55. Bölüm

42.Cadı ile Pazarlık

Yalives Doğan
kambersizyazar

 

Selam Canlar ☺️

Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.

Başlayalım.

________________

Sibel, Melek’in omuzunda inecekleri durağa kadar başını kaldırmadı. Kaldıramadı. Gözlerinin önünden geçen eski bir hayat film gibi zihninde dönüp duruyordu. Arada göz ucuyla Melek’e bakıyor ama konuşmaya cesaret edemiyordu. Dilinin ucuna gelen kelimeler boğazına takılıyordu. Ahmet hakkında konuşmak istiyordu. Ne çok sevmişti, ne çok sevmeye devam ediyordu. Ah bir de zamanında sadece kendi doğrularına değil, başkalarının da “haklı” dediklerine kulak verebilseydi. Belki şimdi hayatında ne Melek’in gözleri bu kadar kırgın olurdu ne de kendi yüreği bu kadar yaralı. Şimdi tüm şarkılar ayrılıkla baş köşeye konulmuş, her ezgi bir hatıraya dönüşmüş, her söz bir gözyaşı olmuştu.

"İyi misin?" diye soran Melek’e başını sallayarak evet demesi hiçbir şeyi gizleyemedi. Çünkü Melek tanıyordu onu. Çünkü en az onun kadar kırılmış, en az onun kadar sevmişti bir zamanlar. Melek, kurumuş dudaklarını diliyle ıslatıp, iç geçirdi.

"Sorun ne? Yoksa yine her yere koca burnunu sokan Ahmet mi?" Sibel yanaklarından düşen yaşları silerken, gözlerini camdan ayıramıyordu. Otobüs camının dışındaki dünya ne kadar da kalabalık, ne kadar da umarsız görünüyordu. Nasıl bir adama aşık olmuştu böyle. Dünya’da tek dostunun hayatını alt üst etmesine nasıl da alet olmuştu. İstemeden de olsa. Şimdi ise yanı başında oturan arkadaşının yüzüne bakamadan ağlıyordu. Gözlerini ayırmadan izlediği hayat, Melek’in koluna dokunmasıyla bölündü. Melek’in sesi yumuşak ama kırgındı.

"Durağa geldik."

**

Esila, nereye gideceğini bilmeden sürüyordu arabasını. Radyo açıktı ama hiçbir ses duymuyordu. İçinde büyüyen boşluk tüm gürültüleri susturmuştu. Nihayet bir yerde arabayı durdurdu. Sileceklerin altında kalan birikmiş toz camda iz bırakmıştı. Esila arabadan indi. Kapıyı hızlıca kapatıp sinirle kilitledi. Etrafına baktı. Gözleri dolmuştu. Kendini yine bildiği bir yerde, o eski kulübenin önünde buldu. Sığınacağı tek liman gibiydi artık orası. Düşe kalka yürüdü. Hiç düşünmeden içeriye girdi. İçeride personel akşam hazırlıklarını yapıyordu. Herkes kendi halinde koşuşturuyordu ama Esila kimseye aldırış etmeden saçlarını düzeltti. Merdivenlerden aşağı indi. Gözlerinde yorgunluk, yüzünde kırgınlık vardı. Hakan bar sandalyesine oturmuştu. Önündeki malzeme listesini inceliyordu. Gözleri eksikleri tarıyor, zihni ise bambaşka yerlere kayıyordu.

Esila, iki adım kala durdu. Ayakkabılarının topuk sesleri boş salonda yankılanıyordu. Hakan başını çevirmeye yeltenirken Esila başını sırtına dayadı. Gözleri kapanmıştı.
"Lütfen kıpırdama. Çok kötü durumdayım." Hakan olduğu yerde kalakaldı. Kıpırdamadı. Esila'nın ağlamaklı sesi içini delip geçmişti. Tanıdıktı bu ses. Canını acıtıyordu. Ama alışmıştı artık. Ne zaman Esila ağlasa içinde eski bir yara kanıyordu.

"Yine ne oldu diye sormak istemiyorum. Onun yerine, Salih yine ne dedi?" Esila'nın ağlaması şiddetlenince Hakan konuyu değiştirmeye çalıştı. "Sana bir şeyler ısmarlamamı ister misin? Meyve suyu ya da meyveli soda gibi bir şeyler. Belki iyi gelir." Sesinde yumuşak ama kararlı bir ton vardı. Kızgın değildi. Sadece yorgundu. Sadece üzgündü.

"Şimdi sadece başımı yasladığım sırtın ve konuşmadan beni dinleyecek olan senin varlığın yeterli." Esila’nın göz yaşları Hakan’ın sırtını ıslatmaya devam ediyordu. Sıcak, tuzlu ve kesintisiz bir akıştı bu. İçindeki kırılmışlık dışına taşıyordu. "Ondan uzaklaşmazsam bu ülkeden gideceğini söyledi. Bunalttığım için benden nefret ediyor. Ne yaptım da bu kadar nefret ediyor anlamıyorum." Hakan tam arkasını dönerken, Esila başını daha da yasladı. Göz göze gelmek istemiyordu. Görünmek istemiyordu.

"Şu anda çok çirkinim. Yüzümü görmeni istemiyorum. Lütfen şimdilik yaptığım tüm hareketlere katlan." Sesi titriyordu ama kararlıydı. Hakan, iç çekti. "Ağlama o zaman. Bulunduğum ortamda ağlayan bir kadını görmeyi istemiyorum. Hem ne bu hal? Bizi bilmeyen farklı bir durum sanacak." Esila Hakan’ın sözleriyle kesik kesik gülmeye başladı. Gözyaşları gülüşüne karıştı.

"Tamam. Ağlamak yok. Zaten yeni bir başlangıç yapmam gerekiyor." Sandalyeye oturdu. Ellerini birbirine kenetledi. Gözlerini yere dikti. "Ağlamamı istemediğine göre ne ısmarlıyorsun? İhtiyacım olan tek şey unutmak. O yüzden viski olsun." dedi ve koluyla gözlerinden yaşları sildi. Sert görünmeye çalışsa da içi tuzla doluydu.

"Zıkkım iç Esila. Her dertlendiğinde bir halta sarılmak sizin ailenin olmazsa olmazı. Tabii ki dengesiz ruh halinizi saymıyorum. O huyunuz bir baş yapıt. İçki içmek yok. Derdini anlatmak istersen ses çıkarmadan dinlerim." Esila yüzünü buruşturdu. Öfkeyle ama sessizce önüne döndü. "Senin sevgilin bunları yapmıyor diye başkasının acısını hafif görüyorsun. Kıskandırmak için yanımda gezdireceğim bir erkek bile yok." Sesinde alınganlık vardı.

"Kullanmak için adam mı arıyorsun? Salih sizi birlikte görüp kıskansın diye mi? Kadınların yüz karası olduğunu bu kadar belli etme. Adam seni sevmediği için kıskançlık gibi tepkiler vermek yerine sizi tebrik eder." Hakan'ın sözüyle Esila'nın başına parmağını birkaç kez dokundurdu. Göz göze geldiler. Hakan’ın gözlerinde öfke değil, sitem vardı.

"Seni sevmek için bekleyen onlarca erkek bulabilirsin. Seni aşağılamayan, küçük görmeyen birini sev. Büyü artık Esila. Büyü de kurtul bu çocukluk hayallerinden." Konuşurken cebinden bir dal sigara ve çakmağını çıkardı. Aklında bir düşünce belirip sonra kayboldu. Sigarayı ağzına götürmeden geri cebine koydu. Dudakları titredi.
"Esila küçükken sigara içmek istermişsin. Murat söyledi. Halen bu isteğin devam ediyor mu? Yoksa yerine mi getirdin?" Gözleri ciddiydi. Sorgulamıyor, hatırlatıyordu.

"O dengesiz bukalemun söylemedi mi? Bir kere içtim. Orangutan görünümlü Murat beni yakaladı. Ceza olarak kulağımın arkasında ki saçları ben uyurken jilet ile kazıdı." Elini istemsizce saçlarına götürdü. Uzun zaman ağlamıştı o kesik için. Şimdi sadece anıydı. "Murat ve sen. İki erkek olarak beni anlamıyorsunuz. Salih zaten hiç anlamıyor. Üç erkek. Beni uzaylı gibi görüyorsunuz. Yaşadığım her şeyi, yaptıklarımı saçmalık olarak nitelendiriyorsunuz." Sesinde acı vardı. Kırgınlık, çaresizlik, isyan...

"Ne acını ne de yaptıklarını hafif görüyorum. Ama gerçekleri görmeni istiyorum. Salih seni sevse, herkes tamam der. Ama bal gibi görüyorsun. Sevmiyor. Adamı zorla seninle evlendiremeyiz ki." Önünde duran kağıdı katladı. Cebine sıkıştırdı. Son sözlerini söylemeden önce Esila’ya baktı. "Seninle olmasa bile senin iyi olmanı isteyen biriyim ben. Bunu da unutma."

Esila başını çevirdi. Gözlerinden düşen yaşlar sandalye üzerine düştü. "Bak Esila, dediklerimi yanlış anlama. Seni hep sevmişimdir. Aramızda kan bağı olmasa da, değerli bir dostum gibi severim. Kibir ve beddua konusunda master yaptığın halde senden uzaklaşmadım. Şimdi Salih'e olan karşılıksız sevgine saygı duymadığımı söyleyemezsin. Oldu ki kaç kere kendi kafandan sevgili olduğumuzu ortalıkta söyledin. Bir kere bile yapmaman gereken konuları ulu orta dile getirdiğinde sana müdahale ettim mi?"

Cevap vermesi için Esila'ya baktı. Düz siyah saçları yüzünü kapatıyor, göz göze gelmelerine engel oluyordu. Önüne düşen bir tutam saçı Esila'nın kulağının arkasına usulca sıkıştırdı. O temas, Hakan’ın içini cız ettirmişti ama belli etmedi. Konuşmak istemediğini belirten yüz hatlarını görünce gözlerini bir süreliğine yumdu. Ardından sesi, biraz daha derin, biraz daha titrek bir hal aldı.
"Zehra evleniyor. Ettiğin beddua kabul oldu. Geçenlerde dini nikah kıyılmıştı duydum ama inanmadım. Şimdi de resmi nikah yapılıyor." Bu sözleri söyler söylemez ayağa kalktı. Sessiz ama derin bir öfke ve kırgınlıkla yürümeye başladı. Bu bilgi Esila'da adeta şok etkisi yaratmıştı. Gözleri büyüdü. Hemen yerinden fırlayarak Hakan'ın önüne geçti. Ayakta durmakta zorlanır gibiydi.

"Ne dedin? Zehra evleniyor mu? Kiminle evleniyor? Sen ne olacaksın peki?" diye sordu. Sesi yükselmişti. Ellerini kontrolsüzce iki yana açtı. Kızgınlık, şaşkınlık, hatta kırgınlık vardı ses tonunda. Hakan başını hafifçe sağa sola sallayarak cevap vermeden yürümeye devam etti. Esila bu kez onun kolunu tuttu. Onu kendine doğru çevirdi. Gözlerinin içine bakmaya çalıştı.
"Hani deli gibi seviyordu seni." dedi sitemle.

"Yine seviyor." Hakan’ın sesi öyle garip çıkmıştı ki, içi titreyen bir adamın son kelimeleri gibiydi. Gözleri uzaklara bakıyor ama zihni çok daha uzakta, başka bir zamandaydı. "O zaman ne b...k yemek için sevmediği birisiyle evleniyor? Ben sevmediğim için kavuşamıyorum, siz sevdiğiniz için kavuşmak istemiyorsunuz. Ne saçma hayat bu." dedi Esila, ellerini beline koyarak gözlerini devirdi. Ağzından çıkan sözler öfkeliydi ama altında hayal kırıklığı vardı.

Hakan olduğu yerde durdu. Acı içinde ama tuhaf bir gülümsemeyle başını yere eğdi. Gülümsediğini sanırdın ama aslında acı içinde kıvranan bir adamın çırpınışıydı o. "Neden sen değil de başkasıyla evleniyor? Ailesi mi bilmiyor diyeceğim ama biliyor demiştin." dedi Esila sesini alçaltarak. Artık öfke yerini gerçek bir meraka ve kırgınlığa bırakmıştı.

"Çok sordum." diyerek sandalyeye yeniden oturdu Hakan. Yorulmuş gibi omuzları düşüktü. Sesi boğuk ve içe dönüktü. "O kadar sordum ki... 'Neden ailene beni ne olursa olsun seveceğini söylemiyorsun?' diye. Ama cevap hep aynı sesle çıkıyordu." Başını eğdi.
"Üzgünüm. Sana olan sevgime sahip çıkamıyorum." dediğini tekrar etti Hakan. Başını masaya koydu. Parmaklarını yavaş yavaş masaya vuruyor, her vuruşta içindeki acıyı hafifletmeye çalışıyordu sanki. Ritim yavaş ve derindi. Hakan, birkaç aydır yüzünü, sesini bile duymadığı sevdiğinin haftaya başkasıyla evlenecek olmasıyla paramparça olmuştu. Dayanıyordu. En azından öyle görünmeye çalışıyordu. Ama içi... İçinde koca bir boşluk vardı artık.

Zehra'nın babası Hakan'ın yanına gelip yalvarmıştı. Kızının peşini bırakması için... Kendi elleriyle işlettiği o kulüp, onların değerlerine tamamen tersmiş. Böyle bir adamla evlenirse hem ailesi hem de çevreleri onu dışlar, aşağılar, hor görürmüş. Hakan bu konuşmadan sonra yavaş yavaş Zehra'dan umudunu kesmişti. Kesmişti ama unutamamıştı.

"Benim yapabileceğim bir şey var mı?" dedi Esila, bir anda yumuşayarak. Elini Hakan'ın saçlarına götürdü. Bir çocuk sever gibi parmaklarını aralarından geçirdi. Hakan başını kaldırmadan "Ne gibi?" diye mırıldandı. "Seni dinliyorum Tekir Kedi'm." dedi göz ucuyla ona bakarak.

"Yani diyorum ki küçük fikirler sunalım. Mesela kaçırmak gibi. Kızı kaçıra bilirim. Sonra da mutlu olmanız için kimseye yerinizi söylemem." Küçük çocuklar gibi gülümsedi. Ağzını kocaman açtı, gözleri parlıyordu. Bir alkış ya da övgü bekliyordu. Hakan, “Senden de bu beklenir.” dedi. Saçlarını elleri arasına aldı. Başını hafifçe kaldırıp çevreye baktı. Gözleri boştu. Düşünceleri darmadağın.

"Hadi tamam. Düğün günü Zehra'yı kaçır. Sonra babası da..." diyerek konuşurken parmağıyla Esila'nın alnına dokundu.
"Alnının çatısından seni vursun."

"Vursun. En sonunda arkamdan ağlayacak ne annem var ne babam. Dayım çok üzülür ona da bir şey yapamam. Murat, ölüp ölmediğimi bile kontrol eder. Beni kalbiyle seven biri de yok. O yüzden çok bile yaşadım." dedi. Ardından göz kırptı. Esila’nın bu ifadesi alaycı değildi. Gerçekten inanıyordu söylediklerine. Kendini yalnız hissediyordu.

*****

"İlk cemre düştü mü Melek?" diye sordu Sibel, yürürken. "Hepsi düştü. Dünya'dan haberin yok." dedi Melek. Elini ağzına götürüp kıkırdadı. İçten ama biraz da zoraki bir gülüştü bu. Yürüdükleri yol boyunca bir araba arkalarında yavaşça ilerliyordu. Melek çaktırmadan bakmaya devam etti. Sibel’in korkmaması için normal bir sohbet havası yaratıyordu. Ayakkabısının bağcığına gözü ilişti. Dudağını ısırarak bir plan kurdu zihninde. Takılmış gibi yaparak dengesini kaybetti, dizlerini hafifçe kırdı ama düşmeden durdu.

"Ay ay ay Melek. Az kalsın düşüyordun." dedi Sibel panikle. "Ayakkabımın bağcığı çözüldü diye düşüyordum." dedi Melek, başını hafif yana yatırarak. Sesi oldukça sakindi. Ama gözleri hâlâ o arabadaydı.
"Sana zahmet olacak ama, eğilerek ipi bağlar mısın?" diye ekledi. Bu cümleyi bilerek söyledi. Dikkati dağıtmak istiyordu.

"Saçmalama, ne zahmeti?" dedi Sibel. Hemen yere çöktü ve ipi bağlamaya başladı. Melek, etrafa bakıyormuş gibi yaptı ama o an hızla arabaya döndürdü bakışlarını. Ve birden... "Ahmet. Sen mi bizi takip ediyordun?" diye bağırdı. Çığlığı havayı yardı. Sibel, hızla doğruldu. Sinirle ayağa kalktı. O da anlamıştı artık.

Ahmet, saklandığı yerden mahcup bir ifadeyle çıktı. Önlerinde durmuş, ne diyeceğini bilemeden susuyordu. Gözleri yerdeydi. Ellerini cebine sokmuştu.
"Sen niye bizi takip..." diyerek Melek konuşmaya devam edecekti ki Sibel onu susturdu. Elini havaya kaldırdı.

"Sen karışma Melek. Yabancı insanlarla konuşup kendini üzme. Ben hallederim." dedi. Sesi kararlıydı. Ahmet’in yanına yaklaştı. Başını yana çevirdi. Yüzünü görmek bile istemiyordu. Gözlerini bile kırpmadan ona baktı. "Biz ayrıldık. Neden takip ediyorsun?" dedi. Güçlü durmaya çalışıyordu. Ama içinde volkan gibi patlayan bir öfke vardı. Hâlâ seviyordu belki, belki çok kırılmıştı. Belki de ikisi birden...

Melek, birkaç adım ötede gözlerini kırpmadan olan biteni izliyordu. Duvarları dökülen bir binaya yaslanmış, nefesini tutmuştu. Bu an, uzun süredir beklediği hesaplaşmaydı. Ama aynı zamanda, içten içe korktuğu bir gerçekliğin yüzeye çıkışıydı.

"Annen yanlış anlayıp bizi ayırdı. Biz ayrılma konuşması yapmadık." dedi Ahmet. Sesi titriyordu. Söylediği cümlenin altında hâlâ bir umut taşıyordu sanki. Başını aşağı yukarı salladı, gözlerini yumdu. Derin bir nefes aldı. O nefesle birlikte içindeki yükü dışarı bırakmaya çalıştı.

"Annen yüzünden, sana olan aşkımı ne hakla çöpe atarsın?" diye bağırdı. Bu kez sesi daha yüksek çıktı. Göğsü inip kalkıyordu. Kızgınlığı kalbinin çarpıntısına karışmıştı. Yumruk yaptığı ellerini gevşetti. Parmaklarının arasından dökülen suçluluk hissi yüzüne vuruyordu.

Melek, onların olduğu yere doğru birkaç adım attı. Ama sonra bir adım geri çekildi. Tam olarak yaklaşamıyordu. Sibel’in bu anını bölmek istemiyor, ama olan biteni de uzaktan izlemekte zorlanıyordu. Sibel, ellerini yüzüne götürüp ovaladı. Gözleri buğulanmıştı. Dudakları titriyordu. Sanki bütün gücünü bir anda kaybetmiş gibiydi.

"Benim sana olan aşkımın içine ettin." dedi. Kelimeleri boğazına düğümlene düğümlene döküldü. "Ayıran annem değildi. Senin en sevdiğim insana yaşattıklarındı. Üstelik hiç suçu yokken. Konuşturma beni." Nefesi hızlandı. Kalbindeki yük, ciğerlerini daraltıyordu. Gözlerini kaçırmadan Ahmet’e baktı.

"Bir de ayrılık konuşması mı yapacaktık? Annem mi? Onu ağzına bile alma." dedi. Elindeki güçsüzlükle Ahmet’in göğsüne vurdu. Vuruşları daha çok kendineydi. Kırılan umutlarına, boşuna geçen zamanlara, o suskun gecelere.

"Seni sevdim diye bütün hayatım zehir oldu." dediğinde sesi çatladı. Bir kez daha elini kaldırdı ama bu sefer vurmadan indirdi. Eli havada asılı kaldı bir an. Sonra yavaşça yere düştü, tıpkı içindeki sevdanın yere çakılması gibi.
"Değmez." dedi. Gözlerini kısmadan baktı Ahmet’e. "Duydun mu? Sana vurmaya bile değmez." Yüz ifadesi kararlıydı. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. “Annem yüzüğü önüne atmasaydı, birkaç gün sonra dayanamayarak ben atacaktım. Senin kadar kötü birini daha önce görmedim.”

Aralarında bir sessizlik oluştu. Sokağın sesi bile bu sessizlikte boğulmuş gibiydi. Rüzgarın uğultusu uzaklardan bir yerden geliyor ama kimsenin kulağı duymuyordu.

Ahmet, cebinden telefonunu çıkardı. Parmakları titreyerek ekranı açtı. Rehbere girip Sibel'in ismini buldu. Sonra telefonunu Sibel’e uzattı.

"Rehberde ismin hâlâ 'birtanem' yazıyor." dedi. Sesi bu kez yavaş ve durgundu. Gözleri yere bakıyordu. "Tek istediğim küçücük, elle tutulabilecek bir ışık. Sonra peşinden ömür boyu gelirim."

Sibel, telefon ekranına bile bakmadan ellerini göğsünde birleştirdi. Başını iki yana salladı. "Üzgünüm." dedi. Derin bir nefes aldı. O nefesin ardından sözleri geldi. "Allah senin de, benim de dengimize göre nasip etsin. Seninle denedim. Olmadı. Her şeyden firkat ettim. Yine olmadı. En yakın arkadaşımdan nefret edecek raddeye geldim. Yine olmadı."

Omuzları çöktü. Konuşmaya devam ederken gözleri Melek’e takıldı. Sokağın ortasında, arafta kalmış gibi durmuş, onların her cümlesini içine çeker gibi dinliyordu. "Olmuyor. Olmayacak gibi de görünüyor." dedi Sibel. Sesi sakinleşmişti. Bu sakinlik, kabullenmenin ta kendisiydi. "Ben değişmek istemiyorum. Sen de beni değiştirmek istiyorsun. Olmuyor. Ben zaten seni değiştiremiyorum."

Birkaç saniye daha Ahmet’e baktı. Sonra yüzünü çevirdi. Melek’in yanına geldi. Gözlerinde hâlâ yaşlar vardı ama akmıyordu. İçine akıyordu. "Hadi gidelim." dedi. "Biraz daha burada kalırsam Ahmet’in hatalarını affedeceğim. Benim için kendini düzelt diye yalvarmak istemiyorum. Yaptığın yanlışları ben de omuzlayayım demek istemiyorum. Çeksin cezasını."

Melek, arkadaşının sırtını sıvazladı. Onun koluna girdi. Belli etmeden derin bir nefes aldı. "Nasıl istersen." dedi. Sesi hem yumuşaktı hem de koruyucuydu. Arkalarından Ahmet bakıyordu. Arkasını dönmemişti. Gitmelerini izliyordu. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. Belki de artık ağlayacak gücü kalmamıştı.

Melek’in içinde bir taraf seviniyor gibiydi. Arkadaşının güçlü duruşu, kendi kararsızlığına direnç olmuştu. Ama başka bir tarafı, Ahmet’e dönüp "bir şey yap" diye haykırmak istiyordu. İçindeki ses, yalvaran bir tonda fısıldıyordu. Ama Melek, o sesi susturdu. Kısık bir çığlık gibi bastırdı içindeki karmaşayı. Adımlarını hızlandırdı.

"Kalbim ne zamana kadar can çekişecek?" diye sordu Sibel. "Bilmiyorum." dedi Melek. "Herkesin acı çekme biçimi farklı." Kendi sesi bile ona yabancı gelmişti. Gözleri boş boş önüne bakıyordu.

Evinin önüne geldiklerinde Sibel durdu. Dudaklarını bükerek Melek’e sarıldı.
"Önce kendin için, sonra benim için dua et." dedi. Sonra hızlı adımlarla uzaklaştı. Geride söylenmemiş cümleler ve yutulmuş gözyaşları bırakarak.

Melek, arkadaşının arkasından bir süre baktı. Sonra kapının yanındaki merdiven basamağına oturdu. Başını dizlerine koymadı. Göğe baktı. Gözlerini kapattı. İçinden geçenleri bastırmakta zorlanıyordu. "Aralarını düzeltmek için savaş vermeli miyim? Yoksa 'oh iyi oldu' diyerek hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalıyım?" diye sordu kendine. Başını geriye doğru attı. Gökyüzü griydi. Umutsuzluk gibi.

"Çok zor." diye mırıldandı. Tam o sırada babasının sesi duyuldu. "Neymiş o zor olan? Hem sen bu soğukta merdiven köşelerinde neden konuşuyorsun?" dedi. Melek, babasının sesini duyar duymaz refleksle doğruldu. Basamaktan kalkarken dizleri hafif sızladı. "Haftaya piknik var babacığım. Gitmek zor geliyor." dedi. Yalan söylemek boğazında düğümlendi ama söyledi yine de.

"Ettiğin derde bak. Serpil Hanım’a söylersin gitmek istemediğini." dedi babası. Sonra kızının yanaklarını sıktı. "Hadi eve çıkalım." Melek başını eğdi. Dudaklarını sıkıca kapattı. Yine bir yalan, yine bir iç çekiş. Eve doğru yürürken aklında hâlâ Sibel ve Ahmet vardı. Duyguları birbirine dolanmıştı.

---

Melek, fizik tedavi süresinin ikinci haftasını bitirmişti. Ayağı artık koşacak durumda olmasa da, kimsenin yardımı olmadan gayet rahat yürüyordu. Doktorlar, kasların güçlenmeye başladığını söylemişti. Yine de dikkatli olması gerekiyordu.

Akşam altı buçuk civarıydı. Gün batımı, binaların arkasından sızıyor, gökyüzünü solgun turuncuya boyuyordu. Melek çamaşırları aceleyle yıkayıp gelişi güzel iplerine astı. O anki ruh hali, çamaşır ipi kadar gergindi.

Sonra odasına geçti. Üzerine dışarıda giydiği, tabanı siyah, üstünde mavi çiçek desenleri olan eşofman takımını geçirdi. İçine ince bir tişört giydi. Montunu da üzerine aldı. Sonra dışarı çıktı. Hava, gündüze göre çok daha soğuktu. Soğukluk yüzüne vurdukça irkiliyordu. Rüzgar, yanaklarını kırmızıya boyamıştı.

Kapüşonunu saçlarının üstüne çekip başına geçirdi. Soğuk rüzgârdan korunmanın tek yolu buydu. Kapüşon, saçlarını örttü. Gözleri önündeki yola takılıydı. Adımlarını dikkatli atıyordu. Ayağı iyileşiyor olsa da, hâlâ her adımda temkinliydi.

Küçük sokak lambaları birer birer yanmaya başlamıştı. Gökyüzü morla karışık lacivertti artık. Şehir, günün yorgunluğuyla sessizliğe bürünüyordu. Melek, yürürken burnuna gelen çamaşır kokusunu fark etti. Evin yanındaki pencereden gelen taze sabun kokusu, bir anlığına çocukluğunu hatırlattı.

Melek durdu. Elleri montunun cebindeydi. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. "Her şey bu kadar karmaşık olmak zorunda mı?" diye sordu içinden.
Rüzgâr, ona cevap vermedi. Ama Melek yürümeye devam etti. Çünkü bazen yürümek, düşünmekten daha kolaydı.

Sibel’lerin binasının önüne geldiğinde, Ahmet’in kapının önünde elinde tuttuğu sigarayı içerek havaya doğru üflediğini gördü. Gözleriyle birkaç saniye ona baktıktan sonra kaşlarını çatarak söylenmeye başladı.

“Ne o, efkarını sokak serserileri gibi milletin kapısının önünde mi yapıyorsun? Öteye kay da geçeyim. Keko Ahmet.” Sigarasının kalan izmaritini yere attı. Ayağıyla bastırarak söndürdü. Ardından yavaşça doğrulup ayağa kalktı.
“Melek, çarpıldın mı sen? Ne bu yüzünün hali?”

“Cin çarptı. Sana da yollayayım mı? Seni bir ters düz etsinler.”

“Kalsın. Sağ ol. Sibel’ler senin gibi cadının hangi yönünü seviyorlar anlamış değilim.”

“Anlama sen. Rica ediyorum, benimle alakalı konuları bir zahmet anlama.”
Sözlerini söylerken, açık bırakılmış dış kapıdan içeriye girdi. Merdivenlerden birkaç basamak çıktı. Ancak içindeki rahatsızlık onu durdurdu. Pişman olmamak için geri dönüp Ahmet’in yanına geldi. “Yarın pikniğe gel.” dedi. Ayağını yere vurarak konuşmuştu.
“Orada kuyruğum gibi peşimden ayrılma.”

Ahmet, sol kaşını kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı. Alaycı bir bakışla karşılık verdi. “Başka derdin var mı?”

“Var. Pikniğe kimse seni çağırmadığı halde ben insiyatif kullanarak seni çağırıyorum. Yarından sonra sevdiğin kadının hayatına müdahale etme. Kendini baştan aşağıya düzelt. Sibel zaten düzgün. Onu değiştirmeye kalkma.” Bir an durdu. Gözlerini hafifçe kıstı. Ardından muzip bir ifadeyle saçlarını karıştırdı. “Sevdiğin kadının her şeyiyle kadınlar gibi ilgilenme.”

Ahmet'in yüzünde bir şaşkınlık oluştu.
“Ne!” dedi. Yumruğunu sıktığını fark etmeyen bir öfke haliyle bakıyordu.
“Diyorum ki…” Ellerini kullanarak dudaklarını ördek ağzı şeklinde büzdü.
“Sen çok fazla konuşuyorsun. Sibel’i kazanmak istiyorsan…” Bu kez elini ağzına götürüp, parmaklarıyla fermuar çekti. “Boş konuşmaktan ziyade çeneni kapa.”

Ahmet gözlerini kısmıştı. İçinde biriken öfkeyi kontrol etmek için derin nefes aldı. “Melek. Ağır olmuyor mu dediklerin?”

“Benimle nedensiz yere uğraşırken bana yönelttiğin ithamlar kadar ağır değil. Sana yardım ettiğim için ayağıma kapansan yeridir. Ama ben yüce gönüllü olduğumdan bunu görmezden geleceğim.” Sırtını dönerek kapıya yöneldi. Ahmet’in yüzü artık arkasında kaldığı için verdiği tepkiyi göremiyordu.
“Yarın pikniğe gelirken Sibel’in sevdiği bir şey yap. Annen ya da ablana yaptırma. Kendin yap.”

“Ne yapmalıyım?”

“Yaprak sarması veya kısır. İkisini de seviyor.”

“Hangisi daha kolay?”

“Tabii ki yaprak sarması en kolayı.”
Yalan söylemişti. Biraz burnunu sürtmek istiyordu. Gülümsedi. “Piknikte Sibel’in yanına yaklaşıp dayak yeme ihtimalini yüksekte tutma. Varlığın orada olsun ama her şeye muhalefet olan çenen değil. Son olarak, evden çıkana kadar beni burada bekle. Ne de olsa Sibel’in kardeşi gibiyim.”

Yapılması gerekenleri sıraladıktan sonra tek bir yanıt beklemeden yukarı çıktı. Merdivenleri çıkarken omzuna yorgunluk oturdu. Kapıyı çaldığı gibi Sibel, çatık kaşlarıyla ona kapıyı açtı. Açtığı gibi de Melek’i içeriye çekti.
“Bu ne hal? Çarpıldın mı kız?”

“Bugün bu lafı bir saat bile olmadan ikinci kez duyuyorum.” diyerek gülümsedi.

“Kimden?” diye sormaya kalmamıştı ki içeriden Serpil Hanım’ın sesi geldi.
“Neredesin sen Melek? Börek ve çiğköfte bize ait. Soğan doğramaktan öldük.”

Melek, üstündeki mantoyu çıkararak koridora doğru ilerledi. Evin içine sinmiş kıyma, soğan ve sarımsak kokularını içine çekti. Ardından mutfağa geçti.
Serpil Hanım, büyük bir çiğköfte tepsisinde malzemeleri yedirmek için elini avuç içiyle bastıra bastıra yoğuruyordu.

Hal hatır sorularını geçtikten sonra Melek, mutfak önlüğünü giydi. Tezgaha geçip soğan doğramaya başladı. Sabah altı buçukta evden çıkılacağı için tüm hazırlık şimdiden başlamıştı.

Bütün mahallenin börek ve çiğköftesini üstlenmek Serpil Hanım’ın işiydi. Bu nedenle yedi tepsi börek için sekiz kilo soğan, üç kilo kıyma ve envai çeşit baharat hazırlanmıştı. Melek soğanları doğrarken, Sibel hazırlanan içten bir tepsi böreği fırına gönderdi. Her kırk beş dakikada bir yeni tepsi gidip geliyordu.

Gece saat on ikiye geldiğinde bütün hazırlıklar nihayet tamamlanmıştı.
İki genç kız, yorgunluktan tükenmiş halde kendilerini koltuğun üzerine bıraktılar.

Melek, uyku ile savaşan gözlerini kırpıştırdı. Daha fazla geç kalmamak adına ağır adımlarla doğruldu.
“Bu saatte nereye gidiyorsun? Dur, oğlanı kaldırayım da seni eve götürsün.”
Serpil Hanım, tepsiden aldığı bir dilim böreği eliyle üçe böldü. Bir parçasını Melek’in ağzına tıktı. Diğer parçayı kendi ağzına atarken, Sibel’in ağzına da böreğin son parçasını uzattı.

Sibel, böreği ağzına aldığında sıcaklıkla gözleri büyüdü.

Börek öyle sıcaktı ki, lezzetine varamadan ejderha gibi ağzından alev fışkırıyordu. "Ya anne, yeni çıkan tepsiden niye kestin? Börek önce hiç suçu yokmuş gibi dilimi yaktı. Sonra damağımı, en son da boğazımı kavurdu. Midem de yanıyor."

Sibel elleriyle ağzını yelpazelerken su içmek için mutfağa doğru koştu. Melek de onun ardından mutfağa geçti. İçeri girerken, anne sıcaklığını hiç eksik etmeyen kadının, Serpil Hanım’ın yanaklarına sıcacık öpücükler kondurdu.
“Arka sokağa ben tek başıma giderim. Şimdi börek hakkında konuşacak olursam… Serpil teyze, gerçekten çok güzel yapmışız.”

Sözlerinin sonunda başparmağını yukarı kaldırdı. Ardından mutfakta söylenerek su içen Sibel’i parmağıyla gösterdi.
“Hem o ne anlar? İlk tadım sıcak olmalı. Yoksa ne anladım o işten?” Serpil Hanım gülümsedi. Melek’in belinden tutup kendine doğru çekti. Onu sımsıkı sararak içine çektiği nefesiyle boğazı düğümlendi. “Ah kuzum, neler çekiyorsun. Yine de mutlusun. Sen böyle oldukça ben kendimden utanıyorum.”

Melek de ellerini kadının sırtına koydu. Avuç içleriyle sıvazladı. “Annemin suçu olmalı. Beni çok güçlü yetiştirmiş.”
Serpil Hanım derin bir iç çekti. Melek’in sırtına bir kez daha dokunarak geri çekildi. “Doğru söz, ama eksik cümle. Annen kendisi gibi seni de yetiştirdi. Akıllı, güçlü, dirayetli bir kızı olduğunu görse, ne mutlu olurdu.”

“Tamam. Salya sümük ağlamadan ben gideyim artık.” Hafif bir gülümsemeyle kapıya yöneldi. Ayakkabısını giydi. Kapının önünde, yarınki piknik için kısa ama keyifli bir sohbet gerçekleşti. Planlardan, yemeklerden, kimin ne getireceğinden bahsettiler. Vedalaşırken içinden bir burukluk geçti.

Melek merdivenlerden demir korkuluklara tutunarak inmeye başladı. Aklı bir yandan Murat’ta, bir yandan yarının telaşındaydı. Ahmet’in çoktan gittiğini sanıyordu. Ama yanıldığını, apartman kapısını açtığında anlamıştı.
Ahmet hâlâ oradaydı. Omzunu duvara yaslamış, düşüncelere gömülmüş gibiydi.
“Sen burada beni mi bekliyorsun?” diye sordu şaşkınlıkla. Ahmet başını kaldırdı. “Bilseydim daha erken gelirdim.” Melek, alaycı bir kahkaha attı.

“Aaa, olur mu? Erken gelmen varoluşuna ters. Lütfen, beklemek bir erkeğin görevleri arasında. Hele ki bana iyilik yapmak, canıma okumadan yapmak gibi bir niyetin varsa… Asla.” Ahmet kaşlarını çatarak Melek’in yanına yaklaştı. “Sulamaya mı geldin?” Melek, söylenenin altındaki imayı anlayamamıştı ama gülümsemekten geri durmadı.

Ahmet, onun hiçbir şeyi umursamayan, ciddiye almayan tavrına içten içe sinirleniyordu. Gözlerini kıstı. İşaret parmağını baş parmağına değdirip alnına vurdu. “Kök saldım burada. Gelmeseydin...” Melek kaşlarını kaldırdı. Başını eğerek hafifçe güldü. “Ne biçim iş bu? Bana yalakalık yapman gerekiyor. Boş konuşman değil.”

Kendini toparlayıp Ahmet’ten uzaklaşmak için hızlı adımlarla yürümeye başladı. Ahmet ise arkasında homurdanarak onu takip ediyordu.
Lalezar Sokağı’nın başına geldiklerinde Melek aniden durdu. Saçını düzeltti. Ardından çatık kaşlarıyla Ahmet’e döndü. “Sibel, sevdiği adamın her şeyini kabul etmişti. Sevdiği adam da onun her şeyini kabul eder sanmıştı.”

Sokağın solgun yüzüne yansıyan kesik araba seslerini dinledi. Sessizlik, düşünmesi için Ahmet’e zaman tanıyordu. Ahmet ellerini yüzüne götürdü. Öylece kaldı. “Neyse artık. Senin yanında, Sibel’i çok iyi tanıyan biri var.”
Ahmet, ellerini yüzünden çekip şaşkın mimiklerle kim olduğunu sordu.
Melek gözlerini devirip elini beline koydu. “Kim olacak? Ben. Yarın pikniği sakın unutma.”

Elini yukarı doğru kaldırdı. Baş parmakları hariç bütün parmaklarını avuç içine kapattı. “Yarın, değerli kayınvalide adayından yüksek ihtimalle dayak yiyecek olsan da… Ben senin yanında duracağım. Büyük planlarım var seninle ilgili.”

Arkasını dönerek yürümeye başladı. Ahmet birkaç adım atıp arkasından seslendi. “Sen benim yanımda olacaksan, neden dayak yemek zorundayım? Beni dövmeleri için mi yanımda duracaksın?”
Melek durmadı. Geriye dönüp bakmadan yürümeye devam etti. “Off tamam Melek. Boşuna debelenmek yerine kabul ediyorum. Cadı ile anlaşma yaptığıma inanamıyorum. Senin gibi tehlikeli bir kızın başıma açacağı belalara karşı sabırlı olacağım. Ama sen de barışma konusunda ciddi olduğunu göstereceksin. Tamam mı?”

Cevap yerine Melek’in uzaklaşan sırtını gördü. Yürüyüşü kendinden emindi. Ayaklarını sertçe yere vurarak ilerliyordu. Ahmet kaldırım taşına ayağını vurdu. Kızgınlıkla bağırdı.
“Melek. Yanımda olacaksın. Ama beni öldürmek için değil, Sibel’le barışmam için. Bunu unutma.” Bir kez daha ayağını sertçe yere vurdu. “Senin gibi bir cadıya güvenmek saçma geliyor. Ama kahretsin, sana güvenmekten başka yapacağım bir şey yok.”

Uzakta Melek’in sesi yankılandı. “Bana güven. Sibel’le barışmak için dibine kadar acı çekeceğini şimdiden bilmen yeterli.” Ahmet bu sözlerin ardından bir an duraksadı. Ne söyleyeceğini bilemeden başını yukarı kaldırdı. Gecenin serinliğini ciğerlerine çekti. İçinde beliren karmaşık duygularla, gözleri hâlâ Melek’in ardında bıraktığı sokakta gezinirken, dudaklarına acı bir tebessüm yerleşti.

Melek’in elinde tuttuğu bu başarı, bir zaferden fazlasıydı. Onunla oyun oynamak, ipleri ona teslim etmek demekti. Ama o buna razıydı. Çünkü tek amacı Sibel’e yeniden ulaşmaktı. Melek’in kaosla dolu yollarından geçmek gerekse bile…

Ve işte şimdi, oyun başlamıştı.

_____________
________________
Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.

Yeni bölümde görüşmek üzere

Bölüm : 06.11.2024 15:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 42.Cadı ile Pazarlık
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...