50. Bölüm

40. Salih

Yalives Doğan
kambersizyazar

Selam Canlar,

Yorumlarınızı ve beğenilerinizi bekliyorum.

Başlayalım 🤍

_______________

Melek, yaşadığı vahim hadisenin ardından geçen günlerde fizik tedavi sayesinde, bacağı az da olsa eski haline gelmişti. Hâlâ bazı hareketleri yaparken zorlanıyor, zaman zaman dengesini kaybediyor ama en azından yatağa bağlı kalmadan birkaç adım atabiliyordu. Doktorun önerisiyle kullandığı atel, gece haricinde çıkarılmasına izin verildiği için bir nebze olsun rahatlık sağlıyordu. Yine de o metal destek, her seferinde yaşadığı acıyı hatırlatıyor ve başına gelenleri unutmasına izin vermiyordu. Kimi zaman rüyasında yeniden o korkunç anı yaşıyor, gözlerini ter içinde ve kalbi deli gibi çarparak açıyordu.

İki gün boyunca Serpil Hanım'ın evinde kalmıştı. Serpil Hanım, onun yalnız kalmasına gönlü razı olmamıştı. Hem bir yandan gözetim altında olması iyi olurdu hem de Melek’in yanında biri olursa belki gece korkuları biraz dinerdi. Ama Melek daha fazla dayanamadı. Her ne kadar Serpil Hanım iyi niyetle yanındaysa da, evde başkalarının eşyalarına dokunmaktan, başkalarının evinde sabah uyanmaktan ve her hareketini açıklamak zorunda kalmaktan sıkılmıştı. Bu yüzden başka bir yalanla kendi evine dönüş yaptı. Kendini biraz daha iyi hissediyormuş gibi yaparak, "İyiyim artık. Sadece biraz uyku ve kendi yatağımda yatmak istiyorum," demişti.

Eve döndüğünde, Hayri Bey onu kapıda karşıladı. Yüzünde endişeyle karışık bir gülümseme vardı. Kızının bacağındaki ateli fark eder etmez gözleri irileşti, kaşları çatıldı. Korku dolu sesiyle ardı ardına sorular sormaya başladı. Melek de hazırlıklıydı. Kendince en masum yalanı uydurmuştu. "Sibel’le alışverişe çıktık. Poşetlere daldım, merdivenin son basamağında ayağım kaydı," demişti. Ne kadar yalan olsa da inandırıcıydı. Çünkü Melek’in sakarlığı herkesin dilindeydi. Çocukken bile her yaz dizleri kabuk bağlardı. Hayri Bey de aynı şeyi düşündü ve hafifçe iç çekerek, kızı düşmüş gibi değil de sınavdan düşük not almış gibi bir ciddiyetle öğüt vermeye başladı.

"Allah bilir hangi mağazanın vitrinine alık alık baktın da yere düştün. Bir yere giderken bir kere de dikkat et. Yürüdüğün halde önündeki engellerden uçtuğunu sanma. Kızım, toprak verdiğini almak ister. İnsanoğlu rüya aleminde yaşarsa berzah alemine ayak basar der büyükler."

Melek, babasının bu kadim sözlerle bezediği sitemlerine gülümsedi. Öyle alışmıştı ki bu öğütlere, artık onun bir parçası olmuştu. Ne zaman canı yansa, ne zaman kendini kaybolmuş hissetse, babasının sesi hep kafasında çınlardı. Ve çoğu zaman bu ses, ona yeniden yönünü buldururdu. Bu yüzden babasının öğüdünü kesmesine izin vermek yerine, sımsıkı sarıldı. "Dikkat et kendine. Benim senden başka kimsem yok," dedi Hayri Bey, sesinde korkusunu saklamaya çalışan bir titremeyle. "Korkma baba. Seni bırakmak gibi bir niyetim yok. Daha gelinlikle bu evden çıktığımı, sonraki gün bavulumla geri döndüğümü göreceksin."

"Şaka yapma deli kız. Seni alan adam çok şanslı," dedi ve birlikte güldüler. Baba, kız gülüşlerinde biriken yılların yarası, gözyaşı olmadan iyileşiyordu. "Seni seven, senin sevdiğin adamla mutlu ol yeter bana. Bir kez daha kalbin acımasın. Bir kez daha kalbin kırılmasın."

O cümleyle birlikte Melek’in içinden bir şeyler kımıldadı. Babasının aslında hâlâ o eski defteri kapatmadığını, kalbinin bir köşesinde hâlâ kırgınlığını taşıdığını fark etti. Melek, babasının omzuna başını yasladı. O omuz, yıllardır ona hem dayanak hem de sığınaktı. "Baba," dedi. Sitem ederek ama yumuşak bir tonda.
"Unutmaz, kahrolur dediğin kızın unuttu. Sen daha hâlâ unutmadın."

Başını hafifçe kaldırdı, babasının yanağından bir öpücük kondurdu. O öpücükte hem geçmişin hüznü hem de geleceğin umudu vardı. "Herkes kendi yolunu çizdi. Kendini üzme. O insana, o aileye değmez. Durduğu yerde mutlu olsun." Hayri Bey, kızının iki yıl içinde nasıl da değiştiğini, nasıl da ayakta durmayı öğrendiğini düşündü. Melek ilk kez o adamdan bu kadar açık konuşuyor, ilk kez ağlamıyordu. Hayri Bey’in kalbi bir yandan sızladı, bir yandan gururla doldu.

Melek, kaç gün geçtiğini, günlerden hangi gün olduğunu bilmeden gözlerini ovuşturdu. Güneş perdenin arasından hafifçe süzülüyordu ama odanın içi hâlâ loştu. Uyandığında önce derin bir iç geçirdi, sonra kolunu başının altından çekerek doğrulmaya çalıştı. Uykusuz bir gecenin ardından kasları gergindi. Kahverengi saçları yastıkta dönmekten karmakarışık olmuştu. Sanki ağzı da kokuyordu. Elini ağzının önüne götürüp üfledi. Kendi kokusundan rahatsız oldu.

"Offf..." dedi iç geçirerek. Yatağın kenarına oturdu ve elleriyle yatağın kenarına vurmaya başladı. Zihninde geç uyanmanın öfkesiyle, bedeninde geçen geceden kalan ağırlıkla, bir süre öylece durdu. "Akşam sarımsaklı makarna yedikten sonra dişimi neden fırçalamadım? Öz bakım diye diye çürümüş patates oldum. Bunun diğer evresi ne bilmiyorum ama inşallah ona geçmem," diye söylendi kendi kendine. Sesi, odayı dolduran toz parçacıklarına karıştı. Gözleri, ışığın süzülmesiyle ortaya çıkan toz bulutlarına takıldı. Sanki bu görüntü bile bir temizlik feryadıydı.

Yavaşça yerinden kalktı. Topallayarak dolabın önüne geçti. Banyodan sonra giyeceği kıyafetleri seçti. Üstüne süreceği kremleri aldı. Bacağına sürmek zorunda olduğu o ağır kremin kokusuna bir türlü alışamamıştı. Ne zaman sürse, burnunun direği sızlıyor, sanki hastane koridorlarında geziniyormuş gibi hissediyordu. Ama kullanmak zorundaydı. Kas gevşetici, ödem çözücü, aynı zamanda da iltihap önleyiciydi. Zorunluluklar, bazen kokusuz olmazdı.

Babası mutfakta türkü söylüyordu. Kalın ve tok sesiyle söylediği parçalar, evin içini sarıyor, Melek’in içine hafif bir huzur yayıyordu. Ama o hâliyle babasına görünmek istemedi. Gözleri çapaklı, ağzı kokmuş, saçları örümcek yuvası gibi olmuştu. Önce banyoya gitmeliydi. Kendi görüntüsünden utanmasa da, babasının gözlerinde onun bu hâlini görmek istemiyordu.

Banyoya yöneldi. Kovaya sıcak su doldurdu. Üzerindeki pijamayı neredeyse tek hareketle çıkardı. Kıyafetlerinden yayılan koku, burnunu yaktı. Bu krem bütün tenine işlemişti. Bir çırpıda hepsini kenara attı. Ayaklarında yünlü çorap vardı. Çorabın iplikleri, ayak parmaklarına yapışmıştı. Kaba bir gülümsemeyle çorabı çekip attı.

Beyaz duş kabinine girdi. Musluğu açtı. Ilık suyun sesi yankılandı. Bir maşrapa aldı. Üzerine su döktükçe vücudundan akan kirleri gördü. Gözleri büyüdü.
"Gerçekten vücudum kir üretiyor. Başka açıklaması olamaz," dedi. Gülümsemesi bu kez biraz daha gerçekti. Hem kendiyle dalga geçiyor, hem de hâlâ hayatta olmanın tadını çıkarıyordu. Su dökmeye devam etti. Her su darbesi, içini biraz daha arındırıyor, ruhuna iyi geliyordu. Belki de en güzel ilaç, birkaç maşrapa su ve sessiz bir banyoydu.

Banyo ile işini bitirdikten sonra, saçlarını iyice kuruttu. Gür, kahverengi saçları kurutma makinesinden gelen sıcak havayla birlikte dağınık ama dolgun bir hal almıştı. Klozetin kapağını indirip üzerine oturdu. Elindeki fırçayla saçlarını özenle taramaya başladı. Saçlarının uçlarındaki kabarmayı parmak uçlarıyla bastırdı. Aynaya baktığında, sabahki o uykulu ve dağınık hali yerini daha canlı, daha toparlanmış birine bırakmıştı. Esnedi. İki kolunu yana açarak esnediğinde, sırtından bir çıtırtı geldi. “Yaşlanıyor muyum ne?” diyerek hafifçe güldü. İç çamaşırlarının üzerine dizlerinin hemen üstünde biten pembe elbisesini geçirdi. Banyodan çıkarken, temizlik kokusunun vücuduna ve ruhuna yayılmış olmasına minnetle gülümsedi.

Kendi odasına geçtiğinde gözleri boy aynasını buldu. Elbisesi yer yer vücuduna yapışıyor, saçları ise buğulu bir nemle daha kadınsı görünmesini sağlıyordu. Ayakta birkaç saniye kaldı. Güzelliğini değerlendiren bir edayla aynaya baktı. Göğsünü dikleştirdi, çenesini kaldırdı. Göz kapaklarını yarıya indirip kendine anlamlı anlamlı baktı. Ardından rujunu çıkardı. Dudaklarını ısırarak aynaya biraz daha yaklaştı. Dudaklarını hafifçe aynaya doğru uzattı ve ruju dikkatlice sürdü. Tam o anda, aynada bir hareket oldu. Murat’ın gülümseyen yüzü belirdi. O sakin, kendine güvenen, biraz da alaycı bakışıyla Melek’i izliyordu.

Bir anda irkildi. Kalbi sanki aniden sıkıştı, nefesi kesildi. Hemen arkasına döndü ama odada kimse yoktu. Derin bir nefes aldı. Ellerini beline koydu. “Yok artık. Sanrı görüyor olamam. O kadar yanıp tutuşmuş da olamam. Öyle olsam bilirdim,” dedi kendi kendine. Odanın köşelerine bakarak, sanki bir yerlerde bir açıklama bulmaya çalıştı. Belki gölgeydi. Belki bir yansıma. Ama içinden gelen ses, başka bir şey söylüyordu.

Aynanın karşısına tekrar geçip gözlerini kırpıştırdı. Omzunu yukarı kaldırıp sonra indirdi. Bir süre hareketlerini kontrol etti. Göz bebeklerini izledi. Yüzüne bakan halini izledi. Sonra kahkaha attı. “Ne oluyor? Aklım benimle oyun oynasa bile ben bu oyunlara gelmem. Ben delirmedim. Henüz delirmedim. Hafif çatlarsam da bu Murat yüzünden olur.”

Elini beline koyarak aynaya dik dik baktı.
“Sen. Evet, evet sen. Onu görmek için bu kadar istekli olman normal değil. Bu... Bu bir hayranlık değil. Bu, alışkanlık bile değil. Bu... Bu bağımlılık gibi bir şey. Ama hayır. Ben bu değilim.” Gözlerini kıstı. Kendine meydan okur gibi baktı. Kaşlarının arasında ince bir çizgi belirdi.
“Sen bu değilsin. Murat Arsel için bir şey hissetsen bile sonucu bu olmamalı. Onun hayalini görmek fazla üst seviyede bir aşık olmanın göstergesi. Ama ben aşık değilim. Değilim. Değilim. Değilim.”

Dudaklarını sıktı. Kafasını sallayarak aynadan uzaklaştı. Yatağın kenarına oturdu. Ellerini dizlerinin üzerine koydu. Duvardaki saate baktı. Zaman ilerliyordu ama Melek’in zihni durmaksızın aynı yeri kurcalıyordu. “Eminim onun yaptığı tek iş yatağa atmadığı bir elin parmaklarını geçmeyecek kızları ayartmaktır. Benim halime bak.” Başını iki yana salladı. “Benim, Murat Arsel’in bu hallerine düşmemem gerekiyordu. Hiç olmadı bu.”

Tam o sırada babasının sesi yankılandı.
“Melek, kahvaltı hazır. Yemeğe gel.”
Derin bir nefes aldı. Elini kalbinin üzerine koydu. Yavaşça doğruldu.
“Tamam baba. Hemen geliyorum.”
Tekrar aynanın karşısına geçti. Saçlarını düzeltip gözlerinin içine baktı. Aynada gördüğü halinden memnun olmaya çalıştı. Ama aklının içinde hâlâ o hayal duruyordu. “Murat’ı uzaktan görürüm. İnşallah o beni görmez. Bu halim iyiye alamet değil. Çok belli ederim. Şimdiden böyleysem, o zaman ne halde olurum, düşünmek bile istemiyorum.” Aynadaki yansımasına göz kırptı. “Kısacık bir gezi olacak. Ötesi yok.”

Yine hem göze hem mideye hitap eden sofrada kahvaltısını yapıyordu. Hayri Bey her zamanki gibi dört çeşit peynir, zeytin, domates, salatalık, reçel ve illa ki bir sıcak yumurta hazırlamıştı. Bugün ki yumurta sucukluydu. Melek bir lokma aldıktan sonra gözlerini devirdi. “Baba, seni biri durdursun. Bu sofralarla beni evlendirmeyeceksin, kendine bağlayacaksın.”

Hayri Bey sadece gülümsedi. Çatalıyla zeytin tabağına uzandı. Melek ise ağzındaki zeytinin çekirdeğini tabağının kenarına koydu. Ekmek diliminin yarısını ağzına götürerek yavaş yavaş çiğnedi. “Ben bugün dışarı çıkacağım,” dedi. Ardından bir parça beyaz peynir ağzına attı. “Karanlık olmadan gelirim.”

Çayından bir yudum aldı. Hayri Bey sessiz kaldı. Ama o sessizlik, içinde yüzlerce kelime barındırıyordu. Kızına her şeyin farkında olduğunu hissettirmemeye çalışarak yumuşak bir tonda konuştu. “Kendine dikkat et. Tam olarak iyileşmedin. Gideceğin yer yakında olsa bile taksi kullan. Otobüs bu saatlerde kalabalık olur. Yorulursun.”

Melek başını salladı. “Tamam,” dedi. Masadan kalktı ve odasına yöneldi. Aynanın önüne geçti. Göz kalemini sürdü. Allığını yanaklarına hafifçe uyguladı. Dudak parlatıcısını sürdükten sonra son bir kez kendine baktı.
“Hazırım,” dedi.

Artık Lalezar Sokağı’nın kalbi atmaya başlamıştı. Saat neredeyse ondu. Mahalle uyanmıştı. Pencereler açılmış, halılar silkelermiş gibi tutulan perdelerin ardından kadın sesleri duyulmaya başlanmıştı. Kocalar işe uğurlanmıştı. Kadınlar, kadın programları eşliğinde temizlik yapmaya başlamıştı. Süpürge sesleri, cam silme sesleri, kahkaha sesleri... Hepsi bir mahallenin sabah şarkısı gibiydi.

Melek evden çıkarken yan binanın üçüncü katındaki Cemile Hanım pencereye çıkmıştı. Elinde toz bezini sallayarak seslendi. “Melek tatlım, nereye böyle?” Melek başını yukarı kaldırdı. Otuz beş, kırk yaşlarında gösteren, siyah saçlarının üzerine pembe tülbent bağlamış, yüzünde neşe dolu bir gülümsemeyle ona seslenen kadına gülümsedi. “İş yerine, birkaç belge imzalamam gerekiyor, Cemile abla,” dedi. Sesine kendine güvenli bir ton vermeye çalıştı ama aslında içinde bir huzursuzluk vardı. O huzursuzluk, Murat ile karşılaşma ihtimaliydi.

Cemile Hanım, Melek’in sözlerine karşılık gülerek elini savurdu.
“Nezaket abla, koca peşinde koşarken bacağını kırdığını millete yayıyordu. Bak bak neler söylüyorlar.” Melek hemen omuzlarını dikleştirdi. Gözlerini kısıp kendinden emin bir şekilde konuştu.
“O dediyse, külliyen yalan olduğunu öğrenemedi mi millet? Koca peşinde değil, yürüyen merdivenden düştüm. Kırık yok. Sapasağlam ayaktayım. Duyduk, duymadık demeyin. Nezaket abla, açtırma ağzımı.”

Bu sözler üzerine Cemile Hanım kahkahalarla güldü. “Ay sen çok yaşa Melek. Hadi, nereye gidiyorsan daha fazla geç kalma.”

Melek gülümsedi. El salladı. Sonra arka sokağa doğru yürümeye başladı. Kalbi hafif çarpıyordu ama yürüyüşünde kararlılık vardı. Ne hissederse hissetsin, bugün için hazırlanmıştı. Ve kaderin, Murat Arsel’i hangi köşeden çıkaracağını bilemezdi. Ama artık kendine söz vermişti. Ne yaşarsa yaşasın, o adamın gölgesinde kaybolmayacaktı.

Sibel’lerin sokağı, Lalezar Sokağı’na kıyasla neredeyse meditatif bir sessizliğe bürünmüştü. Mahalleye adımını atar atmaz fark edilen o sükunet, ilk başta huzur vericiydi. Ama Melek’in kulağı Lalezar’daki kadın gürültüsüne, camdan sarkan kocakarı muhabbetlerine, damacanayla su döker gibi yayılan kahkahalara alışkındı. Burada ise zaman ağır ağır ilerliyor, sanki her saniye yere düşen yaprak gibi sessizce usulca kayboluyordu.

Sibel’in oturduğu bu mahallede dedikodu yok denecek kadar azdı. Belki de buranın kadınları birbirlerinin arkasından konuşmak yerine evlerinde sessizce örgü örüp, radyodan gelen alaturka şarkılarla iç seslerine dalıyorlardı. Oysa Lalezar’da dedikodu, sabah kahvaltısından önce başlar, akşam ezanından sonra hâlâ canlılığını korurdu. Melek için bu fark hem şaşırtıcıydı hem de biraz huzursuz ediciydi. Durgunluk ona göre değildi. Hele hele içinde böylesine kıpırtılar, kararsızlıklar varken.

Sokakta birkaç çocuk oyun oynuyordu. Yaşları beş ila yedi arasında değişen, yüzleri kırmızıya çalan çocuklar, birbirlerine "ebe sensin" diye bağırıyor, koşarken toz kaldırıyorlardı. Aralarındaki küçük bir kız, saçlarına mavi kurdele bağlamıştı. Örgüleri omuzlarına düşüyordu. Yanakları tombuldu, gözleri pırıl pırıldı. Onun pencere önünde gözlerini dört açarak izleyen annesi ise dikkat kesilmişti. Adeta çocuğun beyniyle oynadığı oyunu çözmeye çalışıyordu. Ela gözleri hafifçe şaşkın, alnında bir gerginlik vardı. Her an bir müdahale etmeye hazır, elleri pencere pervazında, gövdesi ileri eğilmişti. "Rüya bak arabanın arkasında arkadaşın." dedi kadın, sesi hafif tiz, ama ısrarcıydı. "Anne yerini gösterme. Bu zaten saklambaç." dedi küçük kız, gözleriyle annesini ikaz ederek.

"Valla ben göstermiyorum." dese de elini hâlâ gösterdiği yöne doğru sallıyordu.
"Off anne ya." diye bağırdı Rüya, sinirle yere ayağını vurdu. "Anneye off denmez. Biraz önce düştün, bir şey demedim. Yeni yıkanmış kıyafeti çamur ettin. Seni hemen içeri almadım diye dua et. Sakın bir daha bağırma. Hem ben seni her halinle izliyorum."

Bu son cümle tehdit gibi değildi, daha çok bir teminat gibiydi. Ama çocuk anlamadı. Gözleri buğulandı, başını öne eğip elleriyle gözlerini kapattı ve evine doğru koştu. Kadın, küçük çocukla yaptığı bu sessiz savaşı kazandığını düşünerek başı dik içeriye yöneldi. Pencereyi kapattı. Geriye ise ne olup bittiğini tam anlamamış altı çocuk kaldı. Oyunun ritmi bozulmuş, hepsinin kafasında aynı soru vardı. Şimdi kim ebe olacak?

Melek o an hafifçe içini çekti. Soğuk havanın içini serinletmesine izin verdi. Boğazından içeri giren hava, ciğerlerini yaksa da hoşuna gitti. Gözleri uzak bir noktaya daldı. Annesi aklına geldi. Pencerenin kenarındaki dantel perdelerin ardına saklanarak onu izleyen, asla oyuna karışmayan, ama her zaman yanında olan o kadın. Kahvesini yudumlar, Melek’in düşmesini izlerdi. Kavga etmesini, sonra barışmasını da izlerdi. Araya girmezdi. Çünkü derdi ki, “Kendi başının çaresine bakmayı şimdi öğrenmezsen, sonra çok zorlanırsın. Her zaman ben olamam.” Ve gerçekten de olmamıştı. Gittikten sonra, Melek ne zaman zorlanacak olsa, annesinin o sessiz ama güçlü varlığı gelirdi aklına. O yüzden yere düşünce önce dizini ovuşturup kalkmayı, sonra üstünü başını silip yürümeye devam etmeyi öğrenmişti.

Sibel’in evinin önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. Parmakları zile uzandı. Bir an tereddüt etti. Parmakları tuşa bastığında gelen tiz ses, içini irkiltti. Bekledi. Asansörün olmadığı binada merdivenleri çıkacak gücü yoktu. Bu yüzden pencereye göz attı. Sibel perdeyi araladı. Yüzünün yarısı camda belirdi.
"Bekle. Geliyorum." diye seslendi. Saçlarını toplamış, alelacele hazırlanıyor gibi görünüyordu. Melek başını hafifçe eğerek onayladı.

Dün gece karar vermişlerdi. Şirkete gideceklerdi. Melek içinde patlayan soru yağmurunu bastırmaya çalışsa da işe yaramıyordu. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilmiyordu. Murat’la karşılaşacak olma fikri hem kalbini hızlandırıyor hem de avuç içlerini terletiyordu. Onu göreceğini bilmek güzel bir beklenti gibi geliyordu. Ama o andan sonra ne olacağını bilmemek, Melek’in midesinde ince bir ağrıya sebep oluyordu.

Yaklaşık on beş dakika sonra, Sibel kapıyı açıp dışarı çıktı. Üzerinde gri bir kaban, boynunda desenli bir atkı vardı. Yüzünde sade bir makyaj, ama gözlerinin çevresinde heyecanlı bir ışıltı. “Melek'ciğim beklettim kusura bakma.” diyerek hemen koluna girdi. Sanki yalnız bırakmaktan korkmuş gibiydi. “Hiç sorun değil.” dedi Melek, gülümsedi. Ama yüzündeki ifade hafif gergindi.

Beraber yürümeye başladılar. Sibel bir yandan Melek’in koluna tutunmuş, bir yandan göz ucuyla onu süzüyordu. Yüzündeki donukluğu, içsel fırtınaları anlamaya çalışıyordu. Ama Melek, içine dönmüştü. Sanki iç dünyasında, Murat’la yapacağı hayali bir konuşmayı prova ediyordu. “Köşeden taksi çevirelim.” dedi Sibel, yürürken bir an durdu.

Melek başıyla onayladı. Bir şey söylemedi. Derin bir nefes aldı. İçinde “keşke”lerle, “belki”lerle dolu bir gün daha başlıyordu. Bugün göreceği bir bakış, duyacağı bir kelime, alacağı bir nefes her şeyi değiştirebilirdi. Ama o yine de yürümeye devam etti. Çünkü bazı cevaplar sadece gidince bulunurdu. Bazı hisler sadece göz göze gelince anlaşılırdı.

*******

Holdingde alışılmışın dışında bir gün yaşanıyordu. Murat, ilk kez baş sekreteri arayarak toplantı talebinde bulunmuştu. Bu durum başlı başına bir değişimin sinyaliydi. Holdingin köklü yapısında, bir Arsel’in böyle resmi bir davetle toplantı talep etmesi dikkat çekiciydi. Fahri Bey, bunu öğrendiği an kravatını düzeltip aynada kendini süzdü. Gözlerindeki gururu saklamaya çalışmadan toplantı salonunun yolunu tuttu. Bu günü göreceğini hayal bile etmemişti. Genç kuşağın, hele ki Murat gibi asi ve başına buyruk birinin, masaya oturup strateji konuşacak hale gelmesi onun için zaferdi.

On dakika içinde diğer kıdemli çalışanlar da toplantı salonundaki yerlerini aldı. Bazıları isteksizce gelmişti. Bazıları ise merakla. Fakat çoğunun yüzünde, “bu da ne şimdi” ifadesi okunuyordu. Sanki Murat sadece bir gösteri yapacak, sonra herkes kaldığı yerden devam edecekti.

Murat içeri girdiğinde, elinde kalın bir dosya vardı. Omuzları dikti, adımları sertti. Arkasından Hacer hızlı adımlarla geldi. Üzerinde sade ama şık bir elbise vardı. Topuklu ayakkabılarının sesi salonda yankılandı. “Hacer Hanım, lütfen herkese dağıtın.” dedi Murat, dosyaları uzatarak. Sesi netti. Komut verir gibiydi. Güçlü ama ölçülü. Hacer başını hafifçe eğerek, dosyaları tek tek dağıttı. Kimi çalışan, dosyanın kapağına bile bakmadan kenara koydu. Kimi ise şöyle bir göz ucuyla sayfaları çevirdi, ama ilgi göstermedi. Salondaki enerji, Murat'ın beklentisinin altındaydı.

Murat, gömleğinin yaka düğmesini gevşetti, kravatını azıcık serbest bıraktı. Yurt dışında yaşadığı dönem boyunca, resmi kıyafet giymeyi gerektiren neredeyse hiçbir durumla karşılaşmamıştı. Bugün ise, ciddi olduğunu göstermek zorundaydı. Bu sadece bir sunum değil, aynı zamanda bir var oluş mücadelesiydi.

“Beni holdingde tanımayan yok. O yüzden lafı uzatmayacağım.” dedi Murat. Sesi salonu doldurdu. “Dünyaya açılmak istiyorum. Bu holdingin uluslararası pazarda yer alması gerek. Sizin desteğinize ihtiyacım var.” Salonda kısa bir sessizlik oldu. Esila ve Fahri Bey haricinde diğerlerinin gözleri ya tavana ya dosyanın kapağına çevrildi. Hepsi Murat’ı hâlâ çocuk, geçici bir yönetici gibi görüyordu.

Salih, sandalyesinde arkasına yaslandı. Klasik bir kendinden emin duruşla konuşmaya başladı. “Evet sizi çok iyi tanıyoruz. Neyse ki konumuz sizin karakteriniz değil.” dedi. Dosyayı yavaşça önüne itti. “Dosya içeriği güzel görünüyor ama anlatmanız da ikna edici olmalı.”

Murat kaşlarını hafifçe kaldırdı. Salih’in küçümseyici üslubu alışıldık değildi ama hâlâ can sıkıcıydı. “Yurt dışına açılmak isteyebilirsin, evet. Ama bu holding için ciddi bir risktir. İtibarımız Türkiye'de zaten güçlü. Bu itibarı zedelemiş olmaz mıyız?” dedi Salih. “Bununla ilgili bir planın olacak mı?”

Söz bitince diğerleri de cesaret bulmuş gibi arka arkaya yorumlar yapmaya başladılar. “Rekabet yüksek. Tanınmamış bir markayla yurtdışına çıkmak intihar olur.”, “Dil bariyeri, yasal süreçler... Bunları düşündün mü?” gibi cümleler havada uçuştu. Murat gözlerini kıstı. Derin bir nefes aldı. “Neden kötü olacağını düşünüp plan yapayım?” dedi. Bu cümle bir meydan okuma gibiydi. Salih gülümsedi, ama o gülümseme alaycıydı.

“İşte Murat Arsel bakış açısı.” dedi. “Bile bile lades demenin mantığı bu olsa gerek. A planın, B planın yoksa bu dosyayı incelemek bile yersiz olur.”

Esila elini masaya vurdu. Siniri artık yüzünden okunuyordu. “Sinir olmaya başladım.” dedi ve hızla Hacer’e döndü. “Murat ve dayıma Türk kahvesi, bana ağrı kesici, diğer arkadaşlara da papatya çayı getir.” dedi. Salondan gelen homurtulara aldırmadan devam etti. “Sizi ancak papatya çayı kıvama getirir. Rahatlamanız lazım. Benim de ilaç içip sakinleşmem.”

Salih'e döndü. Gözlerini kısmıştı. “Salih Bey, üstüne basa basa söylüyorum, Salih Bey... Toplantı bitmeden ne diye bu kadar karamsar konuşabiliyorsunuz? Müneccim misiniz?”

“Öngörü diyelim.” dedi Salih soğuk bir ifadeyle. “Yok demeyelim. Biz buna kıskançlık diyelim.” dedi Esila. “Ödün kopuyor güzel bir sunum ortaya çıkacak diye.” Kollarını birleştirip Murat’a döndü. “Sen devam et kuzen. Dinlemeden hüküm vermenin bir cezası olsa keşke.”

Murat derin bir nefes aldı. “Esila, sakin ol.” dedi. “Farklı fikirlere açık olmalıyız.” Ardından başını diğerlerine çevirdi. “Ama şunu da bilmelisiniz. Bana karşı durmanız, beni kötü yönde etkilemez. Haklısınız. Güven, her şeyin başıdır. Ben de olsam, önce güven aramakla başlardım.” Ter basan alnını peçeteyle sildi. Ayağa kalktı. Bakışlarını salondaki herkesin üzerinde gezdirdi. “Türkiye’de pek çok rakibimizle savaşa girdik ve çoğundan zaferle çıktık. Bu başarıyı yurt dışına taşımamak büyük kayıp olur.”

Ama cümleleri yetersiz kalmış gibiydi. Adamların gözlerinde hâlâ ikna izi yoktu. Salih, sözünü kestirerek ayağa kalktı.
“Birkaç yıldır buradasın, yine hiçbir konuda yardımın dokunmadı.” dedi. “Tam tersine, bazı kararlarınla şirketi iflasın eşiğine kadar getirdin.”

Esila da ayağa kalktı. “Aaa yeter ama. Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diyerek sertçe bağırdı. Ama o anda dayısı Fahri Bey’in küçük bir el hareketiyle geri oturdu. Bu hareket Esila’ya “bırak konuşsun, kendini göstersin” diyordu.

Salon soğumuştu. Gerilim görünmez bir bulut gibi herkesin üzerine çökmüştü. Murat, masanın üstünden yeni bir dosya daha çıkardı. Bu, az önce dağıtılanın özetiydi ama daha stratejik detaylar içeriyordu. “Bu ikinci dosyada, üç aşamalı bir çıkış planı var. Finansal risk analizleri, hedef pazar analizleri, yatırım rotaları... Ayrıca A ve B planları da içinde.” dedi. “Siz okumak istemediniz. Ama hazırlıksız olduğumu düşünmeyin.”

Esila yerinde hafifçe doğruldu. Bir gülümseme belirdi yüzünde. Hacer içeriye içeceklerle girdiğinde, herkes susmuştu. Salondaki hava değişmişti. Şimdi sadece kelimeler değil, belgeler konuşacaktı.

Murat, yumruğunu masaya bastıktan sonra, Salih'in korkusuzca ve sert tavırla konuşmasına dikkatle bakıyordu. Salih, ayağa kalkıp ağır adımlarla Fahri Bey'e başıyla selam verdi. Ardından soğuk bir ifadeyle kapıya yöneldi. “Gitmem gereken toplantım var, izninizle.” dedi ve kapıyı sessizce kapattı.

Kapanan kapının ardından yayılan sessizlik, odada adeta bir elektrik boşalması etkisi yaratmıştı. Herkes ne yapacağını bilemez haldeydi. Murat, boğazını sıkan kravatını bir an için çözüp gevşetti, ardından derin bir nefes aldı ve gözlerini babasına çevirdi. Babasının bakışları üzerinde sabitlenmişti. Birkaç saniye boyunca göz göze geldiler. Her iki tarafın da içinde fırtınalar kopuyordu. Murat, içinde büyüyen inatçılıkla çekip gitmek istediği o anı bastırmaya çalışıyordu. Ama dayanamadı, kendini zorla toparladı.

Fahri Bey, oğlunun yüzündeki karmaşayı fark ederek, sakin ve derin bir ses tonuyla konuştu. “Her şirkette birkaç farklı fikir çıkar. Bu çok normaldir.” dedi. “Önemli olan, bundan sonraki davranış biçimin. Devam edecek misin, yoksa şimdi ertelemek mi istersin?”

Murat, bir an sustu. Gözleri Esila’ya kaydı. O an, Esila’nın dayısının yüzüne baktığını fark etti. Hayret içindeydi. Salih’in hiçbir şey demeden toplantıdan çıkmasına şaşırmıştı. Esila ise sanki cesaret bulmuş gibi omuzlarına yük binen bir güçle ayağa kalktı. Herkese kısa kısa selam verdikten sonra, Murat’ın omzuna hafifçe dokundu.

“Murat’ın sunacağı herhangi her öneriyi kabul ediyorum.” dedi. “Şimdi izninizle dışarı çıkıp biraz nefes alacağım.” Ardından hızla toplantı salonundan çıktı.

Murat, etrafına bakarak tekrar kendini topladı. Sessiz bir meydan okuma vardı yüzünde. “Başka dışarı çıkmak isteyen biri varsa, şimdi çıksın.” diye duyurdu.
Bekledi. Ama beklediğinin aksine, kimse kalkmadı, kimse odadan çıkmadı. Herkes yerinde duruyor, nefesini tutuyordu.
Murat, kalbinde bir cesaret kıvılcımı yakarak, kendinden emin bir sesle konuşmaya başladı.

“Şirket yönetimini ergen tavırlarımla zamanında zor durumda bıraktığım için herkesten özür dilerim.” dedi. “Ama artık büyüdüm. Hadi biraz iş konuşalım.”
Kendisini ve dosyayı toplayarak masanın üstüne koydu. O anda, toplantıya katılanlar da ellerindeki dosyaları karıştırmaya başladı. “Dosyanın içeriğini,” dedi Murat gülümseyerek, “benimle burada bulunan herkese anlatmak için sabırsızlanıyorum.” Sunum böylece resmen başlamıştı.

Toplantı salonundan uzaklaşır uzaklaşmaz Esila, adımlarını hızlı ve kararlı bir şekilde Salih’in odasına doğru yönlendirdi. Murat’la toplantıda yaşananların, Salih’in herkese karşı sergilediği tavrın hesabını sormak için sabırsızlanıyordu. Kapıyı çalmadan açtı ve içeri girdi.

Salih telefonla konuşuyordu. Esila’nın odaya girmesiyle beraber, gözlerini devirerek, sessiz olması için elini ağzının önüne getirdi. Telefon konuşmasını bitirip koltuğuna yaslandığında, yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “Toplantı odasında olman gerekmiyor mu?” dedi sertçe.

Esila, başını öne eğdi ama gözleri hala doluydu. Nefes alıp verirken göğsünün hareketliliği dikkat çekiyordu. Salih hemen kafasını başka yöne çevirdi. Gözlerini kaçırmıştı. “Kimse sana hesap sormayınca ben yanına geleyim dedim.” diye çıkıştı Esila. “Acil toplantıya gidecektin, çok önemli diyerek kaçtın ya toplantıdan. Yalancı!”

Salih, alaycı bir tavırla karşılık verdi. “Yine mi hesap sorma? Off! Ne bedduası edeceksen et ve git.” Esila şaşkın ve kızgın gözlerle ona baktı. Karşısındaki sandalyeye oturdu. Yalnız değildi artık, içindeki öfke kabarmış, kontrolü zorlaşmıştı. “Hesap sorarken beddua etmeme gerek yok.” dedi sertçe. “Bu şirkette hangi konumda olduğunu hatırlatmam yeter. Dayım yüzünden her şeye karışmak isteyebilirsin. Ama duracağın yeri unutma. Sen burada çalışan elemandan başka biri değilsin. Her şeye burun kıvırıp her şeyde kulp arıyorsun. Senin gözünde mükemmel hiç mi bir şey yok? Kendimi senin yanında çöp gibi hissediyorum.”

Salih kahkahalarla güldü. Sonra kapıdan dışarı çıktı. Esila'nın odadan çıkması bekledi. Kahkahası koridor boyunca yankılandı. Esila, ilk defa bulunduğu konumun ağırlığını bu kadar sert bir şekilde hissetmişti. Kalbi kırılmıştı, ama bunu kimseye göstermemek için kendini zorladı. "İnanılmaz birisin Saraç." Sessizce odadan çıktı, nereye gideceğini bilemeden koridorlarda yürümeye başladı.

Salih asansörün önünde durdu, genç kadın da yanında duruyordu. "Önce sen bin ben başka asansöre binerim." dedi Salih parmağıyla asansör düğmesine bastı. Esila’ya döndü. “Ne bekliyorsun? Konuşman bitmedi mi?” dedi. Düğmeye tekrar bastı. “Esila, sana çöp muamelesi yapmamı istemiyorsan, çöp gibi davranma. Peşimi bırak!” diye bağırdı.

Esila, ayağını yere vurdu. Ardından hızla arkasını dönüp uzaklaştı. Toplantı odasının önünde birkaç kez öfkeyle, küfürler ederek kendini teskin etmeye çalıştı. Derin nefesler aldı, ellerini yumruk yaptı, sakin olmaya uğraştı.

Sonra kapının kulpuna dokundu. Hafifçe iterek içeri girdi. Başını önüne eğdi, yerine oturdu. Murat’ın sözlerini duymuyordu. Sadece kendi içindeki çatışmalarla mücadele ediyordu.
Toplantı sona erdiğinde herkes ayağa kalkıp Murat’ı tebrik etti. Esila gözlerini kısarak, dünyayı kurtarmış gibi kasılan Murat’a homurdanarak baktı.

Kendi kendine mırıldandı. “Keşke bu kıvırcık salatasını korumak için Salih’e bir araba dolusu söz söylemeseydim. Şuna bak, balon gibi şişti. Bir de benim halime bak. Eriyorum, ama kimse görmüyor.” Kollarını göğsünde kavuşturdu. Toplantı odası yavaş yavaş boşalırken, yönetim üyeleri huzur içinde odadan ayrılıyordu. Murat’ın başarısı onları kısa süreliğine de olsa umutlandırmıştı.

Oda tamamen boşaldığında Fahri Bey, oğlu Murat’a doğru yürüdü. Yumuşak ve gururlu bir ifadeyle sarılıp omzunu sıktı.
“Salih bugün seni zorladı, değil mi?” diye sordu. Murat tebessüm etti. “Zorlamak demeyelim, içimden öyle bir şey geçti. Niye böyle davrandı, merak ettim.”

Fahri Bey, beyaz kirli sakallarını sıvazlayarak gülümsedi. “Başarılı olman için, Salih’e ben rica ettim. Bu şekilde sana karşı olan adamları görür ve ikna yeteneğini onların önünde denersin diye.” Murat, babasının stratejisini takdir etti. Hafifçe başını salladı. “Bende diyorum toplantıdan önce beni arayıp ‘Seni zorlayacağım, gardını sakın düşürme’ demekle ne demek istedi, bana oluşacak durumu haber vermiş.”

Bu durum Murat’ın hoşuna gitmişti. Çünkü şimdi yalnızca işi değil, güç savaşını da biliyor ve ona göre hareket ediyordu. Salih olmasaydı, Murat elindeki dosyayı anlattıktan sonra, toplantıdaki herkes sadece boş boş dinleyecek, birbirlerine itiraz dolu bakışlarla istemediklerini belirteceklerdi. Ama Salih’in varlığı, bu durumu bütünüyle değiştirmişti. Onun ısrarlı ve sert tavırları sayesinde herkes, holdingin geleceğiyle ilgili endişelerini açıkça dile getirebilmiş, Murat ise onlara karşılık, dünyaya açılma konusundaki gerekçelerini sonuna kadar anlatmıştı. İşe de yaramıştı. Toplantı sonunda, yanlarında olduklarını gösteren bakışlarla ve sanki içten bir destek vermişçesine dağılmışlardı.

Esila ise duyduklarını sindirmekte zorlanıyordu. Kendisini daha da kötü hissettiren ise, Salih’in ona karşı olan tavrının asla affedilmeyecek kadar sert ve soğuk olmasıydı. “Bana bunu nasıl söylemezsiniz?” dedi kendi kendine, sesi titriyordu. “Ben...”

Yutkunamıyordu. Salih’e söylediği tüm sert sözler gözünün önüne gelmişti. İnanmak istemiyordu ama gerçek oradaydı. “Ben ona demediğimi bırakmadım.” dedi daha yüksek sesle. “Ya benim halime neden kimse acımıyor? Dayı, onun kalbini kıracağı mı hiç mi düşünmedin? Halime niye kimse acımadı?”

Huzursuzca ellerini saçlarının arasına soktu, tüm gerginliğiyle odadan hızla çıktı. Bu, Esila’nın her zamanki haliydi; ani patlamalar, sert çıkışlar. Fahri Bey ise bunu bildiği için kafasına takmadan, sohbete devam etmeye karar verdi.

Murat ise olanlardan memnun değildi.
“Baba,” dedi biraz sertçe, “Bana anlatmamanı anlayabiliyorum ama Esila’ya söylemen gerekirdi. O’nu biliyorsun, nefes almak için dışarı çıktığında yanına gidip bir şeyler söylemiştir. Eminim bunlar güzel cümleler değildir.”

Fahri Bey derin bir nefes aldı, yüzünde yorgun bir ifade vardı. “Esila’nın büyümesi gerek,” dedi. “Salih, ne dün ne bugün onu eş olarak görmedi ve görmek de istemiyor. Bu aşkın peşinde kafayı yiyecek. Bu durum için üzgünüm, istem dışı gelişti ama iyi oldu. Konu tartışmaya kapalı.”

*****

Melek ve Sibel, holdingin geniş kapılarından içeri adım attılar. Melek, kolunu sımsıkı Sibel’in koluna taktı ve yürümeye başladı. “İşte benim şirketim, burası.” dedi gururla. “Ben burada kaybolurum. Çok büyük.” dedi Sibel, etrafta tanıdık birini arıyor ama kimseyi bulamıyordu.

“Tanıdık birisi de yok.” diye yanıtladı Melek gülümseyerek. “Akşama kadar sıkılır insan burada. Hele ki senin bünyen nasıl adapte oldu, anlamadım.”

Asansöre bindiler, dördüncü kata kadar çıktılar. Koridorun kasvetli havasını içine çekip derin nefes aldı Melek. Sonra sekreter bölümüne geçtiler. Hacer, Melek’i görünce hızla ayağa kalkıp sarıldı. “Bir hafta sonra bitmiyor muydu raporun?” diye sordu şaşırarak. İlk günden beri arayıp soruyordu. Evine bile gelmişti.

“Şey, yapmam gereken işler vardı.” dedi Melek, biraz geçiştirerek. Murat için geldiğini kimse bilmesin istiyordu.
Hacer başını hafifçe salladı, sanki “Tamam” der gibiydi. Sibel ile tokalaştı.

Fahri Bey, Hacer ve diğer çalışanlara, Melek ile Merve’nin yaşadığı olayların üstü kapalı anlatılmasını ve kesinlikle bu konunun iki sekretere de açılmaması gerektiğini, herhangi birinin boş boğazlık yapması durumunda istifa dilekçesini muhasebeye götürmeleri konusunda kararlı olduklarını sert bir dille bildirmişti. Bu yüzden ortamda gergin bir sessizlik vardı.

Melek, masasının önünde dikilerek koridorun sonunda yer alan odaya baktı. Aklından bir sürü pişmanlık sorusu geçiyordu. “Yerinde mi acaba?” diye düşündü. “Yoksa klüpte mi? Belki de evinde, bir kızın koynunda yatıyordur. Ne kadar aptal olduğumu düşünüyor olmalı ki.”

Sibel’e döndü ve hafifçe başını salladı. Yaren ve Ayşe ile selamlaşıyorlardı.
Elini alnına koyup yanına yaklaştı, hafif sert ve korkmuş ifadeyle iki kadına baktı.
“Siz hâlâ akıllanmadınız mı?” dedi ciddiyetle. Sibel, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gözlerini devirerek Melek’in koluna girdi, kulağına eğildi. “Melek, ne yapıyorsun?” diye sordu.

“Zorunlu ziyaret ettiğimiz kızlarla tanışmışsın.” dedi Melek, kaşını kaldırarak. “Serpil teyze ile hastane ziyareti yaptığımız kızlar. Anladın mı?”

“Aaaa, bunlar mı? Mal gibi duruyorlar.” Yüzlerine doğru tısladı. "S*rtükler."

“Zaten öyleler. Hadi boş ver, işimi bitirdim, gidelim.” dedi Melek, Yaren ve Ayşe’nin duyacağı tonda. “Ben sizi şikâyet etmiyorum. Elbet bir şekilde ayağınız tökezleyecek. İşte o zaman ilk tekmeyi ben atacağım. Gidip istifa ederseniz ne mutlu size.” Hacer ile vedalaştılar. Sibel yeniden Melek’in koluna girdi. Boş koridorda yürürken, Sibel adımlarını durdurdu.

“Ne oldu?” diye sordu, gizlice gülümseyerek. Melek’in saçlarını karıştırdı. “Aşkı muhabbet etmek için çırpındığın adamın odası hangisi?”

“Yapma şunu Allah aşkına... Üçüncü oda Murat’ın odası ama vazgeçtim.” dedi Melek, yanakları kızarmış, kırılmış bir tavırla. Kolunu, Sibel’in kolundan çekti.
“Benim için böyle mi düşünüyorsun? Aşk için aptal gibi kıvranan biri gibi görmen beni kırdı.”

“Sen aptal isen, ben gerizekalının öncüsüyüm.” dedi Sibel. “Ahmet’le birlikteyken, en yakın dostumun kötü gün dostu olmaktan kaçındım.” Melek, Sibel’i kendine çekti. “Annem dedi, eğer kolunu bırakırsam kalçamda beş parmak izi olacakmış. O yüzden böyle yürümeye devam edelim.” Gülerek devam etti.
“Hem Murat’ı haftaya pikniğe davet edeceğim. Annemden izin aldım.”

“Saçmalama lütfen,” dedi Melek. “O kim bizim pikniğe gelmek kim? Lüks bir restoranda brunch yapmayacağız. Ormanda çimlerin üstünde, boş yer bulursak masanın üzerinde yemek yiyip dedikodu yapacağız. Ormanda gezeceğiz. Sakın çağırmayı düşünme, sakın...”

Sibel başını tamam dercesine salladı. Sonra Murat’ın odasına doğru yürümeye başladı. Birkaç adım sonra kahverengi kapıyı hafifçe tıklayıp Melek’i odaya iterek beklemeden içeri girdi.

____________

Yorum ve beğeni yaparak destek olursanız sevinirim.

Görüşürüz.

Bölüm : 04.11.2024 15:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 40. Salih
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...