını kaldırdı. Babasına dönerek kararlı bir sesle konuştu. "Baba. Ne olur bir gün ver. Bir gün daha kalmasına izin ver. O kızın hikayesi daha bitmedi. Eminim anlatacakları var." Fahri Bey, oğluna baktı. O anda kararı net değildi. Ama Murat’ın gözlerinde bir şey görmüştü.
Uzakta, yangın merdiveninde ağır adımlarla çıkan Melek ise, ne yukarıda dönen bu konuşmadan haberdardı ne de geleceğini belirleyecek bu son şanstan. Ama içinden bir ses, bu kez yalnız olmadığını fısıldıyordu. Ve belki de bu, ilk kez bir savaşı yalnız vermeyeceği anlamına geliyordu. Bir çare düşünmesi gerekiyordu. Evet, tek ihtiyacı buydu.
Çare.
Çare.
Çare.
Beyninde yankılanan bu kelime, içten içe sarpa saran bir hayatın, hızla üzerine gelen bir fırtınanın tek ilacı gibiydi. Her şey üst üste gelmişti. Melek, yaptığı hareketin yanlış olduğunun farkındaydı ama bu yanlışı yapan eller değil, onu susmaya mecbur bırakan koşullardı.
Bir çare bulmalıydı. Ama sadece kendini kurtarmak için değil. Merve için. Onun yarım kalmış hayatı için. Sustukça kalbi sıkışıyor, boğazında bir yumru büyüyordu. Her şeyin alt üst olduğu bu karmaşada zaman kazanması şarttı. Sadece birkaç dakika.
O sırada Murat, babasının masasının karşısında tedirgin bir şekilde oturuyordu. Cevabını zaten bildiği soruyu sormaktan kendini alıkoyamadı.
“Baba. İyi düşündün mü? Melek Hanım’ı kovacak mısın?” Fahri Bey başını öne eğerek yavaşça salladı. Gözlüklerinin kenarından oğluna bakarak kararlı bir şekilde konuştu. “Evet. Kararım kesin. Bu şirketin kuralları var.” Murat hafifçe başını eğdi. Sanki duydukları onu bir anda yaşlandırmıştı. Koltuğundan yavaşça kalktı. Ceketinin önünü ilikleyip derin bir nefes aldı. “İyi. Nasıl istersen. Hani ne demiştim. Bu şirkete adım atmamda en büyük pay onundu. O olmasaydı ben hâlâ senin kanatların altında olmamaya devam ederdim. Ama onu kovmak istiyorsan... Buyur.”
Sözleri keskin bir bıçak gibi odanın içinden geçti. Ardından kapıya yöneldi. Bir çözüm bulmalıydı. Bu saçmalığın kökünden kazınıp bitmesi gerekiyordu. Kapı kolunu tuttu. Hızlıca çevirdi. Kapıyı açtığı anda tam karşısında Melek duruyordu. Göz göze geldiler. Zaman bir an durdu. Murat, o deli kızın gözlerine bakmadan durabileceğini düşünmüştü ama sadece bakışlarının kenarına değmek bile, içindeki fırtınayı yeniden alevlendirmişti. O gözler… Gururla doluydu. Kararlılıkla ve bir parça hüzünle. Yutkundu. Hiçbir şey demedi. Yüzünü ondan kaçırarak sessizce yanından geçti.
Melek, arkasından uzaklaşan adama bir kez baktı. İçinde tuhaf bir sızı vardı. Bu son bakış olabilir miydi? Belki de evet. Belki de hayır. Ama kesin olan bir şey vardı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. İçeriye, Fahri Bey’in odasına yöneldi. Kapıyı kapattıktan sonra ellerini arkasında birleştirdi. Ayakta durdu. Sanki mahkeme salonunda cezasını bekleyen bir sanık gibiydi. Kovulacağı neredeyse kesin gibiydi. Oysa bu karara neden olacak kişinin ne yaşadığını kimse bilmiyordu. Melek’in gücü, koca bir holdinge karşı koyacak kadar değildi. Ama sustuğu sürece de gerçeklerin ortaya çıkma ihtimali kalmayacaktı.
Ya Merve’nin kolu kanadı kırılacak, Melek susmayarak onun sessiz çığlıklarına kulaklarını kapatacaktı. Ya da Melek, hiçbir şey olmamış gibi davranarak kendi ipini çekecekti. Ve o ip şimdi boynuna dolanmak üzereydi.
Tam o anda kapı sertçe açıldı. İçeriye Murat Arsel girdi. Yüzünde kararlı bir ifade vardı. Babasına başıyla selam verdi. Ardından doğrudan Melek’in karşısına geçti. “Melek Hanım. Babam sizi kovmak konusunda kararlı. Holding için doğru olanı yaptığını düşünüyor. Ama ben düşünmüyorum.” Fahri Bey gözlerini kısıp oğluna baktı. Murat ise geri adım atmadan devam etti. “Yaptığınız davranış… Evet. Hatalı olabilir. Kime sorarsanız sorun ‘yanlış’ der. Ama sizin kovulmanız daha büyük bir yanlış olur. Çünkü ben sizin öyle boş yere bir kadına vuracak biri olduğunuza inanmıyorum.”
Melek gözlerini yere indirdi. Elleri hafifçe titremeye başlamıştı. “Siz anlatmadan bile yanınızdaysam… Bir de anlatmaya başlarsanız, karşınızda sadece ben öylece durmam. Bütün gücümle, bu holdingin karşısında sizin yanınızda olurum. Yeter ki bana küçük bir ipucu verin. Peşinden gelebileceğim bir sebep olsun. Yoksa kafayı yiyeceğim.”
O anda Melek’in gözlerinden üç damla yaş süzüldü. Sessiz, narin ve ağır. Sanki içindeki tüm yük o damlalara sığmıştı.
Murat ilk kez bu kadar net görüyordu. Bu kadının içinde büyük bir yangın vardı. Ve kimse bunu görmüyordu.
Eğer o nedeni öğrenebilirse, o zaman Melek’in uğruna sessiz kalmayı seçtiği her şeyin hesabını tek tek sorabilirdi. Çünkü bu kadın kolay kolay ağlamazdı. Gözlerinden akan her damla, bir savaşın kaybedilen cephesiydi.
Ama eğer bakmaya devam ederse, Melek gibi güçsüz hale gelebilirdi. O yüzden kendini toparladı. Gözlerini kaçırarak babasına döndü. “Melek Hanım. Ağlamayı lütfen bırakın. Mahir Bey’den randevu aldınız mı?” Melek, bu soruyla irkildi. Gözyaşlarını silmek için cebinden çıkardığı mendille burnunu çekti. Hafifçe başını salladı. “Hayır efendim. Almadım.” Murat başını eğerek gülümsedi. “İyi ki almamışsınız.”
Bu söz, odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Fahri Bey, sabah tıraşlı yüzüne elini sürdü. Kaşlarını çatıp oğluna baktı. “Murat. Bugün işe erken geldin. Ama sanırım düşünce yeteneğini evde unuttun. Gerçi yanına aldığında da pek işe yaradığını görmedim. Yine de dediklerin bazen anlamamıza yardım ediyordu.”
Murat hafifçe başını eğerek bir şey demedi. Fahri Bey sandalyesinden kalktı. Ceketinin düğmelerini ilikledi. Yavaşça Melek’e döndü. “Şimdi. Asıl meseleye gelelim.” Sesi sertti. Kararı kesindi.
“Melek Kapya. Taktir ettiğim işbirlikçi tavrınıza rağmen, şirket kuralları gereği, bugün gerçekleştirdiğiniz vukuat dolayısıyla işinize son veriyorum. Lütfen muhasebeye uğrayarak, çalıştığınız süre boyunca gösterdiğiniz emeğin karşılığını alın. Ve binayı terk edin.” Sözlerini bitirdiğinde, odadaki sessizlik ağırlaştı. Melek bir an bile karşılık vermedi. Dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Gözleri hâlâ doluydu. Ama ağlamıyordu. Artık ağlayacak hali de kalmamıştı.
Arkası dönük şekilde iki patronunu da ardında bırakarak kapıya yöneldi. Kapıdan çıktığında, ağzından ilk kelime çıksaydı, hıçkırıkların arkası gelecekti. Bunu biliyordu. Ama konuşmadı. Konuşamadı. Sadece yürüdü. Ayak sesleri bile silikti. Sanki varlığını bile unutmak istiyordu. Koridorda ilerlerken her adımı, sanki hayatından bir parça daha düşürüyordu. Bu bina, bu duvarlar, bu masa başı kahkahalar artık ona ait değildi. Ama içindeki o çığlık. Susturduğu, bastırdığı, sakladığı o çığlık hâlâ oradaydı. Ve eğer bir gün o çığlık duyulursa… Her şey değişebilirdi.
İşten haksız yere çıkarıldığı için herkese öfkeliydi. Yüzüne yansımasa da içi öfke seliyle doluydu. Damarlarının içinde, sanki kaynar bir lav gibi geziniyordu öfkesi. Ama en acı vereni, bu öfkenin yöneldiği insanların çoğunun aslında suçsuz olmasıydı. Kimse Melek’in yaşadıklarını tam olarak bilmiyordu. Kimse onun, koca bir gerçeği tek başına sırtlayarak ayakta durmaya çalıştığını görememişti. Kimse, o suskunluğun ardında ne denli büyük bir yangının gizlendiğini fark edememişti.
Hele Murat Arsel. Ona ne demeliydi. Dün sırtını dönen, bugün birden değişen, sahip çıkan, destek olan o adam. Kafasını kurcalayan, zihnini meşgul eden, kalbini zorlayan bir figürdü. Konuşmaları hâlâ kulağındaydı. Ama o kelimeler yetmiyordu. Melek, yüreğinin tam ortasına saplanan bu haksızlığı tek başına taşıyordu. “Gitmek istemiyorum.”
Bu iki kelime, çatlamış dudaklarının arasından zorla çıktı. Boğazı düğüm düğümdü. Yangın merdivenlerinden yavaşça inerken, kendi kendine konuşmaya başladı. Sesinin çatallı hali, duvarlardan yankılanıyor, ona bir nevi yoldaşlık ediyordu. “Asansör yasak diyen bir patronla kavga etmeyeceğim bu sayede. Hem bana iş mi yok. Oh be kurtuldum. Canım sağ olsun.” Gülümsedi. Zoraki bir gülüştü bu. İçinde ne sevinç ne umut vardı. Sadece acıyı bastırmak için geliştirdiği bir savunma refleksi.
“Bir buçuk ay Murat Arsel’i dövmeden durduysam, hiçbir patron önümde duramaz. İlk defa beni koruyup düzgün konuşmaya başladı diye, daha önce yaptığı saçmalıkları unutacak kadar aptal değilim.” Sesindeki öfke artıyordu. Ama ardından bir cümle daha geldi.
“Neden üzülmüş gibi davranayım. Bugün benim bayramım. Evet. Bugün benim bayramım.” Bunu söyledikten sonra basamakların ortasında durdu. Bir anda dizlerinin bağı çözüldü. Demir merdivene çöktü. Kollarını dizlerine sardı. Ve ağlamaya başladı.
İçinde tuttuğu ne varsa bir anda boşalmıştı. Bu holdingden gitmek istemiyordu. Bu duvarların içinde yaşadığı her şeyi, her anıyı, her zorluğu, her zaferi seviyordu. Ama en çok da bir buçuk aydır şımarıklığına, kibirli çıkışlarına rağmen kalbinde yer edinen Murat Arsel’i geride bırakmak istemiyordu. Hıçkırıklar boğazında düğümlenmişti. Dünkü olaylar. Bugünkü karar. Hepsi birer hançer gibi saplandı içine. Neden böyle olmak zorundaydı. Neden hep zengin olan kazanan, suçsuz olan ise dışlanan taraf oluyordu.
Kendisi için fazla üzülmüyordu. Hayır. Onun canı zaten yeterince yanmıştı. Ama Merve… O genç kızın yaşadığı kabusları düşündükçe içi parçalanıyordu. Onun gözlerindeki korkuyu, utancı, çaresizliği unutamıyordu. Ağlamaktan gözleri şişmiş, boğazı yanmıştı. Yavaşça ayağa kalktı. Merdivenlerden inerek birinci katın kapısından içeri girdi. Koridor sessizdi. Bütün bu sesli fırtınanın ardından gelen sessizlik, neredeyse kulaklarını sağır edecek kadar güçlüydü.
Muhasebe bölümünün önünde boş bir sandalye bulup oturdu. Kendisini toparlamaya çalışıyordu. Ama ne kadar toparlansa da, içi darmadağındı.
Derken karşısına, sırtındaki ağrının, yüzündeki utancın, kalbindeki öfkenin kaynağı olan adam dikildi. Ayhan.
Onu görünce içindeki bütün kan dondu. Gözlerini kaçırmak istese de yapamadı. Adam, sanki hiçbir şey olmamış gibi gülümsüyordu. “Aaa. Sizi burada görmek ne büyük şeref Melek Hanım.” Sözleri kibirle, iğrenç bir hazla doluydu.
“Size dün şefkatle, bu konuyu kapatmanızı söylediğimi hatırlıyorum. Kapatmadığınız için bunları yaşamak zorunda kalıyorsunuz.” Melek dişlerini sıktı. Yumruklarını sıkmaktan parmak eklemleri bembeyaz olmuştu. Ayhan, ceketinin cebinden bir şey çıkardı. Küçük, açık renkli bir saç tutamı.
“Unutmadan. Merve Hanım’ın saçı da bende kalmış.” Sözlerini bitirirken elindeki tutamı yere attı. Tiksinti verici bir kibirle gülümsüyordu. Melek, saç tutamını hızla yerden aldı. Avuçlarının içine sakladı. Gözleri doldu ama ağlamadı. Onun gözyaşı artık bu adamın karşısında akmayacaktı.
Duymazdan gelmeye çalıştı. Ama kelimeler, içini parçalayan bir çekiç gibi beynine çarpıyordu. “Defol buradan. Embesil pislik. Patron yalakası beni korkutmaya kalkma. Dün korkmadım bugün de korkmam.” Gözlerini yere indirdi. Daha fazla belaya sebep olmak istemiyordu. Zaten sırtındaki ağrı her geçen dakika artıyordu. Ayakta zor duruyordu. Ayhan ise hiç vazgeçmeyecek gibiydi. Onun içinde başka bir karanlık vardı. Kadınlara duyduğu nefretin kökeni, çocukluğunun kirli geçmişine uzanıyordu.
Annesi. Zavallı kadın. Yıllar önce, şiddet gördüğü kocasını terk etmek için çırpınmıştı. Güçlü olmak istemişti. Ama o gücün bedelini hayatıyla ödemişti.
Ayhan, daha on üç yaşındayken babasının annesini dövmesine yardım etmişti. Bunu büyük bir keyifle yapmıştı. O gece, o karanlık evde, annesinin gözlerindeki korkuyu hatırlıyordu. Babası, kadını öldürürken o da elinden geleni yapmıştı. Sonra, kadını dedesinin mezarına gömdüler. Ölümü bile sessizce bastırmaya çalıştılar. Ayhan ise o gün, ilk kez kanın tadını almıştı. Ve bu tadı her zaman hatırlamak istemişti.
Hayatına giren her kadına şiddet uyguladı. Hepsini küçük düşürdü. Hepsini aşağıladı. Çünkü kadınlar ona göre aciz varlıklardı. Güçlü olmaya çalıştıkça daha da alçalıyorlardı gözünde. Ve şimdi karşısında Melek vardı. Dik duruyordu. Başını eğmiyordu. Direniyordu. Tıpkı annesi gibi. Ve Ayhan’ın içinde annesini öldürdüğü o geceki hisler yeniden canlanıyordu.
Onu da aynı yere göndermeliydi. Onu da susturmalıydı. “Seni tuttuğum anda elimden biri alsın da göreyim.” Bu sözleri fısıldar gibi söyledi. Ama tehdit gibi karanlık bir yankısı oldu odada.
Melek ise başını dik tutmaya devam etti. Ağlamıyordu. Korkmuyordu. Ama içten içe, böyle bir kötülüğün hâlâ elini kolunu sallayarak dolaşmasına lanet ediyordu.
Bu adamla daha işi bitmemişti. Bu iş yerinde son günü olabilir. Ama bu hesap, daha kapanmamıştı. Ve Melek, susarak değil, eninde sonunda konuşarak bu hikâyeye nokta koyacaktı.
Ama bugün değil.
Bugün sadece susup, hayatta kalma günüydü.
__________
Beğeni yapmadan geçmeyin lütfen. Yeni bölümde görüşelim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |