
Selam Canlar ☺️
LÜTFEN YORUM VE BEGENİ YAPMADAN GEÇMEYİN. ❤❤❤❤
____________________
Murat, piknik alanına girdikten sonra cep telefonunun navigasyon uygulamasını tekrar kontrol etti. Ekranda iki dakikalık bir mesafe kalmıştı. Yolun devamında güneşin ışıkları, ağaçların arasından kırılarak uzanıyor, arabanın camlarına sarı bir sıcaklık yayıyordu. Murat, pencereyi sonuna kadar açarak serin orman havasının içeri dolmasına izin verdi. Havanın ferahlığı, içinin sıkıntısını kısa süreliğine de olsa unutturmuştu. Araç ilerledikçe rüzgarın taşıdığı toprak kokusu, sonbaharın derin izlerini taşıyan dökülmüş yapraklar ve kuşların uzaklardan gelen cıvıltıları eşliğinde adeta doğanın ortasında bir tabloyu andıran manzarayla karşılaşıyorlardı.
Yol kenarlarında toplanmış yaprak tepeleri vardı. Temizlik görevlilerinin, yola dökülen yaprakları düzenli bir şekilde kenara çektiği belliydi ama bu düzen bile doğallığını kaybetmemişti. Her şey yerli yerindeydi, fazlalık yoktu, eksiklik de.
Murat direksiyonu çevirdiği sırada Hakan iç çekerek arkasına yaslandı. “Mükemmel atmosfer birader. En son bir yıl önce gitmiştim. Yıldız Parkı’na. Hava da tam böyleydi. O zamanlar... Her şey farklıydı,” dedi. Gözleri uzaklara dalarken sesine geçmişe duyulan bir özlem sinmişti.
Bu anıyı duyunca, arka koltukta oturan Esila göz ucuyla Hakan’a baktı. Gözlerinin içi hafifçe kısıldı ama sonra hemen toparladı. Omzuna dostça dokunarak, “Ben de çocukken ailemle Belgrad Ormanı’na gitmiştim. O zamanlar ormanın ortasında kaybolacağım diye çok korkardım. Ama piknik sepetimiz... Heh, onu görünce her şey yoluna girerdi,” diye gülümsedi. Ardından bir anda gözlerini kırpıştırarak bağırdı. “Murat. Bir şey unutmadık mı? Pikniğe geldik ama elimiz boş. Herkes bize gülecek.”
Murat bir anda frene bastı. Araba hafifçe öne doğru sarsıldı. Hemen ardından el frenini çekerek Esila’ya doğru döndü.
“Ne gibi bir şey?”
“Ne bileyim. Eli boş gidilmez gibime geliyor. Muz filan alsaydık. En azından bir şey götürmüş olurduk.” Murat, anlam verememiş gibi kaşlarını kaldırarak geri koltukla göz göze geldi. Hakan ise kahkaha atarak araya girdi. “Yok daha neler. Sür abicim arabayı. Bir şeye gerek yok. Mahalle pikniğine davet edildik. Kadınlar zaten imece usulü bir şeyler hazırlamıştır.”
Hakan başını iki yana sallayarak, sağ elini alnına götürdü. Gülümseyerek başını eğdi. “İki görgüsüz zenginle arkadaş olmanın zafiyeti işte bu. Piknikle ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Bir de hasta ziyaretine gidiyoruz gibi muz alalım diyor.” Ardından parmaklarını birleştirip sol eline bastırarak, sesi bilmiş bir öğretmene dönüştü. “Pikniğe gidiyoruz. Yani temiz hava almak, futbol oynamak, birkaç kişiyle çevreyi turlamak, sonra da bayılana kadar yemek yemek gibi aktiviteler var. Bu tarz etkinlikler yılda birkaç kez yapılan, hem geleneksel hem de sosyalleşmeye dayalı bir program paketidir. Şimdi anladınız mı?”
Esila, sırıtarak kolunu kapıya yasladı. “Anladık, anladık. Kendini bizim için ziyan etmene gerek yok.” dedi. Murat burnunu hafifçe kaldırarak başını iki yana salladı. Anahtarı çevirip arabayı tekrar çalıştırdı. Önlerinde geniş bir alan açılmıştı. Kalabalık bir insan topluluğu, çimenlerin üzerinde kendi düzenlerini kurmuştu. Renk renk masa örtüleri serilmiş, piknik sepetleri açılmış, çocuklar top oynuyor, büyükler küçük gruplar halinde sohbet ediyordu.
Murat, arabayı diğer araçların yanına dikkatlice park etti. Hakan’la birlikte kapıyı açıp dışarı çıktılar. Güneş gözlüğünü takan Murat, çenesini hafif yukarı kaldırarak etrafı inceledi. Arabadan çıkan Esila kollarını iki yana açarak derin bir nefes aldı. Gerinip esneme hareketleri yaptı. Havadaki tazelik, bir anlık olsa da üzerindeki sıkıntıları silmiş gibiydi.
Kalabalık arasında birkaç kişi, gelen yeni yüzleri fark edip yerlerinde huzursuzca kıpırdandı. Fısıltılar başladı. Kaşlar çatıldı. Tanımadıkları bu üç kişiye dikkatle bakıyorlardı. Gözler sorguluydu. Şüphe ve merak iç içeydi. Murat bakışların üzerlerine kaydığını hissedince kalabalık arasında tanıdık bir yüz aramaya koyuldu. Gözlerini bir noktaya dikmişken telefonundan gelen titreşim dikkatini dağıttı. Cebinden çıkarıp mesajı okudu.
“Şimdi iyi dinle, Melek’in kıvırcık patronu.” Mesajı okurken kaşlarını kaldırdı. İstemsizce eli saçlarına gitti. Ne alakası varsa artık, kıvırcık kısmına takılmıştı. Bir anda ikinci mesaj geldi. “Baya bir gür sesle selamünaleyküm ahali de. Kendini Hayri amcanın uzaktan aile yakını olarak tanıt. Sonra yanınıza gelirim.” Murat’ın yüzü kısa bir süre için anlamaya çalışan bir ifadeye büründü. Gözlerini telefondan ayıramamıştı ki üçüncü mesaj geldi. “Yabancı ex baldız tavsiyesi. Bizim gençler sabırlı değil. Bir zahmet konuşmaya başla.”
Murat telefonu yavaşça kapatıp cebine koydu. Derin bir nefes aldı. Boğazını temizledi. Ardından tüm gücüyle sesini yükseltti. “Selamünaleyküm ahali. Rahatsız etmiyoruz inşallah.” Kalabalık bir anda sustu. Önlerinde durmuş birkaç genç, sert bakışlarla onlara yaklaşırken, Murat yumruklarını sıkan gençlere karşılık dostça elini uzattı. “Ve aleykümselam. Ve aleykümselam. Ve aleykümselam. Ve aleykümselam. Ve aleykümselam...” Gençler önce karşılık verirken sonra aralarından iki delikanlı, içtenlikle sarılmak üzere ona doğru ilerlediler. Sanki uzun süredir görmedikleri bir akrabayla karşılaşmış gibiydiler.
Murat, içten bir tebessümle karşılık verdi. “Hayri amcanın yakın akrabasıyım. Hem de çok yakın. Oğlu gibi sever beni. Öyle uzaktan değil yani, bildiğin evlat muamelesi görürüm.”
Gençlerin yüzündeki şüphe yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Bir kısmı hâlâ temkinliydi ama içlerinden biri başını hafifçe sallayıp, “Ha öyle desene abi. Biz yabancı zannettik. Kusura bakma,” dedi.
Aralarındaki buz kırılmıştı ama ortamın tam olarak yumuşaması birkaç dakika daha alacak gibiydi. Murat, göz ucuyla etraftaki kalabalığa bakarken içinden Melek’in nerede olduğunu geçirdi. O da bu kalabalığın içindeyse, onu bulmadan hiçbir şey tamamen yerine oturmuş sayılmazdı.
Murat sohbetin içinde kalmaya çalışırken, Esila birkaç adım geriye çekildiği sırada arkasında duran sert bir cisme çarptı. Korkuyla irkildi. Aniden arkasına döndüğünde karşısında dimdik duran Sibel’i gördü. Sibel, elini uzatmıştı. Esila onun elini sıkarken, Sibel’in kendine has soğukkanlılığı hâlâ yüzündeydi. El sıkışmaları kısa sürdü. Ardından Esila hemen onun koluna girdi. O anda bir sığınağa kavuşmuş gibi hissetti.
“Burası toplama kampı gibi,” dedi alçak sesle ama gerginliğini gizlemeye de çalışmadan. “Bizim oğlanları da aldılar aralarına. Öpmekten yalayıp yutacaklar garibanları. Normalde acımam ama içim burkulmadı değil.” Sibel, omzundan Esila’ya baktı. Alaycı ama bir o kadar da gerçekçi bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Abartmayı seviyor olmalısın. İçlerine almasalardı, şu an geldiğiniz yolu arabanın içinde geri dönüyor olurdunuz.”
Kadınların oturduğu çemberde çekirdek çıtlatanlar, Esila’nın yüzündeki bozulmayı fark edip hep bir ağızdan kahkahalarla güldüler. Gülüşler arasında kimin sesi kime karıştığı belli değildi. Bazı kahkahalar keskin, bazılarıysa nefessizdi. Kahkahaların arasından bir tükürme sesi geldi. Nezaket Hanım, çekirdeğin kabuğunu çiğneyip yere attıktan sonra ayağa kalktı. Geniş etekleri, otların üzerinde hafifçe savruldu. Kocaman göğsü, öne doğru bastırdığı elleriyle ritim tutuyordu. Gözlerini Esila’ya dikmişti.
Esila daha ne olduğunu anlayamadan, kadın bir anda üstüne yürüyüp onu adeta kucaklar gibi sımsıkı sarıldı. Esila'nın bütün kemiklerini kıracakmış gibi kuvvetli bir sarılmaydı bu. Boğazına bastıran kol, sırtına inen avuç içleri, hepsi kalabalığın içindeki sıcaklığın bir uzantısı gibiydi. Kadıncağız heyecanla konuşmaya başlamıştı bile. “Gel kızım aramıza. Çekirdeğini ye. Dedikodunu yap. Kimsin, kimlerdensin? Anan kim, baban kim? Bacın var mı? Nişanlı mısın? Yalnız mısın?”
Araya Serpil Hanım girdi. Sesi yumuşak ama buyurgandı. “Kızı sıkboğaz etme Nezaket.” Sonra yüzünü Esila’ya çevirdi. Kahverengi gözleri, yılların yorgunluğuna rağmen ışıl ışıl parlıyordu. Hastane odalarının soğuk duvarlarında Esila’ya karşı hissettiği öfkenin, aslında içindeki pişmanlıktan doğduğunu ilk kez fark ediyordu. Genç kızın bir edepsizliği yoktu belki de. Sadece onların anlayamadığı bir duruşu, dıştan gelen ama içte yer tutmamış bir isyanı vardı.
Serpil Hanım doğruldu. Penyesinin eteğini düzeltti ve yanındaki yere eliyle vurdu. “Gel kızım. Otur şöyle. Biraz sohbet ederiz.” Esila, kadınların arasındaki boşluğa ağır adımlarla oturdu. Yanındaki kadınlar çekirdek paketlerini onunla paylaşırken, başını çevirdi. Sibel de çimenlerin üzerinde bir boşluk bulup oraya ilişmişti. Herkesin içinde olduğu bu samimi kaosun içinde sadece Murat, hâlâ yerini bulamamış gibiydi.
Murat gözlerini kalabalıktan ayırıp ağaçların arkasına doğru ilerledi. Kalabalığın gürültüsü geride kalırken, nefesini daha rahat hissedebileceği bir alan buldu. Yüzünü rüzgara çevirdi. Ağacın gövdesine yaslandı. Derin bir nefes aldı. Hâlâ onu görmemişti. Gelmesinin asıl sebebi olan kişiyi. Melek’i. Neredeydi? Kalabalığın içinde kaybolmuş muydu yoksa hâlâ ortalıkta mı yoktu?
Alnındaki teri elinin tersiyle sildi. Gözlerini kapattı. Açtığında karşısında Melek’i görmeyi umuyordu. Ancak gözlerini açar açmaz hayal kırıklığı onu sertçe karşıladı. Karşısında Melek yoktu. Onun yerine geçen gün karşılaştığı o kız... Sima.
Sima, ağzı yarı açık, yüzüne oturmuş anlamsız bir ifadeyle ona bakıyordu. Dudaklarını hafifçe ıslattı. Gözlerini etrafta kısa bir tur gezdirdikten sonra başını yere eğdi. Konuşmaya başladı. Sesi tatlı olmaya çalışan ama fazla yapay olan bir tondaydı. “Hoş geldiniz pikniğimize. Vallahi seni ayy pardon sizi orada görünce heyecandan gözlerim yuvalarından fırladı.”
Murat gözlerini kısmış, soğukkanlılıkla bakıyordu. Başını yana çevirdi. Sima'nın bakışlarını göğüs hizasında gezdirdiğini fark etti. Bu da yetmezmiş gibi göğüslerini sergilemek istercesine hafifçe dikleştirip nefes aldı. Murat burnundan sertçe nefes verip alaycı bir gülümsemeyle konuştu. “Bakıyorum da yuvalarından çıkan sadece gözlerin değil.” diyerek göz ucuyla kızın göğüslerine işaret etti. Hemen ardından başını başka tarafa çevirdi. “Gözlerini radar gibi açacağına, önünü kapat.”
Sima'nın yüzünde sahte bir mahcubiyet belirir gibi oldu ama hemen ardından yaptığı hareket tam aksiydi. Düşüyormuş gibi taklidi yaparak Murat’ın koluna sarıldı. “Ayy özür dilerim. Seni gördüğümde elim ayağıma dolanıyor.” Şuh bir kahkaha savurdu. Sesinde yapış yapış bir tatlılık vardı.
Murat, koluna yapışan bu kızın gerçekten neye hizmet ettiğini artık net bir şekilde çözmüştü. Bakışları soğuyarak, yüzüne sertlik geldi. Kolunu geri çekerken gözlerini gökyüzüne çevirdi. Masmavi gökyüzü, onun bu anında bile kendini sakinleştirmeye çalıştığı bir kaçış noktası olmuştu. Gözlerini kısmadan, başını göğe kaldırmış şekilde konuştu. “Kepçe kulaklarını aç. İyi dinle. Benim başım bağlı. Kim olduğunu bilmiyorum ama kendi mahallende, kendi sokağında fink atsan yeterli olur. Burada işin yok.”
Saçlarını iki yanına getirerek kulaklarını kapattı. Burnundan ağır bir nefes daha verdi. Kızın hareketlerine karşı içindeki sabır ipi iyice gerilmişti. O anda Sima, dudaklarını büküp hafifçe eğilerek sırıttı.
“Desene bir Melek olamadık.” dedi. Ardından sesini düşürdü. “Melek hangi kategoride sence? Keza şu an sarıldığı erkeğe de sormak istiyorum.”
Murat, birdenbire başını kaldırdı. Sima’nın işaret ettiği yere döndü. Gözleri birkaç saniyede o kalabalığın arasından sıyrılıp aradığı kişiyi buldu. Melek oradaydı. Gerçekten oradaydı. Fakat... Yanında biri vardı. Ona sarılmıştı. Samimi, sıcak ve rahat bir şekilde. Yüzünde hafif bir tebessüm, adamın omzuna başını koymuştu. Murat'ın gözleri genişledi. Yumruk haline getirdiği ellerine baktı. Parmak kemikleri beyazlamıştı. Dişlerini sıktı.
“Lanet olsun. Bu görüntüde olması gereken benim. Yanındaki o dallama değil.” dedi. İçine çeken nefesini ağır ağır geri verdi. Boğazında bir düğüm vardı. Gözlerini kısmadan o sahneyi izlemeye devam etti. “Benim elimi sıkarken bile on kere düşünen biri, şimdi başkasına sarılıyor. Bunu kabul edeceğimi de kim söyledi? Bana başkası yok demişti. Ben de ona inandım. Gözlerimin içine baka baka...”
Cümlesini tamamlayamadan, sabrı taşmış şekilde koluna yapışan Sima’yı bir hamlede kendinden uzaklaştırdı. Sima tökezledi. Neye uğradığını anlayamadan bir adım geri gitti.
Murat artık orada daha fazla duramazdı. Bu kalabalık, bu piknik, bu görüntü… Hepsi üzerine geliyor, içindeki öfkeyi büyütüyordu. Gözleri tekrar Melek’teydi. Bu sefer kızın gözleri de ona kaymıştı. Göz göze geldiler.
Ve o an dünya sessizleşti.
Tamamlamak istemediği sözü yarım bırakmıştı. İçinden geçenleri dile getirmektense susmak daha kolaydı. Belki de kelimelerle yüzleşmekten korkuyordu. Yarım cümleler gibi görüntünün de yarım olmasını istedi. Gördüğü adamın bir anlık kararmasını. Melek'in tek başına ayakta durmasını. Kendi kendine konuşmasını. Kendi kendine sarılmasını. Kendi iç sesinden başka kimseye ait olmamasını arzuladı. O anda Melek’in yanındaki adamı gerçeklikten silmek istedi. Kafasında onu siliyor. Yok sayıyor. Melek'in yalnızlığını geri istiyordu.
Ama gerçeklik, zihnin inkar edemeyeceği kadar keskin ve somuttu. Her saniye gözünün önünde şekil alıyordu. Melek’in gülümsemesi, başını omzuna yasladığı adamın sırtını sıvazlayışı, yavaşça geriye çekilip saçlarından düşen kuru yaprağı seyredişi. Yaprak, diğer yapraklar gibi havada kıvrılıp yere süzüldü. Ardından bir başka hışırtı daha. Doğa, sahnenin sessiz seyircisiydi. Melek hafifçe başını yana eğdi. “Şimdi iyi misin?” diye sordu. Sesi, rüzgarla yarışan bir titremeye sahipti.
Ahmet cevap vermedi. Sadece başını salladı. Ama bu suskunluk, Murat için bir suskunluk değil bir meydan okumaydı. Ve o anda Murat, gözlerini sıkıca kapattı. Arkasını döndü. Görmek istemediği sahneden kaçmak istedi. Ama ayakları onu ihaneti gördüğü yere doğru geri götürüyordu. Adımlarını hızlandırdı. Omuzları gerginleşti. Kaşları çatık. Dudakları birbirine bastırılmış. Yumruk haline gelmiş elleri cebinde titriyordu. İçinde yanmaya başlamış öfke, artık taşma noktasına ulaşmıştı.
Murat'ın yüzü kıpkırmızıydı. İki ağaç öteden yürüyerek gelen adamın öfkesini ilk fark eden Ahmet oldu. Kim olduğunu bilmese de, Melek'in bakışlarındaki huzursuzluğu fark etti. İçgüdüsel bir adımla onun önüne geçti. Belki o an kiminle karşı karşıya olduklarını bilmiyordu ama Ahmet'in hayat felsefesi belliydi. Yanında duran bir kadını korumak, onun kim olduğu ya da ne olduğu fark etmeksizin göreviydi. İster kardeşi, ister sevgilisi, ister tanımadığı bir yabancı olsun. Mahalle delikanlısı olmak bunu gerektirirdi.
Bu koruyucu hamle Murat'ın içindeki öfkeye bir kıvılcım daha ekledi. Yumruğunun içi terlemişti. Dişlerini sıktı. Sinirle başını geriye atıp kahkaha attı. Kahkahasının keskinliği Melek’i kendine getirdi. Başını çevirip Murat’ı gördüğü an, heyecanla geriye adım attı.
“Murat!” dedi Melek, alnına ani bir acı saplanırken. Kafası bir anlığına sarsıldı. Gözleri karardı. Ama ayakta kalmayı başardı.
“Dikkat et. İyi misin?” dedi Murat, tüm öfkesine rağmen hızla koşarak yanına geldi. Ellerini at kuyruğu yapılmış saçlarına götürdü. Şefkatle saçlarının üzerinden geçti. O anlık temas, her şeyi susturabilirdi. Ama susturmadı. Tam o anda Ahmet, küfür savurarak Murat’ın yakasına yapıştı. “Hayırdır sen kimsin?” diye bağırdı. Parmakları Murat’ın yakasını sıkıca kavradı. Sadece savunma değil, meydan okuma da vardı gözlerinde.
Murat ise soğukkanlılığını korudu. Gözünü Ahmet’in gözlerinden ayırmadan başını hafifçe eğip alnını, tüm gücüyle Ahmet’in yüzüne indirdi. Ahmet acıyla inledi. Dengesi bozuldu. Geriye doğru sendeledi. Elleriyle burnuna dokunduğunda kırmızı renk avuç içlerine yayılmıştı. Kurumuş yapraklardan bir avuç alıp Murat’ın yüzüne fırlattı. Toz ve yapraklar Murat’ın suratına çarptığında Ahmet, vakit kaybetmeden üzerine atladı. Melek’in korkuyla bağırışı havada yankılandı.
Yumruklar karnına indi önce. Sonra çenesine. Sonra bir daha. Her seferinde darbe sertleşiyor, her darbe diğerini besliyordu. Murat da boş durmadı. Yumruklarını kaldırdı ama o an Melek, göğsünü Murat’a siper etti. Tüm gücünü toplayarak ikisinin arasına girdi. Vücudunu koruma duvarı gibi ileri uzattı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Bu sen değilsin. Dur!” dedi. Gözleri dolmuştu ama sesi titremiyordu. Murat, gözlerini Ahmet’ten ayırmadan yumruklarını sıktı. “Bu tam olarak benim.” dedi. “Sana kaç kere sordum. Hiç mi bana karşı duygun yok. Minnacık bile mi?”
Melek’in yüzü acıyla gerildi. “Şu andaki tek duygum öfke. Sana duyduğum öfke. Ne hakla böyle davranırsın?” diye bağırdı. Gözleri dolu doluydu ama gözyaşlarıyla savaşmaya çalışıyordu.
Murat’ın nefesi hızlandı. Dişlerinin arasından konuştu. “Melek, çekil önümden. Sana zarar vermek istemiyorum.”
Genç kadını omuzlarından tuttu. Dayanaksız bedenini nazikçe ama kararlı şekilde kenara çekti. Ardından Ahmet’e yöneldi. Melek de refleksle onun önüne geçti. Ellerini Murat’ın göğsüne bastırdı. Bütün gücüyle onu geriye itti. “Murat. Ne yapmaya çalışıyorsun? Delirdin mi? Burası senin şirketin değil. Ahmet senin çalışanın değil. Olsa bile bunu yapamazsın.” dedi. Nefesi düzensizdi. Kalbi çarpıyor, kelimeler dilinden sert düşüyordu.
Murat, Melek’in kolunu tuttu. Çevirdi. Gözleriyle gözlerini buldu. “Farkında değil misin? Canımı her defasında yaktığının farkında olmayacak mısın? Senin dudaklarından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyorum halime bak. Ve sen her defasında beni yakmaya devam ediyorsun. Ben bu yangının içinde duramam artık.” dedi. Son kelimelerinde sesi çatallandı. Gözlerinde öfkenin ardına saklanmış kırgınlık vardı.
“Melek Kapya. Benim yanımda olmak istemiyorsan. Karşımda da olma. Sakın. Sakın ben bu haldeyken vicdansızlık yaparak beni karşına alma. Ben senin karşında duramam. Sen de durma.”
Melek, Murat’ın söylediklerinden ne anlaması gerektiğini bilmiyordu. Kelimeler anlamlıydı ama bir o kadar da karışıktı. Kalbinin derinliklerinde bir yer yanıyordu. Öyle bir yanma ki, gözyaşlarının bile o ateşi söndüremeyeceğini biliyordu. “Bana bak lan. Kimsin sen? Konuşmanın ortasında girdin, bastın yumruğu...” Ahmet’in sesi hâlâ meydan okuyordu.
Melek boynunu sıvazladı. Çaresizlikle dişlerini sıktı. “Ahmet. Yalvarıyorum. Lütfen sus. Yanlış anlaşılma var. Belli ki...”
“SEN KARIŞMA.” Ahmet’in sesi artık yükselmişti. Gözlerini Murat’tan ayırmıyordu. Kanı avuç içinde kurumuştu ama hırsı henüz taptazeydi.
Murat, yanındaki ağaca ayağıyla sertçe vurdu. "Karışır ulan sana ne? And olsun ki tek kelime daha edersen seni buradan sağ çıkarmam." Murat'ın tehditkar cümlesiyle Ahmet başını dikleştirip kahkaha savurdu. Kavganın fitili, kullanılan sözlerle iyice ne kızışıyordu.
Melek başını hafifçe kaldırıp gözünden akan yaşlara dokundu. Hangi ara gözleri böyle buğulanmış hangi ara yaşlar yanaklarına intikal etmişti. Bir iki adım uzaklaştı. Yardım edemiyorsa yardım edecek birilerini çağırmalıydı. Arkasına döndüğü gibi acı içinde gülümsedi. Nihayet birileri geliyordu. Serpil hanım, hiçbir şey demeden Ahmet'in kolunu tuttuğu gibi köşeye fırlattı. Birkaç adam da Murat'ı kenara çekmişlerdi. Murat, üstünü düzeltip Ahmet'in omzuna çarparak aşağıya indi.
Murat meydana inerken, Serpil Hanım yüzünde nefretin çarpıcı bir iz düşümüyle Ahmet'i sertçe itti. Ahmet, neye uğradığını şaşırmış halde geriye sendeledi ve bir anda dengesini kaybederek yere düştü. Toz kalktı, çevredekilerin nefes alışverişi kesildi. Serpil Hanım'ın dudakları kinle kıvrıldı.
"Şimdi de her gördüğün insanın üstüne mi atlayacaksın? Dayakla mı memnun oluyorsun? Ne istiyorsun bizden be çocuk?" dedi. Sesi öyle tizleşmişti ki, kuşlar bile kısa süreliğine uçuşmayı kesti.
Ahmet, burnunu koluyla silerek yavaşça ayağa kalktı. Gömleği toprağa bulanmıştı, dizinde ince bir çizik vardı ama acısından çok gururu incinmişti. Konuşurken sesi yorgundu, ama öfke duygusunu bastırmaya çalışarak konuştu. "Ben değil o bana saldırdı. Çarşamba pazarı benim suratım oldu, onun değil. Ama nasıl olsa ne dediğim önemli değil. Kafanda tek suçlu benim. O yüzden izninle, ben aşağıdayım." Kısa ama dolu bir cümleydi. Bitirir bitirmez başını öne eğdi, gözlerini kimseye dikmeden patikayı takip etmeye başladı.
Melek, gözlerini hem Murat’tan hem Ahmet’ten çekip Serpil Hanım’a döndü. İçinde kaynayan adaletsizlik hissi, sesini sakince çıkarmaya çalışan bir öfkeye dönüştü. "Ahmet’in suçu yok ki. Kavganın fitilini o ateşlemedi. Sırf eski damadın diye hor görmen senin yapacağın bir davranış değil. Hem de asla." Melek'in sesi titriyordu ama duruşu netti.
Serpil Hanım, Melek’in kolunu cimcikleyip kalçasına hafif bir şaplak attı. Yüzünde çocuksu ama iğneleyici bir gülümseme vardı. "Büyüdün de akıl mı veriyorsun? Senin gibi edepsiz, küçük kızlardan bu da beklenir. Bir de ağlamışsın. Ahmet ile Sibel'in arasını bulmaya çalıştığını anlamıyor muyum."
"Serpil teyze dalga mı geçiyorsun?" Melek kaşlarını çatmış, geri çekilmişti. Bir yandan da utandığını gizlemek için sesi biraz daha alçaldı. "Ne biçim patron o? Geçen gün gelen hamsi tipli çocuk buydu? Bak sana diyorum. Sen bunu nasıl görüyorsun bilmiyorum ama, o seni çalışan olarak görmüyor. O salak Ahmet’in yanında seni görünce cin çarpmışa döndü. Belli ki çocuk 'hızlı yaşa, çabuk öl, bedenim çıtır kalsın' fikrine adapte olmuş." Gözlerini devirdi ve çantasından mendil çıkartıp sanki ellerini Ahmet’le aynı havayı solumuş gibi temizlemeye başladı.
"Allah korusun öyle söyleme." dedi Melek, omuzlarını hafifçe çekerek.
"Allah senin şerrinden korusun evladım. Sibel avarel gibidir ama sen cabbarsın. Sen evlendin mi gözüm arkada kalmaz. Ee... Kocan için üzülürüm ama bir saniye... Neyse, neyse..."
"Gözünde nasıl biriymişim ben. Kendimden şüphe ettim vallahi." dedi Melek, Serpil Hanım’ın koluna girerek başına hücum eden düşüncelerle birlikte aşağıya inmeye başladı. Kafasının içi çatlayacak gibi gürültülüydü ama dışı suskundu. Arkasından esen rüzgara aldırış etmeden, Sibel’in yanına oturdu. Elleri titriyor, gözleri kararsız bir şekilde ağaç dallarında geziyordu. "Sen niye yukarı gelmedin? Ahmet dayak yedi." dedi sessizce, başını Sibel’e çevirmeden.
"İstemedim. Onunla yüzük attığım an itibariyle alakam kalmadı. Ne diye orada kalabalık edeyim? Ne işi var artık hayatımda?"
"Sibel, adamı sakız gibi çiğnedin attın." Melek hafifçe gülümseyip ona makas attı.
"İyi yaptım. Oh canıma değsin. Bir daha da benimle uğraşmasın."
"Ne oldu kız yukarıda? Bizim Ahmet’i döven çocuk kimdi?" diye sordu, kabak çekirdeğini kabuğuyla yiyen Nezaket Hanım. Elindeki gazeteye dökülmüş çekirdekleri yalamadan yemeye devam ederken merakla baktı. "Eşkıya olduğunu duydum. Dedikoducu kim varsa götürüp dövecekmiş. Arkanı kolla. En büyük aday senmişsin." dedi Melek.
"Üstüme iyilik sağlık. Kız buna vallahi bir şey denmiyor artık." Nezaket Hanım suratını buruşturdu. Fakat kimse onun söylediklerini önemsememişti. Melek ise içinden 'Daha ne diyeceksin acaba' diyerek, gözlerini etrafta gezdirdi. Oturduğu yer ona fazla sıcak, fazla havasız gelmişti. Kalkmak ister gibi doğruldu. O sırada aniden biri bağırdı.
"Aaa Esila Hanım!" Bu sözleri duyar duymaz Melek’in içinden küfürler yükseldi. 'Bunları kim çağırdıysa Allah belasını vermesin' diye düşündü. Avucundaki çekirdekleri yere düşürdü, hızla ayağa kalktı. Saçlarını öne düşürmüş Esila, onları kulağının arkasına atarak Melek’i gösterdi.
"Gördünüz mü? Sizin korktuğunuz bu kız, bana saygı duyuyor. Demiştim size. Güler yüzlü, tatlı göründüğüme bakmayın. İş dünyasında lakabım yıldızlı harflerle yazılmıştır." Sesindeki kendini beğenmişlik, etrafın dengesini bozacak kadar yüksekti.
Melek, olan biteni anlamıştı. Esila kendini parlatırken Melek’i gömmek için fırsat kolluyordu. Alttan alta saldırıyordu. Ve farkında bile değildi. "Ben sana saygı duyduğumdan değil. Şaşırdığım için ayağa kalktım. İş ortamı dışında sana saygı duyacağım hiçbir neden yok. Manyağın tekisin şirkette." dedi. Sesi soğuktu, kelimeler bıçak gibiydi. Sibel hariç kimse bu sözlere tepki vermedi.
"Buraya teşrif etmem bile mucize. Abim orada dövüşür, ben burada boş boş lakırdı dinlerim. Ama manyak ben oluyorum. Davet üzerine geldik buraya? Etraf dumandan, tozdan geçilmiyor." dedi Esila, çantasını koluna daha sıkı takarak. "Sen ciddi misin? Oturmaya devam etme. Git, seni tutan mı var?" Melek, kahkaha atarak yerine oturdu. Sesinde acı bir dalga vardı. "Keşke buraya kadar gelip oksijen israfına sebep olmasaydın." dedi. Ayağa kalkarak bir adım öne çıktı. Sözleri durmuyordu.
"Yıldızlarla işlenmiş lakabınız neydi Esila Hanım? Pardon, pardon şimdi hatırladım. Suya işeyen bilge kadın demiştiniz."
"Sen!" Esila öfkeyle ayağını yere çarptı.
"Sen tanıdığım en kibirli çalışansın."
"Oradan bakınca kibirli mi görünüyorum? Benim olduğum tarafta da sizin kibriniz yüzüme çarpıyor. Malum kişinin neden seni sevmediği belli oluyor. Kibir abidesi." Bu sözleriyle Sibel’in koluna girmesi bir oldu. Sibel onu çekiştirerek ortamdan uzaklaştırdı.
"Sibel, Allah aşkına sen mi çağırdın bunları? Demedim mi? Piknik onlara göre bir yer değil. Birisi Ahmet’i döver, birisi beni yerin dibine gömer." Gözlerini kapattı. Burnuna dolan orman kokusunun içine karışmış ıslak toprak ve uzaklardan gelen hafif yanık kokusuyla derin bir nefes aldı.
"Izgara yapmaya başladılar mı?"
"Yoo, nereden çıktı?" dedi Sibel, Melek gibi havayı koklayarak. "Deli misin? Kızı yerin dibine sen soktun. Bir de konuyu geçiştirmeye çalışıyorsun. Yüzde yüz delisin."
"Delirmeye başladığım doğrudur. Her şey bir anda allak bullak olacak diye korkuyorum. Yok, yok. Korkmuyorum. Tam anlamıyla her şey çorak toprakta bir gıdım su gibi oldu. Toprağa döküldüğü gibi içinde kaybolacak su oldum."
Esila, yanında kıs kıs gülerek onu izleyen kadınlara aldırmadan yanlarından uzaklaştı. Her adımında topuklarının altındaki kuru otlar eziliyor, arkasında bıraktığı gerilimle birleşip havayı ağırlaştırıyordu. Etrafına göz gezdiriyor, kalabalıklar arasında Hakan ya da Murat'ı arıyordu. Onlara ulaşmak, biraz da içindekileri unutmak için kaçış gibi geliyordu. Derken ayağının altına gelen topu fark etmesiyle saniyeler önce başına inen o darbenin kaynağını anladı. Başını çevirdiğinde, Hakan'ın gülerek ona göz kırptığını gördü.
“Esila, kusura bakma canım. Kafanı kırdım.” dedi Hakan, pişmanlıktan çok neşeyle. “Önemli değil.” diye mırıldandı ama sesi, Hakan’ın neşesini bölecek kadar bile güçlü çıkmamıştı. Hakan çoktan oyuna dönmüştü. Esila ise oyun alanından uzak bir köşeye çekilip yere çöktü. Diziyle göğsü arasına başını sıkıştırdı. Sanki kimse onu göremezse, hissettiklerini de fark edemezdi.
“Gerçekten de Salih kibirli biri olduğum için mi beni sevmedi?” dedi kendi kendine. Bu soruyu kaç kez sormuştu, artık kendisi bile bilmiyordu. İçinde büyüyen bu şüphe, bir bataklık gibi onu içine çekiyordu. Her düşündüğünde biraz daha kayboluyordu. Hakan’a dönüp “Gitmek istiyorum.” dese oyun bölünecek, yine Esila suçlanacaktı. Bu da onu kibirli ve umursamaz biri yapacaktı. Oysa yalnızca kendini korumaya çalışıyordu.
O sırada sahadan Hakan’ın sesi duyuldu. “Esila, bu gol senin içindi. Gördün mü?” Esila başını kaldırdı. Gözleri önce topu buldu, ardından Hakan’a kaydı. “Görmedim. Bir daha at.” dedi gözlerini hafifçe açarak. Sesinde bir parça umut vardı. Belki bir gol, belki bir bakış bu düşünceleri sustururdu.
Hakan dramatik bir şekilde yakasını silkeledi. Elleriyle gökyüzünü işaret ederek başını göğe kaldırdı. “Görmödüm bör daga at. Allahım, böyle kibirli bir kızı hak edecek ne yaptım ben? Gol atmak kolay mı zannediyor bu kız? Annemin mi, babamın mı bedduasını aldım? Yoksa bir genç kızın duygularıyla oynadım da haberim mi yok? Ekmeğe mi bastım? Nazar mı değdim? Bu nedir ya?” Esila’yı parmağıyla göstererek devam etti.
“Beni kullanmana izin verdiğim için şükür namazı kılmalısın bayan kibirli.”
“Abi, serenat bittiyse oynamaya devam edelim mi?” diye laf attı diğer oyunculardan biri. Hakan topu ayağında sektirerek gülümsedi. “Emir büyük yerden. Gol atmam için oynamaya gidiyorum.” dedi ve oyuna döndü. Bu sırada Esila’nın omuzları iyice çöktü. Başını dizlerine yasladı. Dudakları oynadı ama sesi çıkmadı.
“Ben gerçekten kibirli biriyim galiba.” dedi sonunda duyulmayacak bir tonda. Bu soruya cevap veremediği her an kendinden daha çok nefret ediyordu. Melek’in sözü, Hakan’ın şakası, Murat’ın sessiz bakışları birleşip yüreğinde yankılanıyordu. O anda yalnızca kaçmak istedi. Oradan, piknikten, kendi kafasının içinden bile. Ayağa kalktı. Sessizce park ettikleri arabanın yanına yürüdü. Camı açık bırakılmıştı. Kapıyı hafifçe aralayıp içeri girdi. Koltuğa gömüldü. Başını geriye yasladı. “Ben gerçekten de kibirli biri miyim?” dedi neredeyse iç çekerek.
“Ayağını çek. Tam üstüne bastın.” Murat’ın sesiyle yerinden sıçradı. Esila, koltuğa zıplamış gibi geri çekildi. “Oha Murat. Oha. Ödüm bir yerlerime karıştı.” dedi ve parmağını dişlerinin arasına koyup üç kez bastırdı. Çocukluktan kalma bir uğura sığınır gibi.
Murat, bu komik manzara karşısında kahkahasını tutamadı. Gülme krizi içinde kıvranırken bir yandan Esila’yı kolunun altına aldı. Başını onun saçlarına doğru yaklaştırdı. “Dinlenmek için geldiysen kapat gözlerini uyu. Yok konuşmak için geldiysen, ormanın ücra köşelerine git bol bol konuş.” dedi.
“Sözde pikniğe geldim. Halime bak.” dedi Esila, koltukla kafasını vura vura birleştirerek. İçinde taşıdığı yükü bırakacak bir yer arıyordu. “Birisi kendimden nefret etmeme sebep oldu. Ondan mı nefret etmeliyim, yoksa kendimi mi düzeltmeliyim bilmiyorum artık.”
Murat, kuzeninin boğulmuş sesine alışkındı. Bu tür çıkmazlara sık giriyordu Esila. Dudaklarını ıslattı, gözleriyle onu süzdü. Hafif bir tebessümle “Yine ne oldu kuzen?” diye sordu.
Geçmişten bir anı zihninde canlandı. Yıllar önce Fransa’dan döndüğünde, kendi odasında Esila’yı uyurken bulmuştu. O anın siniriyle bavulunu yere fırlatmış, yatağın ortasında yatmakta olan Esila’yı hunharca itip yere düşürmüştü. Odanın hâkimi kahverengi tonlardı ama Esila orayı pembe, mor ve turkuvaz renklere boğmuştu. Odadaki hello city’li çarşaf, duvardaki yıldız yansımaları... Her şey Murat’ı delirtmişti.
“Esila, odamda ne arıyorsun?” demişti. Ve o zaman küçük bir kız gibi gözlerini kırpıştıran Esila, korkuyla yerinden kalkmıştı. O gün Murat, babası Fahri Bey’in kucağında Esila’yı karşısında görünce anlamıştı. Ama bu gerçeğe alışması zaman almıştı. Esila ise bu anıyı hiç unutmamıştı. Her kavga, her laf sokma, biraz da o günün yansımasıydı.
“Özür dilerim. Olanlar için.” dedi Murat, anılardan çıkıp şimdiye dönerken. “Sence ben kibirli miyim? Yüzüme iyi bak, öyle söyle.” dedi Esila, gözlerini büyüterek.
“Dur. Düşünmem için zaman ver.” dedi Murat, elini çenesine yerleştirip rol yapar gibi düşündü. “Kibirli değilsin.” dedi sonunda. “Sadece kibirli olmak sana ters. Sen kibirli, bencil, kendini beğenmiş, hep benim duygularım diyen biricik kuzenimsin.”
Esila başını Murat’ın omzuna indirdi. Dudaklarında yarım bir gülümseme belirdi. O an geçmişin kırık dökük anılarına sığınmışlardı. “Bu kadar kötü olduğum için beni sevmek istemiyor.” dedi fısıltı gibi.
Murat, odayı parçaladığı günü hatırladı. Esila’yı dışarı attıktan sonra sinirle duvardaki posterleri yırtmış, yatağın çarşafını yere atmıştı. Sonra da yıldızlarla dolu tavana bakıp iç çekmişti. Kapının arkasında bekleyen küçük Esila, kapıyı tıklamıştı defalarca. Sonra Fahri Bey onu getirmişti. O gün sarıldığı kuzeni, şimdi yine omzundaydı. “Türkiye’ye geldiğimde seni nasıl odadan kovduğumu hatırladım. Sana abilik yapmayı beceremedim.” dedi.
Esila başını kaldırdı, elini Murat’ın omzuna koyup hafifçe vurdu. “Yabancı ülkeden kazık kadar olup geldin. Ama hâlâ çocuk gibiydin. Etmediğin hakaret, başıma kalkmadığın bir gün yoktu. Ailem öldü diye kuzenim olamayacağını söylemiştin. Ne zalimce.”
“O zaman acıydı. Şimdi gülüyoruz.”
“Bizim ailenin hücrelerinde tespit edilemeyen bir virüs olmalı. Ailecek dengesiz, fütursuz ve psikopat tipleriz. Senin ağzından beddua eksik olmaz.”
“Sende karı kız peşinde koşuyorsun.”
“Başka erkek kalmamış gibi sen de Salih türküsü tutturmuşsun. Kuzen, Salih’in kriterleri ruhlar alemindeki karısı.”
Esila camdan dışarı baktı. Gözleri yuvalarından çıkacak gibi oldu. “Bayan her şeye muhalefet burada ne arıyor?” dedi.
Murat da bakışlarını yöneltti. Melek, arabanın önünde elini beline koymuş, camın içini görebilmek için eğilmişti. Kaşları çatık, bakışları sorgulayıcıydı. O bakış Murat’a her zaman karmaşık duygular verirdi. “Ona giden bütün yolları kapatıyor. Sonra da yarım bıraktığım kapıdan içeri girmeye çalışıyor.”
“Sende kapat. O da yol bulamasın.”
Murat başını salladı. “Şu anda ona bakarken anlıyorum. Ben ondan başka yol, iz bilmiyorum. O kapattığı her kapıya beni dizecek belli ki.”
Gözlerini Melek’ten ayırmadı. “Neden hiç böyle bir kadın hayal etmediğimi anlıyorum. Çünkü o hayallerimin de ötesinde.”
Bir an bile duraksamadan arabadan indi.
________________
Hala beğeni ve yorum yapmadıysan hikayeye bir şans ver.
Yanımda olduğunuz sürece yanınızda olacağım. ❤
Kendine iyi bak. Görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |