59. Bölüm

43. Kural 1 Hadi Oradan

Yalives Doğan
kambersizyazar

Selam Canlar ☺️

Beğeni yaparak okumaya devam edelim.

Başlayalım

___________

Melek, babasının telefonuna kurduğu alarmın tiz sesiyle gözlerini ovuşturarak uyandı. Göz kapakları henüz tam açılmadan doğruldu ve boş gözlerle duvara asılı saate baktı. Akrep ve yelkovan beşi gösteriyordu. Bunu gördüğü anda içini bir boşluk kapladı. Yastığa başını yeniden bıraktı. Uyandıktan sonra tekrar uyumaya çalışmanın ne kadar anlamsız olduğunu bildiği halde, gözlerini kapatmayı bırakmadı.

Yatakta gözleri kapalı haldeyken istemsizce yine Murat’ı hayal etmeye başlamıştı. Gülümseyen yüzü, gözlerinin kenarındaki çizgiler, dudaklarının kıvrımı, konuşurken çıkardığı o hafif boğuk ses. Tüm detaylar gözlerinin önünde sırayla belirdi. Melek, yastığın üstünde başını deli gibi salladı ve ani bir öfke patlamasıyla bağırdı.

“Melek, bu kadar yeter. Saçmalama artık. İyice şizofrene bağladın. Gideceğin yeri bildiğin gibi, duracağın yeri de bil.”
Kendi kendine akıl vermek, bu aralar sık yaptığı bir şeydi. Kafasında dönen düşüncelere sözle müdahale etmezse, içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Beş dakika arayla çalan alarmın gıcıklığı yetmezmiş gibi, Serpil Hanım da dakikada bir arıyordu. Sanki sabah otobüsü değil, uzaya roket kaldıracaklardı.

Altı buçuk gibi minibüs kalkacaktı. Melek hızla yataktan doğruldu. Bir yandan telefonuna uzanıp Sibel’e kısa bir mesaj yazdı. “Kalktım, hazırlanıyorum. Sen?” Ardından doğruca tuvalete geçti. Yüzünü soğuk suyla yıkarken hafifçe titredi. Ama içindeki o boğucu düşünce, Murat’ın hayali hâlâ yakasını bırakmıyordu.

Dün gece yatmadan önce hazırladığı pembe badi ve mavi ince kot pantolonunu üstüne geçirdi. Havanın soğuk olabileceğini düşünse de, piknikte koşmaktan ve oynamaktan ısınacağına inanıyordu. Dolap aynasının karşısında saçlarını kabaca şekillendirip, at kuyruğu yaptı. Küçük lastiği takarken, saçlarının arasında kalan birkaç telin isyanına aldırmadı.

Hazırlanması bittiğinde odasından hızlıca çıkmak üzereydi ki, gözleri yatağın üzerine kaydı. Gördüğü şey karşısında bir an durakladı. Yatakta Murat’ı gördüğünü sandı. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi açıldı. Yatakta dağınık duran çarşafların arasında, düşmek üzere olan yastığın hemen yanında bir silüet seçtiğini sandı. Birkaç saniye nefes alamadı.

Aniden başını dikleştirip, bir geyik gibi etrafa tedirgin bakışlar attı. Gözlerinde korkuyla odayı taradı. “Burada benden başka kimse var mı?” diyerek kapının kulpuna asılmış ceketinin arkasına baktı. Dolapların içine göz attı. Perdenin arkasını yokladı. “Koskoca kadın oldum, yatağın altına bakıyorum.” diyerek dizlerinin üzerine çöküp yatağın altına da baktı. Ama orada da hiçbir şey yoktu.

“Murat’ı gördüğüme eminim. Yatağıma uzanmış bana gülümsüyordu.” Sesini alçaltarak tekrar etti. “Farkında olmadan delirmeye mi başladım?” İçini çekerek ayağa kalktı. “En iyisi, kimseyi görmedim diyerek kendimi teskin etmek.”

Derin bir nefes aldı. “Kimseyi görmedim. Kimseyi görmedim. Kimseyi görmedim.”
Yumruk yaptığı elini başına vurup odadan hızla çıktı. Son bir haftadır, bütün odalarda, yürüdüğü sokaklarda, bakkalda, otobüs durağında hatta bir keresinde bir inşaatta çalışıyormuş gibi Murat’ı görüyordu. Her seferinde kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Artık bu halinden inanılmaz derecede korkmaya başlamıştı.

Melek’in aklında bu haline dair iki ihtimal vardı. Ya delirmeye başlıyordu, ya da tüm bunlar aşırı stresin sonucuydu. Ama Murat’a aşık olduğu ihtimalini aklına getirmiyor, getirse bile bilinçli olarak hemen geri itiyordu.
Hayri Bey, sabah namazını kıldıktan sonra biraz daha uyumaya geçmişti. Melek, babasının yanına sokulup sakallarla çevrili yanaklarını öptü.

“Babacığım, ben gidiyorum.” Hayri Bey gözlerini hafifçe aralayıp onaylar bir baş hareketi yaptı. Melek ise tereddüt etmeden odadan çıktı. Sokağın sessizliği Melek’in içini ürpertmişti. Hava biraz sisliydi. Az da olsa soğuk vardı. Geceden kalma serinlik hâlâ havada asılı duruyordu. Soğuk ve sisli havayı içine çekerek nefes aldı. Kafasını kaldırıp karşı apartmana baktığında, Ahmet’in onu beklediğini gördü.

Ahmet’in yanına uğramadan sokağın aşağısına doğru yürümeye başladı. Ahmet, omuzları düşmüş bir halde, onun arkasından ağır adımlarla yürüyordu. Sibel’lerin sokağına girmeden önce Melek durdu. Ahmet’in yanına gelmesini bekledi. Ahmet ona yaklaşır yaklaşmaz gözlerini kısıp, küçümseyen bakışlarla konuşmaya başladı. “Ne yaparsam yapayım, başını eğerek acıların çocuğu gibi davranmayı unutma. Seni ne kadar küçük düşürürsem, o derece Sibel senin yanında olmaya çalışır.”

Ahmet dudaklarını büzdü. “Yani diyorsun ki, fırsat ayağıma geldi. Ne mutlu sana. Ezebildiğin kadar ez.” Bir adım yaklaştı. “Ne yaparsan yap, sesimi çıkarmayacağım.” Melek omuz silkti.
“Senin iyiliğine olur.”

Ahmet gözlerini devirdi. “Sarma işi gibi olmasın. Sabaha kadar sarma sarıp pişirdim. Vicdansız.” Melek kahkaha attı.
“Oh, canıma değsin. Sana müstahak. İsmi mübarek, kendisi melun ex enişte.”

Ahmet kafasını iki yana salladı. “Ah, ah. Zor durumda olmasam, ben bu hallere düşer miyim?”

“Ah, vah şu anda işine yaramaz. Bana inan, çetrefilli işe yarar bir yol sunuyorum.” Ellerini birleştirip ciddi bir şekilde tokalaştılar. Göz göze geldiler. Melek’in bakışlarında kararlılık vardı. Ahmet için bu, bir teslim oluştu. Zamanında canını sıkan, gururunu ezen, onu kızdıran adamın ipleri artık elindeydi. Ahmet güvenmese bile, inanmaya ihtiyacı vardı. Sibel için, kendisi için, belki de geçmişindeki hataları telafi etmek için.

Mahalleli, sabahın o erken saatinde kiraladıkları eski, sarı minibüsün önünde toplanmıştı. Herkesin elinde bir sepet, kolunda poşetler vardı. Kalabalık, sabah mahmurluğuna rağmen oldukça neşeliydi.

Bazı aileler kendi araçlarıyla gelecekti. Bu nedenle minibüs tıka basa dolmadan yola çıkabileceklerdi. Ahmet arkada, Melek önde kalabalığın içine karıştılar.
Sibel, Ahmet’i gördüğü anda gözlerini kıstı. Sinirle gözlerini devirdi. Onu yok saymak, varlığını görmezden gelmek en iyi seçenekti.

Minibüs çalıştı. Egzozdan çıkan duman sabahın ayazına karıştı. Herkes koltuklara yerleşirken, Melek koşuşturan insanları izliyor, içinde büyüyen bir plana gülümsüyordu. Bugün onun günü olacaktı. "Melek, buradayım canım."
İki arkadaş birbirlerini uzun zamandır görmemiş gibi sımsıkı sarıldılar. Sarılmaları kısa ama özdü; kalplerindeki kırgınlıklar değil ama anlık duygular sıyrılmış gibi görünüyordu. Sonra, kendi merdivenlerinin olduğu tarafta yan yana oturdular.

Sibel, beyaz bir gömlek giymişti. Üzerinde minik turuncu çiçekler vardı. Açık mavi bir kot pantolonla tamamlamıştı kıyafetini. Saçlarını gelişigüzel toplamıştı ama doğallığı onu olduğundan da daha içten gösteriyordu. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı. Bu soğuk havada, soğuktan çok, içindeki karmaşa onu bunaltıyordu.

Sibel, gözlerini karşıdaki kalabalığın arasındaki tanıdık bir yüze çevirdi. Ahmet. Siyah uzun kollu V yaka tişörtü ve siyah pantolonuyla kalabalığın içinde bile belirgin duruyordu. Ne yazık ki, Sibel ne zaman siyah bir kıyafet görse Ahmet'i düşünüyordu. Ona en çok bu rengi yakıştırıyordu. Siyah, Ahmet’in üstünde asil bir sükûnet gibi duruyordu. Onun bu kadar yakışıklı olması Ahmet'in suçu değildi. Duruşu bile yeterince kendini belli ediyordu. İstediği gibi konuşabilir, istediği gibi giyinebilirdi. Ama neden şimdi, neden burada?

Başını kaldırıp bulutlarla kaplı gökyüzüne baktı. Griye çalan mavilikte bir huzursuzluk vardı. "Hangi yarım akıllı bu adamı buraya çağırdı. Bizim mahalleden bile değil." dedi Sibel, sesi soğuk ama boğuk çıkmıştı. Melek, Sibel’in sinirlerinin üstüne yürümek istercesine hafifçe gülümsedi. "O yarım akıllı benim. Ağzının payını vermek için ben gel dedim. Tereddüt etmeden koşarak geldi."

Bir ayağını basamağın diğerine uzattı. Dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı.
"Sana çok aşık olduğunu söyleyince aklıma mükemmel bir fikir geldi. Pikniğe davet ettim. Orada yapmadığım eziyet kalmayacak. Bana yaptıklarının aynısını ona yapacağım. Sesini de çıkaramaz. Yazık olacak."

Kıkırdadı. Sibel'in gözlerinin içine bakmadı. Ama onun nasıl içten içe yandığını, kelimelerinden belli oluyordu.
Sibel, hafifçe doğruldu. Omuzlarını geriye attı. "Melek, sen baştan sona kadar haklısın. Ama bu konuyu benim yanımda konuşma. İlgi alanıma girmiyor. Hadi, biz de hazırlıklara yardım edelim."

Dudağını ıslattı. Kalbi bin parça olmuş gibiydi ama yüzünde ne bir sevgi kırıntısı vardı ne de kırgınlık. Her zamanki gibi duvarlarını çekmişti.
"Tamam." dedi Melek, gülümseyerek.
Otobüsün önüne birlikte geçtiler. Melek, bu beklenmedik soğukluk karşısında içten içe tedirgin olmuştu. Acaba boşuna mı uğraşıyordu? Barıştırmak için verdiği emek gerçekten bir işe yarayacak mıydı? Ahmet’e eziyet etmekten zevk almıyordu. Hakketse bile içinde bir burukluk vardı. Ucunda rezil olmak ihtimali canını sıkıyordu.

Yarım saat içinde bütün mahalleli bakkalın önünde toplanmıştı. Kadınlar ellerinde poşetler, çocuklar dizlerinin dibinde. Dedikodular havada uçuşuyordu. Herkes otobüse binmeye başlamıştı. Melek, son poşeti de otobüsün bagajına koyduktan sonra arkasına dönüp çevresine göz attı. Geçen yıl Sibel’lerin arabasıyla gitmişti. Bu yıl, görünüşe göre arabada yer yoktu. Nezaket Hanım ve kızı Sima, Serpil Hanımların arabasında yerlerini almışlardı.

Nezaket Hanım, isminin aksine zerre kadar kibar olmayan, laf sokmayı sanat haline getirmiş bir kadındı. Kızı Sima ise kendisini herkesten güzel bulan, burnundan kıl aldırmayan, her fırsatta “Benim gibi güzel kız yok.” diyen biriydi. Üstelik bu mahalleden bile değillerdi. Ama Serpil Hanım, herkese mavi boncuk dağıttığı için arabasına almış olmalıydı. Melek, otobüs camından anne kızın yayılmasına bakıp gözlerini devirdi. Sonra arka sıralara ilerledi ve otobüsün en arkasına oturdu.

Ahmet’in önde arkadaşlarıyla sohbet ettiğini görünce rahatladı. Demek ki plan işe yarayacak. Piknikte öyle rezil olacaktı ki, günlerce unutamayacaktı. Ama sonra düşündü. Ya işler ters giderse? Ya Ahmet’in gururu kırılır da Sibel tamamen silerse onu? Ya bu planın sonunda herkes ondan nefret ederse? Başını cama yasladı. Kendi düşüncelerinden sıkılmış gibiydi.

Gözleri apartmanın önüne takıldı. Serpil Hanım, iki elinde poşetlerle birlikte çıkmış, kocasıyla sohbet ederek arabalarının önüne geçmişti. Mutlu bir aileydi.

"Ayy iğrençsin Muhittin. Yeni evli olmamıza rağmen evde yetmiyor, bir de toplum içinde geğiriyorsun." Ön koltuklardan birinde oturan başka bir çiftin tartışması başlamak üzereydi.
Yirmi dokuz yaşlarında, marjinal giyimli, gür sakallı genç adam, duyulacak şekilde koca bir geğirme sesi salıverdi. Kadının gözleri büyüdü. Öfkeyle omzuna hafifçe vurdu. "Toplum içindesin, insan biraz utanır. Seninki rahatlık değil, laçkalık. Aşık olduğum için hâlâ kendime inanamıyorum. Dövmelerin cool dursa ne yazar sen değilsin. Annem evlenme diye diye kurudu. Keşke aptal olmayıp onu dinleseydim."

Adam, aldırış etmeden kadının boynuna sulu bir öpücük kondurdu. Sonra kahkaha attı. "Rahat olmak gerekiyor tatlım." Kadın kollarını bağladı. Dudaklarını büküp kaşlarını çattı. Yanından gitmesi için başını sertçe çevirdi. Otobüs içindeki herkes sessizleşmişti. Göz ucuyla olayı izliyorlardı. Herkesin gözleri çifte dikilmişti. Genç adam omzunu kaldırdı, umursamazca gülümsedi. Ardından telefonunu açtı, oyun oynamaya başladı.

Derken, Melek’in yanında oturan yaşlı kadın harekete geçti. Berfo Nine. Mahallelinin en çok korktuğu ama en çok da saygı duyduğu kadındı. Bastonunu eline aldı. Kafasını hafifçe kaldırdı. Genç adamın başına bastonla bir şaplak indirdi. Ardından kadının omzuna da hafifçe bastırdı. Hiçbir şey olmamış gibi tekrar bastonunu önüne alıp gözlerini kapattı.

Otobüs içindeki birkaç kişi gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Melek de onlardan biriydi. Gözlerinin önünde genç adamın baston darbesiyle koltuğa gömülmesi hâlâ taze bir görüntüydü. Dudaklarını dişlerinin arasına aldı, acı çekerek kahkaha isteğini bastırdı.

Berfo Nine, seksenli yaşların ortasındaydı. Kırmızı kınalı, ipek gibi saçları yarım örttüğü yazmasının altından görünüyordu. Esmer yüzü kırışıklıklarla doluydu ama hâlâ dinçti. Kürtçe konuşmaları, huysuz tavırları, koca mahalleye yetiyordu. Onunla ilgili en büyük şehir efsanesi ise yıllardır dillerden düşmeyen o hikâyeydi.
Gençliğinde, kendisini döven kocasını öldürdüğü söylenirdi. Adam on beş yıl önce, tüfeğini temizlerken kendini vurmuştu. Ama kimse inanmak istememişti. Mahalleli hep başka bir şey olduğunu düşünüyordu.

O gece, Berfo Nine ambulans gelene kadar kapının eşiğine oturmuş, adamın can çekişmesini izlemişti. Öylece. Gözünü bile kırpmadan. Ne ağlamıştı ne de yardım etmişti. Belki elleriyle öldürmemişti ama bakışlarıyla nefret kusmuştu. Öyle ki, ölüm anında bile acımamıştı. Berfo Nine hiçbir zaman “Ben yapmadım.” dememişti. “Ben yaptım.” da dememişti. Sessiz kalışı bile yeterince korkutucuydu. Mahalleli ise hem korkuyor hem de onu seviyordu.

Bastonun getirdiği sessizlik, otobüste bir süre daha sürdü. Nihayet, şoför de koltuğuna oturmuştu. Üzerinde lacivert rüzgarlığı vardı. Hemen arkasındaki koltuğun arkalığına montunu astı. Yüzünde yılların yorgunluğu, direksiyon başında geçen hayatın izleri vardı. Göz kapakları hafif düşük, burnu kemerli, alnı genişti. İri cüssesi, kalın tek kaşı ve kaytan bıyıklarıyla uzaktan bakınca sinirli birine benziyordu ama sesi öyle değildi.

Başını yolculara çevirdi.
"Rica etsem pencereleri kapatır mısınız? Klimaları ılık düzeye çıkarttım. Pencereler açık kalırsa klima yarar sağlayamaz." dedi. Sesi şaşırtıcı biçimde yumuşaktı. Sanki o iri yapının içinde pamuk gibi biri oturuyordu. Henüz cümlesi bitmişti ki Nezaket Hanım ve kızı Sima, çantalarını kucaklarına alarak homurdanarak otobüse bindi. "Vallahi ben böyle bir şey görmedim. Otobüsün içinde kavrulacağız. Pencere mi kalır klima mı, her şey karıştı."

Sima yüzünü buruşturmuştu. Dudaklarının kenarı sarkmış, yüzü çökmüş gibiydi. Melek, onların bu söylentilerini şaşkınlıkla izliyordu. Otobüsün yarısına kadar gelince, iki genç kızı yerlerinden kaldırdılar. Hiçbir şey olmamış gibi çantalarını koltuklara koyup kendileri oturdu. Melek kaşlarını çatarak onları izledi. İkisinin de bu kadar yüzsüz olması, Melek’in içinde yükselen öfkeyi bastıramadığı anlara neden oluyordu.

Tam o sırada otobüs kapısının önünde Serpil Hanım göründü. Elinde güneş gözlüğü, üstünde gri bir trençkotla Melek’e seslendi. "Melek. Otobüs hareket edecek, hadi gel. Araba seni bekliyor, kuzum." Serpil Hanım’ın sesi kesik kesikti ama netti. Melek önce utandı. Herkesin içinde kalkmak istemedi. Ancak yanında oturan yaşlı kadın, bastonunu hafifçe yere vurup homurdanmaya başlayınca kararını verdi. Kafasına ansızın bir baston yiyip rezil olmaktansa usulca ayağa kalktı.

Basamaklardan aşağıya inerken Sibel ile Selim’in arabada gülüştüklerini gördü. Selim şoför koltuğundaydı, direksiyona hafif hafif vuruyordu. Melek arka koltuğa geçerek yanlarına oturdu ve kapıyı kapattı. Serpil Hanım da gelince, Nimet Bey arabayı çalıştırdı. Elini vites topuzuna koydu ve otobüsün hareket etmesini beklemeye başladı.

Birkaç dakika sonra, otobüs önde, diğer araçlar arkasında yola koyuldu. Mahalle konvoyu, Tayakadın Mesire Yeri’ne doğru ilerlemeye başlamıştı. Sibel kolunu Melek’in koluna çarpar gibi itti. Başını eğip kulağına fısıldadı. "O dedikoducu anne kızı nasıl kovduğumuzu görmen lazımdı."

Melek merakla gözlerini kısıp başını ona çevirdi. Sesini fısıltıya düşürüp cevapladı. "Ben de onu merak ediyorum." Ama araba küçük ve sessizdi. Bu nedenle Melek’in merakı sadece Sibel’in değil, Serpil Hanım’ın da kulağına gitmişti. Gururla arkasına döndü.

"Dur, ben anlatayım." dedi. Gözlüklerini yukarı kaldırıp ellerini dizine koydu.
"Şimdi, baktım ikisi de kurulmuş. Arabaya yayılmışlar. Dedim ki, hayırdır? Arabaları mı karıştırdınız? Yok, komşucuğum, sohbet ederek gidelim dediler. Laf mı bu şimdi? Ben de dedim, çocuklar nereye sığacak? Ne dese beğenirsin?"

Melek gözlerini koca koca açtı.
"Ne dedi?" diye sordu. Arabada kahkahalar yükselmişti. Selim kahkahayı bastı. Serpil Hanım başını iki yana sallayıp devam etti. "Sibel, kazık kadar Selim’i kucağına alırsa sığarmışız. La havle ve la kuvvete dedim içimden. Dedim artık yok Serpil, aç ağzını yum gözünü. Dedim, kocan otobüste senin ne işin var bizim arabada? Kendi araban gibi binmişsin, bir de izin almadan. Mahallen de değil, araban da değil. Hadi bakalım, otobüse doğru yürü. Bu arabada sana ve yarım akıllı kızına yer yok dedim."

Melek ellerini ağzına götürdü. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. "Bir şey demediler mi? Normalde sokağı başına toplarlar."
Nimet Bey gözlerini yoldan ayırmadan hafifçe gülümsedi. "Melek kızım, sen benim hanımı tanımıyormuş gibi soruyorsun. O kadın, benim hanımın karşısında gariban. Bir şey dese, parçalarını bulamazlar. Sustular. Hem yaptıkları çok ayıptı. Adamı kukla gibi kullanıyorlar. Kadın ne dese yapıyor."

Serpil Hanım kaşlarını kaldırdı, saçlarını düzeltti. "Nimet Beyciğim, sen en son gözlerin dört dönerek bana bakıyordun. Hadi oradan. Şoka girdin." Nimet Bey tebessüm etti. "İçimden dedim zaten. Kalbimle onayladım seni."

Herkes yeniden gülmeye başladı. Kahkahalar arabayı sarınca, yolun nasıl geçtiği bile anlaşılmadı. Konu konuyu açtı, mahalleden geçen yeni dedikodular konuşuldu. Kim hangi fırından ekmek alıyor, kim balkonuna sineklik taktırdı, kimin kızı nişanlanıyor, hepsi birer sohbet başlığı olmuştu.

Bir saat, elli dakika süren yolculuğun ardından mesire yerine ulaşmışlardı. Arabalar boş bir alanda durdu. İlk olarak çığlık çığlığa çocuklar koşarak arabadan indi. Ardından bastonlu teyzeler, sonra gençler. Yere düşen sararmış kahverengi yapraklar çıtırdıyordu. Hafif esen rüzgar, yaprakları birbirine karıştırıyor, toprak kokusunu havaya yayıyordu. Kuşlar ötüyor, uzaktan gelen göletin su sesi huzur veriyordu.

Erkekler masaları taşımaya başlamıştı. Piknik alanının ortasına birkaç masa kurdular. Plastik sandalyeler çimlere dizildi. Termoslar, poşetler, tabaklar tezgah haline çevrilen katlanan masalara yerleştirildi.

Melek, dudağını ıslattı. Gözlerini yavaşça kaldırarak Ahmet’in olduğu tarafa baktı. O da bir masanın başında, poşetleri indiriyordu. Siyah tişörtü güneşte parlıyordu. Arada sırada arkadaşlarına şaka yapıyor, gülüşüyorlardı. Melek onun rahatlığını gördükçe bir yandan içinden “Rezil olacaksın.” der gibi bakıyor, bir yandan da içten içe huzursuzluk hissediyordu.

Sibel de yanında derin derin nefes alıyor, elini göğsüne koyup nefes egzersizi yapıyordu. Melek onun bu halini fark etti. "İyi misin?" diye sordu. Sibel başını hafifçe salladı. "İyiyim. Sadece bugün fazla uzun olacak." Melek, gözlerini Ahmet’ten ayırmadan cevap verdi. "Evet. Belki de olması gerekenler olacak."

"Ahmet, Ahmet buraya gel." Melek ellerini saçlarına götürdü.
Fazla hareket ettikleri için ortam bunaltıcıydı. O yüzden saçlarını açmıştı. Koluna taktığı tokayı çıkardı. Bir yandan terlemiş saç tellerini ayırıyor, bir yandan da yavaşça atkuyruğu yapmaya çalışıyordu. Ahmet bu sırada başka bir arabanın bagajından masa örtüsünü çıkarıyordu. Melek’in sesi duyulunca başını kaldırmadan yanına geldi.

Sırtındaki tişört, alnındaki terden sıyrılmıştı. Gözlerini kırpmadan Melek'in karşısında durdu. Göz göze gelmediler. Sanki aralarında görünmeyen bir duvar vardı. "Git otobüste olan bütün poşetleri taşı. Buraya eğlenmeye gelmedin ne de olsa." Sesi yumuşak değildi. Sertti. Soğuk ve talimat verir gibi. Ardından Sibel’e döndü. "Doğru değil mi arkadaşım?"
Sibel başını çevirmeden konuştu. Yüz ifadesinde sıkılmış bir eda vardı.
"Doğru ama zaten poşet taşıyordu."

Melek gözlerini kıstı.
"Haklısın. Yaptığın işe devam et."
Sözleri öylesine alaycıydı ki Ahmet, sadece başını hafifçe eğdi. Melek, kaşlarını çatarak tekrar ona döndü.
"Ne bekliyorsun? Eşyaları taşıyana kadar yan gelip yatmak yok."

Ahmet hiçbir şey söylemeden, omuzlarını düşürüp otobüse yöneldi. Gölgede bile bunaltıcı olan havada, tek başına poşet taşımaya başladı. İçinden hiçbir şey geçirmiyordu. Kırgınlıklar, kabullenilmişti. Yalnızlık onunla özdeşleşmiş gibiydi.

Melek, Ahmet’in yüzüne gizlice baktı. Her poşeti taşırken arkasından “Özür dilerim. Ben böyle biri değildim.” diyordu ama sadece kendi içinde. Sesine hiç geçmiyordu. Bu Melek, içindeki Melek'ten çok farklıydı. Tanıdığı Sibel, asla sevdiği adamın sırtına kırk poşet yükletmezdi. Ama bu Sibel, göz ucuyla dahi bakmamıştı.

Ahmet, dört kez gidip geldikten sonra yere oturdu. Nefes alışları düzensizleşmişti. Sırtı tamamen terden sırılsıklam olmuştu. Yüzü gölgelikteydi ama kalbi ateşte gibiydi. Arkadaşları uzaktan bakıyor, aralarında konuşuyorlardı. "Ne oluyor oğlum? Niye sen taşıyorsun hepsini?"

Ahmet cevap vermedi. Sadece başını iki yana salladı. O sırada Melek, doğradığı salatanın son kıyımlarını da yapıp ellerini kuruladıktan sonra homurdanarak onun yanına gitti.
"Bak bakalım etrafta oturmak için başka masa var mı? Varsa tek başına getir. Yoksa bulmadan gelme."

Elini beline koymuştu. Gözlerinde hiçbir merhamet yoktu. Sanki önünde duran kişi, hayatı boyunca ona zarar vermişti. Ahmet başını kaldırmadan doğrulmak üzereyken, gençlerden biri ayağa kalktı.
"Baksana sen bu adamla niye uğraşıyorsun?" Bir başkası Melek’in önüne geçti. "Hayırdır bacım? Bitmedi mi bu nefretin? Adam sana ne yaptı? Poşetleri taşıttın yetmedi mi?"

Melek onları iterek geri çekildi.
"Siz karışmayın. Zamanında ben daha beterini yaptım. Kendimi, kendi nazarımda affetmem için bu gerekli."
Ahmet ellerini kaldırarak arkadaşlarını durdurdu. "Sorun yok. Halletmem gereken şeyler var."

Gölgede uzaklaştı. Tek başına etrafta masa aramaya koyuldu. Melek arkasından bakıp sessizce fısıldadı.
"Salak herifler."

******

Bu sırada, başka bir semtte, başka bir evde kıyamet kopuyordu. Esila, sabah güneşinin sırtını ısıttığı odaya uyanmak istemiyordu. İki koluna giren yakışıklı erkek, onu yerinden kaldırmaya çalışıyordu. Birisi Murat’tı, diğeri Hakan. Gözlerini yarı aralayarak onlara baktı.
"Ya pislik Murat, gamsız Hakan. Ölmek mi istiyorsunuz? Bırakın lan beni. Boynuma kurbanlık dana gibi ip mi doladınız? Ne bu inat? İstemiyorum. O kızın olduğu pikniğe gitmeyeceğim."

Arkasındaki sıcacık yatağı özlemişti. Gözlerini yastığa çevirdi. "Şu anda tek istediğim şey yatağım. Yastığım. Yorganım. Adilik yapmayın. Bunu bana çok görmeyin." Murat, onun saçlarını savurdu. "Kuzen, çaresiz bizimle geliyorsun. Bir haftadır seni izliyorum. Anormal derecede düzelmişsin. Bu yaşam biçimi sana ters. Olmayacak oldu. Ev ile iş arasında sadece mekik dokuyorsun." Esila kaşlarını çattı. "Hayatında 'varoluş sebebim' dediğin adamın ismi geçmiyor artık. Sohbeti bile açılmıyor. Bu yüzden..."

Daha cümlesini bitirmeden Esila’yı kolundan tutup tuvalete soktu. "Açık hava pikniğine geliyorsun. Hizmetçiyi mi çağırayım çişini yapmaya yoksa sen tek başına cişini yapabilir misin?" Esila çığlık attı. "Meridyen beyinli, mavi gözlü dinozor, sinir herif. Bizim hizmetçimiz mi var? Kadın tatile gitti ya. Psikolojik baskıda üstüne yok."

Kendisini zor kurtararak kolunu çekti.
"Çık dışarı Murat. Psikopat kardeşler gibi karşılıklı işemeye karşıyım." Murat kahkaha atarak kulaklarını kapattı.
"Hayalet Casper’in çirkin, korkunç akrabalarına benziyorsun. Bu boğaz ile kulağını patlatmayacağın adam yok."

Esila gözlerini devirdi. "Uykusuzum. Sinirliyim. Ve o kız orada. Ne olur Murat, bu kadar bastırma. İstemiyorum." Murat kapının arkasından konuştu. "İstemediğin şeylerin yüzde sekseni sana iyi gelen şeyler, bunu kaç yıldır anlamadın mı?"

Esila aynaya baktı. Gözleri şiş, saçları darmadağındı. Ama içinde bir kıpırtı başlamıştı. Belki de haklıydılar. Ya da sadece biraz nefes almaya ihtiyacı vardı.
Elini yüzüne sürdü. "Piknik. Açık hava. Kızlar. O. Belki görmezsem her şey yolunda gider." Kapıyı açtı. "Tamam. Geliyorum. Ama biri saçma bir şey söylerse, üç kişiyi gömerim. Hatta hepinizin üstüne beton dökerim."

Murat omzuna kolunu attı. "İşte benim kuzenim. Karanlık tarafın gururu."
Murat, odanın dışında bekleyen Hakan ile şakalaşarak alt kata indiler. Evin salonu güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanmıştı. Camdan içeri sızan ışık, yerdeki halının desenlerine dans ettiriyordu. Kahvaltı masası henüz kurulmamıştı. Evde derin bir sessizlik hakimdi. Çünkü Fahri Bey, Hindistan'dan özel olarak sipariş verdiği kumaşları gümrükte karşılamak için evden erkenden çıkmıştı. Kumaşları Esila ile birlikte aylar önce özenle seçmişlerdi. Her bir desen, her bir doku, Esila’nın dokunuşunu taşıyordu.

Salih de aynı gümrükte olacağı için Murat’ın kafası rahattı. Kumaş işi tamamen onlara emanetti. Ona göre en önemlisi, bu organizasyonun içinde Esila’nın emeğinin olmasıydı. Çünkü Esila, onun nazarında sadece kuzeni değil, aynı zamanda babasının gözü gibi baktığı projelerin arkasındaki akıl gücüydü.

Murat, Hakan’la birlikte mutfağın önünden geçerken kapı çaldı. Gelen ses Esila’nın topuk sesiydi. Uyku sersemliği hâlâ üzerindeydi ama istemeye istemeye hazırlanmış, kapının önünde beklemişti. "Gidelim şu saçma pikniğe." Murat ve Hakan, cevap bile vermeden Esila’nın bu dramatik anını bozmadan kahkahayı bastılar. Murat, şoför koltuğuna geçerken Hakan onun yanına oturdu. Esila ise arka koltuğa yayılıp başını cama dayadı. Bir elini gözünün üstüne koydu.

Sibel beş dakika önce Murat'a konum atmıştı. Böylece yol konusunda hiçbir karışıklık kalmamıştı. Navigasyon açıktı. Yol uzun değildi ama bol kahkahalı olacağı kesindi. Araba yavaş yavaş yola koyulurken, Murat’ın telefonundan son ses bir şarkı çalmaya başladı. Gülme garantili, eğlenceli, absürt bir parça. Murat ve Hakan, ezbere bildikleri şarkının sözlerine çığlık çığlığa eşlik etmeye başladılar.

"Öl de baba ölelim, eyvallah.
Gül de baba gülelim, eyvallah.
Sev de baba sevelim, eyvallah.
Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur.
Önce yemek yiyicem ve diskoya gidicem.
Orda hop hop yapıcam hop hop hop.
Orda zıp zıp yapıcam zıp zıp zıp."

Murat tek eliyle direksiyonu çevirirken diğer eliyle arkaya uzanıp Esila’nın dizine hafifçe dokundu.

"Uyan. Karaoke vakti. Geleneğimiz bu, şarkı çalarken susmak yasak." Esila derin bir iç çekti. "Ne var ne, bırak uyumak istiyorum. Uykularımın kabus formatında katili olmak zorunda mısın?"
Bütün koltuk boyunca uzandı. "Üçlü yaptığımız karaoke geleneğini unutma. Arabada, ortamda çalan şarkılara eşlik etmeliyiz."

Esila yüzünü tavan döşemesine çevirdi.
"Sen nasıl hasta ruhlu bir abi oldun? Güzelim yatağımdan hayvan gibi kaldırıldım. İkinizden de nefret ediyorum. Hem de birkaç saat nefret edeceğim. Bugün nefretim sıradan olmayacak. On dakika, yarım saat değil. Minimum bir saat, maksimum bir saat beş dakika sürecek. O yüzden rahat olun."

Murat geri dönmeden konuştu.
"Bak ama şarkı geliyor. Nakarat başlıyor. Hadi kalk." Hakan parmağını kaldırdı.
"Üç... iki... bir." Şarkının en yüksek yerinde hep birlikte bağırdılar.

"Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur.
Önce yemek yiyicem ve diskoya gidicem.
Orda hop hop yapıcam hop hop hop.
Orda zıp zıp yapıcam zıp zıp zıp."

Arabanın içi gülme sesleriyle yankılandı. Hakan neredeyse koltuktan yuvarlanacak gibi oldu. "Esila, karaoke kardeşliğimizi yıkmadığın için aferin. Üzgün olduğunda çekilmiyorsun. Ama böyleyken beddua kraliçesi."

Esila kıkırdadı, sol bacağını ön koltuğa doğru uzattı. "Ayağıma konuş Hakan. Beni eğlendirmek istiyorsan ayak tabanlarımla iyi geçinmelisin."

"Esila, kokulu ayaklarını hayati risk oluşturmamak için ayakkabılarının içinden çıkarma." Hakan koltuktan biraz daha aşağıya kayarak arkasını yastığa yasladı. "Murat kardeşim, ben bu kızın eziyetlerine katlanırım. Sen yoldan gözünü ayırma. Ben ikimiz yerine de ölürüm."

Murat, Hakan’a döndü. "Sen sakın ölme küçük bebeğim. Seni çok seviyorum. Hakan'ım benim." Esila doğrulup bağırdı.
"Ayy kusacağım, çekin kenara."

"Murtiş ile aramı bozamazsın tekir kedi'm." Hakan kendi avucunu öpüp avucunu Murat yanağına sürdü. Murat kahkaha atarak bağırdı. "Murtiş ne dangalak! İnadına yapıyorsun, pis herif."
Sonra hızla elini kapının boşluğundaki su şişesine uzattı. Kapağını açtı ve Hakan’ın yüzüne fırlattı. Su yüzünü ıslattı. "Biraz kendine gelirsin. Bana da kur yapma."

Hakan kendini geri attı.
"Esila kurtarsana abinin zulmünden."

Burnunun üstünü kaşıyarak başını koltuğa yasladı. "Oğlum işkillendirme beni. Erkek erkeğe böyle yumuşak şakalar mı yapılır? Arada bana kaydığını hissediyorum. Tercihlerin değiştiyse benden uzak dur. Benim tercihlerim bir gıdım bile bozulmadı."

"Yahu Melek Hanım öyle demiyordu sana sokulan kızlara."

"O farklı... Beni aç kurtlardan koruyordu. Sen anlamazsın."

"Aç kurtlar he. Kendisi tok, başkalarına aç diyor." dedi Esila. Konuyu bile bilmiyordu ama önemli değildi.
"Kapa çeneni Esila."

O sırada Tayakadın levhasını gördüler. Murat direksiyonu o yöne kırdı. Birkaç dakika boyunca araçta kimse konuşmadı. Sadece rüzgarın sesi ve yol kenarındaki ağaçların hışırtısı duyuluyordu. Hakan, cep telefonunu eline aldı. Yan gözle arkada sessizce dışarıyı izleyen Esila’ya baktı. Sonra gülümsedi. Parmağıyla ekrana bir şeyler yazdı.

"Sevdiğin erkeği kıskandırmak için beni kullanabilirsin. Tek şartım var. Bana aşık olursan arkadaş demem, eşek sudan gelinceye kadar döverim. Sana attığım dayak için kesinlikle sorumluluk kabul etmem. Salih'i kıskandırmak istiyorsan yanımda durmana izin veriyorum."

Esila mesajı okuduğunda kaşlarını kaldırdı. Sonra mesajı yanıtladı. "Anlaştık kanka. Ama dayak için not düşüyorum. Anayasaya aykırı." Hakan mesajı görünce bir kahkaha daha attı. "Bu gün acayip güzel geçecek. Gerilim. Flört. Ego savaşları. Ve hepsinin ortasında karaoke kraliçesi Esila." Araba virajı dönerken ileride kamp alanının girişini gördüler. Biraz ilerisi de piknik alanıydı.

****

Melek, son bir saattir Ahmet’e yapmadığı eziyet, söylemediği laf, oynatmadığı duygu bırakmamıştı. Öfkesini gizlemiyor, kelimelerinin ucunu sivriltip kelimenin tam anlamıyla adamın üzerine saplıyordu. Sibel’in hâlâ aynı umursamaz tavırlarla sağa sola koşturup başka işlerle uğraşması da Melek için ayrı bir zulüm olmuştu. Üstelik Ahmet’in, tüm bu söylenenlere rağmen yer yer pişkin, yer yer teslim olmuş halleri, sabrının sınırlarını zorluyordu. Melek, bu iki insanın varlığıyla mücadele etmekten yorgun düşmüştü.

Etraftaki çöpleri toplayan Ahmet’in haline baktı. Eğilmiş, sanki yıllardır doğayla iç içe yaşamış bir kampçı edasıyla işine odaklanmıştı. Sırtı hafif kamburlaşmış, saçlarının arasında birkaç yaprak kalmıştı. Ellerinde eldiven vardı ama tırnaklarına kadar toprak işlemişti. Halinden memnundu. Hatta keyifli gibiydi. Melek, onu böyle görünce siniri daha da arttı. Yanından geçerken duraksadı. Gözlerini kısmadan, mimiklerini yumuşatmadan, kabalaşan bir tonda seslendi. “Peşimden gel.”

Ahmet, çöktüğü yerden kalkarken ağır hareketlerle elindeki çöp poşetini yere bıraktı. Göz ucuyla Melek’in arkasını dönmesini bekleyip ardından kalktı. Üstünü birkaç kez silkelerken gözleri yere takılmıştı. Hâlâ yorgun ama kararlıydı. Melek'in ardından, koşar adımlarla yürümeye başladı. Aralarında belli belirsiz bir mesafe vardı. Patika dar ama uzundu. Ağaçların arasından geçip küçük bir yokuşa tırmandılar. Herkesin görebileceği, ancak konuşmaların duyulamayacağı kadar uzak ve tenha bir noktaya gelmişlerdi.

Melek yürürken başını çevirmeden, ses tonunu düşürmeden konuşmaya başladı.
“Ahmet bey, aç kulağını. Beni iyi dinle.” dedi. Sözleri emir gibiydi. Öyle ki arkasına dönüp söylemesine gerek bile duymuyordu. “Sana görev verdikçe mutlu oluyorsun sanırım. Yani bu kadar da hevesli davranılmaz. Çiçek toplar gibi çöp topluyorsun. Ne bu şen şakrak haller?” dedi ve sinirini bastırmak için elleriyle ensesini tuttu.

Durdu. Derin bir nefes aldı. Yokuşun ortasında esen rüzgar saçlarını savururken gözlerini Ahmet’ten ayırmadan devam etti. “Daha ne yapmam gerek inan bilmiyorum. Sibel’in önünde sana kök söktürüyorum ama hâlâ ‘sen haklısın’ diyor. Hiç etkilenmiyor. Ne kadar yerin dibine soksak da seni hala pamuklara sarıyorlar.”

Ahmet, aşağıda onlara doğru bakan Sibel’i görünce kısa bir an duraksadı. Gözleri yumuşadı. Sonra başını eğerek önüne döndü. “Ne yaparsan haklısın.” dedi, sesi fısıltıya yakındı ama kararlıydı. İçinden geçen bir cümleyi değil, çoktan kabullendiği bir gerçeği dile getiriyordu.

Melek dişlerini sıkarak başını sağa sola salladı. “Bende onu diyorum. Bana ne yaptın da, sana yaptığım eziyetleri Serpil teyze bile takmıyor? Masaları taşıdın, poşetleri çöp bidonlarına kadar sürükledin. Ağaca tırmanıp salıncak kurdun. Kahvaltı sofrasına yardım ettin. Çocukların peşinde koştun, top oynarken on kere kafana yedin. Ama hâlâ kimsenin içi sızlamadı. Yazık demediler. Tek bir kelime etmediler.”

Ahmet’in gözlerinde bir şeyler kararıyordu. Sanki çoktan içini kemiren bir suçun ağırlığıyla duruyordu. Melek’e bakmadan konuştu. “Söylesem… Benden nefret edersin. Sibel’le barışma ihtimalim kalmaz. Zaten kalmamış da olabilir. Ama… Çenemi tutamadığım için onlar da öğrendi. Suçsuz oldukları halde, benim yüzümden vicdan azabı çekiyorlar.”

Bu cümle Melek’in zihninde bir soru işareti gibi asılı kaldı. Hangi konudan bahsettiğini bilmiyordu. Ne ima ettiğini tam olarak anlayamamıştı ama ciddi bir şey olduğunu hissediyordu. Ellerini birleştirip gözlerini kısarak Ahmet’e dikkatlice baktı. “İtiraf etmek istiyorsan bugün iç açıcı bir gün değil. Başka zaman seni dinlerim. Ne yaptığını bilmesem de Allah bilir saçma sapan bir şeydir. Senden her şey beklenir.” dedi. Ardından küçük bir tebessümle hafifçe gülümsedi.

Ahmet, yorgun ve mahcup bir ifadeyle yakındaki ağaca yaslandı. Derin bir nefes aldı. Karşısındaki kızın gözlerinin içi, hem bu kadar kırılgan hem de bu kadar sert nasıl olabiliyordu, anlamıyordu. Birkaç saniye hiçbir şey demeden sadece baktı. Sonra dudakları arasından zar zor çıkan bir cümle döküldü. “Kusura bakma Melek.”

Melek’in gözleri büyüdü. Bu cümleyi ilk defa bu kadar içten duymuştu ondan. Afalladı. Ne düşüneceğini bilemedi. Hafızasında bir an canlandı. Babasının, annesinin eski resimlerine bakarken söyledikleri yankılandı. “Erkekler kolay kolay ağlamaz. Ağlıyorsa bir ‘keşke’ dediği anısı vardır.”

O an Ahmet’in gözlerinde biriken yaşları gördü. Omzunun inip kalkışındaki ağırlığı hissetti. Sessizce bir adım attı ve elini onun omzuna koydu. “Ne yaptıysan oldu bitti. Yoksa… Yıllar önce kaybolan kardeşim misin sen?” dedi alaycı bir tonda. Ahmet’in gülmesini bekledi. Ama tepki gelmedi. Ne gülümseme ne bir söz. Sanki bu cümle Ahmet’in içinde bir yere dokunmuştu. Melek bu tepkisizlik karşısında ciddileşmek yerine, şakaya devam etmeyi seçti. “Hadi ama. Şaka yaptım. Gülmen lazım. Yoksa şakam boşa gider.”

Ahmet, ellerini yüzünden yavaşça çekti. Melek’e bir adım daha yaklaştı. Sonra hiçbir açıklama yapmadan onu sarıldı. “Rabbim şahit olsun. Seni dünya ahiret bacım olarak görüp kollayacağım. Senin iyi şeylere layık olmadığını düşündüm bir zamanlar. Senin gibi tehlikeli bir kızın normal bir hayatı olamaz dedim. Yanılmışım.”

Melek kollarını kaldırmış, boşlukta tutuyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sarılmak istemiyordu ama reddetmek de istemiyordu. Aklı arafta kalmıştı.
“Ya Ahmet, benden daha garibanı bulamazsın. Ne yaptım sana, bilmiyorum. Ama ne yaptıysam sen hâlâ konuşuyorsun.”

Ahmet, sarılmaya devam ederken sesi kısık ama duyguluydu. “Özür dilerim. Senden daha tehlikeli olduğum halde senin hayatına burnumu soktum. Bütün pişmanlığımla söylüyorum. Aynı anneden doğmamış olsak da kardeşimsin artık.”

Melek yutkundu. Zihni hâlâ toparlanamamıştı. Ardından kolunu hafifçe çekerek konuştu. “Kusura bakma kardeş kontenjanını senden önce Sibel kaptı. Ben baldızım ama kardeş olan cinsten.” Ama o anda, arafta kalan yalnızca Melek değildi.

Biraz ilerde, gözlerini kısmış bir adam, kalbi sökülüyormuşçasına olduğu yere çakılmış gibi duruyordu. Dizleri titriyordu. Yumruk yaptığı elleriyle cebine bastırıyor, sakin kalmak için dudaklarını ısırıyordu. Murat Arsel… Melek’in en çok kızdığı ama en çok özlediği adam…

Gözleri Melek’e sarılan adamdaydı. “Çıldıracağım… Bu adam ona niye sarılıyor?” diye içinden geçirdi. O görüntüye bakarken göğsü daralıyordu. Geldiği yere pişman, durduğu yere tutsak olmuştu. Yanında duran Sima’nın ona bir şeyler söylediğini duyuyordu ama anlamıyordu. Tek gördüğü, sevdiği kadının başka bir adamın kollarında olmasıydı. “Bu görüntüde olması gereken benim… Yanındaki dallama değil.” dedi kendi kendine.

Gözlerini yumruk yaptığı ellerine çevirdi. Parmaklarının beyazladığını fark etti. “Benim elimi tutarken bile on kere düşünüyordu. Şimdi başkasına böyle sarılıyor. Bu nasıl olur? Bu nasıl bir şey? Başkası yok demişti. Ben de ona inanmıştım.”

Sözlerini tamamlamadan, düşüncelerinin ortasında sinirle koluna asılan Sima’yı bir hamlede kenara itti. Gözleri yeniden sarıldıkları noktaya takılmıştı. Oradan uzaklaşmak istiyordu ama aynı zamanda yaklaşmak. Kafası karışıktı, kalbi darmadağın olmuştu. Bir an için geriye dönüp gitmeyi düşündü. Ama o an kendini tutamadı.

Gözlerinde öfke, adımlarında kararlılık, kalbinde kırıklarla… Sarıldıkları tarafa doğru hızla yürümeye başladı.

____________________

YORUM VE BEĞENİ yapmadan geçmeyin.❤❤❤

 

Bölüm : 07.11.2024 14:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 43. Kural 1 Hadi Oradan
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...