
Beğeni ve yorum yapmadan geçmeyin benim için çok önemli.🫣🤍
____________
"İşte bugün benim günüm olacak." diyerek dans ede dans ede odasından çıktı Melek. Sabahın ilk ışıkları odaya hafifçe sızarken, içindeki heyecanı bastıramıyordu. Her ne kadar hayatının belli dönemlerinde yorgunluk, kırgınlık ve kayıplarla yüzleşmiş olsa da bu sabah farklıydı. Hafifçe döndü, bir adım geriye atıp ayna karşısında kendine gülümsedi. Belki bugünü özel yapan bir şey yoktu ama Melek için umutların başladığı her sabah özeldi.
Mutfaktan gelen tıkırtılar evin hala yaşayan bir yer olduğunu, yalnız olmadığını hatırlattı ona. Babası, her zamanki gibi erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlamakla meşguldü. Melek mutfağa girdiğinde babasının elinde küçük bir tavanın sapı vardı. Yumurtaları kırmış, içine bolca arnavut biberi doğramış, bir yandan da gözleri dolu dolu menemene bakıyordu sanki. O anın anlamını sadece o değil, Melek de biliyordu. Bu yemek, annelerinin en sevdiği kahvaltıydı. Ama onlar artık üç kişilik değil, iki kişiydi.
Melek masaya oturmadan önce ocağın üzerindeki çaydanlığa yöneldi. Her zamanki gibi, kendisine imamın abdest suyu diye tabir ettikleri yoğunlukta bir çay hazırladı. Babasına da bardağın yarısından fazlasını dem ile doldurduktan sonra kalanını da “hatırı kalmasın” diye biraz su ekleyerek tamamladı. Çaydanlığı usulca masanın kenarındaki nihaleye bıraktı. Babasının karşısındaki sandalyeye geçti. Gözleri kısa bir süre onun yaş almış yüzünde, her geçen gün biraz daha solan saçlarında gezindi. Yine de onun o güçlü, dimdik duruşunu görmeden edemedi.
Masada taze ekmekler, zeytin, peynir, domates dilimleri vardı ama en baskın olan, bol acılı menemendi. Melek ekmeğinin ucunu koparıp tavaya bandırdı. İlk lokmayla birlikte ağzına dolan acı, gözlerini hafifçe kısmasına neden oldu. Ama o buna bayılıyordu. Acıya karşı garip bir bağ kurmuştu. Hem fiziksel, hem duygusal acıya. İkisini de severdi, çünkü her ikisi de ona hayatta olduğunu hatırlatıyordu.
Bir lokma daha aldı. Bu sefer daha hızlı çiğnedi. Acı artmış gibiydi ama o hâlinden memnundu. Koca bir yudum çayı arkasından midesine gönderdi. Çay sıcaktı, dilini yaktı. Yine de durmadı. Ağzını eliyle havalandırarak bir lokma daha aldı.
“Mükemmel olmuş babam.” dedi. Sözlerinde samimiyet vardı. Öyle ki bu cümleyi sadece nezaketen değil, yürekten söylediği belliydi. O sırada Hayri Bey, kaşığını yavaşça bırakıp bir an duraksadı. Melek’in annesini düşündü. Eşi hayattayken mutfakta hep birlikte olurlardı. Kadının közlediği biberlerin kokusu hâlâ burnundaydı. Bir yudum suyla biberin acısını bastırır, sonra hiçbir şey olmamış gibi sohbete devam ederdi. Hayri Bey bu sabah da o günlere gitti.
Tavadaki menemen bitene kadar baba-kız yavaş yavaş her şeyi yediler. Sükûnet içinde geçen kahvaltı, acının da sıcak çayın da eşliğinde içten bir ritüele dönüştü. Melek sofrayı kaldırmaya koyuldu. Ne babası bir şey söyledi, ne o durdu. Gözleriyle anlaşıyorlardı.
Melek çabucak sofrayı topladı. Artan zeytinleri buzdolabına koydu. Peynir kabını kapattı, tereyağını tezgâha kaldırdı. Ocağı sildi, tavayı çalkaladı. Babasına bir fincan daha çay koydu. İki tabak, iki çatal, iki bardağı makineye dizmeden önce güzelce suyun altında çalkaladı. Sonra makinenin kapağını kapatıp çalıştırdı. Diğer odalara yöneldi. Babasının odasını hızlıca düzenledi. Yorganı düzeltti, yastıkları kabarttı, yerdeki çorapları sepetin içine attı. Sonra kendi odasına geçti.
Hazırladığı ütülü kıyafetleri büyük bir özenle üzerine geçirdi. Üstüne giydiği açık renkli gömlek, onu olduğundan daha aydınlık gösteriyordu. Omuzlarında biten dalgalı kahverengi saçlarını dikkatlice taradı, topladı ve at kuyruğu yaptı. Aynanın karşısında bir kez daha durup kendine baktı. Gülümsedi. Artık hazırdı. Hem güne, hem hayata.
Odadan çıkıp televizyon odasına geçtiğinde babasının ağlamaklı yüzüyle karşılaştı. Bir anlık duraksadı. Kalbi sıkıştı. Koşar adımlarla yanına geldi. Eliyle babasının yüzünü tuttu. Koca adamın gözyaşlarına engel olamamasına bakıp, içi burkuldu. “Baba iyi misin? Bir şey mi oldu, hadi babam konuş. Bir yerin mi ağrıyor?” dedi telaşla. Hayri Bey konuşamıyordu. Boğazı düğüm düğümdü. Sadece usulca uzandı, tek hazinesi olan kızını göğsüne bastırdı. Kalbinin üzerinde tuttu uzun bir süre.
“Annen olsaydı eğer, sen bu kadar zorlanmazdın.” dedi titreyen sesiyle. Bu sözle birlikte hem geçmiş, hem şimdi iç içe geçmişti. “Ne yaptım da zor geldiğini düşündün, canım babam?” dedi Melek, gözleri dolmuş ama hâlâ gülümseyerek. Kendisini zorlukların içinde yoğrulmuş ama yine de yıkılmamış hissediyordu.
“İşe gideceksin, sofrayı topladın, yetmedi evi topladın.” dedi babası mahcup bir sesle. “Annem varken de topluyordum. Yaptıklarım annesizlik yüzünden değil. Misafir gelirse demesinler, bu evde evlenecek kız var çok pasaklı.” diyerek tatlı bir tebessümle babasının yüzüne baktı. Ona yük olmadığını anlatmak ister gibi.
Sonra gözlerini hafifçe kısarak, annesinin o meşhur konuşma şeklini taklit etti. İşaret parmağını boşluğa sallayarak devam etti. “Misafir gelse evi pis görse bana pasaklı demezler. Bu evde senin gibi genç kız yaşadığı için sana derler. Sonra da bekle ki hayırlı bir kısmet senin gibi deliyi istesin.” Babası bu sözlere kıkırdadı. Kahkaha değildi ama yıllar sonra hatıraların bir gülümseme bırakması bile mucizeydi.
“Hiç dinlenmiyorsun kızım, hep iş... Elim sakat olmasa senin yapmak zorunda kaldığını işleri de yapardım.” dedi Hayri Bey. Sanki kendini suçlar gibi, eksikmiş gibi hissettiği her anı bu sözle dışa vurdu. “Annem varken de yapıyordum. Bende diyorum, neden ağlıyor bu yakışıklı adam. Annem eğer hayatta olsaydı. Şurası çok pis, işe gitmeden temizle. Şurayı süpür, tuvalet banyoya çamaşır suyu dök. Komşunun kızı bak neler yapıyor. Anlayacağın emir listesi uzun olurdu. Sen kendini eksik hissetmekten vazgeç.” dedi ve babasının elini sımsıkı tuttu.
“Sen ve ben iyi bir ekip olduk. Artık benim için üzülme. Annesi ölen bir tek ben yokum, şu uçsuz bucaksız evrende. Benden çok daha kötü durumda olanlar var. Ben sana sahibim. Benim başımda devlet gibi duran bir babam var. Her gün evde sıcak yemek var. Kimim sayesinde, babamın. Dimdik ve sağlam.” Gözleri nemlenmişti ama sesi kararlıydı. Babasını inandırmaya çalışmıyor, sadece ona aynayı tutuyordu.
Babası başını eğdi. Gözyaşlarını geri çekmeye çalışsa da mümkün değildi.
“Hadi işe git, beni daha fazla ağlatmadan git.” dedi. Melek ayağa kalktı. Babasının yanaklarına bir kez daha sevgiyle dokunarak, onu öptü. Sonra kapıya yöneldi. Kapının eşiğinde bir kez daha döndü, göz göze geldiler. Gülümsedi.
“Bugün benim günüm olacak, söz verdim kendime.” dedi usulca.
Ve ardından kapıyı çekip evden çıktı. Güneş iyice yükselmişti. Yüzüne vuran sıcaklıkla birlikte içindeki umut da büyüyordu. Adımlarını daha sağlam, kalbini daha cesur attı o sabah Melek. Çünkü o artık sadece annesinin değil, babasının da hayalini yaşıyordu.
Lalezar Sokağı, gösterişten, şaşadan uzak, İstanbul’un kalabalığına rağmen kendi sessizliğini korumayı başarmış küçük bir semtin, adını yalnızca orada büyüyenlerin değil, yolu bir kez bile düşen herkesin hatırlayabileceği, hafızalarda eski bir fotoğraf gibi yer eden sokağıydı. Sokak boyunca uzanan evlerin çoğu birbirine benzeyen, sıvaları yer yer dökülmüş, cam kenarlarına dantel perdeler takılmış, pencerelerinde sardunyalar yetişen en fazla üç ya da dört katlı mütevazı binalardı. Her şey bir düzen içinde değilse bile bir uyum içindeydi. Hayat, orada sessizce ama inatla devam ederdi.
Çocuklar kışın donan asfalt üzerinde elleri ceplerinde üşüyerek yürür, yazın ise akşam ezanı okunana kadar top peşinde koşar, ip atlar ya da tek ayakla seksek oynarlardı. Teknolojinin gelip kolunu omuzlarına atmasına rağmen oyun oynama hevesi henüz tamamen ölmemişti. Belki de bu sokakta hâlâ umut vardı. Belki de burada yaşayanlar hâlâ geçmişi hatırlıyordu.
Melek o sabah sokaktan geçerken içi burkuldu. Çocuk sesleri, annelerin camdan bağırarak yemek yedirmeye çalıştığı anlar, mahallenin kalabalık günlerinde bir araya gelen kadınların birbirine tarif fısıldadığı akşamüstleri zihninde tazeydi. Duygularını bastırarak köşeyi döndü. Bugün işe ilk günüydü ya da öyle sayıyordu. İşe geri çağrılmıştı ama hâlâ içten içe oraya ait olup olmadığını sorguluyordu. Ama bu sabah, en azından umut doluydu. Güçlüydü. İçinde bir yer, “Git ve göster kendini.” diyordu.
Sibel’e selam vermek için durdu. Ne kadar sık görüşemeseler de, mahalle arkadaşlığının verdiği bir samimiyet vardı aralarında. Kapının önüne gelip zile basmak üzereyken başını yukarı kaldırdı. Serpil Hanım her zamanki gibi pencereyi açmıştı. Soğuk havaya aldırmadan kendini pazardan aldığı pembe kelebekli yelpazeyle serinletmeye çalışıyordu. Serpil Hanım, mahallede hem sevilir hem de çekinilirdi. Heybetli bir kadındı. Menopozun pençesine düşeli yıllar olmuştu ama hâlâ enerjisinden bir şey kaybetmemiş gibiydi. Ne var ki, yaz kış demeden bastıran hararet, kadını yelpazeyle bir nevi evliliğe zorlamıştı.
“Serpil teyze.” dedi Melek neşeyle. Kadın gülümsedi. Yelpazeyi indirip pencere pervazına bıraktı. Yüzünde bir sıcaklık, gözlerinde hem yorgunluk hem bilgelik vardı. “Gidiyor musun?” dedi, elini karnına koyup penyesini aşağıya doğru çekerek. Melek başıyla onayladı.
“Sibel nerede? Açsana kapıyı da göreyim.” dedi merakla. Melek Sibel’i görmeyi umuyordu, ama cevap biraz hüsranlı geldi.
“Sibel yok. Dengesiz kızım iş aramaya gitti. Cenemden kurtulmak için tabii. Bende şimdi kapıya kadar gelemeyeceğim. Dizlerim tutmuyor kızım. Hadi sen git deli kız. Kendini orada kimseye ezdirme. Allah yolunu açık etsin. Bir terslik olursa telefon etmeyi sakın unutma.” dedi, sesindeki ton Melek’i duygulandırmıştı. Yine de bozuntuya vermedi, gülümsedi ve el salladı. Yavaşça yürümeye başladı.
Tam köşeyi dönecekken Serpil Hanım tekrar seslendi. Bu sefer elinde küçük bir poşet vardı. Poşeti sallayarak bağırdı. “Melek kızım.” Melek durdu, geriye döndü. Kadına doğru tebessüm ederek, “Efendim.” dedi.
“Al bunları. Okunmuş tuz, okunmuş şeker, okunmuş su. Hepsini iş yerine gidene kadar bitir. Dün senin için okudum. Ne olur ne olmaz. Göz değmesin. İçinde kalmasın. Poşeti de atma, akşam getir.” dedi. Ciddiydi. Melek gülümseyerek elini uzattı, poşeti aldı.
“O da mı okunmuş?” dedi alaycı olmayan, sevecen bir şaka tonuyla.
“Yok, poşet okunmadı. Evde bakkal poşeti hariç öyle afilli poşet yok. Hadi hadi soru sorma. İşe geç kalacaksın.” diye tersledi, ama sesinde sevecenlik vardı. Melek kahkahasını zor tuttu. Poşeti siyah kol çantasına koymadan önce, içinden iki küp şekeri alıp “Bismillahirrahmanirrahim.” diyerek ağzına attı. Üstüne biraz sudan içti. Ardından kaldırım kenarında durup tuzun içine işaret parmağını daldırdı. Parmağını ağzına götürerek yavaşça yaladı. Tuzu da hallettikten sonra, her şey tamam gibi hissetti. Poşeti dikkatlice çantasına yerleştirip, ceketinin düğmesini ilikledi.
Tam o sırada önünden geçen otobüs gözlerine ilişti. Bir an tereddüt etti. Sonra adımlarını hızlandırdı. Ardından koşmaya başladı. Ayakkabısının topuğu kaldırım taşlarına sertçe vuruyordu. Sol elinde çantası, sağ eliyle otobüsün yan camına vuruyordu. Aynı anda bağırmadan ama işaret ederek, durması için şoföre sesleniyordu. Otobüs bir süre daha ilerledi ama sonunda koşmaktan vazgeçmeyen bu inatçı kızı fark eden şoför, biraz ileriye gidip durdu. Kapılarını açtı. Melek’in yüzü ter içindeydi ama gözlerinde zaferin o tarifsiz ışığı parlıyordu.
Otobüs, sabahın en yoğun saatinde, İstanbul’un kalbine doğru ilerlerken Melek, cam kenarına oturup dışarıyı izlemeye başladı. Ellerini dizlerinin üzerine koymuştu. Kalbi hala hızlı atıyordu ama içindeki endişe, umutla yarış halindeydi. O yerden kovulmuştu. Hem de rezil bir şekilde. Şiddet olayı yüzünden herkesin diline düşmüş, gururu yerle bir olmuştu. Ama şimdi geri çağrılmıştı. Hem de üst yönetim tarafından. Bu dönüşü bir zafere dönüştürmek zorundaydı. Kendi adaletini kendi kuracaktı.
Otobüsten indiğinde işyerinin önünde durdu. Derin bir nefes aldı. Binası hâlâ aynıydı. Camlar aynı, kapı aynı, girişteki taş basamaklar bile aynıydı. Ama Melek aynı değildi. Artık değildi. Başını kaldırıp binaya bir kez daha baktı. Gözleri, tanıdık bir yüz aradı. Mesela Murat Arsel. Belki içeri girerken karşısına çıkardı. Belki göz göze gelirlerdi. Ama hiçbir tanıdık yüz göremedi.
İçeriye adım attığında içeride birkaç kişi vardı. Tek tük insanlar. Hepsi kısa kısa bakışlarla onu süzdü. Bazıları gözlerini kaçırdı, bazılarıysa alayla gülümsedi. “O şiddet olayına karışan kız bu mu?” der gibi bir ifade vardı bakışlarında. Melek, omuzlarını dikleştirdi. Ayaklarını daha güçlü bastı yere. Ses çıkarsın, duysunlar yürüdüğünü. Asansöre doğru yöneldi. Yanından geçen birkaç kişi fısıltılarla birbirine bir şeyler söylemişti. Duymazlıktan geldi. Belki duydu ama duymadı. En azından öyle yaptı.
‘Ben suçlu değilim. Mağdur tarafım.’ diye defalarca içinden tekrar etti. Nefes alıp vermeye çalıştı. Kalbi güm güm atıyordu. Asansör geldiğinde içine binen olmadı. Sadece o vardı. Demek ki yalnızdı. Olsun. Yalnızdı ama güçlüydü. Asansörün aynalı duvarına baktı. Kendine baktı. Gülümsedi. Kısa bir an için bile olsa, içinden bir ses “Aferin sana” dedi.
Ve parmaklarıyla beşinci katın tuşuna bastı. Yeni bir gün başlıyordu. Ama bu sadece sıradan bir gün değil, Melek’in kendini yeniden kuracağı, susanlara karşı konuşacağı, eğilen başını dikleştireceği gündü.
Melek, içindeki karışık duygularla birlikte, Fahri Bey’in odasının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. Elleri kısa bir an çantasının sapıyla oynadı. Kapının hemen yanındaki sekreter masasında oturan baş sekreter, Melek’i görünce gözlerini hafifçe kısmış, yüzünde şaşkın ama bir şey dememeyi tercih eden bir ifade belirmişti. Melek göz ucuyla kadının bakışlarını fark etti ama önemsemedi. Yüzünde profesyonel bir gülümsemeyle izin isteyip, kapıyı nazikçe tıklattı. İçeriden gelen “Girin” sesiyle birlikte kapıyı araladı.
İçeriye girdiğinde odada Fahri Bey'in karşısında oturan genç bir kadın gördü. İlk defa gördüğü bu kıza hafifçe selam verdi. Simsiyah saçları, gece karanlığını andıran gözleri vardı. Fazla güzeldi ama bakışları hesap sorar gibiydi. Ardından gözlerini Fahri Bey'e çevirdi. İçeriye girer girmez büyük patrona saygısını göstermek istercesine, ellerini göbeğinin önünde birleştirerek masanın önüne dikildi. Hazırda bekleyen bir asker gibi kendini hissediyordu. İçinde küçük bir heyecan vardı. Yüzüne yansımamıştı ama kalbi hızlı atıyordu. Bir yandan da zihninin arka planında sürekli aynı düşünce dönüp duruyordu. Murat onu görünce ne yapacaktı. Nasıl bir tepki verecekti. Yüzünde küçümseyen bir ifade mi olurdu. Yoksa onu görmezden mi gelirdi. Belki de gerçekten istemişti onu burada. Melek’in iç sesi susmak bilmiyordu.
Fahri Bey, alışkın olduğu ciddiyetiyle konuşmaya başladı. Ses tonu yumuşak değildi ama bağırarak da konuşmuyordu. Sözleri netti. “Bir daha bu şirkette şiddet istemiyorum.” dedi. Melek hemen başını eğdi. Sesinde itaatkâr bir tonla. “Tamam.” dedi. Ufak bir gülümseme belirivermişti dudaklarının kenarında. En azından azarlanmakla kalmamıştı. İçinden “Kötü geçmedi” diye düşündü.
Fahri Bey devam etti. “Daha fazla bu konu hakkında konuşma yapmanın anlamı yok. Şimdi bölümüne gidebilirsin. Sekreter hanımla da konuş. Birkaç gündür yoksun. Sana bilgi versin.”
Melek başını sallayarak teşekkür etti. Gözleri kısa bir süreliğine koltukta oturan genç kıza kaydı. İçinde garip bir his vardı. Sanki fırtınanın öncesindeki sessizlik gibiydi. Ardından hafifçe döndü, kapıya yöneldi. Adımlarını dikkatli atıyordu. Ne çok hızlı ne çok yavaş.
Tam kapıya yaklaşmıştı ki, arkasından gelen bir sesle durmak zorunda kaldı.
“Bir dakika bekler misiniz.” Ses, kendisine değil ama onun varlığına yönelmişti. Melek vücudunu konuşan kişiye çevirdiğinde, kendisini baştan beri burnu havada bir şekilde süzen genç kızın gözlerini yere diktiğini fark etti. Göz göze gelmemişlerdi ama sözleri doğrudan ona yönelmişti. Kız başını hafifçe Fahri Bey’e çevirip konuştu.
“Dayı. Sekreteri mi buldun.” dedi. Ardından işaret parmağını kaldırarak Melek’i gösterdi. Sanki orada değilmiş gibi. Sanki bir mobilya parçasıymış gibi.
Fahri Bey, onun bu çıkışına rağmen gülümsememişti. Gözlüklerinin üzerinden Melek’e baktı. “İşte benim sekreterim.” dedi. Melek neye uğradığını şaşırdı. Gözleri hafifçe büyüdü. Kaşları çatılmadı ama dudakları aralandı. “Ben mi? Sekreteriniz olacağım. İmkansız. Yani. Olamaz. Benim zaten bir patronum var. Murat Ar…” Cümlesini tamamlayamadan durdu. Çünkü genç kız başını çevirip gözlerini devirmişti. Umursamaz, küçümseyici bir bakıştı bu. Melek bir an sustu. Başını hafifçe yere eğdi. Derin bir nefes aldı. İç sesiyle kendine tekrar etti. Kavga yok. Şiddet yok. Tartışmak yok. Kendini tutacaktı.
Fahri Bey ve yeğeni arasında başlayan kısa diyalogta, Melek sadece izleyiciydi. "Esila saçmalama kızım." Adam konuşuyordu ama Esila isimli bu genç kadın onu dinlemiyor gibiydi. İtiraz ediyor, söz kesiyor, kendi isteklerini diretmekten çekinmiyordu. Melek, bu kızın ilk görüşte insanı sinir eden biri olduğunu düşündü. Güzeldi evet ama içi bambaşka bir şeyle doluydu. Sivriydi. Kendine çok güveniyordu. Ve bir şekilde bu şirkette söz hakkı vardı.
Fahri Bey en sonunda pes eder gibi başını salladı. “Tamam. Bir hafta çalışın. Lakin Melek senin sekreterin olamaz. Benim eşek sıpası kendi işyerine sekreteri olmadan adım atmayacağını söyledi.” Melek bu sözleri duyunca olduğu yerde durdu. Kalbi hızla atmaya başladı. Gözleri kısa bir an dalgalandı. Demek Murat Arsel böyle bir şart koşmuştu. Ya sekreter olur yanımda ya da iş yerine adım atmam. Nedensiz yere kalbi hafifçe sıkıştı ama içinde küçük bir kıvılcım da doğmuştu. Belki de bu onun için yeni bir başlangıçtı. Belki de Murat gerçekten istemişti onun dönüşünü. Bir şeyler değişecekti.
Esila, tüm bu karmaşayı umursamıyor gibiydi. Gözlerini devirdi. Ardından nazik bir şekilde dayısının boynuna başını yasladı. Ses tonunu yumuşatarak.
“Dayı. Sen bir yolunu bulup o dengesiz abimi ikna edebilirsin. Lütfen dayı. Beni kırma.” dedi. Ardından kapıya yöneldi. Yürürken Melek’in yanından geçti ve ona kibirli bir bakış fırlattı. Adeta “Seninle uğraşacak halim yok ama seni ezmem uzun sürmez” der gibiydi.
Kapıyı açmadan hemen önce arkasını dönüp konuştu. “Hadi sen de peşimden gel. İsmin neydi?” Melek şaşırmıştı. Bu kadar hızlı gelişen olaylar, karşısındaki karakterin kibri, hepsi üst üste gelmişti. Hafif kekeler gibi oldu. “Hıı. Şey. İs_ismim Melek. Melek Kapya.” dedi ve zoraki bir gülümseme takındı. İç sesi fısıldıyordu. ‘Abi dediği kişi Murat mıydı gerçekten.’ Bu ihtimalin kuvvetli olduğunu hissediyordu. Sonra kendi kendine çok kısık bir sesle mırıldandı. Dudakları arasından kimsenin duyamayacağı bir şekilde döküldü kelimeler.
“Bu nedir ya. Biri bitmeden diğeri başlıyor.” Koridora çıktıklarında Esila önden yürüyordu. Melek birkaç adım gerisinden onu takip etti. Genç kadın yürürken bir anda konuşmaya başladı.
“Melek Kapya. Şimdiden anlaşalım. Benimle konuşurken telaffuzlarına dikkat et. Cümlelere efendim ile başlayıp efendim ile bitir.” dedi.
Melek dişlerini sıktı. İçinden yine o cümleyi tekrar etti. Şiddet yok. Şiddet yok. Sakin kalmak zorundaydı. Sesi yumuşattı. Başını hafifçe eğip. “Aynen öyle diyecektim efendim.” dedi. “Efendim” kelimesini vurgularken biraz daha bastırarak söyledi. Bu kız kimdi. Ve neden şimdiden ona bu kadar bilenmişti. Bir insan tanımadığı birine bu kadar tepeden nasıl bakabilirdi. Derin bir nefes aldı. Bir şekilde kurtulacaktı. Ama ne olursa olsun şiddet olmayacaktı. Zihnindeki düşünceleri bir kenara bırakıp önündeki yola odaklandı.
Esila’nın omuzlarından aşağıya dökülen düz siyah saçlarına takıldı gözleri. Güzeldi evet. Hatta çok güzeldi. Ama o güzelliğin ardında bir kibir, bir üstünlük taslama vardı. Giydiği siyah kalem etek, zayıf vücudunu olduğundan daha zarif gösteriyordu. Üstündeki saten krem gömleğin altına giydiği siyah dantelli iç çamaşırı belli belirsiz görünüyordu ve etraflarından geçen herkesin gözleri Esila’ya takılıyordu. Kadınların bile bakışları oraya kayıyordu. Melek bu kadının görünüşüne değil, yaydığı enerjiye sinir olmuştu. Uzun boyu, topuklu ayakkabıları ile Melek’ten neredeyse beş parmak yüksekti.
Asansörün önüne geldiklerinde Esila içeri girip “eksi bir”e bastı. Melek önce ne olduğunu anlayamadı. Ardından genç kadın konuştu. “Garajda arabamda bazı evraklar kalmış. Şimdi onları almamız gerek.” dedi. Asansör sessizce aşağıya indi. Melek içine doğan bir huzursuzluğu bastırmaya çalıştı. Ayhan’ın yüzü geldi gözlerinin önüne. O gün. O gece. O tehdit dolu bakışlar. Melek’in içi ürperdi.
Asansör açıldığında Esila anahtarı uzattı.
“Şu tarafta. Al bu da anahtar. Oraya kadar gelemeyeceğim.” dedi. Ardından yorgun bir şekilde duvara yaslandı.
Melek, anahtarı alıp hızla oradan uzaklaştı. Kırmızı, son model bir arabaya yöneldi. Anahtarla kapıyı açtı. İçeride torpido gözünde bir dosya vardı. Onu aldı. Kapağında “Murat Arsel” yazıyordu. Kalbi bir an için duracak gibi oldu. Ama çaktırmadı. Geri dönüp evrakları Esila’ya verdi. “Buyurun efendim.” dedi. Evrakları uzattı. Karşılık beklemedi. Zaten Esila da bir şey demeden aldı. Ardından birlikte asansöre binip yukarı çıktılar.
Melek içinden sadece bir şey düşünüyordu. Bu kadından kurtulmak gerçekten zor olacaktı.
****
"Bebeğim. Uyandın mı?"
Murat, duyduğu o şuh sesle birlikte göz kapaklarını ağır ağır araladı. Açılmamak için inat eden gözlerini kırpıştırıp yavaşça açtı. Gözlerine ilk çarpan şey, omuzlarına dağılmış boyalı sarı saçlardı. İçinden derin bir “of” çekerek gözlerini yeniden kapattı. Düşünceleri dün geceye gitti. Ne olmuştu? Neler yaşanmıştı?
Yağmur ile oyun oynarken zaman nasıl geçtiğini anlamamıştı. Yemek saati geldiğinde iyice acıktığını fark etti. Ne doğru düzgün karnını doyurabilmişti ne de dinlenebilmişti. Esila’nın Salih’i her konuda kıskaç altına almasını uzaktan kahkahalarla izlediğini hatırladı. Esila, adeta bir aslan gibi çevresini sarıyordu. Yağmur’un ısrarıyla, onunla birlikte bir saat boyunca uzanarak uyumasına eşlik etmişti. Melek gibi uyuyan Yağmur’un nefesiyle yumuşayan havayı hissetmişti. Esila’nın gözleri bir anlığına dalmıştı. Murat, yıllar sonra ilk kez Salih’le birlikte oyun konsolunda futbol maçı yapmıştı. Tıpkı eski günlerdeki gibi... O anın sıcaklığında kısa süreliğine her şeyi unutmuştu. Ta ki... Esila’nın gelip de o keyfin içine limon sıktığı ana kadar.
Bir ara mutfağa Salih’i sürüklemişti Esila. İkili arasında başlayan gergin konuşma, büyük bir kavganın fitilini ateşlemişti. Bağırışlar yükselmiş, Murat duymazlıktan gelse de ses duvarları aşmıştı. Sonra ne olmuştu? Sonra... Sonra... Aklını zorlarken gözlerini ovuşturdu. Aniden hatırladı. Salya sümük ağlayan Esila’yı evine bırakmıştı. Arkamdan ettiği beddualar hâlâ kulağımda çınlıyor, diye düşündü. Sonrasında kulübe gitmişti. Orası da bir facia olmuştu.
Başını ellerinin arasına aldı. Alnındaki damarlara baskı yaparcasına bastırdı. “Başım ağrıyor. Hangi akla hizmet bu kadar fazla içtim ki?” diye mırıldandı. “Salih’e beddua ettikten sonra bana da mı etti acaba Esila?”
Gözlerini açıp yanına baktığında bir kadın siluetiyle karşılaştı. Varlığı bile rahatsız edici gelen bu kadın, edepsiz hareketlerle Murat’ın göğsünde zikzaklar çiziyordu. Umursamadı. Umursamak istemedi. Yavaşça çarşafı üzerine çekip ayağa kalktı. Beline gelişi güzel bağladığı çarşafla pencerenin önüne yürüdü. Soğuk camın ardındaki bahçeye baktı. Arkasında ayakta bekleyen kadın ne yapacağını bilemez haldeydi. Tedirginliği tenine işlemişti.
“Üşüteceksin beni sevgilim.”
Bu söz, Murat’ın kulaklarını tırmaladı. Tiksintiyle kadına döndü. “Giyin o zaman. Ne bekliyorsun? Birisinin seni giydirmesini mi? Giyin ve evimden defol.” Sözlerini alaycı bir gülümsemeyle süsledi. Kadının üzerine bile bakmadan yanından uzaklaştı. Banyoya geçti.
On beş dakika boyunca sıcak suyun altında bekledi. Ne kendine geldi ne de dünden kalan izler silindi. Banyodan çıktığında odada her şey bıraktığı gibiydi. Fakat bir fark vardı. Kadın on beş dakika önce iç çamaşırıyla duruyorken şimdi üstü tamamen açıktı. Bedenini sergilerken yüzünde arsız bir gülümseme vardı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” dedi Murat. Tiksinmesi ses tonuna işlemişti.
Kadın, omzunu silkti.
“Sence ne yapmam gerek? Yatağa mı uzanmalıydım?” diyerek Murat’a yaklaştı.
Beline sardığı havlunun altındaki adonis kaslarına dokunmaya başladı. Murat uzaklaşarak yerdeki kıyafetleri kadının üzerine atıp sırtını döndü. “Şimdi düşünüyorum da... Gece yanımda yatmadın değil mi? Birlikte yatmış olamayız.” Sessizlik olunca derin bir oh çekti. “Sen kapıyı üzerine kilitledin. İçeriye giremedim. Ben de salonda uyudum. Sabah beni görünce hatanı anlarsın diye bekledim. Sonra bir ara kapıyı açtın. Mutfakta su içip odaya geçtin. Farketmedin bile beni. Kapıyı kilitlemedin bende yarım saat sonra arkandan geldim.”
Murat bu sözlere gülümsedi. Garip bir mutluluk duygusu kalbine aktı. İçkili halde onu isteyen bir kadına elini bile sürmemişti. “Sadık bir erkek oluyorum sanırım.” demesiyle kadın ayaklandı.
“Ne? Hatanı anladıysan ben hazırım.”
Kadının sözleri Murat’ı yine sinirlendirdi. Sözlerini soğuk bir sessizlik izledi. “Sizin gibi kadınlar neden ayık erkekleri tuzaklarına düşürmek yerine kendinden geçmiş erkekleri hedef alır? Kolay lokma gibi mi görünüyoruz? Kolay lokma olsam bile bu muameleyi hak ettiğimi düşünmüyorum.”
Kızın çenesini avuçladı. Gözlerinin içine baktı. “Kapıyı kilitlediysem yapman gereken bu evden uzaklaşmak olmalıydı. Sabahı beklemen çok üzücü bir hareket. Dışarıdan basit ve kolay görünüyor olmalıyım. Ya da sen öylesin. Karar ver.”
"Senin koluna girdim eve kadar birlikte geldik."
"Fazla içmiş olmalıyım. Tehlikeli biri de olabilirdim. Bakış açını değiştir. Basit bir şekilde muamele görmek zoruna gitmeli." Bu sert sözlerin ardından odayı ağır bir sessizlik sardı. Murat’ın soğuk bakışlarını komodinin üstündeki telefonun sesi bozdu. Sinirle ellerini saçlarının arasına geçirdi. Telefonu hışımla eline aldı. Açmadan önce, karşısında utanmazca kendini sergileyen kadına dönüp bağırdı. “Giy üstünü. Defol. Seninle bir şey yaşamışım gibi de düşünme. Aynı yatağı bırak. Aynı odada bile yatmadım.”
Telefonu eline aldığında yüz kasları zaten gerilmişti. Parmakları sinirle titrerken ekranın parlayan ışığı gözlerini yordu. Ekrandaki isme kısa bir süre baktı. Sonra açtı. “Alo. Ne oldu Salih?”
Karşıdan gelen ses cılızdı ama içindeki baskı ve endişe netti. Salih’in sesi alışıldık tonundan çok daha tedirgindi.
“Şimdilik bir şey yok ama böyle gider mi bilmiyorum.” Murat duyduğu bu sözle gözlerini kapattı. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. Şakaklarına vuran ağrı biraz daha arttı. Salih’in bu kadar sakin konuşması aslında bir fırtınanın habercisiydi. Onu tanıyordu. Bu cümleler ancak bir şeylerin patlamak üzere olduğunu anlatıyordu.
“Sen git gide bana mı bağlanıyorsun?” diye sordu Murat. Yorgunluk sesine sinmişti. Sırtını odadaki duvara yasladı. Soğuk yüzey sırtından içeriye kadar geçti. Ayaklarını yere vurdu. Sinirle, ritimsiz bir şekilde.
Göz ucuyla odanın kapısından çıkan kadına baktı. Kadın hâlâ gitmemişti. Sözde çıkmıştı ama ayak seslerinden, hâlâ eşiğin oralarda oyalandığını anlamak mümkündü. Sırf ses çıkarmak için yerdeki topuklu ayakkabısını sürüyordu. Anahtarı düşürür gibi yapıyordu. Çantasını kapatmayı unutuyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlaması uzun sürmedi. O kadının amacı belliydi. Dikkat çekmek. Son bir iz bırakmak. Kendine dair bir parça Murat’ın aklında kalsın istiyordu. Ama Murat’ın aklında kalan tek şey tiksinti ve pişmanlıktı.
Telefonun sesini kısıp derin bir nefes aldı. İçindeki öfkeyi bastırmaya çalıştı. Kızın çıkmasını bekledi. Ama çıkmayacak gibiydi.Telefonu kıza uzattı. “Senin burada olman onu etkilemez. İstersen telefonu sana vereyim. Ben bu evdeyim de yine bir şey demez. O yüzden oyunculuğun bittiyse lütfen git.”
Sesi sertti ama içinde yorgun bir adamın kırılmış sesi de vardı. Artık hiçbir şeye tahammülü kalmamış gibiydi. Kadın sonunda kapıyı çekip gitti. Sessizlik bir süre Murat’ın çevresini sardı. O an sadece kendi nefesini duydu. Ardından tekrar Salih’in sesine döndü. "Gitti mi kadın?"
"Gitti. Şimdiden söylüyorum eve gelmiş ama odama girmedi. Kadının tanımıyorum ve ten teması yok."
"Bir şey demedim." Salih o sırada ofisin iç camının önündeydi. Gözleri dışarıda koşturarak geçen kıza takıldı. Esila’nın sabahın erken saatlerinden beri yanına çağırıp durduğu sekreter Melek'ti. Kız artık yorgunluktan bitmişti. Saçları darmadağınıktı. Yüzü solgundu. Göz altları çökmüştü. Kalem topuk ayakkabıları ayağını vurmuştu. Dudaklarında renk kalmamıştı. Ve mimikleri artık sadece tek bir şeyi anlatıyordu. Ben ölüyorum.
Salih, telefondaki sessizliği fark edip, konuyu toparladı. Kafasını sallayıp konuşmasına devam etti. “İş yerine çabuk gel.” dedi. Murat gözlerini devirdi. O kadar şeyin üzerine şimdi bir de ofis meselesi mi çıkmıştı? Artık her şeyin fazlası olmuştu. Bir kahkaha attı ama bu kahkaha neşeyle atılmış bir kahkaha değildi. İçindeki bezginliği örtmeye çalışan alaycı bir çıkıştı sadece.
“Neden? Bana iyi bir teklif sunman lazım.” Salih bir an durdu. Sessizlik oldu. Telefonda yirmi saniyelik ağır bir boşluk vardı. Sadece her iki tarafın nefes alışları duyuluyordu. Sonra Salih hafif boğazını temizledi. “Teklifiniz nedir Salih Saraç?” dedi Murat, hafif dalga geçerek.
Salih’in sesi bu kez daha ciddi ve netti.
“Teklif mi istiyorsun? Tamam küçük bey. Hemen gelmen için teklifimi sunayım. Esila nedensiz yere delirdi. Melek’e nefes aldırmıyor. Sabahtan beri oradan oraya sürüklüyor. Manyak kuzenini durdurman lazım. Gittim uyardım. Daha çok iş verdi kıza. Resmen ceza veriyor gibi. Baya ciddi söylüyorum. Melek’i mahvediyor.”
Murat bir anda doğruldu. Sırtını yasladığı duvardan uzaklaştı. Otomatik olarak ayakta dikildi. Vücudu kasılmıştı. Burnundan hızlı hızlı nefes aldı. Kalbi garip bir şekilde sıkıştı. “Melek. Geri geldi mi? Sekreter Melek. Yanlış olmasın.” Salih karşıdan boğulacak gibi cevap verdi. “Senin Melek. Şapşal. Çabuk gel. Esila’ya cin çarpmış gibi. Kurtar kızı elinden. Kız gün sonunda ruhunu bırakacak burada.”
Murat’ın gözleri büyüdü. Başının içinde bir vızıltı başladı. Kulakları uğuldadı. Melek nihayet dönmüştü. Hem de onun haberi olmadan. Sessizce. Geriye sadece bu bilgiyi kabullenmek kalmıştı. Ama Melek’in gelişiyle sevinememişti bile. Çünkü aptal kuzeni onun üzerine yapışmıştı. Melek’e nefes aldırmıyordu. Melek’in zaten yorgun olan kalbi, bu yükün altında daha ne kadar dayanabilirdi? “Tut o aptal kızı Melek’e zarar vermesin.” dedi. Kelimeler ağzından öfkeyle döküldü. Yumruğunu sıktı. Dişlerini gıcırdattı.
“Bir saat içinde orada olacağım. Melek’i de tut. Esila’nın üstüne atlayıp dövdükten sonra istifa filan etmesin. Onu o hale sokarsan bütün yük senin olur Salih. Kuzenimi bu şirkete getirdiğim güne lanet olsun. Bugün yaşadığım her şeye lanet olsun. Dün geceye. Bu sabaha. Bu içtiğim içkiye. Bu baş ağrısına. Bu arsız kadına. Bu karmaşaya. Ve en çok da Melek’in habersizce dönmesine lanet olsun.”
Salih bir şey demedi. Çünkü Murat’ın ne hissettiğini biliyordu. O anda, karşısında ofisin zemininde yürümeye mecali kalmamış Melek’i gördü. Omuzları düşmüştü. Sırtı kamburlaşmış gibiydi. Ama hâlâ ayakta duruyordu. Esila’nın verdiği dosyaları kucaklamış, başka bir görev için yürüyordu. Göz göze gelmemişlerdi ama Salih’in içi burkuldu. Murat’a hak vermemek mümkün değildi.
“Çabuk gel Murat. Çünkü bu hızla giderse biri bu binadan ya kovulacak ya da dayak ile bayılacak.”
_______
Yeni bölümde buluşmak dileğiyle. Kendinize iyi bakın. Bölüm size emanet beğenisiz yorumsuz bırakmayın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |