
Selam Canlar ☺️
Yorum ve beğeni yaparak destek olmayı unutmayın. 🥹🫠
________
"Melek Kapya isen içeri gel. Yoksa çabuk kapının önünü boşalt." Murat bunu söyler söylemez içeri girdi. Gülümsemesini bastırmaya çalışsa da başaramadı. Sanki küçük bir oyun oynamış gibi kendi cümlesinden keyif almıştı. Ama içeri girer girmez gördüğü şey karşısında bir anlık donakaldı. Gözleri kısıldı, dudakları aralandı. Bunu kendisine başka biri yapmış olsaydı sinirlenebilirdi ama bu hediyeyi veren kişi Murat'tı. O yüzden şaşkınlığını hemen toparladı.
Ortada duran şey, Melek için bırakılan bir hediyeydi ama kim böyle bir şeyi hediye olarak seçerdi ki. Ayaklı, kırmızı ve siyah renkte bir kum torbasıydı bu. Spor salonunda değil, ofisin ortasında duruyordu. Tuhaf, abartılı, hatta biraz da saçmaydı. Ama bir o kadar da dikkat çekiciydi. Melek’in o anki şaşkınlığı Murat’ın hoşuna gitti. Kızın gözlerinde aynı anda beliren öfke, merak ve hayret, onu daha da izlenesi kılıyordu.
"Beğendin mi?" diye sordu. Yüzünde sanki çocukça bir yaramazlık vardı. Ama sesi ciddi gibiydi. Melek başını kaldırıp ona baktı. Dudaklarını oynattı ama konuşmadı. Önce içini çekti. Sonra dudaklarından kelimeler döküldü.
"Beğendim desem inanır mısınız."
Sözlerini sert ve ölçülü bir ses tonuyla söyledi. İçinde alay vardı ama üstünü örtmüştü. Gerçekten beğenmemişti. Yani, böyle bir şeyi nasıl beğenebilirdi ki. Bu karşısındaki adam, bir kadın için hediye dendiğinde akla gelen çiçek, kitap, parfüm gibi zarif şeyleri es geçip kum torbası getirmişti.
Murat ciddiyetini koruyarak cevap verdi.
"İnanırım." Söylediğinde gözleri Melek’in saçlarına kaydı. Kendinden dalgalı, doğal bir duruşu olan saçları vardı. Sanki her sabah uzun uzun şekil vermeye ihtiyaç duymamış gibi. Güzelliğini saklamayan ama gösterişe de ihtiyaç duymayan kadınlardandı. Gözlerinden sonra, Murat’ı en çok etkileyen tarafı da bu doğallıktı. Olduğu gibi olması. Olduğu gibi kalması.
"Seninle alakalı birçok şeye kendimi yalanda olsa inandırdım. Sen de yapabilirsin." Bunu derken Melek’in kolunu hafifçe tuttu. Dokunuşu sert değildi ama kararlıydı.
"Vur." dedi ve kolunu bıraktı.
Melek, gözlerini devirerek ona döndü.
"Çok saçma olduğunu düşünmüyor musunuz. Neden gereksiz yere vurayım."
Sesi kararlıydı ama içinde bir kırgınlık da vardı. Vurmak. Fiziksel güç göstermek.
"Sinirini başkasından alma diye. Başkasına zarar verdiğini düşünürken kendi hayatını ve benim hayatımı yıkma diye. Hadi, benim hatırım için vur."
Murat tatlı bir baskı kuruyordu. Sesini yumuşatmıştı. Karşısında duran genç kadının hem yaralarını görüyor hem de onları iyileştirmek için çaba gösteriyordu.
"Çok saçma. Nedensiz yere vurmak akıl işi değil. Birbirimizde hatrımız kalacak bir durum yok." Melek cümlesini bitirdiği gibi arkasını döndü. Gitmek istiyordu. Bu hediye, içini daraltmıştı. Odayı terk etmeye yeltenmişti ki Murat’ın sesi onu bir daha durdurdu. "Ne inatçı kadınsın."
"Murat bey, lütfen yanlış anlamayın beni. Bu tür hediyeler bana göre değil. Yanlış anlamayın ki bir daha aynı hatayı yapmayın." Melek sinirle saçlarını karıştırdı. Sanki kelimelerle kavga ediyordu. Sadece konuşmuyordu. Tepki veriyordu. Geri çevirmeyi öğrenmiş bir kadın gibiydi. Nezaketi elden bırakmadan geri itiyordu.
Murat, onun her cümlesini dikkatle dinliyordu. İtirazları bir köşeye not ederken içinden bir ses hâlâ pes etmemesini söylüyordu. Çünkü Melek’in kızgınlığı, aslında bastırılmış duyguların dışavurumuydu. Başka biri bu hediyeyi Melek'e verseydi bu kadar öfkelenmezdi. Belki de hoşlandığı biri olsaydı, onu bu kum torbasına sarılı halde bulabilirdi. Belki ağlar, belki teşekkür eder, belki de sadece sessizce gülümserdi. Ama Murat farklıydı. Hem patronuydu hem de onu anlayan bir adam olma yolunda ilerliyordu. Bu yüzden, Melek’in tepkisini doğal karşıladı. İçinden geçenleri saklamadı.
"Nedensiz değil. Nasıl ki Suzan Hanım’ı döverken bir nedenin varsa. Bu kum torbasına vururken de bir neden bulabilirsin. Ben senin canını acıtan nedeni bulana kadar sinirini sadece bu kum torbasından çıkart. Başkasına zarar verme. Şimdilik aklıma gelen en iyi hediye bu. Bir kadına aldığım tek hediye bu aslında."
Murat’ın sözleri havada asılı kaldı. Gözleri Melek’teydi. Kızın gözleri ise kum torbasına kaydı. Dönüp dikkatle baktı. Dediği gibi kırmızı ve siyah renkteydi. Ayaklıydı. Adeta savaşmaya hazır bir düşman gibi bekliyordu. Yaklaştı elini kaldırdı. Hafifçe vurdu. Kum torbası kısa bir süre sallandı. Melek bir şey hissetmemişti ama Murat’ın gözleri ışıldamıştı. "Çok kibar vuruyorsun. Biraz güç lütfen." dedi Murat. Ardından bir yumruk attı. Kum torbası bir anda eğildi. Melek kollarını bağladı. Başını dikleştirdi.
"Senin de iyi vurduğun söylenemez." Çok iyi vurmuştu. "Benden birazcık iyisin."
Kıkırdadı. Ardından elini ağzına götürdü. Yüzünde ‘ben ne dedim şimdi’ ifadesi vardı.
Farkında olmadan, patronunun yanında kendisini yavaşça serbest bırakıyordu. Onun yanında donuk, mesafeli ve ketum olmak yerine artık hafif hafif açılıyordu.
Murat ise kıza bakarak bir cümle daha kurdu. "Sana itiraz kabul edemeyeceğim bir konuyu açıklamak istiyorum. Kimsenin yanında gülme." Sonra bir yumruk daha attı kum torbasına. O an, Melek onun neden böyle davrandığını anlamaya çalışıyordu. Ama anlamaktan çok hissetmeye başlamıştı. İçinde bir yere dokunuyordu bu adam.
Kum torbası bir kez daha sallandı. Melek susmak zorunda kaldı. Yutkundu. Gözleri yerdeydi. Kısa bir sessizlik oldu. Ardından konuyu değiştirmek için konuştu. "Teşekkür ederim hediye için."
Sesi teşekkür ediyor gibi değildi ama yine de söylemişti. Murat onun içtenliğini ölçmeye çalışmadı. Sadece cevap verdi. "Nerede duracak bu farklı hediye?"
"Tam burada duracak. Ne zaman sinirlenirsen kapıyı çalmadan içeriye girip iki vurup rahatlarsın. Hayatının kaçınılmaz fırsatı bu. Elinin altında dayak yemeyi bekleyen kumdan bir adam." Murat'ın bakışlarında gizli bir gülümseme vardı. Ama o gülümsemenin arkasında ne olduğunu Melek sezmişti. Bu adam sadece şımarıklık yapmıyordu. Aşk kokuyordu. Tutku vardı. İnce bir inat vardı. Ama en çok da samimiyet vardı. Ve Melek o an farkında olmadan kendini bu karmaşık duyguların içinde bulmuştu. Kalbi, mantığından hızlı çalışıyordu. Hediye saçmaydı belki ama niyet hiç de öyle değildi.
Murat, çok değil, yalnızca iki ay öncesine kadar romantik biri değildi. En azından kendi kendine romantik olmadığını sanıyordu. Ne kadınlara çiçek alır, ne akşam yemeğinde mum ışığı düşlerdi. “Odun” ya da “kalas” denilecek türden biri de sayılmazdı ama en fazla duvar kadar duygusuz, en fazla bir dosya kadar mesafeliydi. Fakat işler değişmişti. Hayatına Melek Kapya girdiğinden beri, içinde uzun zamandır kilitli duran, varlığından bile haberdar olmadığı bir yönü uyanmıştı. Muzur, tatlı, yakışıklı ve ormantik olan bir koloni vardı sanki. Ve o koloni artık Murat Arsel’in içinde filizlenmişti. Şimdi o gruba romantizmi ve tutkuyu da eklemişti. Bunu kendine itiraf etmese de vücut dili çoktan ağzından kaçırmıştı.
“Olmaz demek istiyorum ama başka yer yok.” dedi Melek, odanın içini süzerken. Kum torbası gerçekten de yerleşmişti. Yabancı durmuyordu. Sanki bu odanın bir parçasıymış gibi, doğuştan bu atmosferin bir öğesiymiş gibi cuk oturmuştu. “Tamam, burada kalsın.” dedi sonunda. Bir kabullenişti bu. Boyun eğmek değil, alışmak da değil. Daha çok Murat'ın verdiği emanetle bir anlaşma yapar gibi. “Hem iki adımlık yer. Her sinirlendiğimde gelirim. Tabi sizin karşınızda kum torbasına vurmak... Yani ne bileyim, saçma gelmedi desem yalan olur.”
Cümlesini tamamlarken, aslında içinden geçenleri bastırmaya çalışıyordu. Kalbi deli gibi atıyordu. Bir yandan utanıyor, bir yandan da Murat’ın yakınında olmanın verdiği o iç yakıcı heyecanla terliyordu. Yüzü kızarmasın diye başını hafif yana eğdi. Öksürdü. Sözde boğazını temizliyordu ama içini bastırmaya çalışıyordu.
“Ben gidip işlerimi halledeyim.” dedi. Sıcak bir üslupla. Kaçmak değildi amacı. Ama biraz uzaklaşıp, tekrar kendini toplaması gerekiyordu. Tam arkasını dönmüştü ki, Murat'ın sesi geldi.
“Yemeğe gidelim mi.” Sade, kısa, net bir teklifti. Murat hiçbir şeyi uzatan günlere yayan biri değildi. Olmasını istediği ne varsa olması için çabalardı. Ama Melek’in içinde adeta bir siren çaldı. Olduğu yerde kaldı. Omuzları kasıldı. Kalbi bir atım durup sonra hızlandı.
“İki aydır burada çalışıyorum. Çıkma mı teklif ediyorsunuz?” dedi. Gözleri irileşmişti. Hayretini gizleyememişti. Deyim yerindeyse gözlerini yuvalarından çıkardı. Birkaç saniyelik sessizlikte kendi söylediğini kendi düşündü. Ardından hemen düzeltmeye çalıştı. “Ayy ya... Yani yanlış anlamayın. Öğle yemeğine davet ediyorsunuz ya, o yüzden söyledim. Yani çıkalım mı derler ya. Yemekle çıkmak aynı cümleler içinde birbirlerine dost gibiler. Hani kanka gibi.” Söyledikçe kendini daha da gömüyordu. Rezil oluyordu. Ne konuştuğunu kendisi bile anlayamaz hale gelmişti. Eliyle saçını arkaya attı. Gözleri kaçtı.
“Ben gelirim yani. Karnım çok aç.” dedi sonunda. Utanarak ve zorlama bir gülümsemeyle. Murat gülümsedi. Ama gülüşünde bir ciddiyet vardı. Hafif eğildi. Elini Melek’in çenesine nazikçe uzattı. Ona bir şey söylemeden önce gözlerine baktı. Konuşmadan önce anlamaya çalıştı. Sonra sesi fısıltıya yakın, ama duygusunu saklamayan bir tonla konuştu. “Sen gülme. Senin basit anlamda gördüğün o gülüşün, benim için fazla özel. Mesela, tek başına bulduğun kuytu köşelerde gül. Aynada kendi kendine gül. Ama ne benim yanımda ne de başkasının yanında gülme.” Sustu. Sözleri havada asılı kaldı. Gözleri derindi. “Ben kontrollü bir adam değilim. Hiç değilim. Fazla sahiplenici olduğumu düşünmeye bile başladım. Henüz bana ait olmayan bir gülüşünde kaybolmak istemem.” Son kelimesini bitirdiğinde çenesini bıraktı. Ellerini geri çekti. Geri çekilen sadece elleri değildi. Belki duygusu da geri çekilmişti. Belki içindeki yangını kendi içinde tutmuştu.
Melek’in dudağı kıpırdadı. “Hıı...” demek dışında bir şey bulamadı. Çünkü o an, hiçbir romantik cümle onun duyduğu kadar etkileyici olamazdı. Belki bu adam ilk defa romantikti. Belki de sadece onunla öyleydi. Başını eğerek çıktı odadan. Elini kalbine koyacak cesareti kendinde bulamadı ama kalbinin daha hızlı çarptığını, yürürken sendelediğini hissetti.
Sekreter odasına geçip tam sandalyesine oturacakken, Hacer’in sesiyle irkildi.
“Melekciğim, girişte bir imza eksik kalmış. Birinci kata uğrayıp tamamlayabilir misiniz.”
“Tabi. Hemen gidiyorum.” dedi. Ve yeniden ayaklandı. Asansöre yöneldi. Parlak metal kapılara yansıyan ifadesiyle göz göze geldi. Aklı, istemediği adamlara gitti. Kenan. Ayhan. Gözlerini kapatmak zorunda kaldı. Hafif titredi. Yüreği sıkıştı. Kenan Bey. Göbeğini sallayarak pis pis gülen, kibarlık kisvesi altında sinsiliğini gizleyemeyen, yüzü gibi ruhu da yağlı, tiksinç bir adamdı. Sabah Esila Hanım’a kahve götürürken duydukları hâlâ kulağındaydı. Meğer işler hiç yolunda gitmiyormuş. Polisler sabah o yağ tulumunun ofisindeymiş. Odasında delil aramışlar. Ellerinde hiçbir şey olmadan çıkmışlar ama arkalarında bir koku bırakmışlardı. Dedikodu kokusu. Merak ve korku kokusu.
Kenan'ın karısı hastaneye kaldırılmış. İki abisi ve polisler adamı köşe bucak arıyormuş. Kadıncağız, tuttuğu bir adam tarafından saatlerce dövülmüş. İç kanama geçirmiş. Sekiz kırığı varmış. Şimdilik doktorlar gözetiminde, bilerek uyutuluyormuş. Melek'in kalbi sıkıştı. Böyle bir şiddeti tahayyül etmek bile acıydı. “Mutlaka o yaşlı sapığın tuttuğu adam Ayhan’dı.” dedi içinden. Bir korkuyla değil. Bir sezgiyle. Ayhan’ın yüzü, gözleri, sesi... Hepsi zihninde hâlâ tazeydi. Sanki kapıyı açsa karşısında o adamı görecekmiş gibi ürperdi.
“Kenan Bey’in tek bir cümlesiyle, Merve’yle beni öldürmeye kalkışan adamdı. Eğer kaçmasaydık... Allah bilir küçücük ofiste bize neler yapacaktı.”
Ellerini yumruk yaptı. Dişlerini sıktı. Kulağını çekip tahtaya vurmak istedi. Ama etrafında tahta yoktu. O yüzden kendi kafasına hafifçe vurdu. Batıl inanç mıydı. Belki. Ama ritüelini tamamladı. İçini rahatlatmak için gerekiyordu.
Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Şimdi sadece bir kat aşağı inip imza atacaktı. Ama içinden bir şey ona, hayatının artık sıradan bir çizgide ilerlemeyeceğini fısıldıyordu. Bu şirkette sadece mesai bitmiyor. Bazı savaşlar da başlıyordu.
Melek’in içinden geçen tek cümle vardı.
“Keşke her kadın, bir kum torbası kadar bile korunabilseydi.”
Ve asansör sessizce indi.
Asansörün açılan kapısıyla birlikte dışarı adım attı. İçine çektiği derin nefes, ciğerlerine değil de sanki yıllardır bastırdığı korkuların üzerine çekilmiş kalın bir perdeye dolmuştu. Gözleri kararlıydı, ama içinde bir yerlerde, henüz dinmemiş bir kasırga kıpırdanıyordu. Ayak sesleri koridorda yankılanırken, üç boş cam bölmeyi ardında bırakıp, dördüncüde ayakta duran, elindeki dosyaya gömülmüş adamın bulunduğu odaya yöneldi. Camlar parlaktı, içerden yansıyan ışık, dışarıdan geçen herkesi birer hayalet gibi gösteriyordu.
Kapının önüne geldiğinde duraksamadı. Ne yapacağını bilen bir kadının kararlılığıyla içeri girdi. “Merhaba, ben bugün işe başladım. Yani kovulmuştum… Tekrar başladım,” dedi. Sesi ne çok yumuşak ne de gereksiz yere sertti. Kelimeler netti. Anlatmak istediğini, süslemeden, doğrudan söyledi.
Adam, siyah saçları hafifçe geriye taranmış, kahverengi gözleriyle önce dosyasından başını kaldırmadan bir saniye durdu. Ardından başını çevirip gözlerini Melek’e dikti. Orta yaşlarının başındaydı. Bakışlarında hafifçe küçümseyen bir ifade vardı. “Sizi tanıyorum… İş arkadaşınızı döverek hastanelik eden, sekreter değil misiniz?” dedi. Alaycı bir gülümseme dudaklarının kenarında gezinirken, elindeki dosyayı masaya bıraktı. Sesini biraz daha yükseltti. Söylediklerinin etraftaki cam bölmelerden duyulmasını istemiş gibi bir hali vardı. "Yasemin Hanım da dosyanız. Yemeğe çıktı, birazdan gelir. İkinci odada bekleyin." dedi. Bakışlarıyla kapıyı gösterdi. O bakışlar, ‘Artık çıkabilirsin,’ demekten çok, ‘Burası sana ait değil,’ der gibiydi. Bu nazik gibi görünen ama aslında son derece küçümseyici tavır, adamın kendince kurduğu üstünlük oyununun parçasıydı. Melek'in iş yerindeki geçmişine dair söylentilere karşı muhasebe bölümünde oluşan önyargının dışavurumuydu. Ve bu adam, bu önyargının gönüllü sözcüsüne dönüşmüştü.
O ise hiçbir şey olmamış gibi sadece tebessüm etti. Bu bakışı, bu yaklaşımı daha önce de görmüştü. Yargılamaktan zevk alanların hepsi birbirine benziyordu. O kız suçsuz değildi. Bunu bilen bir tek kendisiydi. Ve buna rağmen, Melek’in iç huzuru bir damla bile eksilmedi. Umurunda bile olmadı. Adamın kendisini kötü hissettirdiğini düşündüğü anda mutlu olması, Melek’in gözünde onu zavallı hale getiriyordu. Gülümsedi. İçtenlikle gözlerinin içine bakarak minnet dolu bir ifade takındı. Ardından bir şey söylemeden dışarı çıktı. İkinci odaya doğru ilerledi.
Kapıyı açıp içeriye adımını attığı anda bile aklında o küçümseyici sözler yoktu. Ama oturduğu sandalyeye henüz yerleşmişti ki, kalktı. Durdu. Düşündü. Sonra birden döndü. Aynı hızla geri giderek adamın karşısında yeniden dikildi. Artık gözlerinde bir sitem değil, yalnızca sağlam bir karakterin izleri vardı. “Adım Melek Kapya. Benim adım sekreter değil. Beni biliyorsanız bu dipnotu da bir köşeye yazın. Malum, aşağılarken işinize yarar. Bende bir etkisi yok ama yine de siz bilirsiniz.” dedi. Her harfi özenle seçilmiş gibiydi. Ne sesi titredi ne de nefesi kesildi. Sadece söyledi ve döndü. Kendinden emin adımlarla ikinci odaya geri döndü. Oturduğu sandalye artık daha rahattı. Çünkü oraya kendini kabul ettirerek oturmuştu.
Zaman geçti. On dakika kadar sonra sıkılmaya başladı. Etrafına bakındı. Odaya ilk girdiğinde bir gözü dışarıda kalmıştı. Şimdi o eksik gözle çevresini daha dikkatli inceliyordu. Sonunda ayağa kalktı. Adamı aradı. O küçümseyici adamın yokluğu, onu rahatlatacağına daha da huzursuz etmişti. Yasemin Hanım gelene kadar neden burada kalmadığını düşündü. İçinden bir korku belirdi. Ayhan’ı düşündü. Bu katta görevli güvenlik görevlisi olan Ayhan, geçmişinden gelen bir gölge gibi onun zihnine sinmişti. Yersiz değildi korkusu. Ve beklenmedik sürprizlerden hiç hoşlanmazdı. Ayhan bir köşeden “Ceee” diye çıkarsa, gerçekten oracıkta bayılabilirdi. Bu olasılık, onu daha da huzursuz etti.
Dudaklarına kendiliğinden bir türkü yerleşti. Yalnızlıkla sinirin birleşiminden doğan bu mırıldanma, hem sakinleştirici hem de içini acıtan bir melodiydi.
“Bahar gelir gudurursun
Kızılırmak seni seni
Ne uyursun ne durursun
Kızılırmak seni seni...”
Türküyü söylerken, babasının o derin Aşık Veysel sevgisi aklına geldi. Fark etmeden kendisine de geçmişti bu sevda. Babasının sesi, gençliğinin yaz akşamlarına karışan bir yankı gibi kulağında çınladı. Gülümsedi. Sinirliydi ama gülümsedi. Çünkü türkü, onu hem güçsüz hem güçlü hissettiren nadir şeylerden biriydi.
“En iyisi sonra gelerek imza atarım,” dedi kendi kendine. Korkularını bastırmak için karar vermesi gerekiyordu. Hızla asansöre yöneldi. Kendi canını sokakta bulmamıştı. Burada biraz daha kalırsa, Ayhan gelmese bile kendi korkusundan yere yığılabilirdi. Henüz o gün, yüzleşme günü değildi. O gün başka şeyler için yazılmıştı. Kendi ayakta kalabilme günüydü belki.
Asansöre yaklaşmıştı ki kapısı açıldı. Tam o anda, her şey dondu. Ayakları yere yapıştı. Bir anda gelen ses, vücudunun bütün sistemini durdurmuş gibiydi. Tanıdık, hem de korktuğu bir sese aitti. “Merak etmeyin siz...”
Duyduğu bu ses, birinin konuşmasının başıydı ama Melek için cümle bitmişti. Çünkü sesin sahibini tanımıştı. Hızla toparlanıp, arkaya, cam bölmelerin görünmediği yere koşarak saklandı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. İçinden bir ses nabzını kontrol etmesini söyledi. İşaret ve orta parmağını birleştirip köprücük kemiğine dokundu. Bir yaşındaki bir bebeğin kalbi gibi çarpıyordu. Yüz kırk civarıydı. Emin gibiydi.
Yere çöktü. Kulaklarını kapattı. Duymazsa korkusu hafiflerdi. Kendisini o sesin gerçekliğinden korumak için gözlerini yumdu. Ve yeniden türküye başladı.
“Yakının var ırağın var
Zemherirde bir çağın var
Bir de budan tuzağın var
Kızılırmak seni seni...”
Sesi titriyordu ama devam etti. Birkaç dakika boyunca orada kaldı. Başını dizlerinin arasına alıp sessizliğe sığındı. Sonra, kalabalık sesleri duydu. Yemekten dönen insanların ayak sesleri, konuşmaları, gülüşmeleri… Onlar farkında değildi ama Melek için bir tür ninni gibiydiler. O sesler güven veriyordu.
Kendini toparladı. Saklandığı yerden önce başını uzattı. Cam bölmelerde dolaşan insanlar görünce, yavaşça asansör tarafına yürümeye başladı. Aklında tek bir düşünce vardı: kimseye görünmeden odaya ulaşmak. Eğer az önce konuştuğu adam, ortalıkta Melek’i arar, birilerine sorarsa Ayhan’ın şüphesi uyanabilirdi. Bu da başına bela olurdu. Saklandığını hiç kimse bilmemeliydi. Kimse ama kimse.
Asansörün hemen yanına geldi. Derin bir nefes aldı. Kalbi hâlâ olması gerekenden hızlı atıyordu ama görünüş olarak sakindi. Sanki az önce asansörden inmiş gibi adımlarını ayarlayıp, doğal bir şekilde cam bölmelere doğru yürüdü. Doğrudan ikinci odaya girip boş sandalyeye oturdu.
Kimse bir şey sormadan konuştu.
“Beklemekten sıkıldım, ben de yukarı çıkıp yemek yedim,” dedi. Sesi yüksek ve netti. Oda içinde konuşulan her kelimeyi bastıracak şekildeydi. Böylece orada olmadığını düşünen herkes, onun yukarıda olduğunu varsayacaktı.
Etrafına bakındı. Onu gördüğünde yüzü asılan kadına kısa bir gülümseme gönderdi. Kadın tepki bile vermeden elindeki belgeleri uzattı. “Şuraya imza at, bir de şuraya... Bu kadar. Gidebilirsin.”
Melek başını salladı. “Teşekkür ederim,” dedi. Sesinde ne kızgınlık ne de minnettarlık vardı. Sadece bir veda tonundaydı. Sandalyeden kalktı. Yüzüne bile bakmayan insanları arkasında bırakarak asansöre yöneldi. Hızla bindi. Bu defa fark şuydu: şimdi ikinci binen Ayhan değil, Melek olmuştu. Ama o anı yaşayan, Melek’in bambaşka bir versiyonuydu. Bir şeyler değişmişti. Ve her şey yeni başlıyordu.
Kontrolünü kaybetmemeliydi. Bu ona yakışmazdı. Korkusunu belli etmek, Ayhan’a vereceği en büyük ödül olurdu. Bu yüzden ciğerlerine saplanan korkuyu boğazında tutup yutkundu. Titreyen parmaklarını avuçlarının içine gizledi. Köşeye sindi. Tıpkı rüzgârda sarsılan bir dal gibi, ama kırılmamış bir dal gibi. Kendini küçültmeden, sadece görünmez olmaya çalışarak...
“Ah Merve...” diye geçirdi içinden. Düğün hazırlıkları içinde kötü bir şey olmasın diye konuşmayan Merve’nin, Melek’in susması için nasıl baskı yaptığını düşündü. Gözlerinin içine bakarak, “Sadece birkaç hafta sus, sonra konuşacağım.” deyişini. O sırada bile Melek’in nasıl boğulduğunu, nasıl yalnız bırakıldığını şimdi çok daha iyi anlıyordu. Ama Merve susmasını istemişti. Elleriyle Melek’in ağzını değilse bile yüreğini bağlamıştı.
Başını yere eğdi. Korkudan değil. Öfkeden de değil. Sadece zihnini başka bir şeye odaklaması gerekiyordu. Aklını başka bir yere kaçırmazsa, burada kalır ve parçalanırdı. Murat’ı düşündü. En iyi yaptığı şeyi yaptı, iç sesini konuşturdu.
'Hediye almıştı. Anlam yüklenecek bir hediye olmasa da, düşündüğünü belli eden bir hediyeydi. Benim için küçük ama... Değerliydi.' Tam bu düşüncenin sıcaklığına sarılıyordu ki, bir buz gibi ses araya girdi. Soğuk. İtici. Yılan gibi kıvrılan.
“Yine karşılaştık. Ne tesadüf.” Ayhan’dı. Her kelimesinde iğrenç bir kendini beğenmişlik vardı.
'Hediye diyordum. Kum torbasıydı. Büyük bir kum torbası. Murat bana özel olarak seçmişti. Çünkü neye ihtiyacım olduğunu fark etmişti.' Kendini sesin dışına çıkarmaya çalışıyordu. Ayhan’ın varlığını inkâr ederek zihnini başka yöne itekliyordu.
Ayhan bir adım daha attı. Melek hâlâ duvara yaslanmış, nefesini düzenlemeye çalışıyordu. Ama nefes almak, boğulmadan su altında durmak gibiydi şu an. “Şimdiden vücudunda ağrı bırakan bir adamın yüzüne mi bakmıyorsun? Çok ayıp güzelim. Çok ayıp. Ben kırılırsam, seni de kırarım.”
Kelime seçimleri keskin birer cam parçası gibiydi. Üzerine bastıkça can yakıyordu. Ama Melek, kelimelerin içinde değil, zihninin diğer köşesinde geziniyordu.
'Yemeğe davet etmişti. Güzel bir başlangıç olabilirdi bu yemek. Kum torbası hakkında konuşabilirdim. Belki biraz gülerdik. Murat gülümsediğinde her şey birkaç saniyeliğine kolaylaşıyor gibi. Saçları hakkında da soru sorarım. Kıvırcık saçları ona çok yakışıyor.'
Ama bu düşünce de yarım kaldı. Kendi iç sesi bile duraksamıştı artık. Kelimeler tükenmişti. Gözlerinin içinde toplanan yaşlar, direnmekten vazgeçip yanaklarına doğru süzüldü. Bu bir zayıflık değildi. Vücudunun ona yaptığı bir uyarıydı.
'Ben çok güçlü biriyim.' diye tekrarladı içinden. Bir yemin gibi. 'Annemin ölümünden daha fazla bir şey beni yaralayamaz. Güçlüyüm. Güçlü görünmek zorundayım. Aksi halde... Yıkılırım.' Asansör nihayet durmuştu. Yolculuk bir asır sürmüş gibiydi. Kapılar ağır ağır açıldı. Sanki kurtuluşun kapısıydı. Melek adım atmak için harekete geçtiği anda, omzuna inen sert bir baskıyla duvara yapıştı. Kaskatı kesildi. Sırtı demir duvarla bütünleşmişti. Ardından geniş, sert bir el ağzını kapattı. Soluk borusuna inen korku, göğsünde çırpınan bir kuş gibi çarpıyordu.
Kalbi delice atıyordu. Savunmasızdı. Ağlayarak gözlerini yumdu. Sığınağına, kendi içine kaçtı. 'Hediye almıştı bana. Duygusal bir anlamda değildi. Ama bir hediye... Hediye sonuçta. Anlam yüklemiş değilim. Yine de hoşuma gitmişti.' Ayhan’ın sesi yeniden kulağına değdi. Bu sefer daha da mide bulandırıcıydı. “Dudakların elimin altında balık gibi oynuyor. Masumiyetini anlatamayan kızlar gibi ağlama artık. Söylediğin o cümleleri bana da söyle. Çok merak ediyorum.”
Sözleriyle birlikte omzundaki baskıyı artırdı. Gülmeye başladı. Bu kahkaha... Korkunçtu. Sinirleri bozan, aklı tırmalayan bir kahkahaydı. Melek gözlerini hâlâ açmamıştı. Ama artık sadece Murat’ı değil, babasını da düşünüyordu. En güçlü sığınağını.
Babası... Her konuda yanında olmuştu. Küçük bir çocukken, okuldaki tiyatro sahnesine çıkmak istemediğinde bile elini tutmuştu. Şimdi neredeydi? Neden bu anı onun omzunda değil de bir yabancının eliyle geçiriyordu?
Gücü azalıyordu. Güveni, huzuru, kendine söylediği tüm cesaret cümleleri eriyip gitmişti. Sonra birden düşündü. Ne zamandır korkularına karşı gözlerini yumuyordu? Ne zamandır susuyordu? Bu Melek değildi. Gerçek Melek korkuya gözlerini yumarak saklanmazdı. O mücadele ederdi. O hayatta kalmayı bilirdi.
Birden gözlerini açtı. Hızla, kararlı ve sertçe. Ayhan’la arasında sadece birkaç santimetre vardı. Onun boğucu nefesi, tenine çarpıyordu. Göz göze geldiler.
“Aaa. En sonunda varlığımı hissettirmeyi başardım. Çok merak ettiğim bir soru soracağım.” dedi Ayhan. Gözlerinde karanlık bir parıltı vardı. “Senin gibi burnu havada kızlar... Onlara kimsenin dayanamayacağı işkenceler yapmak istiyorum. Senin önerin var mı? Gözlerin evet der gibi sallandı. Söyle bakalım. Beğenirsem... Uygularım.”
Ve o anda elini Melek’in ağzından çekti.
Melek derin bir nefes aldı. Boğazı acıyordu. Ama sesi netti. “Burası bir ring değil. Ben senin rakibin değilim. Bu yaşadığımın kabus olma ihtimali de sıfır. Bırak beni. Başına dert alma.” Bu sözler kurtuluş umudu değildi. Bu sadece mantığın sesiyle söylenen son uyarıydı. Ama Ayhan mantıktan uzakta, deliliğe yakın bir adamdı. “Biliyor musun?” dedi ve kahkaha attı. “Sinir olduğum kızların vücutları genelde dikkati mi çekmezdi. Ama senin o dolgun olmayan, çirkin vücuduna bakıyorum da... Kafana karton geçirsem iş görür.”
Gözleri parlıyordu. Devam etti.
“Korkma. Korkma. Öldürmek istediğim ya da dövdüğüm hiçbir kadına tecavüz etmeye çalışmadım. Bir de senin gibi asi bir kadına tecavüz etmek... Kendimden nefret etmeme sebep olur.” Kulağına eğildi. Nefesi, ruhuna işliyordu. “Koynuma alacağım kadın... Aşırı korkak olmalı. Konuşmamalı. Sen bu profilin yanından bile geçmiyorsun. Sana elimi cinsel anlamda sürmem.”
Ve ardından öyle bir kahkaha attı ki, sanki rahmetli Yeşilçam’ın kötülerinden Erol Taş dirilmiş, bütün kötülüklerini bu adamın içine üflemişti. Ama unuttuğu bir şey vardı. Melek henüz susmamıştı. Henüz nefesi vardı. Ve henüz gerçek yüzünü göstermemişti. Melek’in gözleri sinirden dolmuştu. Korkudan değil, panikten hiç değil. Sinirden. İçinde bir şey, bir tel kopmuş gibiydi. Artık susmuyordu. Artık susamazdı. Sesini yükseltti, boğazındaki düğüm çatlayarak dışarı çıktı. "O yaşlı tekenin eşini para karşılığı sen mi dövdün?" dedi, öfkeyle karışık bir kudretle.
Ayhan bir anlığına dondu. Melek’in öfkesinin bu boyuta ulaşacağını tahmin etmemişti. Artık bu kızın canını sıkmaya başladığını açıkça hissediyordu. Asansörün dar alanı bir mezar gibi üzerine çökerken, aniden Melek’in boğazına yapıştı. On saniye boyunca sıktı. Gözleri kararmaya yakın bir anda gevşetti ellerini. Kızın gözlerine baktı. Ateş gibiydi. Gülümser gibi yaptı, ama bu bir tehditti. Geriye çekilmedi. Kendinden emin, hatta pişkin bir edayla karşılık verdi. "Sen mi dövdün?" dedi Melek tekrar. Sesi bu kez daha tiz, daha kırık ama daha tehditkârdı. Hızlı hızlı nefes alıyordu.
Ayhan alayla dudaklarını büktü. "Plaket vereceksen, evet ben dövdüm. Yaşlı kokoş kadın, konuşma konusunda epey iyi ama, yüzüne indirdiğim ilk yumrukta bayıldı. Uyurken o pis, yağlı vücuduna vurmak fazla zevk vermedi ama... Görev dedim, teknik el becerilerimi konuşturdum. Birkaç kırık, hafif iç kanama... Sonunda benden kurtuldu işte. Daha ne istiyorsun?" Melek’in yüzü bir anlığına dondu. Sözleri sindirmesi birkaç saniye sürdü. Ardından boğazı düğümlendi. Sesini zor çıkarabildi.
"Merve ve beni de Kenan Bey’in emriyle sen dövdün..." Ayhan omuz silkti. Gözlerinde utanmaz bir parıltı vardı. "Eee, ne olmuş? Bilmediğin bir şey mi? Canın yine mi dayak istiyor?" Fazla söylemişti. Haddini aşmıştı. Melek, kontrolünü kaybetti. Dizini hızla kaldırıp Ayhan’ın iki bacağı arasına sert bir tekme geçirdi. Ayhan bir anda yere çöktü. Ağzından küfürler savrulurken inlemeye başladı. Acıyla kıvranıyordu.
"Yine aynı yere vurdun, aptal kadın!" diye bağırdı.
Melek umursamadı. Başını eğmeden, sadece telefonu gösterdi. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu ama bakışları dimdikti. Güçlüydü. Bıkkındı. Korkmuyordu. Yılmamıştı. "Sakın bir daha benimle uğraşma. Bu sana son uyarım." dedi, sesi titremiyordu.
Ayhan küfretmeye devam etti. Melek onun sesini bile duymuyordu artık. Sanki kulakları kapanmıştı. Kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Kayıt alıp almadığına dair tek bir düşünce dolanıyordu zihninde. Şarjı bitmişti. Telefonun ekranı kararmıştı. Kaydetmemişti. En büyük kozunu, daha doğrusu tek silahını, cebinde çürütmüştü. "Bütün her şeyi kaydettim. Bir daha karşıma çıkarsan polise veririm." dedi, yalan söylüyordu ama Ayhan bu yalanı gerçek sandı.
Bu adama olan öfkesiyle geri geri giderek asansörden çıktı. Panik ve korku karışımı bir çırpınışla koridorda birkaç adım attı. Bir duvara yaslandı. Nefesi yetmiyordu. Tüm bedeni titriyordu. Ne yapmıştı? Nasıl bu hataya düşmüştü? Bu kadar büyük bir belayı başına kendi elleriyle sarmıştı. Artık çok geçti. Artık geri dönüşü yoktu. Kendi gazıyla yaktığı ateşin içine yürümüştü. O bir ölüydü artık. Yaşayan, nefes alan ama ölümünü sayan biri. Ayhan gibi bir adam onu er ya da geç bulurdu. Ve öldürürdü. Hem de vahşice.
Derin bir nefes aldı. Bastırdığı gözyaşlarıyla birlikte Murat Arsel’in odasına doğru yürüdü. Kapıyı çalmadı. Zaten gücü yoktu. İçeri girdi. Murat telefonda hararetle konuşuyordu. Hakan’a bir şeyler anlatıyor gibiydi. Melek’in titreyen bedenini görünce konuşmayı yarıda kesti ve ayağa fırladı.
Melek hiçbir şey demeden, odanın köşesindeki kum torbasının önünde durdu. Gözleri hâlâ yaşlıydı ama kararlıydı. Yumruklarını sıktı. Kum torbasına ilk vuruşunda parmakları acıdı ama durmadı. Tekrar tekrar, gittikçe daha hızlı ve daha sert vurmaya başladı. Kum torbası her darbeden sonra sarsılıyor, neredeyse devriliyordu.
Murat sessizce izledi. Neden böyle olduğunu bilmiyordu. Ama Melek’in öfkesinin içine dolan bir acı vardı.
"Ellerin acıyacak. Lütfen dur..." dedi ama yanına yaklaşmadı. Melek’in şu an kimseye yaklaştırmayacak bir aurası vardı. Öfkesi bedene bürünmüş gibiydi.
"Neden... Neden tek suçlu kendim olduğumu hissediyorum? Ben bir şey yapmadım..." dedi Melek, kum torbasının önünde yığılarak yere çökerken.
Murat birkaç adım attı, ama hâlâ temkinliydi. "Birisi sana bir şey mi dedi? Esila mı, Salih mi, babam mı... Kimse söyle, ben konuşurum. Hallederiz."
"Hayır... Hayır, kimse bir şey demedi..." dedi Melek. Burnunu çekti. Titriyordu.
"O zaman ağlama. O gün işten çıkarken gözümün önünde dökülen gözyaşlarının hesabı hâlâ sorulmadı. Bugün de aynı şekilde ağlatan kim varsa, ister aynı kişi olsun ister başka biri... O hesabı da soracağım. Sadece anlatmanı bekliyorum. Zaman tanıyorum. Ama şimdi... Şimdi ağlama olur mu?"
"Ol... olur. Ağlamam." dedi Melek kekeliyerek. Dudaklarını ısırdı. Artık ağlamak istemiyordu. Ama içinde fırtınalar kopuyordu. Her şeyi konuşarak çözebileceğine inanan bu adamdan hem hoşlanıyor hemde nefret ediyordu... Çünkü çözülmeyen şeyler vardı. Karanlık şeyler. Ölüm gibi. Tehdit gibi. Ve Melek bunu anlatamazdı.
Kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı. Gözlerini kaldırdı. Bakışlarında bir gurur, bir meydan okuma vardı. "Ne de olsa ölümlü dünya. Bugün varım, yarın yok olabilirim. Siz de artık anlamalısınız. Her şey konuşarak çözülmez. Bazen çözüm dediğiniz şey, elinizde patlar. Büyüyün artık. Hayat çözüm, para ve kadından ibaret değil." Başını dik tuttu. Konuşması bittiğinde Murat ona gülümsüyordu. Gerçekten gülümsüyordu. "İlk defa biri bana bağırırken mutlu oldum. Anlamsızca azarlanıyorum ama iyi geliyor. Devam et, lütfen. Dinliyorum seni."
Gülümsemesi yüzünün her köşesine yayılmıştı. Melek bir anlığına sinirlenmekle birlikte, onun bu rahatlığı karşısında ne yapacağını bilemedi. "En iyisi ben gideyim. Seni mutlu etmek için bağırmak gibi fetişlerim yok." dedi. Hafifçe reverans yaptı. Gözlerini yukarıya kaldırarak yaramaz çocuk gibi bir bakış attı. "Gidiyor musun? Tam da bu durumdan hoşlanmaya başlamıştım."
"Ayy. Ne sinir bozucusun." dedi Melek. Göz yaşlarını koluyla silerek homurdandı. Ama içinde, kalbinin bir yerinde küçük bir gülümseme kıvrılıyordu. Onu bastırmak zorundaydı. Şu anda değil. Şu anda zaaflara yer yoktu. Murat’ın saçları parlak, kahverengi ve kıvırcıktı. Aşırı tatlıydı. Bu adam istemsizce sempatik olma yarışmasına girse açık ara birinci olurdu. Melek istemese de içinden gülümsedi. Eskisi gibi, çocukkenki gibi gülümsemek istedi bir anlığına.
"Teşekkür ederim. Sayenizde biraz daha iyiyim. Kum torbasının işe yaradığını görmek mutlu etti beni." dedi sessizce. Tüm o duygusal fırtınaya rağmen, söyleyebildiği tek şey minnettarlıktı. Bu cümle bile bir mucizeydi. Murat, onun omuzlarından tuttu. Kendisine çevirdi. Dudaklarını büzdü. "Ben adam yemem. Benden böyle kaçma, kötü hissediyorum." dedi. Sonra elini Melek’in çenesinin altına yerleştirdi. "Hele ki... Asi kül kedisinin cam ayakkabısını giydirmeden asla kaçmayı düşünme." dedi ve göz kırptı. Melek'den tepki almamak için iki adım geri çekildi. "Bayan Kapya..." Melek büyülenmiş gibi ona döndü. Ağzına soyismi ne kadar yakıştığını düşündü. "Sanırım sabırlı olmayı öğrenmem lazım. Bana öğretir misin?"
_________
Yeni bölümde görüşürüz 🫠☺️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |