
Selam Canlar ☺️
Yorum ve beğeni yaparak başlayalım olur mu 🫶
________________
Kapının önüne geldiğinde aynı anda dış kapı açıldı. Karanlığın içinden süzülen birkaç gölgeyle birlikte Murat'ı gördü. Gelen insanların ayak sesleri, boğuk konuşmaların arasında tek net seçebildiği ses onun sesiydi. Murat... Göz göze geldiler. O an dünya yerinden oynasa da umrunda olmayacaktı. Bunca zaman sonra onu görmüştü. Yanakları sızladı, gözleri doldu ama ağlamadı. Gülümsemek istedi. Acısını içinde bastırıp, dudaklarına bir tebessüm kondurmaya çalıştı. Murat yaklaşırken Melek gözlerini kırpmadan onu izledi.
Fakat kimse Kenan Bey’in sürünerek yere ulaşmaya çalışan siluetini fark etmedi. Adam, yere düşmüş silaha zorlukla uzanıyor, parmakları susturucuyu çıkarmaya uğraşıyordu. Başarmıştı. Melek’in sırtını hedef aldı. Bu şekilde ölmesine izin vermeyecekti. Sessizce değil. Herkes duymalıydı. Herkes Melek’in vücuduna giren kurşunun sesini duymalıydı. Herkes onun varlığının acıyla yok oluşunu işitmeliydi.
Kenan’ın sağ kolu uyuşmuştu. İğrenç iğnenin etkisiyle güçsüzdü. Bu yüzden sol eliyle tutuyordu silahı. Titriyordu. Gözleri kandan kırmızıya dönmüş gibiydi. Nefesi hırıltılı, bakışları bulanıktı. Ama nefretle parlıyordu. Tetikteydi. Bu son hamlesiydi. Melek’i sonsuza dek susturacak olan o lanet hamle.
“Melek dikkat et!” diye bağırdı Murat tüm gücüyle. Boğazı yırtılırcasına haykırdı. Ama Melek dönmedi. Kafasını bile çevirmedi. Gücü yoktu. Vücudu çoktan pes etmişti. Sadece gözlerini kapattı. Yavaşça. Sakın yapma diye mırıldandı. Belki kendi kendine. Belki Murat’a. Belki hiç kimseye. Sonra sadece bir ses duyuldu. Tek bir patlama.
Silahın sesi insan kalabalığının içinden bütün dünyayı yutmuştu. Herkes bir adım geri çekildi. Korku, hayret, çığlık... Ama Murat’ın dünyası sadece sustu. O an zaman durdu. Saliseler donduruldu. Sesler yok oldu. Kalabalık yok oldu. Her şey yok oldu. Geriye yalnızca Melek kaldı. Ve Murat.
Melek’in dizleri istemsizce çözüldü. Sanki ruhu çekilmiş gibi çöktü. Kulaklarını elleriyle kapattı. Ama sesi hâlâ duyuyordu. Başının içinde yankılanıyordu. Başını çevirmek istedi ama başı dönüyordu. Nefesi kesilmişti. Midesi bulanıyor, kusma hissi bedenini teslim alıyordu. Gözlerinin önündeki dünya bir tuvale döndü. Renkler karıştı. Şekiller silindi. Melek yalnızca bulanıklığın içindeydi.
Murat koşarken ayaklarının altındaki zemin kayıyordu sanki. Melek yere yığılırken o da peşinden diz çöktü. Ellerini onun saçlarına uzattı. Yapış yapış olmuştu. Saçları kana bulanmıştı. Parmaklarının arasından geçen her telde çaresizlik vardı. Kan ellerine bulaşıyordu ama umurunda değildi. Güzelliğini hiçbir yaranın örtemeyeceği yüzünü avuçlarının arasına aldı. Gözlerini görmeye çalıştı. Belki bir kıpırtı. Belki bir tepki. Belki bir umut.
Adamlar Kenan’ın üstüne çullanmıştı. Silah çoktan alınmıştı. Ama Murat’ın gözü kimseyi görmüyordu. Sadece Melek. Sadece onun nefesi. Sadece onun varlığı.
“İyi misin? Cevap ver Melek, iyi misin?” dedi titreyen sesiyle. Sarıldı. Sımsıkı. Üşüyordu. Titriyordu. Terliyordu. Ama sarıldı. “Ambulans çağırın, çabuk!” diye bağırdı. Sesi çatladı. Nefesi boğazına takıldı. Melek’in göğsünün inip kalktığını görmek için gözlerini kısarak baktı. Ama düzenli değildi. Nefesi vardı ama sanki gitgide yavaşlıyordu. Şoktaydı. Gözleri açık ama ifadesizdi. Baktığı her şeyin ötesindeydi.
Murat ellerini onun yüzünden yavaşça çekti. Titreyerek vücuduna baktı. Kurşun nereye saplanmıştı? Nereye isabet etmişti? Belki kalbine... Belki ciğerine... Belki midesine... Bilmiyordu. Narin bedenini dikkatlice kolunun üstüne aldı. Onu dizlerine indirdi. Yere yatırmaya kıyamıyordu. “Melek iyi misin? Vücudunda sana ağrı veren, canını acıtan bir yer var mı? Bakmama izin ver. Aç gözlerini. Sakın uyuma. Yalvarırım.” Yutkundu. Sesi çıkmadı. Cevap yoktu. Murat’ın gözleri büyüdü. Korku damarlarını sardı. Umutsuzluk çöktü üzerine. Elinden kayıp giden bir hayat gibi hissetti.
Başını çevirdi. “Salih!” diye bağırdı. Salih zaten onların yanına gelmek üzereydi. “Lanet olsun! Yolunda gitmeyen bir şey var. Ambulansı arasana çabuk. Acil!” Kalabalığın içinden birkaç kişi ellerinde telefonlarla sağa sola koşturuyordu ama Murat yalnızca Salih’e güvenebiliyordu.
“Melek ses ver. Kafayı yiyeceğim. Yaralı mısın? Gözlerini aç. Sözümü bir kerecik dinle. Aç gözlerini. Ne olur uyan.” dedi yalvararak.
Salih telefonda konuşmasını bitirdi. Yanaştı. “Çekil. Bir de ben bakayım.” dedi. Hemen Melek’in başını dikkatlice çevirdi. Saçlarının içindeki koyu kırmızı lekeye dokundu. Parmağını geri çektiğinde kan kurumuştu. Çoktan oradaydı. “Başında kurumuş kan var. Başı kötü darbe almış. Fazla sarsma. Ölecek gibi de sıkma kızı. Nefes almak için alan aç. Nabzına baktın mı?” diye sordu. Murat’ın ona verdiği boş bakışlar her şeyi anlatmıştı. Düşünememişti. Tek düşündüğü şey kaybetmemekti.
Salih onun omzuna dokundu. “Tamam sakin ol birader. Mermi vücudunun neresine isabet etti diye de bakmak lazım.” dedi. O cümleyle Murat, tekrar Melek’in yüzüne döndü. Gözlerinde korku vardı. Çaresizlik vardı. Ama en çok da sevgi vardı. Tertemiz. Gerçek. Ölümün kıyısındaki sevgi.
“Melek. Kalk. Çabuk kalk. Artık seninle kavga etmeyeceğim. Bir daha, herhangi bir sorunun oldu mu, hemen öğrenmek için çaba harcayacağım. Beni kendinden uzaklaştırma. Bu kadar uzun süre acı çektiğin için ben de suçluyum. O gün bu işin peşine düşmeliydim. Beni affet. Yalvarıyorum kalk. Sakın ölme. Sakın beni boşluğa itme. Uyan.” dedi. Kelimeleri dudaklarından değil, kalbinden dökülüyordu.
Murat’ın gözleri ilk kez bu kadar doluydu. İlk kez ağlamanın eşiğindeydi. Soğuk, mesafeli, kontrollü adam gitmişti. Yerine aşkın sınırlarında deliliğe sürüklenen bir adam gelmişti. Parmakları Melek’in yüzünde dolaşırken, solukları kesildi.
Bir kıpırtı. Hafif. Zorla. Göz kapakları oynadı. Minicik. Ama fark edilmemesi mümkün değildi. Sonra gözlerini hafifçe araladı. Maviyle karşılaştı. Murat’ın gözleriyle. Kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı. Zorlandı. Ama başardı. “Aynı kuzenine benziyorsun...” dedi Melek. Kelimeler güçsüzdü. Ama içlerinde hayat vardı. Zorlukla da olsa gülümsedi. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Murat’ın yanağına doğru...
O an Murat, kalbinin hâlâ atabildiğini anladı. Melek yaşıyordu. Melek konuşmuştu. Ve Murat, hayatında ilk kez bir kelimeye bu kadar çok tutundu. Bu kadar çok sarıldı. “Kulağım ikiniz yüzünden bir gün patlayacak. Salih’in dediği gibi nabzıma bakmak yerine ağıt yakıyorsun.” Melek tükürüğünü yutarak boğazını ıslattı. Sesi kısık ama ifadesi yerindeydi. Yine de konuştuğu her cümlede soluk alışverişi artıyordu.
“Sadece biraz gözlerimi kapatıp mermiyi vücudumda hissetmediğim için seviniyordum.” dedi. Başını hafifçe arkasına döndürüp gökyüzüne kısa bir bakış fırlattı. Yüzündeki sızı ifadesi sabitti. Sonra yeniden Murat’ın yüzüne çevirdi bakışlarını. “Ahtapot olmaya devam mı edeceksin? Uyandım. Bırakabilirsin.” dediğinde sesi daha netti. Ama yine de zayıftı. Yine de Murat sessiz kalmaya devam etti. Gözlerinde hâlâ endişe, hâlâ öfke ve belki de hafif bir pişmanlık vardı.
Melek, Murat’ın hâlâ onu bırakmamasına daha da öfkelendi. Bu adamın şefkatli bakışları altında acısını unutmaya başlaması onu çıldırtıyordu. Bu kadar kolay mıydı? Bu kadar çabuk mu silinecekti yaşadıkları? Ve bu kadar hızlı mı karışacaktı duygular?
“Ölmedim dedim ya. Bırak da ayağa kalkarak bana silah doğrultmak neymiş göstereyim arkadaki fıçıya.” dedi. Sesi titrek çıkmasına rağmen kelimeleri nettir. Murat’ı itti ama yerinden milim oynatamamıştı. Sanki bir dağa karşı koyuyordu. Adamın yüzündeki bakış değişmedi. Hâlâ o yumuşak, koruyucu ve uslanmaz sevgiyle dolu gözlerle ona bakıyordu.
“Hadi ama bırak beni. Alışkın değilim bu şekilde durmaya. Böyle durmaya devam edersem üzerine kusabilirim. Zaten her zerrem, üzerine yattığım su yüzünden titriyor.” Gözlerini kısmıştı. Dudakları çatlamış, vücudu hâlâ şokun etkisindeydi. Ama sesi kararlıydı.
“Bıraksana beni. Aa bırak. Sesim zaten kısık, bağırtma artık.” dediğinde artık sinirle yorgunluk arasında gidip gelen bir kadındı.
Ama Murat onu dinlemiyordu. Ya da dinliyor ama umursamıyordu. Onu kollarından bırakmadı. Tam aksine, kendisine daha da yaklaştırdı. Melek’in her “bırak” sözünü duymazdan geldi. Onu göğsüne alıp sıkıca sarıldı. “Amazon sekreterimin şimdi dinlenmesi lazım. Ölmediğin.” dedi fısıltıyla. Cümlenin ağırlığı Murat'ın içine oturdu. Başını hayır anlamında salladı. Dudaklarını büzdü ama kelime dökmedi.
“Yaralanmadığın için çok mutluyum. Senin yerine zevkle onların icabına bakacağım.” dedi Murat. Elini yavaşça saçlarına götürdü ve oraya minicik bir öpücük kondurdu. Gözlerini kapatırken, bu temas Melek’in sinirlerini değil, içini titretti. Her şeye rağmen, bu adam ona iyi geliyordu.
“Tamam mı? Sen sadece dinlen. Gerisini ben halledeceğim.” dedi. Ama sanki ne dediğini bilmiyordu. Belki de kendi duygularının bile farkında değildi. Melek için ölmeye yemin etmiş gibiydi. O an yalnızca tek bir görevi vardı. Onu korumak. Melek, adamın göğsüne hapsolmuştu. İtiraz edemeyecek kadar yorgundu. Murat’ın keskin, yoğun ama aynı zamanda iç ısıtan kokusu burnuna doldu. Nefesini tutmak istese de başaramadı. Bu adamın dokunuşu, kokusu ve sesi, bütün sinir uçlarını felç ediyordu.
Saçlarını bu kadar darmadağın, kan içinde bir haldeyken bile öpen adamın bu tutumu, onu afallatmıştı. Başını salladı. Tamam anlamında. Başka da diyecek takati kalmamıştı. Dudakları hareket etmedi. Gözleri yorgundu. Kirpikleri bile ağırdı.
Salih biraz geriden onları izliyordu. Birbirlerine sarılmış bu iki bedenin oluşturduğu görüntü kalbinin bir yerine dokundu. “Demek ki aralarında tatlı bir şeyler oluyor. Hayırlısı.” diye içinden geçirdi. Ama sonra Murat’ın sarılışına, Melek’in hâlâ havada kalmış ellerine baktı. Sanki Melek’in ruhu bir eliyle hâlâ kararsızdı. Gülümsedi.
Bulundukları yer bu sahne için uygun değildi. Ama yine de içinden geçen düşünceyi susturamadı. Yarışma olsa, Tatlı çiftler listesi”nde birincilik değil ama kesin ikincilik alırlardı. Birincilik için iki tarafın da aynı tutkuyla sarılması gerekiyordu. diye düşündü. “Ne o öyle? Elinden kaçacak gibi sarmışsın. Ellerinin bağını çöz de kız nefes alsın. Melek’i buradan çıkartalım. Polisler birazdan gelir. Kıza soru sorarak bunaltmasınlar.” dedi Salih. Elini Murat’ın omzuna koyarak yavaşça dürttü.
Murat bakışlarını Melek’ten ayırmadan kaşlarını çattı. Kolunu sıkıca sardı. “Onu ben düşünüyordum. Tam aklımda olan düşünce buydu. Sen yine fikrime limon sıktın.” dedi. Dudaklarını büküp Melek’e döndü. “Salih’in dediklerini an itibariyle duyma. Adam düşüncelerimi okuyor.” Melek’in kulaklarını şakacı şekilde kapattı. Melek kıpırdamadı. Tepkisizdi. Ama gözleriyle “yeter artık” dediği çok açıktı.
“Şimdi buradan seni çıkartalım.” dedi Murat. Yavaşça doğrulmaya başladı. Ardından Melek’i dikkatlice kucağına aldı. Birlikte ayağa kalktılar. “Aa bırak beni. Ne yapıyorsun? Bıraksana. Kendini ne sanıyorsun?” Melek’in ses tonu sertti ama çırpınışları zayıftı. Kollarıyla Murat’ın göğsüne vurarak kendisini uzaklaştırmaya çalıştı. Ancak hareketleri o kadar güçsüzdü ki, etkisiz kaldı. Murat gözlerini kısmadan ona baktı.
“Ya biraz sakin ol. Ben seni güzel bir yere götürene kadar kucağımda uyu.” dedi. Gülümseyerek göz kırptı. Ardından başını Salih’e çevirdi. “Polislerle konuş. Bu iki dallamayı birkaç saat misafir edeceğimizi söyle. Özel izin gerekiyorsa babamın ismini ver. Emniyette tanıdığım var deyip duruyorlardı. Bakalım tanıdığı var mı? Yoksa beni korkutmak için mi numara yapıyordu? Ben birazdan gelirim. Ben gelmeden elini bile sürme. Bakalım güçleri neye ve kime yetiyor.” Melek’i daha sıkı sararak yürümeye başladı.
Tam birkaç adım atmıştı ki, bir şey hatırlamış gibi durdu. Geri döndü. Salih’e dik dik baktı. “Babamın kulağına ben gelmeden haber gitmesin. Kumaşları çalıyorlar gibi asparagas sözler söyle. Polisler alınca gerçeği söyleriz.” dedi. Salih’in cevabını beklemeden yürümeye devam etti.
Melek istemsizce başını onun göğsüne yasladı. Elleri sarkmıştı. Savaşmak istemiyordu artık. Titreyen vücudu, nabzı yükselmiş kalbi, çatlamış dudakları... Her şeyiyle tükenmişti. Murat’ın adımları sağlamdı. Sırtındaki kadının varlığını gururla taşıyordu. Onun için artık geri dönüş yoktu.
"Nereye götürüyorsun beni? Konuş, delirtme. İndir beni, indir." Ayaklarını acımasına rağmen çırpıyor, kollarıyla Murat’ı itekliyordu. Acı sızılar bacaklarına yayılıyor, kalçasına saplanan sancı her hamlesinde daha da şiddetleniyordu. Ama umursamıyordu. Kendini bu adamın kollarında daha fazla hissetmek istemiyordu. Gururu, canının önüne geçmişti. Kendini savunabilecek tek alanı hâlâ direnciydi.
Murat yarım bir gülüşle, kucağındaki kızın bu çaresizce debelenmesine baktı. Yüzü, öfkeyle keder arasında gidip geliyordu. Şu an yanağını ısırıp, dudaklarını öpmek vardı. Ama sonra daha kötü olurdu. Melek’in kırılgan yapısı, yaşadığı onca şeyden sonra artık şakaya, yakınlığa bile tahammül edemiyordu. İstemeden onu daha da yaralayabilirdi. Bu yüzden kendine hâkim oldu. İçinde taşıdığı öfke ve koruma arzusu birbirine karışmıştı. Depodan çıktılar. Soğuk ve kasvetli duvarların ardından gelen loş koridor biraz daha ferah gelmişti. Orta büyüklükteki boş odaya geldiklerinde Murat yavaşça eğildi ve Melek’i dikkatlice yere indirdi. Ellerini tuttuğu gibi bırakmadı önce. Baktı yüzüne. Gözleri yaşla doluydu ama başını eğmişti. Murat, kendi yutkunmasına hâkim olamayarak ellerini serbest bıraktı.
Pes ediyorum. Bu söz zihninden geçip dudaklarından döküldü. Belki de ilk kez bir kadına karşı, böyle açıkça geri çekiliyordu. Ellerini havaya kaldırdı. Boynunu, masum bir çocuk gibi eğdi. Gözlerinin içi bile suçlu bakıyordu artık.
"Nereye gidiyoruz diye soru sordun. İzninle cevap veriyorum. Üst kata. Nereye olacak? Başka bir yere mi gitmek istiyorsun?"
"Hayır. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Hem sen neden Burhan Altıntop’un cikosu gibi masum ve ağlak halde duruyorsun? Bu halde olması gereken benim. Üzülüyormuş gibi yapma." Melek’in sesi yorgun ama kararlıydı. Derin bir nefes aldı. Dizlerinden yayılan ağrıya rağmen ayakta duruyordu. Sırtındaki ürperti hala geçmemişti. Karanlık deponun kokusu, çürümüşlük ve nem karışımı, hâlâ burnundaydı.
Bakışları, kendisini zorla kapattığı yere kaydı. Şimdi gözleri soğuk ve isteksizdi. Dudakları arasından dökülen kelimeler, donuk bir öfkeyle örülüyordu. "Polisler gelince Ayhan olacak o adam kılıklı şeytanın beni nasıl öldürmek için işkence yaptığını ve bundan zevk aldığını söyleyeceğim." Sesi titriyordu. Elleriyle saçlarını kavradı. Parçalanmış bir sabırla devam etti. "Şu halime bak. Hiçbir suçum yokken yapmadıkları işkence kalmadı. Yetmezmiş gibi o sapık Kenan ayısı, tecavüz etmek istedi. Kadın olduğum için kolaylıkla bana bunları yaptılar." Sustu. Gözyaşları sessizce akmaya başladı.
"Onlara rahat nefes aldırmayacağım. Yemin ederim ne yaşadıysam yaşatacağım. O kadar korktum ki. Bu korku yaşadığım en saf korkuydu." Sözleri boğuklaştı. Kendisini daha fazla tutamadı ve Murat’ın kollarına gömüldü.
Murat’ın vücudu bir anda taş kesildi. Duydukları, içinde yıllardır susturduğu tüm öfkeleri uyandırmıştı. Bir kadına, hele ki Melek gibi zarif bir kadına şiddet uygulamak için iki erkeğin bir araya gelmesi... Akıl almazdı. Boğazındaki düğümü yutamadı. Sekreterinin her zaman gülen yüzü şimdi gözyaşlarıyla solmuştu. O kahverengi gözleri, artık bir çocuğun değil, savaşlardan çıkmış bir kadının gözleriydi. Acı içindeydi. Murat'ın gözleri öfkeyle kıvılcımlandı.
"Sorun yok. Şimdi ben yanındayım." Tek isteği, onu sakinleştirmekti. Ama içi yanıyordu. Melek, Murat’ın göğsüne elini koydu. Soğuk bir dokunuşla itti.
"Sen ne biçim insansın? İnsanın acısına da mı hürmet etmiyorsun? Her cümlen batıyor." Gözlerini Murat’tan kaçırmadan bakıyordu. Murat bir adım attı. Melek geri çekildi. Aralarındaki mesafe artıyordu ama bağırışlar azalmak bilmiyordu.
"Bu teşekkür etme şeklin herhalde." Murat bir adım daha yaklaştı. Gülümsemeye çalıştı ama gülüşü kırık bir aynadan yansımış gibiydi. "Senin gibi her konuda dalga geçen insanlardan nefret ediyorum." Melek’in sesi kısık ama sertti. Soğuk suda uzun süre kalmaktan boğazı şişmişti. Ama yine de direncinden ödün vermiyordu. Ardına döndü. Kendini daha fazla küçük düşürmek istemiyordu.
"Polislerin gelmesini bekleyeceğim. Onları hapse yollamak için tanık gerekir. Ben kurban olduğuma göre beklemeliyim." Cümlesini kurar kurmaz yürümeye başladı. Adımları yavaştı. Topallıyordu. Ama yürüyordu. Arkasında kalan kişinin peşinden gelmesini bekliyordu. Bekledi. Fakat gelmedi. Yalnız yürümeye devam etti.
Depo kapısının önünde Salih, birkaç adamla konuşuyordu. Plan yapıyorlardı. Melek’in topallayarak geldiğini görünce adamları içeri gönderip kıza döndü. Bakışları endişeliydi. "Doktora gitmen gerçeğini neden es geçerek buraya tekrar geldin? Murat nerede ve seni neden tek başına bıraktı?"
Melek sulanan gözlerini kırpıştırdı. Bakışlarını yere indirdi. Birkaç saniye susarak içini bastırmaya çalıştı. Sonra derin bir nefes alıp başını kaldırdı. İçeriyi işaret etti. "Beni zorla buraya getirirken. O şiddet bağımlısı Ayhan’ın yaptığı her şeyi tek başıma göğüsledim. Kimseye ihtiyacım yok. Olmadı. Olmayacak."
Sözleri henüz bitmişti ki koluna çarpan bir gölge hızla içeri daldı. Murat’tı. Gözleri alev alevdi. Hışımla üzerindeki blazer ceketini çıkarıp yere fırlattı.
"Bırakın şu itleri." diye bağırdı içeridekilere. Salih ve Melek şaşkınlıkla arkasından bakıyorlardı. Ne yapacağını kestiremiyorlardı.
Murat, Ayhan’ın yakasına yapıştı. Tek bir yumrukla yere serdi. Ardından dizini kaldırarak karnına bastırdı. Ayhan kıvranıyordu. İğne yüzünden hareketleri kısıtlıydı. Ama aldığı darbeler hareket kabiliyetini de, acıya dayanıklılığını da sıfırlamıştı. Ayhan bayılana kadar tekmeledi. Ardından Kenan’ın yanına gitti. Ayağıyla adamın kafasına sert bir darbe indirdi. Yerde iki büklüm yatan adamın çenesini tuttu, yüzünü kendine çevirdi. "Neden ulan neden? Aklım almıyor. Merve’nin de Melek’in de hakkını kimse aramaz sandınız değil mi? Siz ikiniz nasıl bir cahillik yaptığınızın farkında bile değilsiniz. Size göstereceğim. Biraz daha bekleyin. Şimdi yaşadıklarınız sadece kısa bir özetti. Akşam filminizi çekeceğim. Allah şahit olsun. Başrol de siz olacaksınız." dedi ve adamın suratına tükürüp ellerini çekti.
Melek’e bile bakmadan Salih’in yanına yürüdü. "Bakma öyle. Akşam için antrenman yaptım. Hani şu tekinsiz dediğimiz biri vardı ya, onu ve arkadaşlarını arasana. Biz yorulunca onlar devralır. Dönüşümlü döveriz. Esila’yı da ara. Giyilecek bir şeyler alıp gelsin. Oyalanmasın." Salih’in omuzuna dokundu.
Sonra Melek’e döndü. "Hadi Melek. Yeterince Salih’e derdini anlattıysan gidelim." Kırılmıştı. Kız ona karşı böyle soğukken, Salih’e karşı yumuşaktı. Melek, dudağını ısırdı. Gözlerini kaçırmadan arkasından yürümeye başladı.
Birkaç dakika boyunca hiç konuşmadılar. Kavga ettikleri o ilk yere geldiklerinde ikisinin de kalbinde bir sessizlik yankılanıyordu. Ne Melek, ne Murat konuşmak istiyordu. Ama ikisi de aynı soruyu sessizce soruyordu.
“Bundan sonra ne olacak?”
Merdivenin olduğu tarafa doğru yavaşça ilerliyorlardı. Melek’in topallayan adımları, yavaşlığıyla Murat’ı bile duraksatmıştı. Arkasında yürüyen adamın ayak sesleri, sessizliğe gömülü bir öfkeyi taşıyordu. Oysa Melek’in içinde bambaşka bir karmaşa vardı. Vücudu yorgundu. Ruhundan daha az değil.
Tam merdiven dönüşüne geldiklerinde, Melek durdu. Ses tonu sabırlıydı ama içinde tuttuğu sitem dışarı taşmamak için direnemedi. "İlla her durumda güç gösterisi yaparak kendinizi mi gösterirsiniz?" dedi başını yana çevirerek. Murat duraksadı. Yüzünde alaycı bir tebessüm oluştu ama gözlerinde ince bir sızı belirdi. Dudaklarını aralayarak cevap verdi.
"Ne bekliyordunuz? İnanılmaz, müthiş gibi cümlelerle pohpohlanmanı mı?"
Sesi ciddiydi ama içinde ironi de vardı. Murat kaşlarını çattı. Gözleri hâlâ kızgın ve kırgındı. Merdivenlere yaklaşmışlardı.
"Merdivenlere geldik." dedi Murat, konuyu değiştirmek istercesine. Ardından Melek’e doğru bir adım atarak hafifçe eğildi. "Seni şimdi kucağıma almak zorundayım."
"Hiç de bile. Ben merdivenleri çıkarım." Melek, inatçı bir tavırla kollarını göğsünde birleştirdi. Kararlıydı. Gözlerini kısarak Murat’a dik dik baktı.
Murat başını hafifçe salladı. Direnişine hayran kalmış gibiydi. "Tamam öyle olsun." dedi yumuşak bir ses tonuyla. Fakat ne yapacağını da bilmiyordu. İlk kez bir kadının karşısında bu kadar çaresiz hissetmişti. Her sözüne karşılık bulmaya çalışırken, ilk defa sesini yükseltmeden azar işitmişti. Melek’in sözleri onu tuhaf bir şekilde işe yaramaz hissettirmişti.
Kızın önünden gitmesi için eliyle hafif bir jest yaptı. Nazik bir “buyur” edasıyla yol gösterdi ama Melek’in yüzündeki ifade sertleşti. Bu bile sinirlenmesine yetmişti. Melek, öfkesini içinde tutmaya çalışarak merdiven trabzanına sıkıca tutundu. Adım adım yukarı çıkmaya başladı. Her adımda acı çekiyordu. Bacağı zonkluyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Arkasındaki adamın bunu fark etmesini istemiyordu. Güçsüz görünmekten nefret ediyordu.
Murat, birkaç adım geriden onu izledi. Ardından biraz neşeyle konuştu.
"Melek. Sana bir masal anlatayım mı? Merdivenden çıkarken zaman su gibi geçer." Melek başını geriye çevirdi. Gözleri kısılmıştı. "Masallardan hoşlanmam. Beni güçsüz yakaladığınız her an masal anlatma huyunuzdan vazgeçin." Kızın kararlılığı Murat’ı şaşırtmamıştı. Bekliyordu. Ama yılmamıştı. "İyi sen dinleme o zaman. Ben kendi kendimi şımartayım. Zaten şımarık biriydim, gözünde. Öhö, öhö. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Büyük bir şirketin tam göbeğinde, güzeller güzeli bir sekreter yaşarmış."
Melek gözlerini devirdi. Sesi tehdit edercesine çıkmıştı. "Benden mi bahsediyorsun sen?" Murat, umursamaz ama sevimli bir gülüşle cevapladı.
"Çirkin sekreter demedim. Güzel bir sekreter dedim. Üstüne basa basa söyledim hem de."
"Offf..." Melek yürümeye devam etti. İçinden kendine kızıyordu. “Ne diye sordum ki?” diye söylendi. Onunla konuşmak istemiyordu ama susmak da başaramadığı bir şeydi. "Öhö, öhö. Nerede kalmıştım? Hıı, buldum. Bu sekreterin dillere destan, uzun mu uzun bir dili varmış." Tam devam edecekti ki Melek durdu. Arkasını dönerek, kaşlarını kaldırdı. "Sen benden..." Derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilemedi. Siniri yine kelimelerle yarışıyordu. "Devam et. Zaten ben dinlemiyorum." dedi ve bir basamağa oturdu. "Yoruldum. Biraz dinleneceğim."
Murat, içinden bu haliyle onu bir tabloya koymak istediğini düşündü. Ama susmayı seçti. Gülümsedi. Merdivenin yanındaki duvara yaslanarak kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
"Bir gün güzel sekreterin önüne kötü cadılar çıkmış. İki tane koca göbekli cadı, bu güzel sekreteri tutsak etmiş."
Melek kafasını dizlerinin arasına gömdü. Yine de sözlerini tutamayıp mırıldandı.
"Her masalda bir cadı mutlaka olur. Senin masalında neden iki cadı var?"
Bunu söylediği için kendine kızdı. Ama sustu. Murat'ın anlatmasını istemese de devam etmesini bekliyordu. Bunu ikisi de biliyordu. "Bana ne? Kaç cadı olursa olsun. Senin dinlediğimi de sakın düşünme."
Murat gözlerini kısmıştı. Oynadığı oyunun farkındaydı. Sesi biraz daha derinleşti. Anlatırken kelimeleri daha dikkatle seçti. "Bu güzel sekreter bir gün bir olaya şahit olmuş. Tereddüt etmeden o iki cadıdan kurtulmak ve masum bir kızı korumak için elinden geleni yapmış. Kazanmış. Ya da bir süreliğine kazandığını düşünmüş."
Melek başını dizlerinden kaldırıp Murat’a baktı. Sonra gözlerini yere kaçırdı. Sustukça boğuluyordu. Gözleri dolmaya başlamıştı. "Sonra kötü kalpli cadılar onu alıkoymuşlar. Onun insan olduğunu anlamaya gücü yetmeyen caniler, canını yakmışlar." Yanaklarından süzülen yaşları belli etmeden sildi. Sözleri, acıyı daha da büyütüyordu içinde. Gözleri bulanıklaşmıştı. Kendini toparlamaya çalıştı.
"Onların elinden kurtulmak için verdiği mücadele boşa gitmemiş. Özgür kalmış. Ama sonra... En zor anında yanında olamayan patronundan nefret etmiş. Bence yaşadığı şok yüzünden nefret etmiş." Bu cümlede Murat’ın sesi titremişti. Gözleri Melek’in gözlerini arıyordu. Sessizlik bir süre ikisinin arasında asılı kaldı. "Sonra ona yaşatılan tüm acının diyetini, yanında olmayı beceremeyen adamdan çıkartmak istemiş."
Melek mırıldanarak cevap verdi. "Hak etmiştir. Sekreterin canı mutlaka çok yanmıştır. Yoksa boşu boşuna kimseye acı çektirmez." Murat’ın gözlerinde derin bir burukluk oluştu. Melek başını eğdi. Bu hikayenin tam ortasında olduğunu biliyordu. "Haklısın. Devamını dinlemek ister misin?"
Melek belli belirsiz başını salladı. Utanmış gibiydi. Ama merakla da bakıyordu. "İyi kalpli olmak için çabalayan bu adamın, sekreterinin onu kötü biri olarak görmesi canını çok yakmış. O yüzden kötü adamlara gözünün önünde ceza vermeyi seçmiş. Sekreter yine hoşlanmamış. Oysa adamın tek istediği, onun canını yakanların canı fazlasıyla yanacağını göstermekmiş. Güçlü sekreterin, kendisi kadar güçlü bir koruması olduğunu bilmesini istemiş."
Bir selam verir gibi eğildi. Elini göbeğine koyarak teatral bir vücut diliyle söyledi.
"Hikayemiz bu kadar." Melek bir an sustu. Sonra bacağındaki ağrı dayanılmaz bir şekilde artınca ayağa kalktı. Destek almak için duvara yaslandı. İçinden geçenleri bastırmaya çalışıyordu. Belki de Murat’ı gereğinden fazla suçlamıştı. Belki de içinde patlayan her öfkeyi onun yüzüne haykırmak doğru değildi. Ama zor zamanlarda bile anlayış göstermek... Kolay değildi. Belki imkânsız da değildi ama çok zordu.
Gözleri yeniden buğulandı. Kendine hâkim olmaya çalıştı. Ama artık ağlamak, kaçamadığı bir ihtiyaçtı. Boğazı düğümlendi. Hızlıca burnunu çekti. Sonra arkasına döndü. Gözleri yere kayarken sesi kısık, utangaç bir tonda çıktı. "Beni taşır mısın? Ayağım... Adım atmama daha fazla izin vermiyor." Bu cümleyi söylediği an pişmanlık boğazına düğümlendi. Güçsüz görünmek istemiyordu. Ama artık gururu da taşıyamıyordu.
"Eğer taşımak istemezsen, sorun etmem."
Murat bir an bile tereddüt etmedi. Dudaklarında sıcak bir tebessüm belirdi.
"Büyük bir zevkle." dedi ve onu incitmeden, dikkatlice kucağına aldı. Melek hafifti. Zayıflamıştı. Yorgun düşmüştü. Ve bu yorgunluk artık Murat’ın kalbinde yankılanıyordu.
Hiçbir şey söylemeden yukarı doğru çıkmaya devam ettiler. Melek başını Murat’ın göğsüne yasladı. Gözleri kapalıydı. Ama içindeki fırtına, yavaş yavaş diner gibi olmuştu. Sessizlik konuşuyordu artık. Ve belki de bu, kelimelerden çok daha değerliydi.
İki kat, otuz basamaklı merdiven sürecinde Murat, Melek'i kucağında taşırken dikkatle, sarsmadan, sanki elinde kırılacak bir cam taşıyormuş gibi özenle ilerledi. Her adımda kalbinin atışı hızlanıyor, elleri titriyordu ama bunu belli etmemeye çalıştı. Melek’in yüzü hâlâ solgundu, gözleri donuktu. Ama en azından şu anda güvendeydi. Merdivenleri çıkıp, geniş demir kapının önüne geldiklerinde Murat, onu yere nazikçe indirdi. Ayakta durmasına yardımcı olurken bir yandan onunla göz göze gelmemeye çalışıyordu. O gözlere baktığında, içinde oluşan duyguların dizginlenemez olduğunu çok iyi biliyordu.
"Biraz bekleyelim. Esila şimdi gelecek." dedi. Sesi sakin ve güven vericiydi. Bir yandan da Melek’in yanağını usulca okşadı. Bu dokunuşta bir sahiplenme, bir özlem, bir özür gizliydi. Melek kendini geri çekmek istese de bu temasın anlamını biliyordu. Murat’ın, duygularını kelimelere dökemedikçe dokunuşlarıyla anlatmaya çalıştığını anlamıştı.
Melek’in gözlerinde bir şaşkınlık belirdi. “Esila ne alaka? Burası neresi bile bilmiyorum. Aklımı mı kaçırdım? Başımı farkında olmadan ağır bir darbe mi aldım?” dedi. Panikle etrafına bakındı. Mekânın loşluğu, tavanın yüksekliği, duvarlardaki raflara dizili kutular... Hepsi fazlasıyla yabancıydı. "Ormanın içinde depo gibi bir yerde miyiz? Hani olur ya, sene bilmem kaç. Ormanın içinde eski, metruk bir fabrika olur. Kokain, uyuşturucu satmak için. Uçlarda yaşayan, psikolojik açıdan rahatsız olan kişiler. Takıntı yaptığı insanları öldürmek için getirilen yerlerden mi burası?" dedi, gözlerinde hem korku hem ironi dolu bir bakışla. Murat gülümseyerek elini çenesine götürdü.
"Holding’in deposuna getirmişler seni. Yani en alt kat. Boş kutular, işe yaramaz kumaşların arasında. Kimsenin aklına gelmeyecek bir yer. Hayalindeki gibi metruk olmasa da... Tehlikeli olma özelliği tartışılmaz bir gerçek." dedi ve göz kırptı. “Tabii teknolojiyi ve beni es geçtikleri için planları suya düştü.” diye ekledi kendini över bir tonda. Melek sağ göz kapağını kaşıyarak onu küçümseyen bir ifadeyle baktı. “Neden kendini bu kadar yüksekte görüyorsun?” dedi. Sesi düşüktü ama siniri gizlenemezdi. Murat saçlarını geriye doğru tararcasına ellerini başının arasından geçirdi.
“Sen neden beni bu kadar aşağıda görmek istiyorsun?” dedi. Sözleri boğazında bir düğüm olmuş gibiydi. Melek yüzünden delireceğini düşündü bir an. Gerçekten, bu kız ona böyle bakmaya devam ederse... Aklına gelen düşünceler karanlıktı ama hemen bastırdı. Tam konuşacakken, kapı hızla açıldı.
Esila içeri girdiğinde elinde poşetler vardı. Panikle, poşetleri yere bırakarak Melek'e sarıldı. "İyi misin? Sana bir şey olmadan kurtulduğun için çok şükür." dedi. Sarılmanın ardından hemen karşısına geçip torbadan çıkardığı kıyafetleri gösterdi. “Bunları şimdi aldım. Salih beni aradı, rahat kıyafetlerin lazım olduğunu söyledi. Gel, şurada giyinelim.” dedi. Melek’in koluna girip deponun karanlık köşesine geçtiler.
Esila bu olayı anlatmak için İkbal hanım ile konuşurken yaşlı kadın yaptığı şakayı da söylemişti. Melek adında bir kadının geldiğinin sadece bir yalan olduğunu söyleyince Esila yüzleştiği bu gerçekle daha fazla utandı. Günlerce Melek'e eziyet etmişti. Şimdi pişmanlıkla kıyafetlerini giymesine yardım ediyordu.
Esila ve Melek çıkmıştı. “Haydi gidelim.” dedi Esila. Murat bakışlarını Melek’e çevirdi. Üzerindeki yeni kıyafetler içinde oldukça sade ama etkileyiciydi. Üstündeki hırka kalçalarına kadar uzanıyordu, altında düz siyah bir elbise vardı. Saçları toplanmış, yorgun ama dimdik bir duruşla bakıyordu etrafa. İçinden "İşte bu kadın" dedi. Ne yaşarsa yaşasın, dimdik ayakta kalmaya çalışan bir ruh. Yavaşça yürümeye başladılar. Ama birkaç adım sonra Melek’in bacağı boşaldı, olduğu yere düştü.
“Melek, canın yandı mı?” diye sordu Murat telaşla. Başını hayır anlamında salladı. Esila da diz çökmüştü yanına. “Özür dilerim. Farkında olmadan hızlı yürüttüm seni.” dedi pişman bir sesle. Melek başını iki yana sallayarak gülümsedi. “Alışığım, merak etme.” dedi. Bu, gün içinde verdiği ilk içten gülümsemeydi. Esila’ya bakışlarında sitem değil, anlayış vardı.
Yeniden kalktılar ama bu kez Melek çok daha ağır adımlarla yürüyordu. Ağrısı her saniye daha fazla artıyor, bacakları titriyordu. Birkaç adım daha atabildi. Sonra olduğu yere çöküp başını elleri arasına aldı. “Yürümeye takatim yok.” dedi ve gözyaşları sessizce süzüldü. Artık kendine hakim olamıyordu. Bunca acı, bunca mücadele... Hepsi birikmişti.
Murat dayanamayıp onu tekrar kucağına aldı. Melek ilk başta tepki vermeye çalıştı ama Murat gözlerinin içine bakarak konuştu. “Sakın tahmin ettiğim hareketleri yapma. Konuşmak, debelenmek, beni istemediğini belirten cümleler kurmak yasak. Başını omzuma koy. İster ağla. İster gözlerini kapat. İster sus. Ama sadece rahatla.”
Bu kez Melek direnmeyi bırakıp, boynuna kollarını doladı. Kafasını Murat’ın omzuna koydu. O kadar yorgundu ki. O kadar tükenmişti ki. Direnmek artık gereksizdi. Esila gülmeye başladı. “Cüş, oha. Kızı kucağına alman tamam. Yaralı, yürümekte zorluk çekiyor. Anlarım. Ama şu triplerin, centilmenlik dışı hallerin? Ben saf talaşım, centilmenlik beni bozar mı dedin?” Melek kıkırdadı. O an gülmek, boğazındaki düğümü çözdü. Murat, Esila’ya döndü. “Kapa çeneni bedduakolik. Yoksa başına Leonidas olurum. O Pers elçisini kuyuya atan adam var ya. İşte o ben olurum. Seni merdivenden atarım.” dedi ve kaşlarını yukarı aşağı kaldırarak muzip bir ifade takındı. “Tamam, sustum be. Hemencik kızıyorsun.” dedi Esila, ellerini kilitleyip dudak büktü.
Murat tekrar Melek’e döndü. “Sen de rahat dur sakarzede. Kucak, beşik değil. Yaylı yatak hiç değil. Yoksa kendimi tutamam. Seni yılan gibi sararım.”
Melek başını hafifçe kaldırdı. “Tamam.” dedi fısıltı gibi bir sesle. O anda bile, Murat’ın yılan benzetmesini düşünmeden edemedi. Sarılması bile tuhaftı bu adamın. Ama her garipliğinde bir samimiyet vardı. “Sana yük oluyorum, değil mi?” dedi birden. Gözleri buğuluydu.
Cümlesiyle birlikte içi titredi. Murat, kucağındaki kızı farkında olmadan daha da kendine yakınlaştırdı. Kulağına eğilip;
“Bana yük değilsin. Püsküllü belasın. Asi, başına buyruk, tehditkarsın. Ama yük asla değilsin. Bunu o güzel, koca gözlerine ve her şeyi büyüten o derin aklına güzelce anlat. İstersen her gün tekrar ederim.” dedi. Melek bu sözlerle birlikte bir sıcaklık hissetti. Gerçek, saf bir sıcaklık. Saçlarının arasından gelen o sade kokusunu içine çeken Murat, devam etti. “Sen, ömrüm yettiğince bana yük olmayacaksın.”
“Teşekkür ederim.” dedi Melek. Sesi titriyordu. Sonra başını Murat’ın göğsüne yasladı. Orada. Tam da orada. Belki birkaç saatliğine, belki sadece birkaç dakikalığına huzur bulmak istiyordu.
Ve bu huzurda, Murat’ın kollarında, sadece gözlerini kapadı. Dış dünyanın gürültüsünden uzakta. Kalbinin attığı, ruhunun dinlendiği yerde. Uyumak istiyordu. Uyandığında her şeyin geçmiş olacağına inanmaya ihtiyacı vardı. Ve belki de ilk defa... gerçekten güvendeydi.
_______
Yorum ve beğeni yapmayı unutmayınız.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |