
Başlamadan beğeni ve yorum yaparsanız çok sevinirim.❤❤❤
Başlayalım.
____________
Murat, iş yerindeki kontrolü eline aldığından beri içi rahattı. Odaya girer girmez ceketini sırtından çıkarıp koltuğa attı. Masanın başına geçtiğinde, odanın sessizliği neredeyse bir meditasyon gibiydi. Tam gözlerini ekranın köşesindeki bildirime kilitlemişti ki, kapı hafifçe çaldı. Cevap vermedi. Duymazdan geldi. Sessizliğin içinde kapı sesi yankılanmaya devam etti. Ama bir dakika sonra gelen öksürük sesi, birilerinin içeride olduğundan haberdar olmak istediğinin ilanı gibiydi. Kapı hafifçe aralandı. Murat öfkeyle arkasına döndü.
“Kafanıza göre içeriye girilmeyecek demedim mi...” diye çıkışmaya başlamıştı ki, kelimeler boğazında takıldı. Gözleri açıldı, sesi bir anda kesildi. Karşısında geçen hafta tanıştığı, kendi içinde “kara kız” lakabını taktığı Sibel ve onun yanında Melek duruyordu. Elinde ne varsa bırakıp refleksle ayağa kalktı. Sibel’in elini dostane bir şekilde sıktı. Ama Melek’e gelince, şaşkınlıkla onun saçlarını öptü. Elini nazikçe sırtına koydu. Bir anda odadaki hava değişmişti.
"Hoş geldiniz." dedi ve dudağını Melek’in yeni yıkanmış saçlarından çekti.
"Sizi beklemiyordum. Lütfen rahatça oturun." dedi. Melek’e gözlerini dikip bir süre baktıktan sonra bakışlarını kaçırdı. Saçlarını karıştırdı. "Kusura bakmayın. Ne içersiniz? Bugün geleceğini bana haber verseydin, kapıda karşılardım."
"Öylesine geldim. Bilgisayarda birkaç işim vardı." Melek sesi olabildiğince uzak tutmaya çalıştı. Adeta bir savunma duvarı gibi. "Ne içerseniz hemen sipariş vereyim." dedi Murat. Melek gözlerini kısarak Sibel’e baktı. Gözleriyle bir şey içmeyelim mesajını vermeye çalıştı. Ama Sibel montunun fermuarını açıp koltuğa gömülünce, Melek de oyuna uymak zorunda kaldı. "Bana Türk kahvesi. Melek, sen ne içersin?" Sibel’in rahatlığı, Melek’in içini karıştırdı. Yutkundu. Gözlerini yere indirdi.
"Başka bir yerde bir şeyler içerdik ya... Neyse. Ben bir bardak su alayım." demek zorunda kaldı. Evde plan yapmıştı. Ne söyleyeceğini, nasıl tepki vereceğini defalarca kafasında canlandırmıştı. Ama gerçek hayatta işler hiç de öyle yürümüyordu. Oturduğu sandalyede elleri titriyordu. Karşısında oturan Murat’ın gözlerine baktığında, içi daha da karıştı. Tüm vücudu titremeye başlamıştı. Başını kaldırmadan önce Murat’ın ona baktığını fark etmemişti. Ama şimdi gözlerindeki o tanıdık, anlamlandıramadığı gülümseme kalbine işliyordu. Saç diplerine kadar ürpermişti.
"Eee. Nasılsın görüşmeyeli? Sekreterin olmadan yaşamak nasıl gidiyor? Eminim iyi gidiyordur." dedi Melek. Gözlerini Murat’ın deniz mavisi gözlerinden kaçırdı. "Sensiz günlerimi soruyorsan hiç iyi gitmiyor. Ama bugün güzel bir gün olacağını biliyordum. Sadece bu kadar güzel olacağını tahmin etmemiştim. Bir şeyler içtikten sonra mutlaka yemeğe çıkalım. Melek’in beğendiği bir mutfak var mı? Çin, İtalyan, Hint mutfağı. Hepsi bana uyar." dedi Murat. Ama soruyu Melek’e değil, Sibel’e yöneltti. Melek’in hayır diyeceğini bildiğinden kurnazca bir manevraydı bu.
"Antep mutfağı çok sever. Ben de bayılırım. Lahmacun, kebap. En sevdiği bunlar." dedi Sibel gururla. Melek dudağını ısırdı. Gözlerini kısıp başını dikleştirdi. "Türk mutfağı dururken ne yapayım diğer mutfakları. Yemeğe çıkmak gibi bir niyetim yok. O ayrı." dedi net bir ses tonuyla. "Türk mutfağını fazla bilmiyorum. Bana bir gün sevdiğin bir yemeği yaparsın. Böylece seninle tanımaya başlarım." dedi Murat ve ardından Melek’e anlamlı bir bakış fırlattı.
"Çok güzel yemek yapar. Elinden her iş gelir. Yaptığı her yemek parmaklarını yedirir." dedi Sibel. Adeta annesiymiş gibi övgüler sıraladı. Melek bu övgülerin arasına girmesi gerektiğini fark etti. Kendini toparladı. "Bence bu kadar yeterli. Seni işinden etmeye gelmedim. Yani gelmedik. Uğradık sadece." dedi ve tekrar başını eğdi.
Başını kaldırdığı an Murat çoktan dibine kadar gelmişti. "Özel olarak konuşabilir miyiz?" diye sordu Murat. Sesi yumuşak ama kararlıydı. Ardından Sibel’e döndü. Gülümseyerek, "Beş dakika bize izin verir misin?"
"Bilmem ki..." dedi Sibel. Ne yapacağını tam bilemeden koltuktan kalktı. Kapıya doğru bir iki adım attı. "Dışarı mı çıkmam lazım?" dedi çekinerek. Durumu tartamıyordu. Ama Murat onu çoktan karar veremeyeceği bir yere çekmişti bile. Melek’in elini tutmuştu. Sibel’in koluna hafifçe dokundu. "Olur mu öyle şey? Siz burada keyfinize bakın. Biz beş dakika içinde geliriz." dedi.
Sibel, yerinde kalıp gülümsedi. Çok da memnun olmamıştı ama rüzgârın yönünü değiştirecek gücü de yoktu.
"İyi tamam. Fazla geç kalmayın." dedi. Murat, Melek’in elini sıkıca tutarak kısa koridorda yürümeye başladı. Murat, yürürken hiç duraksamadı. Kimseye aldırış etmeden yol aldı. Yüzünde garip bir mutluluk ifadesi vardı. Melek ise elini çekmek için mücadele veriyordu. Hem ruhen hem bedenen bir savaşın içindeydi. Avuçlarındaki sıcaklık kalbine kadar yayılmıştı ama bu sıcaklığı söndürmek zorundaydı.
"Bırakır mısın elimi? Lütfen. İnsanlar bize bakıyor. Ne düşünecekler farkında değil misin? Böyle yaparak beni ateşe atıyorsun." dedi. Sesi sertti. Murat, onun bu tepkisine rağmen gülümsemeye devam etti. Bir süre sonra, elini Melek’ten çekti. Sevdiği kadının kendinden uzak durmasına üzülüyordu. Ama sabrediyordu. Esila’nın odasının boş olduğunu görünce içeriye girdiler.
Murat, masaya yaslandı. Melek, gözlerini yerden kaldırmadan karşısına geçti. Omuzları düşüktü. Kalbi hızlı atıyordu.
"Birkaç gün önce sana özel bir soru sormuştum." dedi Murat. Sesi alçak ama netti. Melek, başını yerden kaldırmadan başını onaylar gibi salladı. "Sorumun yanıtını vermedin. Şimdi çıkıyor muyuz, yoksa biraz daha ısrar mı etmem gerekiyor?" dedi. Sonra usulca eğildi. Melek’in çenesini parmaklarının arasına aldı. Yüzünü yukarıya çevirdi. Göz göze geldiler.
"Cevap vermekten kaçınan bir adet Melek Kapya." dedi. Hafifçe güldü.
"Cevap vermeni ne sağlar diye düşünüyorum." dediğinde sesi daha derinden gelmişti.
Melek’in yüzünde hafif bir kızarıklık oluştu. Gözlerini kaçırmadan önce, Murat’ın gözlerinde kendi duygularını gördüğünü sandı. Ama o cevap hâlâ dudaklarından dökülmüyordu. Kalbi ile aklı, birbirine savaş açmış gibiydi.
Murat, Melek'e karşı olan duygularını bastırmaya çalışırken, Melek kendi içinde fırtınalarla boğuşuyordu. Gözlerini kaçırarak bir noktaya sabitledi. İçinden geçenleri yansıtmayacak kadar ciddi bir ses tonuyla konuştu.
"Kesin bir tavırla söylemek istiyorum." dedi. Cümleyi söylerken omuzlarını dikleştirmeye çalıştı. Kararlı görünürse, Murat’ın daha önceki ilişkilerinden gelen korkularını daha iyi anlayacağını sanıyordu. Oysa aynanın karşısında duran bir yansıma olsaydı, yüzünde istemsizce beliren yumuşak gülümsemeyi, gözlerindeki parıltıyı, dudak kenarındaki belli belirsiz titremeyi fark ederdi. O kararlılık maskesinin altında duran heyecanı kendi bile itiraf edemiyordu.
"Sana cevap verme konusunda henüz bir fikrim yok. Düşünmek istiyorum. Eğer beklemek istemezsen, olumsuz varsay." dedi. Sesi boğazında düğümlenmiş gibiydi. Derin bir nefes alarak devam etti. "Bir de… Olup olmadık yerde saçlarımı öpme. Bir kez daha uyarıda bulunmayacağım. Elimi de tutma. Hayırdır yani. Ne oluyor." Kelimeleri hızlı hızlı döküldü. Kendini tutmakta zorlandığını fark edince kısa kesti.
Murat gözlerini onun gözlerinden kaçırmadı. Dudak kenarındaki hafif gülümsemesini yavaşça sildi. "Tamam." dedi. Sesi ne kırgındı ne de sitem dolu. Düzdü. Duru ve kabullenen bir tonda. Dayandığı masadan kendini geri çekti.
"Şimdi sen bana cevap vermiyorsun. Düşünmek istiyorsun. Yani ortadasın." dedi. Sonra tereddütsüz bir şekilde elini tuttu. Melek bir şey demeye kalmadan Murat onun elini kendi göğsüne götürdü.
"Başkasını sevmediğine eminsin değil mi? Rakibim yok diye biliyorum. Yaptığım küçük araştırmada kimse görünmüyordu. Doğru değil mi? Başkası yok."
Melek’in kaşları çatıldı. Gözleri büyüdü.
"Benim hakkımda hangi ara araştırma yaptın. Biri olsa senden saklayacak değilim ya."
"O da doğru. Sen çat çat söylersin. Doğrudan kaçmazsın. Kimse olmadığına göre beni hayatına dahil edebilirsin. Boşuna düşünmeni gerektirecek bir durum olduğunu düşünmüyorum. Salih'e olan hoşlantın bitti mi?"
Melek cevap veremedi. Gözlerini kaçırdı. Sessizliği, Murat’a cevabını vermiş gibiydi. Sessizlik ise çok daha fazla şey söylüyordu. Murat, bu sessizliği Melek’in Salih’e karşı hâlâ bir şeyler hissettiği şeklinde yorumladı. Yüzü biraz gölgelendi. Başka biri olamazdı. Salih dışında bir isim yoktu. Melek’in bir dönem gözlerine farklı baktığı tek kişi oydu. Ama o da küçük bir hoşlanma olduğunu düşünüyordu.
"Hadi." dedi. "Sibel hanımı tek başına çok beklettik." Melek içinden çıkamayan kelimelere söverken, başını hafifçe salladı. Cevap vermeden, Murat'ın ardından yürümeye başladı. Gözleri hâlâ doluydu ama düşmemesi için dudaklarını sıkıyordu. Güvenmek istiyordu. Murat’ın gözünde diğer kızlardan farklı olduğunu hissedip bunu görmek istiyordu. Yalnızca biraz zaman gerekiyordu. Kalbini açmak için, korkularını bastırmak için biraz daha güç toplamaya ihtiyacı vardı.
Ama sessizliği, Murat’ın gözünde başka bir anlam kazanmıştı. O, bu sessizliğin altında başka bir adama ait duygular olduğunu sanıyordu. Melek’in hâlâ Salih’i unutamadığını düşündükçe boğazında bir düğüm hissediyordu. Oysa Melek’in tek derdi korkuydu. Kırılmaktan, kullanılıp atılmaktan, bir daha toplanamayacak kadar dağılmaktan korkuyordu. Genç kadın sonradan ağlamamak için içten içe dua ediyordu. Payına düşen mutluluk olsun istiyordu. Gözyaşı yerine kahkahalar çınlasın istiyordu hayatında. İçeriye döndüklerinde Melek önden, Murat ise arkasından sessizce odaya girdi.
---
Bu sırada Esila, şehrin trafiğinde kendiyle savaş veriyordu. Direksiyonun başında oturuyordu ama aklı çoktan Salih’in yanına gitmişti. Arabada son ses müzik çalıyordu. Kafasının içindeki karmaşayı susturmak için sesi biraz daha açtı. Salih’in aniden rahatsızlandığını Hacer’den öğrenmişti. Kalbi daralmıştı.
Bütün suçun kendisinde olduğunu düşünüyordu. Onun gözlerine bakarak söylediği hakaretlerin her biri şimdi boğazını sıkıyordu. Direksiyona bastıkça sanki ruhunu da ezip geçiyordu. Kendi varlığından nefret ediyordu. Esila bir anlık öfkeyle arabayı ya önündeki tıra çarpmayı ya da zikzak çizen şu acemi şoförün arabasına girmeyi bile düşündü.
Bir anda pencereyi sonuna kadar açtı. Yüzüne vuran rüzgârla birlikte bağırarak şarkıya eşlik etmeye başladı. Kalbinin sesini bastırmanın tek yolu buydu. İçini dışarı dökmek. Gözyaşı yerine müzikle kendini susturmak.
Yoldan geçerken Yağmur’un sevdiği pastaneye uğramayı unutmadı. Cam kutunun içinde minik bir yaş pasta vardı. Üzerine beyaz çikolata rendelenmişti. Elinde kutuyla Salih’in evinin merdivenlerini çıktı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Yağmur’un minik ellerine sarılmak, onun gözlerinde biraz huzur bulmak istiyordu.
Kapının tokmağına iki kez vurdu. Sonra saçlarını düzeltip beklemeye başladı.
"Kim o, kimşin?" Yağmur’un sesi içeriden geldi. Gülümsedi. "Benim annen." dedi. Herkes ne derse desin. O Yağmur’un annesi olmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecekti.
Kapı hızla açıldı. Yağmur heyecanla kollarına atladı. Sanki dün değil, yıllardır birbirlerini görmemiş gibiydiler. Esila onu sımsıkı sarıldı. Kapının yanında bekleyen İkbal Hanım da Esila’nın yanağından öptü. "Hoş geldin güzel kızım. Kaynanan seni seviyor. Hemen mutfağa geç. Çorbalar soğumadan içelim." dedi.
"Gerçekten seviyor musun?" diyerek kıkırdayan Esila, karnını ovaladı. İçerideki sıcaklık onu da yumuşatmıştı. Elindeki pastayı mutfağa doğru uzattı.
"Salih nerede?" diye sordu.
"Odasında. Rahatsız olduğunu söyledi. Yemek de yemiyor." dedi İkbal Hanım. Yüzü üzgündü. Esila tebessüm etti. Gözlerinde kararlılık vardı. "Ben şimdi odasına yemek götürürüm. Yiyene kadar çenemi de kapatmam." dedi. Elini yumruk yapıp burnunun ucuna götürdü. Kendi kendine bir plan yapmış gibiydi.
İkbal Hanım hiç ses çıkarmadı. Aslında Salih biraz önce ona bu eve Esila’nın gelmesini istemediğini söylemişti. Sert bir şekilde, "Kapıya gelirse alma." demişti. Hatta rica etmişti. Ama bu ricayı yerine getirmek onun için çok zordu.
Bu genç kız Yağmur’un annesiydi. Evet, hata yapmıştı ama annelik duygusunu hâlâ içinde taşıyordu. Yağmur ise kalbindeki pil ile hayata tutunuyordu. Böyle bir çocuğun anne sevgisine ne kadar muhtaç olduğunu en iyi o biliyordu. Onu annesinden ayırmak, iyileşmesine ket vurmak demekti. Bunu göze alamazdı.
Esila mutfağa doğru yöneldi. Gözleri doluydu ama içinde bir umut kıvılcımı da yanıyordu. Yağmur mutfakta onunla birlikte pastayı açmak için sabırsızlanırken, Salih'in odasının kapısı hâlâ sessizdi. Ve o odada, başka bir fırtına daha kopmak üzereydi.
Esila tepsinin içine bir kase çorba, biraz salata ve patates yemeği koyduktan sonra dikkatlice yerleştirdi. Elleri biraz titriyordu. Bir parça da ekmek bıraktı kenarına. Sonra mutfağın kapısını aralayıp derin bir nefes aldı. İçindeki ağırlığı bastırmak istiyor ama kalbinin ritmini yavaşlatamıyordu. Salih'in odasına doğru sessizce yürüdü. Kapının önünde durduğunda içinden defalarca kelimeleri tekrar etti. Ne söylemeliyim, ne söylememeliyim. Yalnızca bir özürle düzelir mi her şey. Elindeki tepsi ağırlaştı sanki. İçeri girmeye karar verdi. Kapıyı hafifçe itti. Başını aralık kapıdan içeri uzattı. Salih yatağında hareketsiz oturuyordu. Odaya girmek istemediğini belli eden bir bakışla ona döndü. Bu bakış karşısında Esila'nın vücudu buz kesti. Ama geri adım atmadı. Tüm cesaretini toplayıp içeriye girdi.
"Yemek yemediğini duydum. Çok güzel yemekler yapmış, İkbal anne. Senin için. Rahatsız olduğunu duyunca odana kadar getirdim." Sesi hafifçe titredi. Ama belli etmemeye çalıştı. Odanın kasvetli havası, duvarlarda asılı eski fotoğraflar, özellikle Salih’in ilk karısıyla çekildiği o resimler, kalbine taş gibi oturmuştu. Her köşe, her bakış açısı, geçmişin gölgesiyle kuşatılmıştı. Bu evde onun varlığı yalnızca geçici bir misafirliğe benziyordu. Her şey Salih'in geçmişine aitti. Geleceğe dair en ufak bir alan bırakılmamıştı. Salih’in oturduğu kahverengi yatak örtüsüne bakarken, bir an kendini onun yanında hayal etti. Göğsüne başını koyduğu, onun nefesiyle huzur bulduğu o düşler... Hep hayaldi. Bir türlü gerçeğe dönüşemeyen, adım atamayan hayaller.
"Beni affet. Tam bir aptalım. Bazen gerçekten düşünmeden konuşuyorum. Kırmak gibi bir niyetim yoktu. Sadece..." Gözlerini kaçırarak konuşmaya devam etti. Elindeki tepsiyi yatağın kenarına bıraktı. Gözleri dolmuştu ama ağlamamaya yemin etmişti. "Neden buradasın? Niye hep etrafımdasın?" Salih’in sesi buz gibi çarptı yüzüne. Esila cevap vermedi. Elini alnına götürüp derin bir nefes aldı.
"Bak annen neler yapmış. Çok güzel yemekler var. Boğazların belli ki ağrıyor. Çorbanın yanına limon da getireyim. İstersen biraz ekmek de kızartayım. Çok güzel olur." Ayağa kalkmak için tepsiyi biraz itti. "Neden buradasın dedim." Salih’in sesi daha sertti bu kez. Esila arkasını dönüp çıkmak üzereydi ama durdu. Kafasında yankılanan kelimelere rağmen bir umutla durdu.
"Bak... Gerçekten... Limon getireyim." diyerek kendini toparlamaya çalıştı. Ama Salih ayağa kalktı. Yatağın kenarından kalktığı gibi birkaç adımda arkasına geldi. Omzuna dokundu. Sertçe değil ama kararlı bir şekilde çevirdi. "Kafan basmıyor mu. Bıktım artık. Anlamıyor musun. İstemiyorum. Neden bu evdesin. Neden hayatımda hâlâ seni görmek zorundayım." Esila'nın gözleri yaşla doldu. Ama hâlâ direniyordu. Hâlâ dik durmaya çalışıyordu.
"Özür dilerim. Sana olan kızgınlığım... Bana olan uzaklığın yüzünden. Bazen kötü davranıyorum. Ama gerçekten özür dilerim. Lütfen bağırma. Yağmur duyarsa üzülür." Dudaklarını ısırdı. Dayanmak zordu. Kelimeler boğazına düğüm düğüm oturmuştu. "Varlığından nefret ediyorum. Varlığından nefret ediyorum Esila. Kızımın adını anma artık. Peşimizi bırak. Kara bulut gibisin. Kabus gibisin. Hiç bitmeyen, hiç uyanılamayan bir kabus." Salih yakasını tutup kendine çekti. Esila gözlerini kocaman açtı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Göz göze geldiklerinde Salih’in öfkesi yüzüne işlenmişti.
"Artık beni özgür bırak. Benim kalbim sana ait değil. Ömrüm sana ait değil. Görmüyor musun bu odada seni hatırlatacak bir şey bile yok. Fotoğraflara baksana. Seninle geçmişim yok. Sen yalnızca hayal kuruyorsun." Eliyle işaret etti etrafı. Her karede Salih ve geçmişi vardı. Esila dudaklarını kanatacak kadar ısırdı. Hafifçe kan sızmaya başladı. Salih bakışlarını dudağındaki kana çevirdi. Yakasını bıraktı. Parmaklarıyla dudağındaki kanı silmek istedi.
"Dokunma. Senin gözünde bir değerim yok. Dudağımdan akan kana dokunma." Esila’nın sesi çatallıydı. Derin, karanlık ve kırılmış. Salih eli havada kalmıştı. Geri çekti. "Salih, bana neler yaptığının farkında mısın. Aptal gibi peşinden koşuyorum. Her sözünü, her bakışını anlamlandırmaya çalışıyorum. Yağmur için bile seninle evlenmene razıydım. Sadece yanında kalayım diye. Sen sevmiyor olsan da. Yalnızca yanında olayım yeterdi. O kadar çok seviyorum ki... Dünyada hiçbir insan bu kadar sevilemez." Gözyaşları artık saklanamayacak kadar çoğalmıştı. Ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. "Ben seni deli gibi severken sen benden nefret ediyorsun. Sahi nasıl bunu yapabiliyorsun?" Sözleri titrekti. Salih yalnızca izliyordu. Sanki kelimeler ona ulaşmıyordu. Sanki bu ağlayışlar, kalbindeki taş duvarlara çarpıp düşüyordu.
"Şirketten istifa edeceğim. Almanya'dan iş teklifi aldım." Cümle kendiliğinden döküldü. Salih bile nasıl çıktığını anlamadı. Sanki ağzından çıkan bu söz onu gerçekten özgürleştirecek gibiydi.
Esila onun tepkisini beklemeden kollarını açtı. Düşünmeden boynuna sarıldı. "Özür dilerim. Yemin ederim bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Lütfen istifa etme. Beni senden, Yağmur'dan ayırma. Seni artık sevmem. Seni sevmeyeceğim. Yemin ederim. Başka biri olacak hayatımda. Yeter ki gözümün önünden kaybolma." Sesi yavaşladı. Titredi. Ardından yere diz çöktü. Gözlerinden akan yaşlar, halının üzerine damla damla düşüyordu.
"Karşımda ağlama. Kahretsin Esila. Karşımda ağlama artık. Beni kızımın gözünde kötü yapmaktan vazgeç." Salih yüzünü çevirdi. Artık dayanamıyordu. Esila’nın gözyaşları boğuyordu onu. Duygularının önüne set çekmek zordu. Ama direnmeye devam etti. Odadan hızla çıkarak İkbal Hanım'ı çağırdı.
İkbal Hanım, Esila'yı yerde gördüğünde kalbi burkuldu. Oturup sarıldı. Kendi de gözyaşlarına engel olamadı. Yağmur, annesi gibi gördüğü Esila'nın ağladığını görünce o da sessizce ağlamaya başladı. Ardından usulca odasına çekildi. Kendisince anlayamayacağı ama yüreğini burkan bir şeyler oluyordu. O küçücük kalbi, o akıllı bakışları her şeyi seziyordu.
Yaklaşık on dakika sonra Esila ağlamaktan bitkin düşmüş, gözleri kıpkırmızı olmuştu. Dudakları kurumuş, sesi çıkmaz olmuştu. İkbal Hanım, kollarını uzatıp onu ayağa kaldırdı. Sessizce kapıya yönlendirdi. Salih ortalıkta yoktu. Belki bilerek kaçmıştı. Belki görmek istememişti. Kapının önünde durdu. Her daim yanında olan, yaşlı kadına dönüp başını eğdi.
"Özür dilerim." dedi sessizce. Gözleri Yağmur'u aradı. Ama sonra vazgeçti. Salih'in kızma ihtimali bile yetmişti o masum arzularından vazgeçmeye. Yağmur'u öpmek, sarılmak istemişti. Ama bunu da elinden almıştı hayat. Sevinçle geldiği evden, yine ağlayarak çıkıyordu. Ama bu kez yalnızca birkaç damla yaş değil. Gözyaşlarının dibi kurumuştu. Kalbi yorulmuştu. Ruhunda çatlaklar oluşmuştu. Kapıyı kapattı. Sessizce arabasına yürüdü.
Arabasına bindiğinde torpido gözünden ıslak mendili çıkardı. Aynaya bakmadan yüzünü sildi. Sonra radyoyu açtı. Çalan şarkının sözleri, onun iç sesini dillendiriyordu. Sokağa adım attığında hızla bastı gaza. Arabasını rüzgarla yarıştırır gibi sürdü. Kırmızı ışıklarda bile durmadan, içindeki fırtınayı bastırmak istercesine ilerledi. Yolda geçen insanların bakışları umurunda değildi. Gözyaşları yanaklarında iz bırakmıştı. Ama artık ağlamıyordu. Artık yalnızca sessizliğin içinde kendine sığınıyordu. Şarkının sözlerini tekrar etti. Her cümlesi içini delik deşik ediyordu. Ama susmuyordu. Çünkü susmak, daha çok canını yakıyordu.
****
Sibel on beş dakika boyunca susmadan Murat'a Melek’in küçüklüğünü anlatıyordu. Öyle ki, hikâyeler bitmek bilmiyor, her cümlesi bir başka anıya kapı aralıyordu. Melek gözleriyle artık sus demekten yorulmuştu. Başta nazikçe gülümsüyor, araya girip konuyu değiştiriyor, hatta ayak parmaklarıyla yere baskı yaparak sabır oyununu sürdürebiliyordu. Ama artık kelimelerin boğazında düğümlenmeye başladığını, göz kapaklarının ağırlaştığını ve bir an önce uzaklaşmak istediğini kendi bile fark ediyordu. Sibel’in sesi artık bir masal anlatıcısının sesi gibi gelmiyor, kulaklarına bıçak gibi batıyordu.
"Biz artık kalkalım." diyerek çaresizce ayağa kalkıp Sibel’i çekiştirdi. Cümle o kadar net ve kararlıydı ki, Sibel bile lafına devam etmek üzereyken bir an duraksadı. Murat, Melek’in yanından gitmek istediğinin farkındaydı. Belli ediyordu her tavrı, her hareketi. Gözlerini yerden çekmemesi, konuşmak istememesi, konuştuğunda sadece “gidelim” demesi. İlk defa bir kız tarafından reddedilirken bu duruma itiraz etmek istiyordu. İçinden bir ses “bir yere gitme” diye bağırıyordu ama o ses dudaklarına varmıyordu. Yüzünde sakin bir gülümseme vardı fakat kalbinde fırtına dönüyordu.
Sibel, en yakın arkadaşının yalvaran bakışlarına nihayetinde onay vererek oturduğu sandalyeden konuşmaya devam ederek kalktı. Elbette yine sustuğu yoktu. “Sizinle sohbet etmek çok güzeldi. Artık arada Melek’i ziyaret ederken size de uğrarım.” diyerek elini Murat’a doğru uzattı.
Murat da alışkanlıkla uzatılan eli sıktı. Yüzü hâlâ aynıydı ama gözleri Melek’ten kaçıyordu. El sıkışırken bir an bile ona bakmadı. Çünkü bakarsa sarılmadan bırakmazdı. Kapıya kadar eşlik etti. Sibel kapıdan konuşmaya devam ederek ilk çıkan oldu. Melek ise birkaç saniye daha durdu. Gözlerini Murat’a kaldırdı. Dudağını ıslatıp yavaşça gülümsedi.
“Teşekkür ederim.” diyebildi. Ne için teşekkür ettiğini kendisi bile bilmiyordu. Belki sessizliği için. Belki nazik kalmayı sürdürdüğü için. Belki de gözlerine bakmaktan vazgeçtiği için.
“Ben teşekkür ederim. Zengin, yakışıklı, bakımlı biri olduğum halde beni sevmediğini söyledikten sonra mutlu olduğun için. Benim içimde fırtınalı lodos var senin içinde düğün halay. Ne zaman pişman olursan gelebilirsin. Kendime bile inanamıyorum ama teklifim hâlâ geçerli.” dedi Murat. Sesi ne alaycıydı ne de ezik. O sadece gerçeği söylüyordu. Melek gözlerini kocaman açarak ağzını açmıştı ki Murat eliyle kapıyı gösterip devam etti.
“İlk defa reddedildim. İlk defa peşini bırakmak istemiyorum. İlkleri yaşatıyorsun Bayan Kapya.” dedi Murat ve sonra sustu. Konuşmanın bittiğini sanan Melek başını başka yöne çevirdi. İçinden bir ses bağırıyordu. “Söyle. Ondan hoşlandığını söyle.” Ama dili dönmedi. Vücudunu saran güvenmeme korkusu, zehirli bir yılan gibi düşüncelerini emiyor, kelimelerini boğuyordu. Oysa şirkete gelirken çocuk gibi şen ve heyecanlıydı. Ama o gün belli ki bugün değildi.
Kapının önünde bekleyen Sibel’in koluna girdi. Arkasından gidişini izlediğini ummadığı adamı geride bıraktı. Asansörden aşağıya inerken Sibel’in koluna daha fazla sarıldı. Adeta düşmemek için, ama en çok da dağılmamak için. “İyi değilim.” diyebildi. Kelimeler boğazından güçlükle dökülüyordu. İyi değildi çünkü ilk defa bir kıza çıkma teklif ettiğini yeni öğrenmişti.
“O adamla çıksam ilk olarak kalbime hüküm sürecek. Zaten kalbime hüküm sürüyor. Sonra ihtiyacı olan şeyi karşılamak için ipuçları verecek. Evlenmeden olmaz dediğimde ise en iyi ihtimal beni terk edecek. Benimle evlenmek istemez onun kadar zengin bir erkek. Kötü ihtimal ise, sevgili olursak beni kandırarak aldatacak. Ben de geniş bir mide, harikulade geyik boynuzuna sahip olacağım.”
Cümleleri bir yumruk gibi karnına inmişti. Ağır gelmişti. Belki birçok kadının umursamadığı bu olasılıklar, onun için hayat memat meselesiydi. Vücuduna evlenmeden bir erkeğin teni ile kaynaşamazdı. Buna ne dini ne de duygusal olarak hazır hissediyordu. Murat’ın etrafındaki bütün kadınlar, "Benim vücudum, benim kararım, benim tercihim, benim ihtiyacım" diyordu. Ama o, bu mantıkla yaşayan, yaşamaya devam eden insanların içinden gelen bir erkeğe veremeyeceği konular için söz veremezdi.
Sibel, arkadaşının kolunu sıvazlayarak güldü. İçten bir gülüştü bu. İnsanı hafifleten, sıcacık bir gülüş. “Bir kadının bir nefsi varken erkeklerin doksan dokuz nefsi var.” dedi.
“Nefislerden mi bahsedeceğiz şimdi?” Melek gözlerini devirdi. Başka bir konudan konuşmak ister gibi sustu.
“Annem olsaydı evet konumuz bu olurdu.” dedi Sibel. Sonra Melek’in yanağından tatlı bir makas aldı.
“Şimdi, seven bir erkeğin anatomisini yapacağım. Murat sana bakarken cinsel anlamda arzu görmedim. Saf şefkat vardı. Tutku yok muydu, bence belli olacak şekilde vardı. Ama tutku olması kötü bir şey değil.” Melek’in yüzüne baktı. Ciddi ve içten bir ifadeyle konuşuyordu.
“Konuşmak için çıktığınızda bakışları kalçana, göğüslerine hiç değmedi.” dedi. Bu cümle Melek’i gafil avlamıştı. Melek sinirle kahkaha atarak Sibel’e omuz attı.
“Onun yerine sen baktın herhalde kalçama, göğsüme. Saçmalama lütfen.”
“Vallahi saçmalamıyorum. Hem sen kendini bilmiyor musun? Çıksanız bile cinsellik yok dersin. Olur biter.”
“Haklısın. Beni aldatırsa da terk ederim. Olur biter. Şimdiden nereye gidiyor, nerelerde takılıyor diye çip mi taksam?”
“Adamla daha çıkmadın. Çıkarsan dedektif bile tut. Aman ha elinden kaçar, göçer, uçar.”
“Dalga geçme. Adamın sicili kabarık.” dedi Melek hafifçe gülümseyerek. Ama içinde hâlâ diken gibi bir korku vardı.
Sohbet eşliğinde caddenin üzerinde otobüs beklerken Sibel birden panikle Melek’e bakarak elini ağzına götürdü. Gözleri büyümüştü. “Telefonu şirkette unuttum.” dedi. Aslında yalan söylüyordu. Ama aklına son anda gelen piknik davetini Murat’a iletmemişti. O fırsatı kaçırmak istemiyordu. “Sen beni burada bekle. Ben bir çırpıda gidip gelirim.” dedi ve Melek daha bir şey diyemeden koşarak uzaklaştı.
Melek arkasından bakarken “Ne yapıyor bu kız yine?” diye içinden geçirdi ama durdurmak için de bir şey yapmadı. Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı. Gün, saat gibi ilerlemiyordu. Her şey birden olmuş gibiydi. Gözlerini caddede bir noktaya dikti. İçinden geçenleri susturmak istercesine başını gökyüzüne kaldırdı. Ama ne başını kaldırması ne de derin nefes alması yeterli oluyordu.
Murat ise gözlerini kapatıp Melek’in söylediklerini düşündü. Kelimeler zihninde dönüyor, cümleler kulağında yankılanıyor ama hiçbirine tam bir karşılık bulamıyordu. Ne yapmalıydı? İkna etmeye devam etmeli miydi? Yoksa geri çekilip sessizce beklemeli miydi? Belki de hayatın ona sunduğu bu reddedilişi kabullenip başka bir yol çizmeliydi kendine. Ama içindeki ses susmuyordu. Bir yanıyla haykırmak, öbür yanıyla sükûnetini korumak istiyordu. Bu ikilemin ortasında sıkışıp kalmış gibiydi.
Masaya başını indirdi. Sertçe. Alnı tahta yüzeye hafifçe değdi. Burnuna odaya sinmiş eski çay ve evrak kokusu karışmış toz kokusu doldu. Tek eliyle oluşan toz zerreciklerini silkeleyip iç geçirdi.
"Hacer neden buranın tozunu düzgün almıyor?" dedi kendi kendine, hırçın bir iç sesle. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Melek’i kaç gün daha göremeyeceğim?” Bu soru zihninin içinde tekrar tekrar çalınan bir şarkı gibiydi. Ritmi değişmiyor, sözleri eksilmiyor, yankısı sönmüyordu.
Tam o sırada kapı hızla açıldı. Murat refleksle kafasını kaldırıp sese yöneldi. Gözleri hafif kısıldı. Nefes nefese kalmış birini gördü. Sibel. Elini dizinin üstüne koyarak eğilmiş, nefesini dengelemeye çalışıyordu. Yanakları al al olmuş, saçları karışmıştı.
Murat hemen yerinden kalktı. Koşmasa da aceleyle sürahiyi alıp Sibel’in yanına yöneldi. Masadan geçerken annesinin hediye ettiği bardaklara göz ucuyla baktı. Onlara hep bir anlam yüklemişti. Belki de o yüzden hiç kullanmıyordu.
“Biraz su iç.” dedi. Sürahinin kapağını çıkardı. Ardından genç kadına uzattı. Sibel göğsünün üstüne bir elini koydu. Diğeriyle Murat’ın eline baktı. “Bardak nerede?” dedi hâlâ hızlı nefes alarak. Soluk soluğaydı. Yürümemiş, koşmuş gibiydi. “Sürahiyi dik kafana demek zorundayım. Boğulacaksın bardak isteyene kadar.” dedi Murat, yarı ciddi yarı şakacı bir ifadeyle. Bardağı uzatmadı. Annesinin hediyeleri simli diye hatırlıyordu. Öyle bir bardaktan su içmek istemezdi. Bir yudum içtikten sonra nefesi yavaş yavaş normale döndü. Murat dikkatle Sibel’e baktı.
“Sorun mu var? Melek nerede?” Cümle boğazından çıktığı anda gözleri kapıya çevrildi. İçten içe onun peşinden bir haber geldiğini hissetmişti. Sibel, alnına yapışan saç tutamını kulağının arkasına itip doğruldu. Artık konuşabilecek kadar toparlanmıştı. “Dışarıda beni bekliyor.” dedi. “Şey için geldim... Annem seni haftaya pazar günü pikniğe davet ediyor. Gelirsen seviniriz. Melek de orada olacak. Mutlaka gel. Hatta kesin gel.” dedi göz kırparak. “Piknik mi?” Murat dudaklarını büktü. “Bilmem ki nasıl olur?” Sonra sesi alçaldı. “Melek ne diyor bu konuda?”
“Annem çağırdığı için o cadı sesini çıkaramaz. Haberi de yok zaten. Pikniğe gelme niyetin varsa mükemmel olur. Melek delidir, kavgacıdır, bazen psikopat bile olabilir ama mükemmel bir arkadaştır. Eğer çok severse gemici düğümü gibi bağlanır. Kolay kolay çözemezsin. Eğer niyetin ciddiyse mükemmel bir eş olur. Ama niyetin ciddi değilse pikniğe adımını bile atma.” dedi Sibel, bu defa sesi ciddileşmişti.
Sonra telefonunu açıp Murat’a uzattı.
“Numaranı ver, kaydedeceğim.” dedi. Murat hiç düşünmeden telefonu aldı. Numarasını yazdı. Sonra kendine çağrı yaptı. Sibel’in numarası da artık rehberindeydi. Gülümseyerek telefonunu geri uzattı.
“Kara kız davetin için teşekkür ederim. Yine konuşuruz. Yanlış anlama ama Melek aşağıda tek başına beklemesin. Hava soğuk. Hâlâ bacağı ağrıyor. Üşürse kötü olur. Hem kendini yalnız hisseder.” dedi. Sözleri sakin ama içten geliyordu. Duyduğu endişe gözlerinden okunuyordu. Sibel gözlerini açtı. Ağzı hafifçe aralandı. Gözleri hayretle büyüdü. “Yok artık!” dedi. Sonra ağzını eliyle kapadı. “Yani Melek’i ben bile bu kadar düşünmedim.” Gözlerini kıstı. “Kusura bakma. Ağzım bozuk değildir.”
Murat hafifçe gülümsedi. Ardından zamandan tasarruf etmek için kapıya yöneldi. “Melek sayesinde değişik kelimelere alışkınım. Bu yüzden kusur olarak görmüyorum. Kendine iyi bak. Melek’e de. Bir şeye ihtiyaç olursa bana bildir.” dedi. Sonra koridorda yürümeye başladı.
Sibel onun arkasından bir süre baktı. Yürüyüşü bile bir şey anlatıyordu. Ne olduğunu tam çözemese de, Melek’in çok şanslı olduğunu düşündü. Bu kadar düşünen biri varsa eğer, bu aşk başka bir şey olmalıydı. Delilikti. Ama güzel bir delilik. Bu iki delinin aşkı tamamıyla bir delilik olacaktı. İçinde zarafet, sadakat ve belki de bir gün adanmışlık taşıyan bir delilik.
“Kendinize iyi bakın.” diyerek asansöre bindi. İçine çektiği hava ciğerlerine huzur gibi doldu. Aşağı indiğinde koşarak gelip geçen arabaları izlemekten yorgun düşmüş Melek’i buldu. Kaldırımın kenarında durmuş, dizlerini kırmış, ellerini kucağında birleştirmişti. Başını hafif eğmiş, gözlerini yolun karşısına sabitlemişti. Sibel usulca koluna girdi. Melek başını onun omzuna dayadı. Duruşu, bir çocuğun anne sıcaklığına yaslanışı gibiydi.
“Ne düşünüyorsun Melek?” diye sordu Sibel. Kollarını daha da sıkıca sardı. Melek bir an cevap vermedi. Sonra derin bir nefes aldı.
“Murat’ı. Kafamdan bir hafta daha nasıl silebilirim diye düşünüyorum.” dedi. Sesi yorgun ve kararsızdı. Gözleri buğuluydu. Dudaklarında acı bir tebessüm vardı.
“Boş ver.” dedi Sibel. “Nasıl duruyorsa öyle kalsın. Silmek isterse kalp çeker çizgiyi. Silmek istemiyorsa yeminler de etsen başında kara bulut misali dönüp durur. Bana soracak olursan silme. Daha da kazı. Kalbine, beynine. Emin ol, o öyle yapıyor.” dedi. Sözleri adeta balmumu gibi Melek’in kalbine işliyordu.
Otobüsün gelişiyle konu kapandı. Bindiler. Melek koltuğa oturduğunda başını cama yasladı. Camın soğukluğu tenine değince gözlerini kapadı. O an içinden “Silmek istemeyi düşünmek bile suç.” dedi. “Ona bu düşünceyi bile yakıştıramam. Bu aşkın içinde silmek değil, kazımak var. Unutmak değil, tamamlanmak var. Geri çekilmek değil, birlikte yürümek var.”
İçinden gelen bu ses, Murat’ınkine benziyordu. Belki de gerçekten birbirlerine deli gibi âşıktılar. Ama bir deliliğin içinde... Baştan sona kadar tutkuyla, tereddütle, korkuyla ve umutla örülmüş bir delilikti bu.
_________________
Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutma. ❤❤❤❤
Yeni bölümde görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |