
Selam arkadaşlar yorum ve beğeni yapmayı unutmayın☺️
Başlamadan evvel yandaki beğeni butonuna basalım 🫶
________
Kimi zaman insan, en büyük savaşını başkalarıyla değil, kendisiyle verir. Melek için bugün, tam da böyle bir gündü. Her şeyin daha iyi olacağına inanmak istemişti. Belki işler yoluna girerdi. Ama umut dediğin şey kırılgan olurdu.
Zaten Melek’i kendi dışında koruyacak biri yoktu. Ne düzgün bir ailesi vardı sırtını yaslayacağı, ne de gerçekten güvenebileceği güçlü bir dost. Bu dünyada kendisinden başka kimsesi yoktu. Ve bu yalnızlık, çoğu zaman boyundan büyük yüklerin altına tek başına girmesine neden oluyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi. Bu iş onun için artık çocuk oyuncağı olacaktı. Ya da öyle olduğunu kendine tekrar tekrar söylemek zorundaydı. Güçsüzlüğünü gizleyebilmenin tek yolu, güçlü olduğunu hayal etmekti.
Muhasebe bölümündeki temiz yüzlü, kırk beş yaşlarında bir kadın, aradığı kişiyi bulmuş gibi koridora çıkıp Melek’i çağırdı. Melek, zorunlu bir tebessümle yerinden kalktı. Dudaklarında kısa süreli bir kıpırtı oldu. Ne gerçek bir gülümsemeydi bu, ne de sahte. Sadece boşlukla dolu bir jest. Kadının odasına adım attıktan sonra onun gösterdiği sandalyeye oturdu. Masanın üzerindeki zarf gözünün önündeydi. İşlemler hızlıca tamamlandı. On beş dakika bile sürmemişti. Sessiz bir teşekkür mırıldanarak yerinden kalktı. Koridora çıktığında, içeride geçirdiği zamanın üstüne çöken duyguları sırtlayarak yürümeye başladı.
Ayhan’ı göremeyince derin bir nefes aldı. Kalbinin göğüs kafesine çarpan sesi biraz olsun azalmıştı. Korkutmak için her seferinde çaba harcayan o adamın gözlerinin üzerine dikilmiş olmaması, Melek için birkaç dakikalığına da olsa bir özgürlük gibiydi. Elinde sımsıkı tuttuğu zarfı çantasına bile koymamıştı. Sanki biri elinden alacakmış gibi sıkıyordu. İçindeki para çok değildi. Ama onun için bu paranın anlamı fazlaydı. Emeği, gururu, sessizliği ve sabrıydı.
Asansör düğmesine bastı. Tek katlık bir mesafe olmasına rağmen, yürümek yerine asansöre binmek istiyordu. Belki bu birkaç saniyelik iniş, kendine gelmesi için bir fırsat olurdu. Belki biriyle karşılaşmadan, bir ağız kokusuna ya da bir söz darbesine maruz kalmadan kısa bir geçiş yapabilirdi. Sessizce inip çıkmak istiyordu. Sanki biri onu yakasından tutup asansörden atacakmış gibi bir endişe taşıyordu içinde. İçini kemiren bu kaygıya rağmen, asansörün kapısı açıldığında içeriye adım attı. Tuşlara dokunurken, gözleri kapanmak üzere olan kapıya kaydı.
Tam o sırada, bir adım sesi yankılandı. Parlak klasik ayakkabılar, asansörün paspasında tısladı. Melek’in bakışları istemsizce yukarı doğru çıktı. Karşısında yine o vardı. Ayhan. Yüzünde o yarım ağızlı, alaycı ve mide bulandırıcı gülümsemesiyle ona bakıyordu.
"Korkmuş insanların korkusunu on adım öteden bile alabiliyorum. Bu korku insanın nefes almasını sağlıyor." dedi. Sesindeki ton soğuk, alaycı ve küçümseyiciydi. Asansöre girerken, elindeki kartı çıkardı ve kapıyı kilitledi. Melek, panikledi. Ama sesi çıkmadı. İçinde yükselen boğuk haykırışı yuttu. Gözleri karardı. Yutkundu. Umutsuzca, birkaç dakika konuşup bırakmasını bekledi. Belki sadece gözdağı verip çekilirdi. Belki başka bir pisliğe bulaşmazdı.
Ancak asansör, dar bir mezara dönüşmüştü onun için. Koca kabin, daralmıştı. Havası yetmiyordu. Ayhan adım adım ona yaklaştı. Melek nefes bile alamıyordu. Bildiği bütün kısa sureleri mırıldanarak gözlerini kapattı. Belki dua, onu bu iğrençlikten korurdu. Ellerini sıktı. Dizleri titriyordu. Vurmak istese de gücü yetmezdi. Ayhan, onun karşısında dev gibi duruyordu. Kokusuyla bile baskı kuruyordu. Soğan ve terle karışmış ağzından çıkan nefesi Melek’in yüzüne üflüyordu. Midelere dokunan bir iğrençlikti bu.
Gözlerini açtı. Ayhan bir adım daha atıyordu. Korku, tiksinti ve içgüdü birleşerek Melek’i harekete geçirdi. Bütün gücüyle adamı itti. Nefesi değişmişti. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Boğazı düğümlenmişti. Elleri titriyor, gözleri karanlıkta bir çıkış arıyordu. Her şey üstüne geliyordu artık.
Bugün bedeninin her noktası duyguların karmaşasını hissetmişti. Sabah evden umutla çıkmıştı. Suzan’ın ikiyüzlü yaklaşımı ilk çatlağı açmıştı. Sonrasında Salih Bey’in öfkeli, soğuk bakışları ikinci bir darbe olmuştu. Murat Arsel’in karmaşık ama iyi niyetli halleri o çatlakları onarmaya çalışmıştı. Bir nebze de olsa iyi hissetmişti. Ta ki Fahri Bey’in onu işten kovması, her şeyi yerle bir edene dek. O an, kırıklar değil, yıkıntılar kalmıştı geriye.
Ve şimdi, asansörün içinde, nefret ettiği bu adamla baş başaydı. Ayhan, birkaç saniye boyunca gözlerini ondan ayırmadan izledi. Sanki bir avcı, sabırsızlıkla ama keyifle avını inceliyordu. Aklından geçenler karanlıktı. Acımasızdı. Tehlikeliydi. Bu anı daha da korkunç hale getirmek için türlü yöntemleri gözden geçiriyordu.
Sonra Ayhan bir adım geri çekildi. Belki bugün için psikolojik şiddet yeterliydi. Ama gözlerindeki niyet, başka bir gün aynı vicdanı göstermeyeceğini söylüyordu. Asansördeki sessizlik, gerginliğin içine saplanmış bir çiviydi. Melek, gözlerini kaçırmadan onu izliyordu. Korkuyordu ama direncini göstermeye çalışıyordu. Yüzü solgundu. Ellerindeki damarlar belirginleşmişti.
Ayhan içinden söylenerek bir adım daha attı. "Biraz korkutmak hiç fena olmaz." dedi sessizce. Melek, tekrar yaklaştığını fark ettiğinde, gözlerini büyüterek, korku içinde, onu tekrar itti. Bu temas, Ayhan’ı daha da heveslendirdi. Çünkü ne zaman bir kadın direnirse, o kendini daha güçlü hissediyordu. Daha kudretli. Daha baskın. "On’a kadar say. Sana bir şey hatırlatacağım." diyerek kahkaha attı. Asansörde yankılanan bu ses, Melek’in içinde bir bıçak gibi saplandı. Bu adamın deli olduğuna artık emindi. Ama bir deliye nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Onu kışkırtmak istemiyor, ama boyun eğmek de istemiyordu. İki uç arasında sıkışıp kalmıştı.
Ayhan, Melek’in arkasındaki duvara sırtını yaslayan vücuduna doğru bir adım daha atarak saçlarından tuttu. Saç tokasını çekiştirerek kafasını geriye doğru eğdi. "Ben size ne dedim. Akıllı, uslu kızlar olursanız, ben de size bulaşmam. Dedim mi, demedim mi. Tabii ki dedim. Uyarmadan kimseye şiddet göstermem. Ama sen ne yaptın." Melek’in gözleri dolmuştu. Kalbi göğsünden dışarı çıkacakmış gibi atıyordu.
Ayhan sağ yumruğunu sıkarak Melek’in başının hemen yanındaki duvara hışımla vurdu. Duvar titredi. Melek gözlerini kapadı ama ağlamadı. Çünkü ağlarsa daha çok zevk alacağını biliyordu bu adamın. "Gittin bu işin içindeki kadını dövdün. Kendini çok fazla güçlü mü sanıyorsun. Başına bela olacağım, hiç aklına gelmedi mi." diyerek arkasına döndü. Birkaç saniye durdu. Melek nefesini tuttu. Ayhan bir şey yapacak mı, yoksa sadece gitmek için mi dönmüştü, bilemiyordu. Zaman ağırlaştı. Saniyeler uzadı. Ayhan geri döndüğünde gözlerinde yeniden aynı karanlık bakış parlıyordu.
Melek hareketsizdi. Nefesi göğsüne saplanmıştı sanki. Olduğu yerde donup kalmış, gözlerini Ayhan’dan ayıramamıştı. Korkunun, damarlarında kan yerine aktığını hissediyordu. Gözleri kocamandı. Dudakları aralanmıştı ama ses çıkmıyordu. Kalbinin sesini bastıran tek şey, Ayhan’ın ağır adımları ve kendi içine doğru çığlık çığlığa düşen sessizliğiydi.
Buradan sağ çıkarsa, bu sadece mucize olurdu. Belki de verdiği o birkaç kuruşluk sadakanın bir yüzü suyu hürmetine kurtulacaktı. Ama içinden geçen o düşünce, ironik biçimde ona tokat gibi çarptı. Sadaka da neydi ki. Ayda yılda bir, o da denk gelirse. Vicdanının iğnelediği yer orası oldu. "Keşke daha çok verseydim" diye geçirdi içinden. Şu an gökyüzüne değil, duvarlara bakıyordu. Ama yine de, sessiz bir dua göndermeyi ihmal etmedi.
İki dakikadan fazla olmuştu. Hareketsiz bir şekilde, duvara dayanmış, sadece gözleriyle izliyordu olan biteni. Ayhan’ın kendi kendine konuşması dehşet verici bir hal almıştı. Ne söylediği tam seçilemiyordu ama yüzündeki ifadeden zihninin içindeki karanlığı tahmin etmek zor değildi. Arkasını dönmüş gibi dursa da, Melek’in gözünden hiçbir anı kaçmıyordu. Kapının hâlâ kilitli olduğunu biliyordu. O anahtar kartı görmüştü. O yüzden korkusu geçmiş değildi. Sadece derinlere gömülmüştü.
Sonra birden, Ayhan tekrar döndü. O sinsi bakışlarıyla yeniden Melek’i süzdü. Tıpkı avını izleyen bir yırtıcı gibi. Sessizlik arasında bir anlık boşluk vardı. Belki bir kurtuluş saniyesi, belki ölümle yüzleşme anı. Daha ne kadar susabilirdi. Daha ne kadar sabredebilirdi. İçinde bir şey koptu. Göğsünde bir yer, öfkeyle birlikte yanmaya başladı. Ellerini yumruk yaptı. Nefesi hırçınlaştı. Artık sabrı kalmamıştı. Ne bu adamın laflarını dinlemeye, ne de iğrenç nefesini çekmeye dayanacak gücü vardı.
Ayhan, kızı köşeye sıkıştırmanın verdiği hazla, dudaklarının kenarını yalayarak birkaç kelime daha söylemek üzereydi ki, Melek aniden harekete geçti. Tüm hiddetiyle adamın bacak arasına bir tekme savurdu. Beklemediği kadar sert bir darbe olmuştu bu. Ayhan acı içinde haykırarak yere kapaklandı. Çığlığı, asansörün duvarlarında yankılandı. Bedenini kıvırarak kıvranıyordu. Melek, fırsatı kaçırmadı. Gözlerini bir an bile ayırmadan, hızlı ama dikkatli adımlarla adama yaklaştı. Pantolonunun sağ cebine uzandı. Anahtar kartı hızla çıkarttı. Elleri titriyordu. Kalbi kulaklarında atıyordu. Ama içinde ilk kez bir direnç yükseliyordu.
Kilidi açtı. Asansör butonuna bastı. Kapılar ağır ağır açılırken başını yere doğru eğmiş, hâlâ inleyen Ayhan’a baktı. Yüzüne tükürdü. Öfkesini kelimelere dökememişti ama bu, onun suskun isyanıydı. Asansör otopark katında durmuştu. Bu, onun için kötü bir şanstı. Arkasından gelip rahatlıkla öldürebilirdi. Arkasına bakarak koşmaya başladı. Ayak sesleri yankılanıyordu. Koşarken başını aniden, bir şeyin göğsüne çarptı. Sert bir cisim değildi. Sıcaktı. Yumuşaktı. Güçlü bir gövdeye çarptığını fark etti.
Başını kaldırdığında karşısında Murat Arsel duruyordu. Kaşları çatık değildi. Gözlerinde o her zamanki kibirli bakış yoktu. Aksine, içinde tarifsiz bir şefkat parıltısı vardı. Melek’in gözleri yaşlarla dolmaya başladı. Ama bu ağlamaya dönüşmeden gözlerini kırpıştırdı. Panik, hâlâ tenine kazınmıştı. "İyi günler efendim..." dedi nefesi titreyerek. Bu kadarını söyleyebildi. Vücudu adeta boşalmıştı. Dizlerinin üzerine düşse, şaşırmazdı. Murat kaşlarını çattı ama yüzündeki ifade ciddiyetle karışıktı.
"Sizle vedalaşmak nasip olmadı diye çok seviniyordum. Neyse, gitmeden önce son kez yüzünüzü görmeye dayanabilirim." dedi. Sözleri ağırdı. Ama altında yatan gerçek duygular açık değildi. "Unutmadan, gelecekteki sekreter ile iyi anlaşmanızı umut ediyorum. Tabii herkes benim gibi sabırlı davranamayabilir." dediği gibi, Melek bozulan saçlarını aceleyle toparladı. Göz göze gelmemeye çalıştı. Yine de yanından geçip gitmek için adım attı.
Tam o sırada Murat nazik ama kararlı bir şekilde kolundan tuttu. Teması sert değildi ama durdurucuydu. "Kendine önem verildiğini düşünme. Seni merak ettiğim için değil ama çabuk çalışanlarıma bağlanırım." Yalan söylüyordu. Yüz ifadesi bunu ele veriyordu. Gözleri, kızın üstünde fazlaca uzun duruyordu. Melek bunu fark etti. Ama anlamlandırmadı. "Bu yüzden başına ne geldiyse, kovulmana ne sebep olduysa bulacağım. Hele ki benim yaptıklarımın bir üst seviyesinde bir şey yapıldıysa, hayatı onlara zindan edeceğim. Yanlış anlama. Bu holdingde herhangi bir çalışan için de bu geçerli. Sekreterlerimize kıymet veren bir şirketiz." Sözleri netti ama tonu yumuşaktı. Melek’in gözleri kısıldı. Bu adamda da bir şeylerin ters gittiğini anlıyordu.
Murat, ceketinin yakasını düzeltirken kirli sakallarını kaşıdı. Sanki önemli bir konuyu geçiştiriyormuş gibi konuşmasına devam etti. "Şimdi senden başka sekretere laf anlatacak sabrım yok. Seni bile zar zor aklı başında, işini düzgün yapan bir kıvama getirmeye başladım. O yüzden... iki gün. Sadece iki gün sana izin veriyorum. Sonra yine ait olduğun yerde olacaksın. Benim yanımda."
Bu sözleri duyan Melek, kollarını göğsünde birleştirerek konuşmaya başladı. Sesi netti. Tonu kararlıydı. "Kusura bakmayın ama biraz önce kovuldum. Bana artık eziyet çektiremeyeceğiniz için üzgün olabilirsiniz. Lütfen bu durumu kabullenin. İyi günler."
Cümlesini tamamladığı gibi gözlerini devirdi. Artık sabrı kalmamıştı. Ne incelikli konuşmalara, ne de arkası dolu olmayan cümlelere tahammülü vardı. Kendisinden bir adım uzaklaşan Murat’ın gözlerini bir kez daha süzdü. Sonra hızla uzaklaştı. Ayak sesleri otoparkta yankılanırken, arkada Murat Arsel’in sessizliği kaldı.
Birkaç adım atmıştı ki, arkasından gelen bir ses Melek’in tüm sinirini yeniden yüzeye çıkardı. Murat, hafif başını eğmiş, hınzırca gülümsüyordu. Gözlerinde bilindik o ukalalık, ama altında hafif bir özür gizliydi. “Patron olarak sende böyle bir intiba bıraktığıma üzüldüm. Hem her yerde küfür ve eziyet edip, sonra sorunları halleden sensin. Mesela değişik bir Türkçeye sahipsin. Küçük, yaramaz erkek çocukları gibi. Ağzından çıkanı kulağın duymuyor.” dedi. Ses tonu sakindi ama söyledikleri kesinlikle öyle değildi. “Geçen eski sevgilime söverken, hatrım kalmasın diye benim aileme de sövdün.”
Melek bir an duraksadı. Ne yapmaya çalıştığını tam anlamasa da Murat’ın yüzüne dikkatlice baktı. Onun bu kadar uzun konuşmasına alışık değildi. Özellikle bu kadar hafif kelimelerle, derin mesajlar vermesine. Gözleri yüzünde gezinirken, ilk defa patronunun gerçekten yakışıklı olduğunu fark etti. Alnından kaşlarına inen çizgi, kirli sakallarına kadar olan yüz hattı, belli belirsiz bir etki bırakmıştı üzerinde. Kıvırcık saçları bambaşka bir seviyeydi. Ama hemen ardından utanarak başını çevirdi. Yaptığı bakışı kendi içinde sorguladı ve kaşlarını çattı. Bu düşüncelere kapılması bile sinirini artırdı.
“Sizin sayenizde birçok insan benden nefret etti. Sövdünüz diyorsunuz ya? Yine suç sizin. Etrafınızdaki bütün kadınlar bana apaçık meydan okuyorlar. Ben sizin sekreterinizim ama bunu onlara inandıramıyorum. Yetmezmiş gibi siz de onları, kurbanlık koyun misali birer birer önüme atıyorsunuz. Beni de onların önüne...” Sözleri acıydı. Biriktirdiği her şeyin dışavurumuydu. Gözleri öfke doluydu ama ağlamamak için kendini sıkıyordu.
“Anlayışsız kız arkadaşlarınız çoban, ama koyun sohbetinden de anlamıyorlar. İlla besmelesiz ebesine kadar inmem gerekiyor. Hem siz bu kadar şikayet ediyorsunuz, hem de Fahri Bey’in yanında benim için dil döküyorsunuz. Ben sizi anlamıyorum. Anlamaya da çalışmıyorum. İyi günler.” Söylediklerinin ardından yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sadece öfkeden değil, birinin karşısında bu kadar açık ve net konuşmanın getirdiği mahcubiyetten de. Fakat artık içinde birikenler taşmıştı. Daha fazla tutamazdı.
Murat, adeta bir makina gibi konuşan Melek’e karşılık vermedi. Sadece onu izledi. Konuşma bittikten sonra bile bakışlarını gözlerinden ayırmadı. Gözlerinde sadece hafifleyecek gibi görünen bir sinir yoktu. Daha fazlası vardı. Bir karmaşa. Hayranlık mıydı, merhamet mi, yoksa başka bir şey mi, o bile tam çözümleyemiyordu. Tek bildiği, Melek’in gözlerinde kimsede görmediği en güzel ifadeyi bulmuş olmasıydı.
Bu kadını yanında tutmak için ne yapmalıydı? Hiç bilmiyordu. Kuralların adamıydı. Rasyonel kararlar verirdi. Ama şimdi, ne kural vardı ne akıl. Sadece kalbinin atışları vardı. Gözlerinin içine bakmak istiyordu. Ama o gözler, yaşananların ardından bulanıktı. Melek, olanları tam olarak göremiyordu. Belki de görmek istemiyordu. “Esila diye bir kuzenim var.” dedi Murat birden, kendi içinde kurduğu planı dışa vurur gibi.
Melek gözlerini kısmıştı. “Eee?”
“Eğer buraya gelirse... olaylar tepetaklak olsa da bazı şeyler yoluna girer.”
“Bana niye anlatıyorsunuz?” dedi Melek, kaşlarını kaldırarak. Gerçekten anlamamıştı. “Gelmesi için onu kışkırtmam lazım. Senin de haberin olsun. Kafadan sakat biraz.” Melek, bu konuşmadan da hiçbir anlam çıkaramamıştı. Kafası zaten karışıktı. Şimdi bu tuhaf, ima yüklü cümleler her şeyi daha da bulanıklaştırmıştı. Derin bir nefes aldı. Sakin kalmaya çalıştı ama içinde kıpır kıpır dönen huzursuzluk büyüyordu.
“Oldu o zaman. Ben gidiyorum. Kendinize iyi davranın. Çalışanlara da.”
Gözleri hafif kısıldı. Uzun uzun baktı Murat’a. İlk kez bu kadar sessizdi. Söyleyecek çok şeyi vardı ama sustu. Çünkü artık kelimelerin yetmediğini anlamıştı. Yüzünde endişeyle karışık bir ifadeyle arkasını döndü. Yavaşça yürümeye başladı. Murat, onu durdurmadı. Sadece saçlarını karıştırdı ve ardından koşarak uzaklaşan kıza baktı. Gözleri kızı takip ederken, parmakları cebindeki telefonuna uzandı. Ekranda ‘Şarlot Kız’ yazan ismi buldu. Aramaya bastı. Telefon birkaç saniye çaldı ama karşı taraf meşgule attı. Bu reddediliş, onun canını sıktı. Dişlerini sıkarak telefonu cebine geri koydu. Başını hafifçe yana çevirdi ve asansöre yöneldi.
Asansörün hemen yanında Ayhan duruyordu. Gözlerinde korku, yüzünde yalakalık vardı. Murat’ı görür görmez toparlandı. El pençe divan kesildi.
“Burada korumanı gerektiren bir şey yok. Ne dolanıyorsun burada?” dedi Murat, sesi soğuk ve netti. Ayhan yüzündeki sahte gülümsemeyi toparlamaya çalışarak konuştu. “Kusura bakmayın efendim. Asansör yanlışlıkla buraya indi. Hemen yukarı çıkıyorum. Kolay gelsin.”
Murat, adamı baştan aşağı süzdü. Şüpheyle baksa da bir şey demedi. Yanından geçerek asansöre yöneldi. Ayhan ise, Murat uzaklaşınca dişlerinin arasından öfkeyle konuşmaya başladı.
“Elime geçtiğin gün, üçüncü sayfa haberi olacaksın Melek Kapya. O gün geldiğinde yaptığın hareketler faydasız ve zavallı bir hal alacak. Senin çığlığın duvarlarda değil, manşetlerde yankılanacak.”
Sözleri zehir gibi aktı. Ardından yüzünü buruşturup hızla muhasebe bölümüne doğru yürüdü. Orası onun görev alanıydı ama içinde kurduğu karanlık planların başlangıç noktası da aynı yerdeydi. Ayhan, intikamını planlarken Melek ise başka bir yolda yürümeye başlamıştı. Artık geri dönüşü olmayan bir yoldu bu.
Melek durağa geldiğinde, neredeyse hareket etmek üzere olan otobüsü fark etti. Telaşla birkaç adım attı. Ardından çantasını omzuna iyice yerleştirip, kalan mesafeyi hızlı adımlarla koşarak tamamladı. Şoför, aynadan bakıp onu görünce merhamet gösterip kapıyı açtı. Nefes nefese kalmıştı. Otobüse binerken içten bir teşekkür fısıldadı. Kimse duymasa da minnet içindeydi. Arkalarda boş bir koltuk buldu. Oturur oturmaz çantasını kucağına aldı ve başını yan cama yasladı.
Otobüs, ağır ağır ilerlerken içindeki fırtına dinmiyordu. Gözlerini cama dikti ama dışarıdaki manzarayı görmüyordu. Camda, kendi yorgun ve dağılmış yansıması vardı sadece. Düşüncelerinden kaçamıyordu.
“Bugün hiç güzel bir gün değildi. Her şey, ama her şey tepetaklak oldu. Sanki biri, hayatımı avucuna alıp bir çırpıda yere fırlattı.” diye geçirdi içinden. Dudakları kıpırdadı ama sesi çıkmadı. Yalnızca düşünüyordu. “Sadece on beş saat içinde her şey değişti. İşim. Onurum. İç huzurum. Paramparça oldu hepsi. Bu saatte ofiste olmam gerekirdi. Ama şimdi, otobüsün arka koltuğunda, evime dönerken içimde yanan bir şeyle baş başayım. Kafamın içinde yankılanan sesler. Kalbimde sarsılmış, küsmüş gibi duran o şey. Sanki kalbim bir çocuk gibi susmuş. İnatla ve kırgın.”
Camdan geçen ağaçları, insanlar, yolları izlemeye çalıştı. Ama gözleri odaklanmıyordu. İçinden bir yorgunluk, kemiklerine kadar işleyen bir çöküş hissi yayılıyordu. “Dün yapılan bütün çirkefliklerin, entrikaların, alayların intikamını alacaktım. Ama böyle değildi. Bu şekilde olmamalıydı. Planım, zekamla konuşarak ezmekti onları. Uygarlıkla, kelimelerle, haklılıkla. Şiddete başvurmak... Hayır. Asla öyle biri olmak istememiştim. Ama Suzan’ın o kahkahası... O umursamaz tavırları... Onunla birlikte fısıldaşan gözler. Gülüşmeler. O kadar küçülttüler ki beni bir anda. Hiçbir şey söylemeden orada dursam bile beni linç ettiler. Dudak kıpırdatmadan dövdüler. O yüzden dayanamadım belki de.” Burnunu kırıştırdı. "Kimi kandırıyorum her şekilde dövecektim onları."
Sonra yüzler yeniden değişti gözünde. Yumruk attığı kadının yüzü geldi gözlerinin önüne. Birkaç saniyeliğine onun gözlerinde donmuş bir korku vardı. Yalvaran, ne olduğunu anlayamayan, sadece şok yaşayan bir yüz. Melek’in içi sıkıştı. Gözlerini kapattı ama nafileydi. O görüntü aklına kazınmıştı. “Az dövdüm. Yanarım yanarım da buna yanarım.”
Sonra başka bir ses. Başka bir çığlık doldu kulaklarına. Yüz değişti. Ama acı aynı kaldı. “Yardım edin. Allah aşkına yardım edin. Yapma. Ne olur yapma.”
Bu ses, kalbini bıçak gibi deldi. Gerçekle hayal, dünle bugün birbirine karıştı. O an, Melek, sadece yaptığı değil, yapamadığı her şeyin yükünü de taşıyordu. O sesi duymayanlar, duymak istemeyenler. Sessiz kalanlar. Hareketsiz izleyenler. Onlarca insan ve bir tek kişi yardım çığlığı atarken kaçışan gözler.
Bu düşünce boğazına bir yumru oturttu. Yutkundu. Ama geçmedi. Gözyaşları, direnmesine rağmen dökülmeye başladı. Yanaklarına süzülen birkaç damla, onun ne kadar dolduğunun, ne kadar sustuğunun ispatıydı.
Otobüs sarsıldığında, elini pencereye yasladı. Derin bir nefes aldı. Boğazındaki kuruluk canını yakıyordu. Dudaklarını aralayıp ağzında kalan son tükürüğü boğazına doğru yolladı. Nefesi kesik kesikti ama kendine hâkim olmaya çalıştı. Ayağa kalktı. Titreyen parmaklarıyla çantasını düzeltti. Sonra eliyle iniş düğmesine bastı. Otobüs yavaşlamaya başladı.
****
Murat, odasına döndüğünde içindeki huzursuzluk bir türlü dinmedi. Sanki etrafındaki tüm duvarlar üzerine doğru kapanıyordu. Elleri cebinde bir ileri bir geri yürüdü. Sonra durdu. Telefonunu aldı. Tekrar rehbere girdi. Aynı numaraya dördüncü kez bastı. Arama başladı. Zil çalıyordu ama yine açan yoktu. Dişlerini sıktı. Sonra eliyle alnını ovaladı. Koltuğa oturdu. Bir süre durdu. Gözleri bir noktaya kilitlendi. Ardından yeniden ayağa kalktı. Telefonu tekrar aradı. Bu kez daha uzun çaldı. Tam kapatmak üzereyken karşı taraf açtı.
"Naber yontulmamış beton? Bir saattir deli gibi arıyorsun. Açmak istemediğimi daha fazla nasıl belli edebilirim?" dedi karşıdaki kadın sesi. Alaycı, umursamaz ve hafif kışkırtıcıydı. Murat, sesi duyduğu anda içinde biriken öfke patlamaya hazır hale geldi.
"Nerdesin sen? Senin gibi yarım akıllıya işim düşmeden rahatsız etmeyeceğimi bildiğin halde neden açmıyorsun? Bir de utanmadan bilerek açmadığını söylüyorsun. Dengesiz," dediği gibi sesi yükseldi ama karşı taraf sadece gülmeye başladı. Kahkahalar duyuluyordu.
Esila, Murat’ı sinir etmeyi çok seviyordu. Onun gibi soğukkanlı bir adamı bu denli çileden çıkarabilen ender insanlardandı. Murat, kadınlarla hep mesafeli, hep üstün bir noktada kalmayı başarırdı. Ama Esila onun zayıf noktasını bilirdi. Oyunlarına karşılık veren tek kişi oydu. Ve şimdi, Murat’ın bu kadar ısrarla araması bile, o oyunlardan birinin çoktan başladığının işaretiydi.
"Esila. Babamla barıştın mı? Ne zaman geliyorsun çalışmaya? Dağ evinde çürüyeceksin. Benden söylemesi. Ya da... Senden beklenilen bir ihtimal. Başkasını mı buldun?" dedi Murat. Cümlesinin sonunda sesi hafifçe düşmüştü. Bu, hem bir sitem hem de içten içe merakın dışa vurumuydu.
Esila kimdi? Murat’ın hem en büyük derdi hem de çaresizliğiydi. Ölmüş halasının kızıydı. Ama aralarındaki bağ sadece bu kan bağıyla açıklanamazdı. Çünkü Esila, Murat’ın hayatındaki en net, en karmaşık ve en unutulmaz karakterdi. Çocukken kedi gibi uysal, sessizdi. Gözlerinde sürekli bir hüzün taşıyan o küçük kız, şimdi yerini zeki, sivri dilli ve çoğu zaman kibrin gölgesine sığınan bir kadına bırakmıştı.
Esila’nın hayatı kolay geçmemişti. Çocukluğu travmalarla doluydu. On beş yıl önce yaşanan elim trafik kazası, sadece bir ailesi değil, kimliğini de koparıp almıştı elinden. O gün, Düzce yollarında bir aracın şarampole yuvarlanmasıyla, hayatı da parçalanmıştı. O kazada annesi Gülhan, teyzesi Begüm, babası, sekiz aylık kardeşi, hepsi bir anda gitmişti. Cesetleri ertesi sabah bulunmuştu. O zamanlar henüz on yaşında olan Esila, kazadan yalnızca birkaç gün önce büyük abisi Fahri beyin yanına bırakılmıştı.
Daha önce hiç yalnız kalmamış bir çocukken, bir sabah ansızın her şeyini kaybeden bir kıza dönüşmüştü. İlk zamanlar konuşmamıştı. Günlerce. Haftalarca. Yalnızca oturur, boşluğa bakardı. Fahri bey, yeğenine ne söylese cevap alamazdı. Ama onun sabrı, anlayışı ve koruyuculuğu sayesinde Esila, yavaş yavaş yeniden konuşmaya başlamıştı. Zamanla Fahri bey’in ikinci çocuğu gibi olmuştu. Onun için her şeyi yaptı. Okullar, psikologlar, yurtdışı seyahatleri... Hiçbir şey eksik bırakılmadı.
Ama bazı yaralar, ne kadar üstü örtülse de içten içe büyür. Esila’nın içinde, kendisini sürekli eksik hissettiren bir boşluk vardı. Bu boşlukla savaşırken bir başka duyguyla karşılaştı: Sevgi. Daha çocukken Salih’e karşı içine düşen o duygu, büyüdükçe derinleşti. Salih, onun gözünde ulaşılmaz bir iyilikti. Soğuk, mesafeli ama güvenli. O kadar çok sevdi ki, sevilmemeye de razıydı.
Salih’in evlenmesiyle her şey değişti. Esila, kalbi paramparça olmuş şekilde Amerika’ya gitti. Unutmak, yeniden başlamak, belki kendini yeniden tanımlamak için. Ama olmadı. Yıllar sonra Salih’in eşi hayatını kaybedince yeniden döndü. Acısını paylaşmak için. Yanında olmak için. Ama ne yaptıysa Salih’ten bir adım göremedi. Ne sevdiğini söyledi. Ne de sevmeyeceğini. Tepkisizliğiyle Esila’yı sessiz bir mezarlığa hapsetti.
Fahri bey, yeğeninin bu durumu fark edince hemen harekete geçti. Önce Salih’i uyardı. Onunla tüm ilişkisini sınırlandırmasını istedi. Ama Salih her zaman istemeyen taraftaydı. Ardından Esila’nın şirkete gelmesini yasakladı. Onun gözünde bu durum, yeğeninin acısını daha fazla derinleştirmekten başka bir işe yaramıyordu. O da gerekeni yaptı. Belki sertti ama koruyucuydu. Esila'nın annesi Gülhan, Fahri bey’in en küçük kardeşiydi ve onun ölümü Fahri bey’i derinden sarsmıştı. Bu yüzden Esila’ya olan düşkünlüğü sıradan bir sevgi değildi. Suçluluk duygusu, koruma içgüdüsü ve bir babanın sahiplendiği kız çocuğu gibi bir bağı vardı aralarında.
Şimdi ise Murat, planının kilit taşı olarak Esila’yı istiyordu yanında. Ama onunla baş etmek, hiç kolay değildi. Çünkü Esila, istese de istemese de insanların hayatında iz bırakan biriydi. Her hareketi, her bakışı, hatta suskunluğu bile bir mesaj taşırdı. Murat, planını devreye sokmadan önce onu ikna etmek zorundaydı. Ama bu, sanıldığı kadar kolay olmayacaktı. Telefonun diğer ucunda sessizlik oluştu. Murat, nefes almayı bile unuttuğu birkaç saniyede Esila’nın sesini tekrar duydu. "Ben buradayım Murat. Senin her zamanki gibi kontrol etmeye çalıştığın her şeyin dışında. Amcamla aram hâlâ bozuk. Oraya gelirsem amcam beni uzaya fırlatır."
Murat, gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra pencereye doğru yürüdü. Dışarıda gri bir gökyüzü vardı. Yağmur başlamıştı. "Bir kadını kendime getirmem gerekiyor. Ama bunun için önce yolun kendisini bozmalıyım. Ve sen, bu işte en iyi bildiğim felaketsin. Sana ihtiyacım var Esila. Hemen gelmen gerek." Aynı evin içinde Murat ve Esila birlikte yaşarken dışarıdan bakanlar için bu birliktelik sessiz ve huzurlu görünse de içeride kopan fırtınaları yalnızca duvarlar biliyordu. Bu ikilinin tek ortak noktası, verdikleri bitmek bilmeyen savaşlardı. İkisi de inatçıydı. İkisi de zeki. Ve ikisi de birbirlerinin sinir uçlarını nereye bastığında elektrik kıvılcımı çıkacağını çok iyi biliyordu.
Esila küçüklüğünden beri görev bilinciyle yetiştirilmişti. İstediği zaman görevlerini eksiksiz yapardı. Ama bu, onun istediği zamanla sınırlıydı. Yoksa tüm günü pijamalarıyla koltukta yatıp, çekirdek çıtlatıp, eski dizilerin tekrarını izleyerek geçirmekte asla tereddüt etmezdi. Özellikle son zamanlarda bunu sıkça yapıyordu. Şimdi dağ evinde, elinde televizyon kumandası, dizleri altına çekilmiş bir şekilde oturuyor, ağzındaki çekirdeğin çöpünü özenle önündeki su bardağına bırakıyordu. Bir yandan da telefon konuşmasına devam ediyordu.
"Hem amcamla barıştım veya barışmadım sana ne? Abilik mi yaptın bana? O kadar badire atlattım. Neredeydin? Şimdi merak etmene gerek yok. Fahri amcam beni buraya yolladığında hiç itiraz ettiğini hatırlamıyorum. Aksine amcamı şişiriyordun. Kocakarı," dediği gibi ses tonunu abartılı şekilde tizleştirerek Murat’la dalga geçmeye devam etti.
"Hangi dağda kurt bayıldı Murat? Eğer oraya gelirsem sana hayatı zindan edeceğimi bildiğin halde ne zaman geleceğimi sorman da neyin nesi? O kadar mı çaresiz kaldın? Köpek..."
Esila dışarıdan bakıldığında tüm iş kadınlarından farksızdı. Disiplinliydi. Çalışkandı. Etkileyiciydi. İkna kabiliyeti yüksekti. Beş dil biliyordu. Üstelik her gittiği ülkede dili sadece konuşmakla kalmamış, aksanları bile kavramıştı. Ama bütün bunların tek bir amacı vardı. Salih. Onun tarafından kadın olarak görülmek. Kabul edilmek. Ama ne yaparsa yapsın bunu başaramamıştı.
Kendine has bir kusuru vardı ki onu hiçbir başarı örtemiyordu. Esila, rezilliği umursamayan tavrıyla, ara sıra savurduğu beddualarla, kibriyle ve en önemlisi atasözlerine olan özel ilgisiyle kendini belli ediyordu. Ama bu ilgi, çoğu zaman komik hatalarla sonuçlanıyordu. Esila atasözlerini unutmakla kalmaz, onları kendine göre değiştirip yeni deyimler uydururdu. Kimseye de bu konuda söz hakkı tanımazdı.
Murat, onun bu yanını düşününce istemsizce gülümsedi. Derin bir nefes aldı. Kafasında dönüp duran cümleyi bir kez daha tarttı. Sonra söyledi. "Esila, bunu söylemek istemezdim ama..."
Bu cümle bile fazlasıyla etkiliydi. Esila'nın sesi hemen panikle yükseldi.
"Ama ne? Fahri amcama bir şey mi oldu yoksa?"
"Yok. Babama bir şey olmadı. Ama senin için yine de zor bir durum. Bunca çaba harca, başkası gelsin alsın."
"Zor durum nedir Murat? Kim ne alıyor? Doğru düzgün konuş. Salih’e mi bir şey oldu? Yok yok ona bir şey olması şimdilik imkânsız. Ben onu şirkette birine izlettiriyorum. Her gün bana rapor geliyor. Ya söyle ne oldu?"
"Önce şunu düzelteyim. Dağda kurt bayılmaz. Doğrusu, 'Hangi dağda kurt öldü?' olur," dedi Murat ve kahkahayı bastı. O kadar içten ve eğlenerek gülüyordu ki, neredeyse kendi söylediği cümleyi unuttu. Esila ise delirmişti. Öfke, panik, alınganlık ve mizah dolu bir karışım halinde patladı. "Kâbuslarında gulyabani gör emi. Sevdiğin kız sana abi desin. Oturduğun yerlerde popona iğneler batsın. Olmadık zamanda, olmadık yerde yere kapaklan. Dalga geçmek için mi aradın sığırrr!" Son kelimeyi tiz bir çığlıkla ve yere ayağını vura vura söylemişti.
Murat o sırada kahkahalar içinde ayağını sehpanın kenarına çarptı. Acıdan dişini sıktı ama çaktırmadı. Sessizce doğrulup konuşmasına devam etti. "Yaratık cadı. Sakın bir daha beddua etme demedim mi? Gerekirse birine para ver. Senin yerine beddua etsin. Bedduasından korktuğum tek dişi sensin. Yemin ederim, sadece ağzından çıkan cümlelerle bile bir insanın hayatını mahvedebilirsin."
"Düştün mü yoksa? Çat diye bir ses geldi. Yere kapaklanmanın sesi miydi? Ayy çok rahatlatıcı bir sesti. Bir daha düşsene."
Murat kahkaha atan Esila’nın enerjisine rağmen ciddileşti. Ses tonu değişti. Cümlelerini yavaş ve dikkatli kurdu.
"Bırak şimdi. Gerçekten ciddi bir mesele var. Güçlü bir aday çıktı. Kız abayı yaktı. Yakacak. Salih desen git-gellerde. Senin Salih dediğin var ya... Tam yamuk. Sana nasıl mesafeli, soğuksa... O kıza tam tersi. Yakın. İlgili. Gülüyor, sohbet ediyor. Bir de neymiş, ona bir çay almış. Bu Salih, çayı kendi içmezdi. Şimdi kıza çay taşıyor. Senin gelmen lazım. Hemencecik. İki beddua edip, bir de şöyle içinden üfürsen zaten her şey eski haline döner. Sevdiğin adamın hayatı kararır. Kız da üst düzey bir adama âşık olur. İş çözülür."
O anda, telefondaki sessizlik yırtıldı. Esila çığlık attı. "Neeeee?" Ardından hıçkırıkla karışık bir öfkeyle konuşmaya başladı. "İki aydır yoktum. Sadece iki ay. Ve sen şimdi bana diyorsun ki Salih’in gönlü başkasına kayıyor? Benim rapor gönderen şıllık bunu nasıl fark etmedi? Ona ayrı hesap soracağım. Yakarım holdingi. Küllerinden tanıyamazsınız. Şimdi hazırlanıyorum. Bugün yola çıkacağım. En geç yarın şirketteyim. Sakın o kızı yaklaştırma. Gerekirse senin hiçbir işe yaramayan cazibeni kullan. Seni affetmem için kıza karşı oynaman gerekirse oyna."
Murat sessiz kaldı. Sonra alaycı bir sesle konuştu. "İltifatların beni benden alıyor. İçimi sımsıcak ettin. Ama merak etme. Senin için kendimi feda edeceğim. Şunu da unutmadan ekleyeyim. Görüş alanına girmeyi başarmış olan kızın adı... Melek Kapya." Telefonun kapanma sesi duyuldu. Murat telefonu indirirken gülümsedi. Çünkü ne olursa olsun, oyun başlamıştı. Ve bu oyunda en dişli oyuncu tekrar sahaya dönüyordu.
_____
Lütfen bol bol yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin. Görüşürüz canlar.
Diğer bölümde buluşmak dileğiyle.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |