25. Bölüm

25. Ağır Yaralar

Yalives Doğan
kambersizyazar

Selam Millet. Nasılsınız ben iyiyim. Hadi başlayalım.

Okumadan evvel minik beğeni butonuna basarak başlayalım olur mu 🫶

______

Melek, otobüsten indiğinde gün artık akşamın yorgun tonlarına bürünmüştü. Güneş gökyüzünde ağır ağır kaybolurken, şehrin boğuk uğultusu kulaklarına hafifçe çarpıyordu. Ayağını yere her bastığında içindeki karmaşayı da adımlarıyla birlikte taşıyordu. Önce kendi evine gitmeye karar verdi. Elinde hiçbir şey olmadan sadece kucağında taşıyabileceği kadar umut ve sabırla döndüğü bu ev, şimdi yeniden bir sığınak olacaktı. Ama bu sefer sadece kendisi için değil. Yanında, sessiz bir çığlık gibi ezilen Merve için de hazırlıklı olmalıydı. Babasını getireceği misafire karşı önceden haberdar etmek gerekiyordu. Hayri Bey anlayışlı bir adamdı elbette ama yine de bu tür şeyler için ruhu yumuşatmak, bakışını genişletmek lazımdı. İnsan en çok ani gelen misafire değil, ani açılan kalp kapılarına hazırlıksız yakalanırdı. Melek bunu biliyordu.

Merve’nin kaç gün kalacağı belli değildi. Belki bir gece, belki bir hafta, belki de aylarca… Melek için fark etmezdi. Merve, büyük bir fırtınadan çıkmış bir yaprak gibiydi. Rüzgar dinmişti ama hâlâ yere düşmekten korkuyordu. Melek, onun düşmesine engel olamazdı belki ama yanında yavaşça süzülmesine yardımcı olabilirdi. Olanakları kısıtlıydı. Ne büyük bir evi vardı ne de her gün pişen çeşit çeşit yemekleri. Ama yüreği genişti. Aynı odada kalabilirlerdi. Aynı tencerede kaynayan yemeği iki tabakta paylaşabilirlerdi. Birbirlerinin hikayelerine kulak kesilirler, sessizlikte bile anlaşabilirlerdi. Belki de Merve’nin tam da ihtiyacı olan şey buydu.

Elini çantasına daldırarak, bir bohça gibi buruşmuş anahtarı buldu. Son iki gündür misafir gibi uğradığı bu evin, gerçek sahibi olduğunu hissetmesi biraz zaman alacaktı. Anahtarı kilide yerleştirip tek seferde çevirdi. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri girerken duyduğu tanıdık koku, çocukluğundan kalan bir anı gibi burnuna doldu.

“Baba…” diye seslendi birkaç kez. Sesi evin duvarlarında yankılandı ama karşılık gelmedi. Derin bir sessizlik hakimdi. Kalın kaşlarını hafifçe çatıp, ayakkabılarını çıkararak içeriye geçti. Babası muhtemelen kahveye gitmişti. Hayri Bey'in belli başlı rutinleri vardı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra öğle saatlerinde ya balkona çıkar kitap okurdu ya da köşe başındaki kahvehaneye gider, eski arkadaşlarıyla tavla oynardı.

Melek’in karnı açlığın sesine daha fazla karşı koyamadı. Mutfakla arasındaki mesafeyi birkaç adımda geçti. Dolabın kapısını açtı, içerideki tanıdık diziliş, annesinin yıllar önceki düzeninden kalma bir alışkanlıkla hâlâ korunuyordu. Tencereleri sırasıyla açmaya başladı. İlk tencerenin kapağını kaldırdığında bamya yemeğinin ekşimsi ve acılı kokusu tüm mutfağı sardı. Tencerenin kapağını kenara bıraktı. Altı hafifçe kararmıştı ama bu ona göre sadece lezzetin bir işaretiydi.

İkinci tencereye uzandığında yüzünde çocukça bir gülümseme belirdi. “Çubuk makarna…” diye fısıldadı. Annesi yaşarken ne zaman morali bozulsa bu makarnayı yapardı. Basit, kolay ama içinde başka türlü bir teselli olan bir tarifti. Şimdi babası da aynı yöntemle ona moral vermeye çalışmış gibiydi. Bu düşünceyle gözleri hafifçe doldu. Ama belli etmeden hemen dolaptan bir çatal çıkardı. Hiç tabak kullanma zahmetine girmeden doğrudan tencereye daldırdı. Kocaman bir çatal dolusu makarnayı ağzına götürdü. Yemeğin yağı ve peynirli sosu dudaklarının kenarına bulaşmıştı ama umurunda değildi.

Dış kapının açıldığını bile fark etmemişti. Birkaç çatal daha aldıktan sonra çatalı bamya tenceresine daldırdı. Her tarafından bamya suyunun sarktığı çatalı da ağzına götürdüğü sırada Hayri Bey mutfağın kapısında belirdi. “Bak hele… Tencere canavarı yine iş başında. Tabağa koy, yemeğin bereketi kaçmasın, deli kız… Buz gibi olmuştur dolapta.” dedi gülerek.

Melek ağzındaki lokmayı yutmadan gözlerini babasına dikti. “Aman baba… Bana mı diyorsun canavar diye? Tencereyle konuşacak kıvama gelmişim ben. Tabağa koymaya kalksam bu destan yarım kalacak. Soğuk sıcak hiç farketmez.” dedi gülerek. Çatalı tezgaha bıraktıktan sonra hızla babasına yaklaştı. Şımarık bir kız çocuğu gibi başını babasının göğsüne yasladı. Hayri Bey de kollarını açarak sımsıkı sardı. Bu kucak, Melek’in dünyada kendini güvende hissettiği tek yerdi. Dışarıda ne olursa olsun, burada her şey başka bir ritimle akardı.

Kalbi sıcacık olmuştu. Burnunun direği sızladı. İçinden, “Keşke herkesin böyle bir babası olsa…” diye geçirdi.
Tam sarılmanın tadını çıkarıyordu ki sırtına yayılan ağrı birden kendini hatırlattı. Gözlerini kapattı. Yüzünü buruşturdu. “Canım acıyor baba…” dedi sessizce. Başını yavaşça kaldırdı, göz göze geldiler. Hayri Bey, kızının yüzüne baktı. Oradaki yorgunluğu, bitkinliği, içindeki karmaşayı sezmişti. Sormadı. Sadece elini onun sırtına götürüp nazikçe ovalamaya başladı. “Yat dinlen biraz.”

Sırtında acı vardı belki ama kalbinde dayanacak bir yer, ruhunda paylaşacak bir umut vardı. Ve bu her şeyden daha kıymetliydi. Hayri Bey, her çizgisinde yılların yüküyle şekillenmiş, ama her zaman hayat vadeden o sıcak ve yumuşak mimikleriyle kızına baktı. Onun gözleri, her kelimeden önce gelir, her cümleden daha önce konuşurdu. Kaşları hafifçe çatılmış, dudakları aralanmıştı. Sormasıyla birlikte içinden geçen onlarca cümle vardı ama sadece “Ne oldu kızım?” diyebildi.

Melek’in gözleri, ağzının söyleyemediği şeyleri anlatıyordu. İçinde büyüyen ve artık taşmaya yüz tutmuş bir şey vardı. Ama bunu kelimelere dökmek o kadar kolay değildi. Gözleriyle “Hiçbir şey.” dedi. Dudaklarını oynatmadan, sadece bakarak, sadece sessizliğin diliyle konuşarak.

Hiçbir şey yoktu aslında. Yani anlatılacak hiçbir şey yoktu. Ama içinde bir yer vardı ki, tam orada düğüm olmuş bir acı oturuyordu. Gözyaşıyla dolmuştu. İçinden çıkamıyordu. İçinden gelen fırtınayı bastırmaya çalışıyor, ama kalbinin duvarları çatlıyordu.

Babasının koluna girdi. Tırnakları babasının gömleğine hafifçe geçti. İkisi birlikte oturma odasına yöneldiler. Melek, döşemeleri yeni yapılmış, kumaşı hâlâ tok bir ses çıkaran koltuğa oturdu. Elleriyle dizlerinin üzerinde hafifçe bastırarak doğruldu. Babasını da karşısına alarak sessizce oturmasını bekledi. Ardından derin bir nefes aldı. Kelimeleri titrek ama netti. “Akşama iznin olursa, misafirimiz var.”

Hayri Bey, kızının kahverengi saçlarına nazikçe dokundu. Parmakları arasında bir tutam saç telini çevirdi. Yüzünde yumuşak bir tebessüm vardı. Gözlerini kırptı. Bu onun ‘tamam’ deyişiydi. Melek’in içinden geçen her şeye duyduğu güvenin sessiz onayıydı.

Hayri Bey misafiri severdi. Evde kalabalık olsun, çaylar demlensin, muhabbet dönsün isterdi. Evinde her zaman bir tabak fazla yemek olurdu. Kapılar ardına kadar açıktı. Ama yine de kızının içinde bir şeylerin kırıldığını hissediyordu. Bir yere batmış bir dikenin, yürürken nasıl can yaktığını fark eder insan. Hayri Bey de kızının içindeki o dikeni hissetmişti. Melek, babasının gözlerinin içine baktı. Gözlerinde hem kırgınlık hem de kararlılık vardı. “Baba, arkadaşıma ne olursa olsun soru sorma. Ne yaparsa yapsın ses çıkarma desem de... Yine kabul eder misin?”

Hayri Bey bu defa gülümsedi. Derin bir iç çekti. Gözleri yavaşça buğulandı. “Hoş geldiniz derim sadece kızım. Başka soruya ne gerek var.” Kelimeleri sade ama derindi. Yıllar boyunca kimsesizleri, kırık dökük insanları evine alıştırmış bir adamın sözleriydi bunlar. Hayri Bey zor durumda kalan biri olduğunu anlamıştı. Kızının yüzüne baktı. Kırılgan ama güçlüydü. Omuzlarında taşıdığı yük görünmüyordu ama belliydi. Başını salladı ve ardından ayağa kalktı.

Kapıya doğru yönelirken bir an durdu. Melek’e döndü. Yumuşak sesi, hafifçe boğazına oturmuştu. “Sen iyi misin, gül yanaklı kızım?” Melek, babasının bu sözleri karşısında gözlerini kaçırmadan ona baktı. Tebessüm etti. Dudaklarının kenarlarını hafifçe yukarıya kıvırdı. Ardından ellerini iki yana kaldırarak iki baş parmağını havaya dikti. “Süperim. Biz akşama doğru geliriz.” dedi.
Hayri Bey’in içi az da olsa rahatlamıştı. Kızının gözleri hâlâ yorgundu ama en azından yanında olduğunu biliyordu. O da başını sallayarak salona geçti.

Melek ise evin sessizliğinde bir süre daha bekledi. Sonra kapıyı açtı, sokağa çıktı. Ayakları, kaldırımlardaki çatlakları sayar gibi yürüyordu. Kaldırımlarda gelişigüzel park edilmiş araçlara baktıkça öfkesi artıyordu. İçinde biriken tüm yük yetmezmiş gibi, şimdi bir de kaldırım öfkesi başlamıştı. Kendi kendine konuşmaya başladı. “Ne dertleri var Allah aşkına. Kaldırımlar yürümek içindir. İnsan içindir. Bunlar arabaların hakkı mı?” Bir yandan söyleniyor, bir yandan yolun ortasından yürümeye devam ediyordu. Kaldırımlar artık insanların değil, arabaların olmuştu.

Nihayetinde Sibel’in evinin önüne geldi. Kapıyı çaldı. Çok beklemeden Sibel, onu gördüğü gibi heyecanla kapıyı açtı. Melek’i bir hamlede kolundan tuttuğu gibi içeri çekti. Melek üzerindeki montu çıkarırken konuşmaya başladı. “Serpil teyze ne yapıyor?” dedi, bir yandan montu askılığa asıp Sibel’in koluna girerek ilerlemeye devam etti. Sibel kaşlarını kaldırarak iç geçirdi. “Ne yapsın canım... Sabahtan beri Merve’ye baktıkça beni dövüyor. Ne popom kaldı, ne işlev gören beynim. Vallahi yedi bitirdi beni. Altı saatte yaşlandırdı.”

Melek tam ağzını açıp, bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki odanın kapısı aniden açıldı. Serpil Hanım elinde bir bezle mutfaktan çıkmıştı. Melek’i görür görmez gözlerini kısıp hızla yaklaştı. Hiç tereddüt etmeden, annelik refleksiyle elini Melek’in kulağına götürdü. “Kız seni gidi... Bir daha habersiz gelme. Ben seni özleyeceğim de, sen arayıp sormayacaksın ha?” Melek gülerek geri çekilmeye çalışsa da kaçamadı. Serpil Hanım kalçasına birkaç tane şaplak attı. Şaka yollu ama içten.

Melek ne dediyse kar etmedi. Kadının ellerini tutup, çocuksu ve yalvaran gözlerle bakarak konuşmaya başladı.
“Serpil teyzem. Ne olur yapma. Kulaklarım feryat ediyor. Valla iflah olmaz hale geleceğim. Sibel zaten dövüldüm diyor. Bari bana acı.”
Serpil Hanım, kızın bu haline bakıp önce bir kahkaha attı. Sonra ellerini bıraktı.
“Hadi geçin. Mutfakta kek var. Bir de mercimek köftesi yaptım. Aç mısınız?”

Sibel hemen araya girdi. “Anne biz ne zaman tok olduk ki? Hadi hemen getir çayı da başla anlatmaya.” Evde tatlı bir kalabalık havası oluşmuştu. Melek, ne kadar yorgun olursa olsun, şimdi biraz olsun rahatlamıştı. Arkasında babasının sıcaklığı, karşısında Serpil teyzenin şefkati, yanında Sibel’in neşesi vardı.
Merve hâlâ konuşmuyordu ama bir şeyler değişmek üzereydi.
Ve Melek, buna hazırdı.

"Serpil teyze, yapma. Kurbanın olayım. Ne olur önce bir dinle, sonra istersen döv, istersen yerin dibine sok. Ama önce bir dinle. Zaten Merve’yi almaya geldim" dedi Melek. Ağzındaki keki bir türlü çeviremedi. Sesi ne kadar kararlıysa, içinde o kadar çok korku ve pişmanlık vardı. Cümlesinin sonuna doğru Sibel’in arkasına saklandı. Tıpkı çocukken okuldan birini dövdüğünde annesinin öfkesinden kaçan bir çocuk gibi.

Serpil Hanım’ın yüzü, çatılmış kaşlarıyla birlikte bir fırtına gibi kararmıştı. Yanaklarında biriken sıcaklık, dudaklarının arasından dökülen kelimelere yansımıştı. "Siz bu kızı buraya getirmek yerine hastaneye götürseydiniz ölür müydünüz? Allah aşkına, bu kadar mı aklınız kıt? Sinirden daraldım sizin yüzünüzden. Vallahi ateş bastı. Açın pencereleri, boğulacağım şimdi."

Demesiyle birlikte içerilere doğru hızlı adımlarla yürüyüp kolonya şişesini almak üzere mutfağa gitti. Sibel de hemen emredilmiş gibi pencereye yönelip, çift kanadı sonuna kadar açtı. İçeriye hafif serin bir rüzgar doldu. Perdeler hafifçe savrulmaya başladı. Melek ise hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Vücudu olduğu yerde, ruhu çoktan bu kargaşadan kaçıp bir köşeye sinmişti sanki.

Serpil Hanım döndüğünde elinde büyükçe bir kolonya şişesi vardı. Kapağını çevirerek bir hamlede açtı. Elini şişenin ağzına getirip yüzüne döktü. Ardından gerdanına, şakaklarına ve bileklerine dökmeye başladı. Kızgınlığı yerini bir nebze serinlemeye bırakmıştı ama dudakları hâlâ susmaya niyetli değildi. "İki kıçı kırık kız, kendi kafalarından iş yapıyorlar. Kendi başlarına kahramanlık oynuyorlar. Estağfurullah ve nimel vekil. Ben ne desem boş."

Konuşurken bir yandan da giydiği penyenin yakasını çekiştiriyor, göğsündeki daralmayı bastırmaya çalışıyordu. Derin nefesler alıyor ama içindeki yangını söndüremiyordu. Melek ve Sibel yan yana dizilmiş, başları önde, arada kekten parça koparıp zaman buldukça çiğniyorlardı. Omuzları düşük bir şekilde çocuk gibi azarlanmayı bekliyorlardı. Sanki her ikisi de lise yıllarına geri dönmüş, müdür odasında bekleyen öğrenciler gibiydiler.

Serpil teyze sinirliydi, öfkeliydi ama bu öfkenin altında sevgi ve korku yatıyordu. Melek onun kızından farksızdı. Ne kadar bağırsa, ne kadar kızsa da, yüreğinde ona dair bir kırıntı bile olumsuz düşünceye yer vermiyordu. Ama şimdi sustu. Yüzüne alışılmadık bir sakinlik çöktü. Dalgaların çekildiği bir deniz gibi, o an sadece bekliyordu. Belki de Melek’in anlatmasını umuyordu. Onu savunacak bir şey, en azından küçük bir kelime bile olsa... Ama Melek susuyordu.

Serpil Hanım sabrını daha fazla zorlamadan, kararlılıkla sesini yükseltti. "Polise gidiyoruz. Hadi. Hadi, hadi, hadi çabuk. Şikayet edeceğiz. Ben bu işin peşini bırakmam." dedi. Kolundan tuttuğu gibi Melek’i dış kapıya doğru sürüklemeye başladı. Tam o sırada Merve, içeriden onları izliyordu. Gözleri dolmuş, dudakları titriyordu. Kapının eşiğinde durmuş, olan biteni korkuyla seyrediyordu. İçini bir yük kaplamıştı. Orada dururken bile ağırlığını taşıyamayacak kadar kırılmış hissediyordu. Kendini yük gibi hissediyordu. Sessizce geri döndü. Odasına geçip eşarbını başına bağladı. Sibel’in daha önce yatağının ucuna bıraktığı yeşil hırkayı aldı ve aceleyle üstüne geçirdi. Herkes içerideyken, belki de arkasından bakılmadan çıkıp gidebileceğini düşündü. Bu evde kalmaya hakkı yoktu. Gözlerine bakan herkes, onun utancını görecek gibiydi.

Ama o düşündüklerini gerçekleştiremeden, Serpil Hanım arkasını dönüp Merve’ye yöneldi. Yumuşak ve alışılmadık bir tonla konuştu. "Hava almaya mı çıkacaksın? Dur. Sibel de seninle gelsin. Markete filan uğrayıp gelin. Ben bu deli kızla biraz konuşayım." Sibel’e döndü. Gözleriyle ‘harekete geç’ dedi.

"Ne bekliyorsun? Bir de ne yapman gerektiğini sana mı anlatayım kızım?"
Sibel hiç ses çıkarmadı. Başını hayır anlamında sallayıp hızlıca kapının önündeki askılığa yöneldi. Kısa yeşil montunu aldı. Fermuarını çekerken bir yandan Merve’ye göz ucuyla baktı.

Merve sessizdi. Eğilmiş başını kaldırmadan ayakkabılarını giydi. Sonra birden dönüp önce Melek’e, sonra Sibel’e sarıldı. Sessizce, uzun uzun. Kızarmış gözleriyle Serpil Hanım’a döndü. Gözleri, sözlerinden daha çok şey anlatıyordu.
"Ben eve gidiyorum. Her şey için çok sağ olun. Gerçekten. Rahatsız ettiğim için özür dilerim." Dedi. Dış kapıyı açtı. Bir adım attı. Melek hemen ardından gitmek istedi. Ama Serpil Hanım o ani refleksle onun kolunu tuttu. "Dur. Dur kızım. Sen kal. Ben giderim."

Kapıyı açtı, arkasından çıktı. Merdivenleri hızlıca inerek Merve’ye yetişti. Kolundan tuttuğu gibi nazik ama kesin bir hareketle içeriye geri getirdi.
"Sen iki kelam ederek mi gidiyorsun kuzum? Sana yapılanları sineye mi çekeceksin? Söyle kuzum. Söyle ki bileyim. Zayıf mısın, güçlü müsün, bunu bilelim. Sözüm yok. Canını yakmam. Ama sen konuşmazsan içindeki yangın diner mi sanıyorsun?" Bu sözlerle birlikte odadan içeri girdi. Merve ise, istemeye istemeye peşinden yürüdü. Melek ve Sibel kapının eşiğinde öylece kaldılar. Ne içeri girebiliyorlardı, ne de dışarı çıkabiliyorlardı. Dış kapıyı yavaşça örttüler. Sonra birbirlerine baktılar.

Salondan Serpil Hanım’ın sesi duyuldu. Bu kez öfkeden değil, içten gelen bir acıyla yükseliyordu. "Bak kızım. Taciz ya da tecavüz yaşayanların açığı kapalısı yoktur. Ne giydiği, nerede olduğu, hangi saatte dışarıda olduğu da önemli değildir. Vardır bir tek gerçek. İnsan olduğunu öğrenmemiş, terbiyesiz, vicdansız, şerefsiz erkekler vardır. Eğer sana yapılanlar cezasız kalacaksa, susarım. İçim yana yana susarım. Ama Melek’e yapılanlar için söz veremem. Onun için susamam. Çünkü bu kız benim evladımdır. Etimden, kemiğimden değil belki ama yüreğimden bir parçadır."

Bunu derken Merve’yi kucakladı. Göğsüne bastırdı. Merve de sessizce başını Serpil Hanım’ın omzuna koydu. Ağlamıyordu. Çünkü ağlamak da yetmiyordu. Sadece sarıldı. Belki de ilk kez gerçekten biri tarafından sahiplenildiğini hissetti. O an evdeki herkes, birkaç dakika için bile olsa aynı şeyin etrafında bir bütün olmuştu. Acının adı farklıydı belki. Ama herkes acının rengini iyi biliyordu. Ve o renk, kimseye yabancı değildi.

****

Murat Arsel, ofis masasının kenarına sol eliyle dayanmış, baş sekreterin aktardığı detayları gözünü kırpmadan dinliyordu. Yüzüne yerleşen ifade, sabırsızlıkla öfkenin arasına sıkışmış bir merakla belirginleşmişti. Sekreterin sesi zaman zaman yükseliyor, zaman zaman kısılıyor ama Melek hakkında kullanılan kelimeler her seferinde bir çakıl taşı gibi Murat’ın içine batıyordu.

On dakikadır dinliyordu. Melek’in iş ahlakına aykırı davranışlarından bahsediliyor, abartılmış yorumlarla karakterine yönelik ithamlar havada uçuşuyordu. Ancak Murat bunların hiçbirine kulak asmıyordu. Onun asıl beklediği, cümlelerin içinde asıl meseleye dair bir işaret, bir dönüm noktasıydı. Sekreterin dudakları nihayet Murat’ın kulaklarının tam anlamıyla açılmasına neden olan o cümleyi söyledi.
"Murat Bey, Suzan Hanım bu olayın cezasız kalmaması taraftarı. Şu anda yaşadığı krizin tek sorumlusu olarak Melek Kapya’yı gördüğü için şikayet dilekçesi vereceğini bildirdi. Sizin emrinizle, birkaç gün beklemesini rica ettim. Salih Bey de devreye girip kendisini özel olarak aramış. Şikayet dilekçesini tekrar düşünmesi konusunda hem ricada bulunmuş hem de küçük çaplı bir tehdit savurmuş. Şimdi siz ne emredersiniz?"

Kadının sesi titremiyordu ama gözleri Murat’ın yüzündeki her mimik değişimini dikkatlice izliyordu. Murat’ın alnı çizgilerle dolmuştu. Çenesinde gerilim vardı. Parmakları masasının kenarını sıkarken tırnakları hafifçe tahtaya gömülüyordu. Her söylenen cümleyle birlikte dudağının bir kenarı kıpırdıyordu. Salih’in bu meseleye müdahil olması onu rahatsız etmişti. Bu işin yükünü sadece kendi sırtında taşımak istiyordu. Çünkü konu Melek’ti. Kendi sekreteriydi. Kendi mesuliyetindeydi.

“Çekilebilirsin.” dedi kısık bir sesle. Sekreter sessizce kapıdan çıkarken Murat yerinden kalkmadı. "Ayten hanım bir daha Melek hanım hakkında ileri geri konuşmaya kalkma. Rica etmiyorum." Oturmuyordu. Sadece destek alarak ayakta duruyordu. Yavaşça sağ elini masanın üzerindeki sabit telefona uzattı. Parmak uçları hızla tuşlara bastı. Salih’in dahili numarasını çevirdi. Telefon iki kez çaldıktan sonra açıldı. Karşıdan gelen ilk ses Murat’ın beklediği gibi alaycıydı.
“Söyle bakalım küçük patron.”

Murat duraksamadı. Sesi her zamanki gibi doğrudan, kırıcı ve filtresizdi.
“Sekreter ile aranda ne var?” Salih bir an sustu. Ne güldü ne de karşılık verdi. Murat bu sessizliği tehdit gibi algıladı. Dişlerini sıkarak cümleyi tekrar etti.
“Benim sekreterimle aranda ne var dedim.” Yine cevap gelmedi. Sessizlik bu kez Murat’ın sabrını paramparça etti. Elindeki ahizeyi hızla yerine koydu. Sert bir nefes verdi. Ceketinin düğmesini çözüp odadan dışarı fırladı. Koridorda ilerlerken adımlarının yankısı, ofisin duvarlarına çarpıyor, herkesin başını çevirip bakmasına neden oluyordu. Hiç kimse ona yaklaşmaya cesaret edemedi. İki oda sonra, Salih’in kapısını iterek hızlıca içeriye girdi. Kapı çarparak açıldı. Salih başını kaldırdı. Gözleri Murat’ın öfkesini bir çırpıda fark etti.

“Murat, sen benim odama teşrif eder miydin? Tam da iş hakkında konuşmam gerekiyordu. Buraya geldiğin iyi oldu.” dedi Salih. Aralarındaki mesafeyi azaltmadan yerinde kaldı. Murat, hiçbir şey söylemeden gözlerini dikti. Salih bu bakışa alışık değildi. Birkaç saniyelik sessizlik ortamı gerdi. En sonunda Salih, masanın üzerindeki dosyayı alıp sandalyesine oturdu. “Toplantım var. Mesele ne? Öldürecek gibi bakmayı bırak da konuş. Bu bakışları anlamıyorum. Gerçekten. Eğer bir derdin varsa açıkça söyle.”

Dosyanın sayfalarını çeviriyordu ama dikkati Murat’taydı. Sözlerini bitirdikten sonra tekrar ayağa kalktı. Yavaşça yürüyerek Murat’ın karşısında durdu. Gözleri Murat’ın gözlerine denk geldiğinde daha net konuşmaya başladı.
“Sen konuşmak için gelmemişsin. Belli ki yargı dağıtmaya geldin. Tamam, o zaman ben konuşayım. Sekreterinle aramda hiçbir şey yok. Ne gönül, ne başka bir mesele. Kendi kafandan kurduğun saçmalıkları burada gerçekmiş gibi oyunculuğa dönüştürme. Kimseyle aramda bir şey yok. Ben o defteri karımla birlikte gömdüm.”

Murat, bu kez daha sakin ama daha da tehlikeli bir tonla devam etti. “O zaman neden Suzan Hanım’ı arayıp şikayet etmemesi için tehdit ettin?” Salih bir an nefes aldı. Gözlerini kaçırmadı. Kaşlarını çatmadan, net bir cevap verdi. “Neden mi? Çünkü tanıdığım, şımarık, bencil, yeni doğmuş bebek gibi davranan bir adamın, Melek’in masum olduğuna kalpten inanması, bu yüzden babasına bile karşı gelmesi yüzünden diyelim.”

Murat’ın gözleri büyüdü. Duyduklarıyla daha da öfkelendi. Salih’in sözleri gerçeklerin aynasıydı belki ama Murat’ın kendi iç dünyasında açılmaması gereken bir defteri açmıştı. Salih sözlerine devam etti. “Senin gibi bir adamın, yıllarca kimseye güvenmeyen bir adamın, bir kadını bu kadar savunması, bambaşka bir şey anlatıyor. Melek suçluysa bile sen onun suçsuzluğuna inanmaya ant içmişsin. Gözün hiçbir gerçeği görmüyor. Ve evet. Bunu gördüm. Suzan’a ‘dilekçeyi ver, ama sonra kendi kariyerine dua etmeye başla’ dedim. Çünkü senin bu konuda ne kadar ileri gidebileceğini gördüm. Ve ben seni durdurmak istedim. Senin savaşma tekniğin fazlasıyla sert o yüzden sakin bir şekilde çözdüm.”

Murat bir adım geri attı. Nefes alışı hızlanmıştı. Duyguları ile aklı savaş halindeydi. Bir yandan Melek’i koruma içgüdüsüyle yanıp tutuşuyordu. Öte yandan eskiden dost dediği birinin onun hayatına bu kadar dahil olmasından rahatsızdı. Hem de gizlice. Salih ise sözlerini bitirmemişti. “Bir insanı gerçekten korumak istiyorsan onun yerine kavga etmezsin. Onunla birlikte kavga etmeyi öğrenirsin. Melek güçlü bir kadın. Sen onun adına savaşırken onun sesini kısmayı göze alırsan, o zaman sen de diğerlerinden farkını yitirirsin.”
Murat başını eğdi. İlk kez sustu. İçinde büyüyen fırtına, kelimelere değil, kendi içine dönmüştü. Salih haklıydı. Her şeyde olmasa da bazı şeylerde... Evet, bazı şeylerde fazlasıyla haklıydı.

*****

Merve, ağlamaktan iyice yorulmuş, göz kapakları kurumuş tuzlu damlaların ardından şişmiş halde, salonun köşesindeki koltuğa kıvrılmış yatıyordu. Vücudu sanki ağlamaya direnmiş, bir şekilde dayanmaya çalışmış ama artık pes etmişti. On dakikadır kıpırdamadan yatıyordu. Yüzündeki masumluk ve yorgunluk, aynı anda hem iç acıtıyor hem de huzur veriyordu. O hâliyle bile kırılganlığı büyüleyici bir tablo gibiydi. Serpil Hanım, üzerine ince bir örtü örtüp başını okşadı. Sonra sessiz adımlarla yanından kalkıp mutfağa geçti. Sessizliği bozmadan yemekle uğraşan kızların yanına yöneldi. Mutfak kapısının eşiğinde bir süre durdu. Gözleri, Melek’in yüzüne odaklandı. Solgun teni, göz altlarında biriken gölgeler ve dudaklarında sönük bir çizgi... Serpil Hanım, sevdiği bir evladı seyrediyor gibiydi. İçinde büyüyen his, anneliğin içgüdüsel refleksiyle birleşmişti. Bir anne ne zaman evladının bir derdi olduğunu hissetse, kalbi oraya doğru yönelirdi.

Melek, yemeğe odaklanmaya çalışsa da, elleri yavaş hareket ediyor, zihni sanki yemeğin kokusundan çok daha uzaklarda bir yerlerde dolaşıyordu. Sibel yanında, tenceredeki yemeğin tadına bakıyor, kaşığın ucundaki lezzeti burnuna getirip Serpil Hanım’a uzatıyordu. Gülümseyerek “Baksana, olmuş mu?” derken, kazara eli Melek’in sırtına hafifçe çarptı. Tam o anda Melek’in ağzından çıkan ani “Ahh” sesi mutfağın sessizliğini deldi. Serpil Hanım’ın gözleri anında ciddileşti. Bir annenin sezgisi, herhangi bir acıyı anında tanırdı. O acı fiziksel olsa da, ruhsal olsa da... Hele ki, sevdiği birinin bedeninde bir sarsıntı hissederse...

Elini hemen Melek’in esmer ve pürüzlü eline uzattı. Kavradı. Hiçbir şey söylemeden, kendinden emin bir ifadeyle onu yatak odasına doğru çekmeye başladı. Melek, bu hareketin anlamını anlamıştı. Gözleriyle "Lütfen" dese de, sesi çıkmıyordu. Odaya girdiklerinde Serpil Hanım’ın yüzü artık çok daha netti. Kararlı ve sertti. “Sırtını aç.” dedi. Sesi komut gibi çıkmıştı. Ne rica vardı ne tereddüt. Melek başını hızla sağa sola sallayarak reddetti. Bir çocuk gibi korkmuştu. Hem utanıyor hem de acısını başkasına göstermenin kendisini daha da savunmasız yapacağını sanıyordu.

“Göstermeyecek misin? Tamam sen bilirsin kuzum...” diye yumuşak bir tonla devam etti Serpil Hanım. Lakin cümlesini bitiremeden Melek aniden kararını değiştirdi. Direncini yitirmişti. Belki artık birinin gerçekten görmesi gerekiyordu. Belki birinin “tamam artık, yeter” demesi gerekiyordu. Tişörtünü iki eliyle yukarı doğru sıyırdı. Sırtını çevirdi. Sırtındaki morluklar bir darp değil, bir vahşetin izleriydi. Vurulmuş, ezilmiş, bastırılmış bedenin çığlıkları gibi tenine kazınmıştı. Morun her tonu, kırmızının en karanlık hali, sarının çürümeye benzeyen tonları göz önündeydi. Serpil Hanım bir an nefes almayı unuttu. Elini ağzına götürüp, gözlerini kırpmadan baktı.

Bir insanın gözyaşı sadece gözünden akmazdı. Bazen boğazında düğümlenir, bazen kalbinde titrer. Serpil Hanım şimdi her yerinden ağlıyordu. Ama dışarıya yalnızca gözlerinden birkaç damla sızdı. Sadece bir kelime söyledi.
“Tamam kızım. Sen mutfağa git.”
Melek söyleneni yaptı. Serpil Hanım ise oracıkta pencereyi sonuna kadar açtı. Nefes almak istiyordu. Pencereyle birlikte göğsü de açılacaktı belki. Biraz oksijenle, biraz umutla yeniden düşünebilirdi. Bir anne ne yapmalıydı? Bu kadar darp edilmiş bir çocuğu tekrar hayata döndürmenin yolu neydi? Sadece sevgi yeter miydi? Hukuki adımlar mı atmalıydı? Belki birini cezalandırmak gerekirdi. Belki Melek’in suskunluğu her şeyden daha çok can yakıyordu.

Melek mutfağa döndüğünde, içi nedense hafiflemişti. Serpil Hanım’ın gözlerinde gördüğü o yoğun sevgi, şefkat ve korku karışımı duygu, onun kendini değerli hissetmesine yetmişti. Bir anneydi o kadın. Kendisini korumaya hazır, gözünü bile kırpmadan mücadele edecek kadar gözü kara bir anneydi. Sırtını kapatırken tişörtünü adeta özenle indirmişti. Melek’in o anki hissi tarif edilemezdi. Bir anda çocukluğuna döndü. Üzerini örten, gözlerinden öpen bir anne hayali gibi... Mutfağa girince Sibel’in şaşkın bakışlarıyla karşılaştı.

“Annem ne dedi?” diye sordu Sibel. Melek bir süre düşündü. Vereceği cevabın etkisini kestirmeye çalıştı. Sonra karar verdi. En yakın arkadaşına göstermeliydi. Acısını onunla paylaşmalıydı. Acı paylaşıldıkça hafiflerdi. Belki ona da iyi gelirdi.
Tişörtünü hafifçe sıyırdı. Sırtını gösterdi. Sibel önce anlamadı. Sonra gözleri irileşti. Ellerini ağzına götürdü.
“Allah belasını versin, elleri kırılsın. Melek, kim yaptı bunu sana? Yoksa sen de mi tacize uğradın?” diyerek hızla yanına geldi ve Melek’e sımsıkı sarıldı.

Melek bir an acıdan irkildi. Sarılma bile canını yakıyordu. Hafifçe itti. “Dur kız yapıştın. Pardon ama hâlâ acıyor. Tacize değil, şiddete uğradım.” dedi. Sibel, dudaklarını ısırdı. Gözleri doldu. Kendi eliyle Melek’in sırtına dokunduğunu düşündü. Şimdi oraya dokunmak, bir yara kabuğunu koparmaya benziyordu.
“Sen iki tane ağzına çakamadın mı? O kızı geberteceğim. Hastaneyi o kızın başına zindan edeceğim.” dedi öfkeyle.
Melek güldü. Yüzünde beliren hafif tebessüm gerçekti. Ama altında acı vardı. Hem fiziksel, hem ruhsal.

“Sakin ol. Beni ne zaman bir kız dövdü ki, o salak dövsün. Erkeklerden dayak yeme ihtimalim daha yüksek.” dedi. Şaka yollu söyledi ama cümledeki gerçeklik, Sibel’in yüzünü daha da düşürdü. “Ben senin sadece dudağını gördüm. Daha fazlasını hiç düşünemedim. Canım benim, dün akşamdan beri ne kadar acı çekiyorsundur, Allah bilir.” dedi Sibel.

“Acısı var ama hafifliyor. Üzülmene gerek yok. Ben iyiyim. Bir tane ağrı kesici aldım zaten.” dedi Melek. Gözlerinin kenarında beliren yaşları gizlemek için başka bir yöne döndü. Sibel onun daha fazla üzerine gitmedi. Sadece içinden “Yalnız değilsin” dedi.

O sırada Serpil Hanım, tekrar salona geçti. Merve hâlâ uykudaydı. Yavaşça yanına oturup elini tuttu. Uyanınca anlatacağı planı kafasında defalarca tasarlamıştı. Söylemleri yumuşattı. Sözlerini dikkatli kurdu. Plan Suzan üzerindeydi. Onun düşmesini sağlamalıydılar. Ama bu bir intikam değil, bir denge meselesiydi. Kimsenin, bir başkasına acı çektirme hakkı yoktu. Hele bu acı, dayakla, susturmayla, aşağılamayla yapılmışsa, mutlaka bir karşılığı olmalıydı.

Merve dikkatle dinledi. Korkuyordu ama aynı zamanda değerli hissetti. Birinin onun acısına kulak verdiğini bilmek bile başlı başına bir merhem gibiydi. Başını yavaşça sallayarak planı kabul etti. İçinde hâlâ ürkeklik vardı ama artık yalnız olmadığını bilmek, karanlıkta bir kandil gibiydi. Gözlerinin içindeki karanlık yer yer aydınlanıyordu. Yavaş ama emin adımlarla...

__________

Hadi sağlıcakla kalın, kendinize çok iyi bakın. Diğer bölümde mutlaka görüşelim.

Bölüm : 22.10.2024 13:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 25. Ağır Yaralar
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...