82. Bölüm

51. GİTME

Yalives Doğan
kambersizyazar

Selam Canlar ☺️

Yorum ve beğenilerinizi bekliyorum.
_____________________

"Ben, beni ölüme ramak kala bırakacak birini arıyorum." dedi Esila. Yutkundu. Sesi kendi kulağına bile yabancı geliyordu. Telefonu elinden düşürmemek için avuç içini sıkıp duruyordu. Titreyen parmaklarını sabit tutmak imkânsızdı. Telefonun diğer ucundaki adamın kısa, kuru bir öksürük sesi tedirginliğini katladı.

"Sakin ol Esila. Sen fazla bile yaşadın. Sen öleceksin. Ama ölümünle bile birkaç kişiye hayat vereceksin. Korktuğunu belli etme." İç sesi kulağında yankılandı. Sol eli farkında olmadan kalbinin üzerine yerleşti. Sanki o an kalbinin durmasını engelliyormuş gibi bastırdı. Birkaç saniyelik sessizlik araya girdi.

"Şimdi ağır bir şekilde yaralanmak mı istiyorsun?" Adamın sesi duygusuzdu. Ne merak ne de merhamet taşıyordu. Sanki her gün onlarca kişiye aynı soğuklukla konuşuyordu. "Evet. Hayatta kalmam lazım. Organlarım bağışlanana kadar yaşasam yeterli." Esila’nın sesindeki titrek kararlılık, kısa bir sessizliğin ardından yeniden havada asılı kaldı. Sadece boğuk bir nefes sesi duyuldu. Adam düşünüyordu. Ya da oynamayı seviyordu. Bu ihtimali düşünmek Esila’nın karnına soğuk bir sancı gibi oturdu. "Tamam. Eylem nerede, ne zaman gerçekleşsin?"

"Şey... Hastaneye çok yakın büyük bir inşaat var. Şu anda kimse orada çalışmıyor. Yarın. Orada olması gerekiyor. İşi bitirdikten sonra hastaneyi arayıp yerimi ihbar etmelisin." Gözleri odadaki masaya kaydı. Üst üste dağılmış birkaç fotoğraf vardı. Murat’ın, Fahri Bey’in ve kendisinin yan yana olduğu bir kareye baktı. Göz ucuyla çekmeceye uzandı. Sanki kutsal bir şeye dokunuyormuş gibi yavaşça açtı. İçinden Salih’in resmini çıkardı. Kendi odasından, sessiz bir gece vakti almıştı. Hiç fark etmemişti kimse. Belki de fark etmiş ama umursamamıştı.

Ne kadar kolaydı bir ölümü planlamak. Ölüm için bile para gerekiyordu. Para varsa bir can gitmiş gitmemiş, adamın umurunda değildi. Vicdan, bu adamların dünyasında tükenmiş bir kelimeydi.
"Anlaştık küçük hanım. Bu işin piri, yarın ruhuna ziyarete gelecek. Açık adresi mesaj yoluyla gönder. Vazgeçmek istersen kabul ederim. Ama parayı her şekilde alırım. Buluşma noktasına gelmeden önce cayabilirsin. Ben oraya geldikten sonra anlaşma bozulmaz." Sözlerinin sonunda çirkin bir kahkaha attı. Telefonu kadının suratına kapattı.

Esila yatağın içine gömülmüştü. Gözleri tavanda bir noktaya kilitlenmişti. Dünkü konuşmanın her cümlesini tavanda yeniden görüyordu sanki. Sesler yankılanıyor, kelimeler yeniden üzerine çörekleniyordu. Elini yukarı kaldırıp duvara dokunmaya çalıştı. Sanki dokunursa o kâbus silinecek, geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Olmadı. Gözlerini kırpmadan tavana bakmaya devam etti.

Kulüpten döndüğünden beri gözüne uyku girmemişti. Sabah olduğunu bile fark etmeden geceyi tüketmişti. Gözleri kısık, ayakları uyuşmuştu. Parmaklarını kıpırdattı. Ayaklarını yavaşça ileri geri oynattı. Zamanın boşuna akmasına öfkelendi. Aniden yataktan fırladı.

Eşofman takımını çekip giydi. Saçlarını toplamadan, makyaj yapmadan kapıya yöneldi. Dayısına bir şey söylemedi. Anahtarını alıp arabasına bindi. Saat sabahın altısıydı. Şehir uykudaydı.

Telefonun kulaklığını takıp ekranı açtı. Rehberindeki "Kara" ismine dokundu. Tek çaldı, açılmadı. Dişlerini sıktı. Kulaklığı sinirle koltuğa fırlattı. Yumruğu direksiyona indi. Kalbi, o an içindeki çığlık kadar şiddetli atıyordu.

Esila, Salih’in ismini rehberinde uzun zamandır "Kara" olarak kaydetmişti. Bu ismi gören herkes, siyah renkle ilgili sanıyordu. Sormamışlardı bile. Ama Esila o ismi başka bir dilden, başka bir anlamdan seçmişti. Kara, Esperanto diliyle aşkım demekti. Gerçek hayatta bu kelimeyi söyleyemese de, mesaj atamasa da, adıyla hitap edemese de... O, onun aşkıydı. Elini tutmasa da, sarılmasa da, gözlerine doya doya bakmasa da, saçlarını elleriyle taramasa da, onun en derin, en büyük, en yıkıcı aşkıydı.

Arabayı kenara çekti. Koltuğu dikleştirdi. Ellerini direksiyona koydu. Bir kez daha aradı. Bu sefer meşgule düştü. Dudaklarını sıktı. Bugün hayattaki son günüydü belki. Gururunu bir kenara bırakıp tekrar aradı. Bir daha. Bir daha. Her aramasında inatla meşgule çevrildi.

Gözleri doldu. Parmağı titreyerek mesaj yaz ekranına gitti. "Salih, bir defaya mahsus birlikte yemek yiyebilir miyiz."
İki gülen yüz ekledi. Sanki şakaymış gibi. Hafifmiş gibi. Gönder tuşuna bastı. Cevap gelmedi. Telefon suskundu.

Gözleri yaşlı, ekranı seyretti. Dudakları aralandı. "Senden çok mu şey istiyorum?" diye sordu. "Hayatımı sunduğum halde yanımda olmaman zoruma gidiyor. İyi miyim, değil miyim... sormak aklına gelmiyor mu? Ben öleceğim, rahat edersin aptal." Son kelimeleri söyleyip güldü. Dudaklarının kenarı titredi. "Aşkıma karşılık vermedin. Üstüne arama ve mesajlarıma da kayıtsız kalıyorsun. Öyle olsun. Ben de öğlene kadar tek başıma pineklemeyeceğim."

Yere düşürdüğü telefonunu yerden aldı. Gözyaşlarını sildi. Hızla Hacer’i aradı. Melek’i evinden alıp son kahvaltısını yapmak istiyordu. Hayatındaki son neşeli anı olacaktı belki.

Sokağın başına geldiğinde büyük bir levhaya göz gezdirdi. Kırmızı zemin üstüne beyaz harflerle yazılmıştı: Lalezar Sokağı. Gözleri parladı. Sevinçle çığlık attı. Nihayet uzun uğraşlar sonucu o köhne sokağı bulmuştu. Araba yavaşladı. Kahverengi, iki katlı eski bir bina arıyordu.

Gözleri cadde boyunca ilerledi.
"Kahverengi, iki katlı, eski bir bina, numarası elli iki..." Birden heyecanla ayağa kalktı. "İşte buldum." Başını arabanın camından çıkardı.
"Melek. Melek, ben geldim." diye bağırdı.

Sokağı inleten sesiyle pencereye çıkan ilk kişi Hayri Bey oldu. Ardından Melek göründü. İkisi de şaşkındı. "Melek, hadi seni kahvaltıya davet ediyorum." dedi Esila. Dişleri ortadaydı. Tüm enerjisini bu yapmacık neşeye yatırmıştı. "Bugün gelemem... Sen bize gel. Kahvaltı hazırladım. Birlikte yiyelim." Melek’in sesi yumuşaktı. Samimiydi. Esila bir an durdu. Başını eğdi. Cevap verirken zorlanmadı. "Olur."

Arabayı boş bir yere park etti. Kapıyı açtı. Derin bir nefes aldı. Açılan kapının içinden içeriye gülümseyerek adım attı. O günün geri kalanı için, en azından kısa bir süreliğine de olsa yaşamaya karar vermişti. Ama içinde bir yer hâlâ acı çekiyordu. Ve en kötüsü, o acıdan hâlâ Salih’in haberi bile yoktu.

Evin dışı nasıl eskiyse içi de o derece güzeldi. Temiz olduğu hâlde eşyaların bile eski olması Esila’ya oldukça değişik gelmişti. Gözlerini yere serilmiş, Osmanlı döneminden kalma desenleri anımsatan halıya dikti. Halının kenarlarında ip gibi örülmüş püsküller vardı. Renkleri biraz solmuştu ama hala göz alıcıydı. Ayağını halıya hafifçe bastırınca yumuşaklığı, sanki geçmişten gelen bir huzuru çağrıştırdı ona.

“Müze'de mi yaşıyorsun? Burası bildiğin yaşayan tarih gibi bir şey.” diye kıkırdadı Esila. Melek de alışık olduğu bu tablo karşısında gülme krizine girmişti. Kahkahaları evin koridorlarına kadar yayılmış, eski ahşap duvarlara çarpıp yankılanmıştı. “Baba, seni tanıştırayım. Arkadaşım, kan kardeşim, aynı zamanda çalıştığım şirkette patronum Esila.” dedi Melek, babasının koluna girip başını omzuna yasladı. Hayri Bey kızının başını okşayıp hafifçe gülümsedi.

“Hoş geldin kızım. İnşallah evimizi yani müzemizi seversin.” dedi gözlüklerinin ardından nazikçe bakarak. Yüzünde yılların verdiği yorgunlukla harmanlanmış bir dinginlik vardı.
“Sevdim bilene.” diyerek elini kalbinin üzerine koydu Esila. Bu hareketi kendine bile sürpriz olmuştu. Ev, içinde bir sıcaklık uyandırmıştı.

Kahvaltı sofrası mütevazı ama içten hazırlanmıştı. Esila sofradaki tüm kahvaltılıklara şöyle bir baktı ve midesini tuttu. Melemen, çökelek, tereyağı, pekmez, sıcak çay... Her şey vardı ama hiçbirini tam olarak sevmiyordu. Domatesi sadece çiğ olarak tüketirdi. Ezilip pişirilen domates kokusunu hiç sevmezdi. Hele hele menemenin içinde yumurta olması onu iyice uzaklaştırıyordu tabaktan. Yumurtayı hiçbir şekilde ağzına almazdı. Tereyağı fazla ağır gelir, çökelekse ona hep toprak tadını hatırlatırdı. Bu yüzden sofrada canının çektiği hiçbir şeyin olmaması yüzünden yüzü asıldı. Hayri Bey bunu fark etmişti ama bir şey demedi. Melek mutfakta çayı almaya gidince Esila cesaretini topladı. Hayri Bey’in yanına gidip sessizce konuşmaya başladı. “Bir şey söylesem kızar mısınız?” dedi usulca.

Hayri Bey anlayışla bakınca sesini biraz daha yükseltip konuştu. “Bugün Türkiye’deki son günüm olduğunu düşünün.”

“Eee kızım.” dedi Hayri Bey, şakayla kaşlarını çattı. Gözlerinde ciddi bir bakış saklıydı ama ifadesi yumuşaktı. “Sizi kahvaltıya davet etsem, ne dersiniz? Her şey benden olacak.” dediği gibi Hayri Bey başını hafifçe kaldırdı. Sessizlik birkaç saniye sürdü. “Tamam tamam, kızmayın. Hesabı sadece ben ödemem... Alman usulü olsun.” diyerek yutkundu. Karşısındaki adamın mimiklerinden hiçbir şey anlayamıyordu. “O zaman, siz beni ve kızınızı kahvaltıya davet edin.” dediği anda Hayri Bey mutfaktaki Melek’e seslendi.

“Melek, hadi misafirimizle birlikte dışarıda kahvaltı yapalım.” demesiyle Esila’nın ağzı açık kalmıştı. Hayri Bey'in bu kadar hızlı karar vermesi onu hem şaşırtmış hem de duygulandırmıştı.
Melek önce itiraz etmeye çalıştıysa da babasının ısrarı karşısında kabul etmek zorunda kaldı. Boğaza nazır, sakin ama elit bir mekanda yapılan bir saatlik kahvaltı Esila'nın içini öylesine ferahlatmıştı ki bugünü belki de son günü olarak görmese bile unutulmazlar arasına koyabilirdi. Kahvaltı boyunca sohbet edilip gülüşüldü. Melek arada sırada babasının omzuna yaslanıyor, Esila da bu sahneye gıptayla bakıyordu.
Kahvaltıdan sonra Hayri Bey’den izin alarak vedalaştılar. Melek merakla sordu. “Şimdi nereye gidiyoruz?”

Esila gülümsedi, gözlerini kısarak cep telefonuna baktı. Sonra önlerinde beliren büyük bir spor kulübünün önünde arabayı durdurdu. Giriş camları baştan sona kadar parlıyordu. İçerisi dışarıdan net bir şekilde görünüyordu. Kadınlar taytları içinde adeta kusursuz bedenlerini sergilerken, erkeklerse dumbbell kaldırıp kaslarını sergiliyorlardı.

Melek, buraya neden geldiklerini bir türlü anlayamamıştı. Elini saçlarına götürüp içeriye bakarken gözlerini kıstı. Gördüğü manzara karşısında dudağını büküp başını çevirdi. “Biz spor yapmak istersek parklarda ki spor aletlerinde, mahalle salonlarında yaparız. Baksana şunlara Allah aşkına. Hiçbirinde gram yağ yok. Şunu da söyleyeyim. Bu kadınları gördükten sonra buraya masumane gönderilen erkeklerin sevgililerine acıyorum. Adamlar bildiğin göz ziyafeti çekiyorlar.” dedi sinirle.
“İyi de neden buraya geldik?” diye sordu sonunda.

“Bodoslama bir cümle olacak ama Murat üç yıldır six-pack'lerini burada yapıyor.” dedi Esila, hafif bir kıkırdamayla. Melek iki adım geri sendeledi. “Maşallah. Bu manzarayı kâbuslarımda bile görmedim. Kendime güvenmediğimden değil. Gayet doğal bir görüntüye sahibim. Yine de ne gerek var? Başka yerde spor yapsın.”

Esila güldü. “Sakin ol. Hadi mesaj atayım da yanına gidelim.”

“Ne mesajı Allah aşkına? Doğrudan içeri dalalım. Sonra ne halt yapıyor net görürüz.” diyerek Melek önden yürümeye başladı. Esila da arkasından koştu.

Girişte görevliye kimliklerini gösterdiler. Spor salonuna adım attıkları an buram buram parfüm kokusu, hijyenin verdiği temizlikle birleşmişti. Mavi ve kum renginin hakim olduğu salonda herkes kendi halindeydi. Kadınlar yoga matlarında esneme hareketleri yapıyor, bazıları koşu bantlarında ter döküyordu. Erkekler ağırlıklarla uğraşıyor, aynadan kendilerine bakıyordu.

Melek hemen gözleriyle Murat’ı aradı. Esila da bakışlarını yoğunlaştırdı. Salonun en arka kısmında, sırtına havlu atmış biri dikkatlerini çekti. Murat’tı bu. Barfiks çekiyordu. Yanında biri yoktu ama birkaç kadının bakışları sürekli onun üzerindeydi. Melek’in kaşları kalktı, dudaklarını sıktı.

“Ne dedim ben sana. Göz ziyafeti. Adamlar buraya egzersiz yapmaya değil, şov yapmaya gelmiş. Tüm kaslarını sergiliyorlar. Kadınlar da seyirciler. Modern zaman gladyatörleri bunlar.” dedi fısıltıyla. “Abartma artık. Bak işte spor yapıyor. Hem o benim kuzenim. Damatlıkla çıkmıyor adam. Sakin ol.” diyerek Melek’in koluna dokundu.

Melek içini çekti. “Ben sadece... Neyse. Biraz uzak duralım. Görelim bakalım kim, ne niyetle bakıyor. Sonra gerekirse müdahale ederiz. Zaten bugün öfkem tavan. Bir kıvılcım bekliyorum.”

Esila başını iki yana salladı. “Sen delisin. Ama iyi ki varsın.” dedi. Göz ucuyla Murat’ı izlemeye devam ettiler. Salonun ışıkları biraz daha açıldı. Spor aletlerinin metalik parıltısı, içerideki düzenli kaosu daha da netleştirmişti. Ve her biri, adım adım yaklaşan gerçeğin farkında olmadan günü sıradan bir şekilde geçiriyordu. Ama Esila’nın hayatı sıradanlıktan çok uzaktı. Belki de bugün, hayatının gerçekten son günüydü.

Melek, üst kata çıkan merdivenlere adım attığında zemindeki üç boyutlu fayanslar sayesinde sanki denizin içinde yürüyormuş gibi hissetti. Ayaklarının altında yüzen rengarenk balıklar, berrak sular, minik kabarcıklar o kadar gerçekçiydi ki birkaç kez istemsizce ayaklarını çekti. Her basışında, su sıçrayacakmış gibi bir hisle ürperdi. Bu modern mimari oyunu ona huzur vermişti. Dalgaların sesini duyar gibi oldu. Gözlerini kapattı, birkaç saniye boyunca kumsalda yürüdüğünü hayal etti. Ama üst kata vardığında, bambaşka bir dünyaya geçtiğini fark etti.

Alt kattaki deniz temalı sakinlikten eser yoktu burada. Üst kat, bir sanat galerisini andırıyordu. Tavan, renkli cam mozaiklerden yapılmıştı. Sarı, mavi, yeşil ve kırmızının onlarca tonu bir araya gelmiş, sabah güneşiyle birleşince adeta bir renk şöleni oluşturmuştu. Her cam parçası farklı açıdan ışığı yansıtıyor, duvarlarda dans eden renkler insanın başını döndürüyordu.

Aynalarla kaplı bölümler, ışığı ve renkleri çoğaltıyor, salonu olduğundan da büyük ve etkileyici gösteriyordu. Göz kamaştırıcıydı. Bir yandan huzur verirken diğer yandan büyülüyordu. Tüm bu estetiğin ortasında, teknoloji adeta başroldeydi. Koşu bantlarının önünde yer alan üç boyutlu sanal gözlükler, insanlara deniz üstünde koşuyormuş hissi veriyordu. Kimileri dağların eteklerinde, kimileri şelalelerin önünde, kimileri ise bulutların üstünde koşuyordu. Hayal gücünün sınırları bu salonda zorlanıyordu.

"Bak Murat hala orada." dedi Esila, parmağıyla salonun köşesini işaret ederek. Melek, gözlerini tavanın büyüsünden çekip gösterdiği yöne çevirdi. Murat, boynunda bir havluyla, spor aletinin üzerinde başını yere eğmiş bir şekilde oturuyordu. Antrenmandan yorgun düşmüş gibiydi. İki üç adım ötede duran, abartılı makyajları ve daracık spor taytlarıyla göz alıcı olmaya çalışan kadınlar, adeta hayranlıkla Murat’ı izliyorlardı. Bazıları hafifçe gülüyor, bazıları kolundaki erkekle konuşuyormuş gibi yapıp aslında göz ucuyla Murat’ı süzüyordu. Melek'in içi sıkıştı. Bu kadınların ilgisi onu rahatsız etmişti.

Esila, her zamanki gibi durumu hafife alan ama bir o kadar da gerçekçi cümlelerini sıralamaya başlamıştı. "Melek’ciğim, benden söylemesi. Şu anda güzel bir sahiplenme hamlesi yapmazsan, bu kızlar Murat’ı gözleriyle soyarlar. Evet, kıyafetlerin eski olabilir. Belki şu an onların arasında moda anlamında kayboluyorsun. Ama doğallığınla parlıyorsun. Onlar gibi fabrikasyon güzellik değilsin. Şimdi kendini gösterme zamanı. Hadi göster onlara Murat’ın kimden sorulduğunu."

"Esila, lütfen konuşma." dedi Melek, gözlerini devirdi. İçten içe söylediklerinin doğru olduğunu kabul etse de şu anda moralini daha da bozmak istemiyordu. Esila’nın gülümseyerek "Kıyafetlerin görüntü kirliliği yapıyor" demesi içini cız ettirmişti. Ne olmuştu sanki sweatshirt giymişse? Şu anda ne makyajı vardı, ne saçlarını özel bir modelle toplamıştı. Doğaldı. Hem de fazlasıyla. Ama doğallığın böyle bir ortamda ne kadar etkili olduğunu birazdan görecekti.

Bir an durdu. Düşünceleri karma karışık olmuştu. Esila'nın onu lüks restorana götürmesiyle başlayan bu gün, şimdi de spor salonunun en dikkat çeken erkeği Murat’a olan kadın ilgisiyle farklı bir boyuta taşınmıştı. Acaba Esila’nın amacı onu küçük düşürmek miydi? Ya da başka bir niyeti mi vardı? Melek'in aklına türlü senaryolar geliyordu. Ama sonra, Murat’ı düşününce içinde bir güven hissi oluştu. Murat’ın sevgilisi olduğunu bilmek, en büyük dayanağıydı.

Derin bir nefes alıp yumruklarını sıktı. Kendiyle savaşını kazanan bir komutan edasıyla yürümeye başladı. Üzerindeki bol pantolon ve salaş sweatshirt ile zerre utanmadan, kararlı adımlarla Murat’a doğru ilerledi. Göz göze geldiklerinde, Murat önce şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kendisini izleyen kadınlardan biri daha yaklaşacak sanmıştı. Ama karşısındaki Melek’ti. Gözleri parladı. İçten bir gülümsemeyle Melek’e baktı. O an dünya durdu sanki. Diğer kadınların ilgisi, spor salonunun kalabalığı, arka fondaki müzik… Hepsi bir anda silindi.

Melek, tek kelime etmeden boynundaki havluyu aldı. Islak saçlarına götürüp usulca kurulamaya başladı. Murat, ne olduğunu anlamamıştı ama Melek’in elleri o kadar tanıdıktı ki gözlerini kapattı, keyifle başını hafifçe eğdi. Melek, havluyu adamın çıplak omuzlarına doğru indirirken nefesi hızlandı. Elinde olmadan elleri titriyordu ama yapması gerekenin bu olduğunu biliyordu. Murat ise gözlerini Melek’ten alamıyordu.

"Seni görmeye geldik. Umarım rahatsız olmadın." dedi Melek, havluyu katlayarak bir kenara koyarken. Murat, aletin üstünden kalkıp Melek’i kendine doğru çekti. Boynuna sarıldı, bir eliyle beline dolanıp onu kendine hapsetti. "Dünden beri seni o kadar çok özledim ki... Seni gördüğümde dedim ki rüya olmalı. Ama rüya değilmiş."

Melek hafifçe gülümsedi. Onun bu sözleri kalbine dokunmuştu. Ama hâlâ kıskançlık damarları zonkluyordu. "Bu hal ne? Tüm kasların dışarda. Hiç mi utanman yok? Niye herkese sergiliyorsun bunları?" diyerek kollarını onun çıplak sırtına doladı.

Murat kahkaha attı. "Kıskandın mı?" dedi fısıltıyla. "Ama haklısın. Hemen tişörtümü giyeyim." Spor aletinin kenarına uzanıp tişörtünü aldı. Giydi ama Melek’in gözleri hala onu inceliyordu. "Bak. Tişörtle de fena değilim. Ama senin gözünden düşmektense her gün kabanla spor yaparım."

Melek, bu sözlere gülmemek için dudaklarını ısırdı. Aklı hâlâ Murat’a bakan kadınlardaydı. "Sana bir şey olmasından değil. Ama aklım sende kalıyor. Yarı çıplak spor mu yapılır. Kim böyle bir şey talep ediyor."

Murat başını salladı. "Haklısın ya niye böyle spor yapıyorum ki. Kalın kazak mont ile yapmalıyım."

Esila, onları bir adım geriden izliyordu. Bir yandan iç çekiyor, bir yandan da tebessüm ediyordu. "Aman Allah’ım. Bu çocuk gerçekten de Melek’e deliler gibi aşık. Ne hale gelmiş. Tişört giydirildi, kaslarını gizledi. Eyvah eyvah. Bu kız seni parmağında oynatır." diye kıkırdadı.

Melek sinirli bir şekilde döndü. "Esila. Git. Şu an o kadar mutluyum ki moralimi bozmanı istemiyorum." "İyi be." dedi Esila omuz silkerek. "Ama yine de kıskandığını görmek güzel. İnsan sevdiği zaman, en küçük bakışı bile büyütüyor işte."

Melek, başını çevirip Murat’a baktı. O anda tüm salonun içinde sadece ikisi var gibiydi. Cam tavanın renkleri üstlerine düşüyor, aşklarını aydınlatıyordu.

Esila'nın kavga etmekten hoşlanacağı kişiler sayılıydı. Melek, Murat ve Hakan. . Onlarla tartışmak, bağırmak, sonra sessizce göz göze gelip gülmek gibisi yoktu. Hayatında başka hiç kimseye bu kadar tahammülü olmamıştı. Ama şimdi, onlardan bile kaçmak istiyordu. Öleceği günün herkes tarafından unutulmasını istiyordu. Sıradan bir gün gibi gelip geçsin istiyordu. Ne doğum günü kutlaması gibi hatırlansın ne de ölüm yıl dönümüyle hüzünlü anmalara sebep olsun istiyordu.

Ne hacet ki unutulmaması için ilk adımı en yakınları atmışlardı. Hepsi farkında olmadan ona bağlılıklarını gösteriyor ama onun bu dünyadan çekilme planından bihaber, normalmiş gibi davranıyorlardı. Cebindeki telefona göz ucuyla mesaj gelip gelmediğine baktı. Yoktu. Sessizlik ciğerlerini deler gibiydi. Kalbinde bir boşluk vardı. Hava almayı unutan bir dalgıç gibi hissediyordu kendini. Boğuluyordu.

"Lütfen ölmeden önce sesini duymama izin ver. Lütfen." dedi fısıldayarak. Kendi sesi bile yabancı gelmişti kulağına. Korkuları saliseler, saniyeler, dakikalar, saatler geçtikçe artıyordu. Her geçen zaman bir adım daha yaklaştırıyordu onu sona. İstemeden, hazırlıksız, ürkekçe yaklaşıyordu o sona. "Hadi yemek yemeye gidelim." diyerek karşısında oturan çifte baktı. Sesini duyurmaya çalıştı. Sesinin titrememesi için çabaladı.

"Esila, daha yeni yemedik mi? Benim karnım açıkmadı." dedi Melek hafifçe kaşlarını çatarak. Murat da aynı şekilde onayladı. "Gerçekten aç değiliz."

"Kuzen biz sevgilimle işe gidiyoruz. Galiba sen gelmiyorsun?" dedi Melek, çantasını omzuna alırken. "Yok gelmiyorum. Bugün hatrım için bir saat daha sizde işe gitmeyin." dedi Esila, gözleri dolu dolu. Sesinde garip bir boğukluk vardı. Duygusunu bastırmak için gülümsedi ama yüzünde maskeler çatlak çatlak görünüyordu.

Murat gözlerini devirerek Esila'nın yanına geçti. Yanaklarını sıkarak başını koltuğunun altına aldı. Eski bir alışkanlıktı bu. Belki de çocukluklarının yansımasıydı. "Yine ne oldu? Birkaç gündür beddua etmiyorsun." dedi Murat eğlenceli bir ses tonuyla. "Yaa bırak kafamı. Senin yüzünden rezil oluyorum. Yardım etsene sevgilin beni boğuyor." diyerek debelenmeye başladı. Eski neşesini taklit eder gibi yaptı ama vücudu isteksizdi. Dudaklarıyla gülümsese de gözleri ağlıyordu. Melek de imdadına yetişti.

"Murat, bırak kızı. Bak çekip giderim." der demez Murat hemen ellerini çekti. Başını hafifçe sağa indirip gülümsedi. Melek'e göz kırptı. "En iyisi bedduakolik'i kendi haline bırakalım. Sevgili kız arkadaşım benimle aynı arabada, başın omzumda işe gelir misin?"

"Mükemmel bir teklif." dedi Melek ama gözleri Esila'nın yüzünden ayrılmıyordu. İçine tarif edemediği bir huzursuzluk çöreklenmişti. Murat sıkıca elini tutup götürürken birkaç gündür herkesle bir şeyler paylaşmaya çalışan Esila'nın hareketleri gözüne farklı gelmişti. Gözlerinin kenarındaki gölgeler, ellerindeki titreme, arada yoklanan nefesi... Bunlar Melek’in içine oturdu.

"Hadi şirkette görüşürüz." dediler ve gözden kayboldular. Esila yine tek başına kalmıştı. Kalabalıkların ortasında görünmez bir gölge gibi hissediyordu kendini. Gözlerini sımsıkı kapatıp Salih'i düşündü. Kalbi acımadan haykırıyordu. İç sesi çığlık çığlığa bağırıyordu. Ölmezsen, Salih her daim mutsuz olacak diyordu.

Olacak mıydı? Olacaktı. Başka bir ihtimal bırakmıyordu kendine. Hayat, belki de ona başka bir son yazmıştı. Belki de Salih’in kalbinde ölürse bir yeri olurdu. Bu ihtimal bile yeterliydi. Bu ihtimal için bile ölmeye değerdi.

Salih'e mesaj atmak için telefonu eline aldı. Birkaç satır yazıp yazıp sildi. Hiçbir cümle kalbine yeterince iyi gelmiyordu. Sözcükler yetersiz, kelimeler çaresizdi. Sonra sesini kaydetmeye karar verdi. Ölünce bulunsa daha iyi olurdu. Böylece onu seven herkes her özlediğinde açıp dinlerdi. Belki sesinde bir parça huzur, bir parça vedalaşma bulurlardı. Fahri Bey’e, Ulviye Hanım’a, Murat’a, Hakan’a ve Melek’e bir şeyler söyleyip kaydetti. Hepsi için kısa kısa mesajlar bıraktı. Oturduğu yer kalabalıklaşınca kimsenin duymaması için dışarı çıktı. Büyük bir kolonun altına oturup ağzını telefona yaklaştırdı. Sesini titretmemeye çalıştı ama yüreği parçalanıyordu.

"Salih, nasılsın? Dün yanından çekip giderken üzülmüş olmalısın. Üzülme, hiç kırılmadım. Beni hastaneden kovsan da ben hep yanında olurum. Yani olurdum. Merak etme, ben gayet iyiyim. Kızacağını tahmin etsem de bir şey yaptım. Lütfen bu davranışım için kendini suçlama. Tamamen hür irademle yapıyorum. Birisiyle evlen. Beni sevmiyorsun biliyorum ama başkasını sevebilirsin. Mutlu olmanı çok istiyorum. Yasemin öldü, sen de yaşarken ölmek zorunda değilsin. Buradan sonraki sözlerimi sakın unutma. Seni seviyorum. Bana bağırdığında, kızdığında, tebessüm ettiğinde, beni binlerce defa sevmediğini söylediğinde bile seni seviyordum. En büyük isteğim seni çok mutlu görmek. Anlıyorum ki, nasip değilmiş." dedi. Ellerini telefondan çekti. Parmakları titriyordu. Dudağını ağlamamak için dişledi. Boş gözlerle gönderdiği sese baktı. Başka cümleler kurmaya gerek var mıydı? Fazlasıyla vardı. Ama yüreğinde artık yer kalmamıştı. Ölürken bir kez bile olsa Salih'e sarılmak istiyordu. Sadece bir kez. Son kez. Ağlayarak başını dizlerinin arasına aldı.

"Ölmek istemiyorum. Parayla tuttuğum bir katil tarafından vücudumun delik deşik edilmesini istemiyorum. Allah’ım, hiç tanımadığım o adam beni öldürecek." dedi kısık sesle. Sanki Allah bile duymasın ister gibiydi. Gözlerinden akan yaşları silmedi. Artık hiçbir şeyi saklayacak hali kalmamıştı.

"Ne. Sen delirdin mi. Aptal mısın. Ne yaptın. Seni öldürecek olan kim?" Melek’in sesi arkasından geldi. Panikle Esila'nın kollarını tutup sarsmaya başladı. Yüzü dehşet içindeydi. "Cevap ver. Sen nasıl bir şeye kendini attın." diyerek Esila'nın yüzünü elleri arasına aldı. Gözleri dolmuştu. Şoktan ne yapacağını bilemiyordu.

"Ağlama. Cevap vermeden ağlama. Kimi. Ne için tuttun. Yoksa tehlikeli kişilerin dolaştığı yeri sormanın sebebi..." dedikten sonra avucuyla başına vurdu. Gerçekler kafasına balyoz gibi iniyordu.
"Sen... Sen nasıl böyle bir aptallık yaptın." dedi. Gözleri dolu doluydu. Öfke ve çaresizlik arasında gidip geliyordu.

"Melek, zamanlaman çok kötü. Niye geldin ki. Defol buradan." dedi Esila. Sesi buğulu, boğuk, tükenmişti. Yüzünü tekrar dizlerinin arasına aldı. Konuşmak istemiyordu ama susmak da yetmiyordu. Artık korkak gibi başkasının arkasına saklanmak istemiyordu. Ama kelimeleri bıçak gibi boğazına saplanıyordu. Kalbindeki fırtına artık durmuyordu.

Melek, sinirle iki büklüm olmuş kızın kollarını çekiştirip ayağa kalkmasını sağladı. Esila'nın darmadağın olmuş saçlarını şefkatle düzeltti. Parmaklarını kızın yanaklarına bastırarak usulca sıktı ve yumuşak bir gülümsemeyle gözlerine baktı. Onun ne kadar kırgın, ne kadar çaresiz olduğunu hissedebiliyordu. Tüm bu olanlara rağmen hâlâ dimdik ayakta kalmaya çalışıyordu. Ama içten içe çatlıyordu. Yorgundu. Umutsuzdu. Melek, kendisini bir anlığına bile olsa yalnız hissetmesini istemedi.

“Fahri Bey, Murat'ı alelacele bir yere çağırınca ben indim. Üzgün duruyorsun. Seninle biraz daha gezer, kafanı dağıtırız diye yanına geldim. İyi ki de gelmişim. Şimdi… Murat’ı aramamı istemiyorsan neler olduğunu anlat.” Esila, başını hafifçe geriye yaslayarak duvara çarptı. Dudağının kenarından bir sızıntı gibi dökülen cümleler, boğuk ve derinden geliyordu. “Off, Melek, off. Yağmur… Kalp nakli olması gerekiyor. Kalbi verecek bir hasta bulduk ya. Ama benim de kalbimi istiyor. Zamanında aileye karşı biraz acımasız davrandım. Şimdi onlar bana öyle davranıyor. Babası… benim ölmemi istiyor. Eğer ölürsem, kalbi vereceğine yemin etti. Bu, iş ahlakına uymayacak kadar basit bir teklifti ama kabul ettim. Hiç düşünmeden.”

Melek’in gözleri Esila’nın yüzünde sabitlenmişti. Kelimeler, Melek’in zihninde yankılandıkça boğazı düğümleniyor, kalbinin üzerine çöken ağırlık daha da artıyordu. Birkaç saniyelik sessizlikte sadece arka plandaki trafik sesi duyuluyordu. Ardından Melek’in sesi net ve kararlı bir şekilde yükseldi.

“Adam acılı olduğu için öyle söylediğine eminim. Yoksa böyle bir şey teklif edilmez. Sen de salak gibi kendine katil mi buldun? Hayır yani… Biz işimizi halledip hastaneye gideriz. Konuşurum. Gör bak, adam fikrini çoktan değiştirmiştir.” Esila, Melek’in sözleriyle bir an güldü. Ama o gülüş içini yakan bir kahkahaydı. Dudaklarının kıvrımından taşan acı, gözlerinin içine işliyordu. Bedduaların kendisine döndüğüne inanmıştı artık.

“Öylesi, böylesi, kaçarı, tutarı yok. Ettiğim beddualar döndü dolaştı beni buldu. Baştan beri sonum belliydi. Tek başıma ölmek.” Melek bir adım yaklaştı. Gözlerini onun gözlerinden ayırmadan konuştu. “Tek başına değilsin. Ben senin yanındayım. Şimdi önce, o adamı ara. Sonra ne gerekiyorsa yaparız. Katille görüşürüm, ikna ederim. Hiç olmadı, polise gideriz. Bugün ölmek için güzel bir gün değil. Yarın ne olacağı belli olmaz. Salih böyle bir şey yaptığını öğrenirse kendini affetmez. Murat, Hakan, Fahri Bey... Sebep olacağın bu durumu kimse hak etmiyor. Bir şekilde halledeceğim. Söz veriyorum.”

Esila, başını eğdi. Titreyen sesiyle fısıldadı. “Öyle mi dersin? Ben… Ben ölmek istemiyorum.” Melek ellerini onun omuzlarına koydu. “Kesinlikle ölmek istemediğini tekrar et. Babayla konuşup ikna edeceğim. Kalbi verip vermemesi değil mesele. Sana dayattığı şart bu. Bu insanlık dışı. Bunu kabul etmeyeceğiz. Eminim o da pişman oldu.”

Esila, kararsızca cebinden telefonunu çıkardı. Dünkü numarayı çevirdi ama telefon kullanım dışıydı. Sonra sinirle telefonu yere attı. Cihaz sert zemine çarpınca dağıldı. Ekranı çatladı, arka kapağı fırladı. Esila diz çökerek parçaları toplamaya başladı. Her bir parçaya dokunduğunda, elleri titriyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

“Kafayı yemek üzereyim. En iyisi… Katil oraya gitmeden önce ben gideyim. Sonra da bir mektup yazar, çekle birlikte görünür bir yere bırakırım. Senin bir fikrin var mı? Parayı alırsa peşime düşmez.” Melek, sabrını yutkunduğu sessizlikle kontrol ediyordu. Sertçe konuştu. “Senin dediğin gibi yapmayacağız. Ya da belki de doğrudan polise gitmeliyiz. Esila, bu tarz insanlar vicdan muhakemesi yapamazlar. Onların ellerinde hayatın oyuncak olur. Biz polise bırakalım. Hem seni hem başkasını tehlikeye atmayalım.”

“Konuşursam hallederim. Eminim. Parayı verdiğim sürece ölüp ölmemek umurunda değil. Parasını alıp gider.”

"Tamam öyle yapalım. Esila, hiç yara almadan kurtulmanı sağlayacağım." Arabaya binip sessizce yola çıktılar. Sözler boğazlarına dizildi. Konuşmak, bir şeyi çözecek gibi durmuyordu. Kalan yarım saatte ne yapılabilir, kim ikna edilebilirdi? Göz göze gelmemeye çalıştılar. Yol boyunca arabanın radyosu bile çalışmadı. Sessizlik onların en büyük yükü oldu. Sonunda inşaatın önüne geldiklerinde, ikisi de sanki ağır bir zincirle bağlıymış gibi arabadan yavaşça indiler.

Esila, özellikle hastaneye yakın mesafede bir yer istemişti. Bu sayede ölmeden hemen önce yetiştirilebilirdi. Zihninde her detay vardı. Bu, onun aklını ne kadar çok meşgul ettiğini gösteriyordu. İnşaat, yarım kalmış bir hikâye gibiydi. Ne tamamlanabilmişti ne de terk edilmişti. Tuğlalar sıralıydı ama üzeri örülmemişti. Griye boyanmış duvarlar yarım kalmıştı. Yerde çimento torbaları, taş yığınları, kırık bir varil duruyordu. Sessizliğin içindeki en ürkütücü şey, orada kimsenin olmamasıydı. Ne bir işçi, ne bir bekçi. Terk edilmiş, unutulmuş, dışlanmış bir alan.

Melek, varilin üstüne kâğıt ve kalemi yerleştirdi. Esila yavaşça yaklaştı. Kalemi eline aldı ama yazamadı. Gözleri doldu. Elleri titredi. Ne yazacağını bilmiyordu. Hayatının son mektubunu mu, yoksa ikinci şans için bir yalvarışı mı? “Ne yazacağımı bilmiyorum. Direkt özür mü dilesem… Yoksa ‘beni öldürmemek için bu parayı takdim ediyorum’ mu desem? Korkudan kafam karıştı.”

Sesi kısılmıştı. Yutkundu. Sonra yerinden kalkarak etrafa bakmak için öne doğru yürüdü. Cebindeki telefonu eline aldı. Açılıp açılmadığını kontrol etti ama yine çalışmadı. Tekrar cebine koydu. Ardından gözleri, dış dünyaya yöneldi. Cadde kenarında seyrek geçen arabalar dışında her şey donuktu. O sırada göz ucuyla bir şey fark etti. Arabalarının yanında, gri-kırmızı renkte bir cisim… Hayır, bu bir motorsikletti. Ve az önce orada değildi.

Esila’nın gözleri büyüdü. Kalbi hızlı atmaya başladı. Nefesi hızlandı. Duvardan biraz sarkarak aşağıya doğru baktı. Gördüğü şey, düşüncelerini doğruluyordu. Bu motor, başka kimsenin olamazdı. Katil buradaydı. Onlardan sonra gelmişti.

Yerinden sıçradı. Panik halinde inşaattaki alan içinde küçük adımlarla volta atmaya başladı. Kalbi göğsünü yumrukluyor gibiydi. Melek’in yanına gitmek, ona haber vermek istedi. Ama o anda Melek'in sırtına uzattığı eliyle bir işaret gördü. “Dur.” diyordu. Sessiz ve sert bir ikazdı.

Esila dondu. Olduğu yerde çakılı kaldı. Soluk bile almadı. O an sadece Melek’in sırtına baktı. İçindeki korku, Melek’in gözlerindeki kararlılıkla dengelenmeye çalışıyordu. Ve şimdi zaman durmuş gibiydi.

Bulunduğu tarafta Melek hariç hiçbir şey görünmüyordu. Boşluğun ve sessizliğin ortasında, inşaatın yarım kalmış duvarları arasında tek bir hayat kıvılcımı gibi duruyordu Yeniden duvardan destek alarak kendini Melek’e çevirdi. Aralarındaki mesafe uzundu ama bu mesafe kalbindeki panikle yok oluyordu. Yüzünü net göremiyordu. Ama vücudunun titrediğini, omuzlarının irkildiğini, bacaklarının yerinde sabitlenmiş olduğunu uzaktan bile seçebiliyordu.

İçini kemiren suçluluk büyüyerek midesine saplandı. Elleri titredi. Dişleri birbirine kenetlendi. Terleyen yüzünü avuçlarının arasına aldı. Sanki sıktıkça pişmanlığını sıkıp akıtacak gibiydi. Melek’in karşısında duran adamı görmeye bile tahammülü yoktu. O adamın nefes alıyor olması bile tiksindirici geliyordu. O an içinden haykırarak fısıldadı. “Geldi ve Melek orada. Orada ben olmam gerekiyordu. O değil.”

Gözleri dolmuştu. Gözyaşları yanaklarına değil, içine akıyordu. Dudağının kenarı titredi. Kalbi bedenine sığmıyor gibiydi. Bu hale nasıl gelmişlerdi. Neyi düzeltmeye çalışırken neyi daha da berbat etmişlerdi. O sırada kulağına boğuk bir sesin yankısı ulaştı. İnce bir soğuk dalga gibi içini sardı. Tüm düşüncelerini susturdu. Dikkatini o sese verdi. Bir telefondan gelen tuş sesleriydi. Ardından cümleler, tüylerini diken diken etti. “Hastaneye yarım saatlik uzaklıkta, boş bir inşaatta ölmeye yakın bir hasta var.”

Esila’nın gözleri büyüdü. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Dizlerinin bağı çözüldü. O cümle yetmemiş gibi, adam bir cümle daha kurdu. Gözünü kırpmadan, en soğukkanlı haliyle söyledi. “Ben mi? Hastayı ölümle burun buruna getirecek katiliyim.” Bulunmayacağına o kadar emindi ki katil olduğunu söylemişti.

Sonra telefonu kapatıp bir hamleyle varilin içindeki suya attı. Suya düşen telefonun çıkardığı ses, Esila’nın içinde patlayan bir çığlık gibiydi. Bir şeyler sonsuza kadar batmıştı. Melek, adamın her hareketini izliyor, korkuyla ürperiyor, aklında binlerce senaryo dönüyordu. Ne yapılabilir, ne söylenebilir, ne işe yarar bilmiyordu. Ama şansını denemeye karar verdi. Sesi çatallıydı. Ama kararlı olmaya çalışıyordu.

“Konuşabilir miyiz? Beş dakika konuşmama müsaade ederseniz her şeyi anlatacağım. Biz vaz…” Daha cümlesini tamamlamadan bir adım ileri atmıştı. Ama adamın tok ve keskin sesiyle yerinde kalakaldı. “Konuşma. Adım dahi atma. Yerinde sabit dur.”

Sesinin tonunda ölümün soğuk nefesi vardı. Sözlerinde yalnızca tehdit değil, karar vardı. Geri dönüşü olmayan bir karar. “Biz vazgeçtik. Yani ben vazgeçtim.”

Melek ne kadar sakin olmaya çalışıyorsa, Esila duyduklarıyla o kadar panik oluyordu. Yavaşça yere çöktü. Elini ağzına bastırdı. Gözyaşlarını içine akıttı. Ne yapabilirdi. Yardım edemezdi. O adama karşı koyamazdı. Ama Melek’in orada durması, onun yerine geçmesi, aklını paramparça ediyordu. Kendini suçluyordu. Her şeyin sorumlusu olarak kalakalmıştı. O an önlerine atılıp bağırmak istedi. Sesini duyurmak, olayı engellemek, zaman kazanmak… Ama kıpırdayamıyordu. Nefesi göğsünde sıkıştı.

Olayların bu hale gelişini bir türlü kavrayamıyordu. Dakikalar önce Melek etrafı kontrol ederken, o yukarıdaki balkonumsu alana çıkmıştı. Manzara yoktu. Kaçış yoktu. Sadece yukarıdan gelen hava ve aşağıda yaşanacak korkunç sona dair bir izlenim vardı. İki dakika sonra Melek, duvarda bir siluet görmüştü. Sonra o adam, sessizce ortaya çıkmıştı.

Siyah kapüşonlu bir yağmurluk giymişti. Pantolonu da aynı renkteydi. Kıyafetleri solgundu. Ama ayakkabıları dikkat çekiciydi. Pahalı bir markanın yeni sezon koleksiyonuydu. Temizdi. Narin görünüyordu. Adamın yüzü… Melek’in gözünden kaçmamıştı. İki yanağında ustura izleri vardı. Kalın ve belirgin izler. Sanki bilerek bırakılmış, bir simge gibi. Gözleri karanlıktı. O gözlerde yaşam belirtisi yoktu. Sadece nefret vardı. Sessiz bir nefret. Yargılayan, ezici, yok edici bir nefret.

Melek bir kez daha konuşmaya yeltendi. Son şansını kullanacaktı. Ama adamın çantasından çıkardığı kulaklığı görünce sustu. Katil, kulaklık kablosunu cebindeki diğer telefona bağladı. Kulağına yerleştirip müziği sonuna kadar açtı. Kulağına sızan müziğin sesi dışarı taşacak kadar yüksekti. “Yüzümü görmeden önce bu kararı vermeliydin.”

“Kimseye bir şey anlatmam. Lütfen beni öldürme.” Adamın gözleri dalgalar gibi donuktu. Melek’in sözlerine cevap vermedi. Gözlerini devirmeden sadece baktı. Ardından konuştu. “Sana yapacaklarımı sakın yanlış anlama. Ben de nihayetinde emir kuluyum. Anlaştığımız gibi tertemiz olacak. Seni ben değil, sen öldürüyorsun.”

Bu sözleri söyledikten sonra başını hafifçe salladı. Kulağındaki müzikle uyumlu şekilde elini şıklattı. Omzunu oynattı. Başını sağa sola kıvırdı. Parmaklarını çıtlattı. Bir ritüel gibi, her hamlesi ölüme hazırlıktı.

Melek bir adım geri gitti. Onun her hareketi Melek’in kalbine bir çivi çakıyordu. Ne söylese işe yaramayacaktı. Kız ne kadar istese de kelimeleriyle bir katilin vicdanına ulaşamayacaktı. O an anladı. Bu adam, alışkındı. İnsan öldürmek onun için yemek yemek kadar sıradandı. Onu durdurabilecek tek şey başka bir güçtü. O gücü orada yoktu.

Esila, nefesini tuttu. Korkusu dizlerine saplandı. Dizleri titredi. Ama Melek, yine de onu düşündü. Onu korumak istedi. Aklında tek bir şey vardı. Eğer Esila dışarı çıkarsa, her şey daha da kötüleşir. Katilin dikkatini çeker. Plan bozulur. İki kişi birden ölebilir. Bu ihtimali yok etmek istiyordu. Melek ağzını kapatıp bağırdı. “Esila, lütfen bekle.” Adamın son ses dinlediği müzik yüzünden Melek'in konuştuğu anlaşılmadı.

Sesi kararlıydı. Sertti. Ama arkasına dönüp bakmadı. Esila’yı görmeden onu korumaya çalıştı. Adımlarını atmadı. Direnmedi. Belki bir mucize olurdu. Belki biri gelir, biri görür, biri müdahale ederdi. Ama o an orada, Melek’in gözlerinin içine ölüm bakıyordu. Ve ölümün gözleri siyahtı.

Adam cebinden çıkardığı siyah deri eldivenleri büyük bir sakinlikle ellerine geçirirken ağzından dökülen şarkı sözleri ortamdaki havayı zehir gibi sarmaya başlamıştı. Mırıldandığı her kelime, mezar toprağı kadar ağır, ölüm kadar keskin yankılanıyordu. Yapılan psikolojik saldırı insanın iliklerine kadar işliyor, sanki bulunduğu yer değil de mezarın içiydi. Duvarlar dilsizdi, yer titreşiyordu, zaman yerle bir olmuş gibiydi.

Melek, kendine yaklaşan bu karanlık siluetin tehlike olduğunu elbette biliyordu. Bu, gökten gelen bir uyarı değil, kalbinin içinden yükselen bir felaket çağrısıydı. Kafasını kaldırıp kaçmak istese de adımlarını zincirleyen bir korku çoktan bedenine çöreklenmişti. Kafası, katilin sert ayak seslerine odaklanmış, her adımında yeri döven o ağır basınç kalbini sıkıştırmaya başlamıştı. Gözlerini sımsıkı yumdu, sanki karanlığı görmezse tehlike de onu görmeyecek sandı. Ama hiçbir şey işe yaramazdı. Katil yaklaşırken gözlerini kapatmanın anlamı yoktu.

Kulaklarındaki kulaklık yüzünden adamın kendisini duymayacağını biliyordu. Ne bağırsa duyulacak ne yalvarsa işe yarayacaktı. Ama yine de ağzını kapatıp sesini bastırarak Esila'ya tekrar seslendi. Dudakları titreyerek o son cümlelerini fısıldadı. İçgüdüyle değil, yürekle söylediği sözlerdi. "Yalvarıyorum, ne duyarsan duy sakın ses çıkarma. Ne olursa olsun beni düşünme. Kendini gösterme. Eğer seni görürse, seni de beni de öldürür. Birimizin yaşaması gerek, birimizin dışarı çıkıp olanları anlatması gerek. Lütfen dediğimi yap. Kulaklarını kapat, hiçbir şey duymamış gibi davran. İstersen sen de şarkı mırıldan. Ama sakın arkanı dönüp bu tarafa bakma. Beni izleme."

Gözlerinden süzülen yaşlar artık gizlenemez hâle gelmişti. Boğazı düğüm düğüm olmuş, gözbebekleri titreye titreye yere bakıyordu. Dudakları kurumuş, sesi yavaş yavaş titremeye başlamıştı. "Çığlık atarsam bile gelme. Bu tarafa bakma. Kendini suçlama. Ne duyarsan duy, ne hissedersen hisset, sakın yaklaşma. Adam gitmeden bu yöne gelirsen kan kardeşim olmazsın. Korksan bile bağırma. Ağlama. Kendini kaybetme. Seni duymasın. Son olarak..."

Gözlerini yumdu. Göz kapaklarının altında son bir hayali çağırmak istedi. Ailesi geldi gözünün önüne, annesinin gülüşü, babasının elleri. En son da Murat’ın yüzü. O yüzü hatırlamak bile içini lime lime etmeye yetiyordu. Derin bir nefes aldı, ciğerleri acı çekti. "Eğer ölürsem... Murat’a de ki, onu çok..."

Ses kesildi. Esila’nın kulakları gelen sesler ile çınladı. Nefesi daraldı. Boğazına ağlayan bir düğüm oturdu. Ne olduysa o anda oldu. Kulakları yankılanan bir çığlıkla doldu. Ardından acı bir inilti geldi. Bedenini kasan korkuyla yerinden kıpırdayamadı. Gözleri büyüdü, ağzı açık kaldı. Düşünmeyi unuttu. Bir adım bile atamadı. Yalnızca duvara yaslanıp nefes almaya çalıştı. Elini ağzına götürerek gözyaşlarını susturmak istedi ama olmadı.

"Melek... İyi misin?" Titrek sesi boşluğa çarptı, yankı bulmadı. "Melek... İyi olduğunu söyle, ne olur. Susacağım. Söz verdim bakmıyorum. Yalnızca ses ver..."
Yanağına süzülen yaş, yere düştü. Kıpırdamayan havada bir tını gibi yayıldı. "Melek... Böyle olmasın istemedim."

Sessizlik. Sonra bir adım sesi daha. Bu kez uzaklaşıyordu. Esila, katilin gittiğini fark edince yavaşça duvardan destek alarak doğruldu. Başını kaldırdığında görüş alanı boştu. İki titrek adım attı. Sonra bir adım daha. Derin bir nefes aldı. Ve gözleri yerde yatan Melek’in cansız bedenine iliştiği an dizlerinin bağı çözüldü.

Melek’in başı yana dönmüştü. Gözleri bulanıktı. Dudakları hafifçe aralık, kan içindeydi. Tüm vücudu bembeyaz bir tuval gibi kana bulanmıştı. Esila gördükçe içi titredi. Melek, Esila’ya bakıp acı içinde bile olsa hafifçe gülümsedi. Güçsüz bir gülümsemeydi. Sahte değil ama yorgun. Elini yavaşça kaldırdı, dur demeye çalıştı. Esila’nın yaklaşmasını istemiyor gibiydi. Kendini suçlamasın istiyordu. Ona zarar gelmesin diye çırpınan bir bakış vardı gözlerinde.

Katil gitmişti ama giderken sadece bedensel bir yara bırakmamıştı. Umutları, hayalleri, geçmişi ve geleceği tek hamlede parçalara ayırmıştı. Yalnızca Melek’i değil, Esila’yı da boğazlayıp gitmişti sanki.

Esila korkudan çoktan kurtulmuştu. Artık hissettiği şey dehşetti. Dizleri üzerine çöktü. Ellerini yere indirdi. Gözyaşları sel olmuştu. Ağlarken kelimeler ağzından düzensizce döküldü.
"Hayır... Hayır, ölmesin. Lütfen ölmesin. Kendini benim gibi bencil, korkak, değersiz biri için nasıl feda edersin Melek? Neden?" Ellerini kana buladı. Parmak uçları titriyordu. Gözleri önünü göremeyecek kadar dolmuştu. Ağlamaktan nefesi kesilmişti. Elini göğsüne bastırıp bağırmaya başladı. Delirmiş gibiydi.

Melek, boğazına aldığı darbeden sonra artık konuşamıyordu. Ama kalbinde tek bir kişi vardı. Murat. Onun adını düşünmek bile yaşama tutunmak gibiydi. Onun sesi kulağında çınlıyordu. Onun gülüşü, elleri, saçları, gözleri. Her şey karanlıktı ama Murat bir ışıktı. Boğazından kelime çıkmıyordu ama içinden hep o ismi geçiriyordu.

Murat...

Kendine bile itiraf edemediği sevgiyi şimdi ölümün kıyısında tekrar tekrar fısıldamak istiyordu. Gözlerini kapatmak istemiyordu ama yorgundu. Ruhuyla savaşırken bir an göğsü yukarı kalktı, sonra indi. Hırıltılı bir nefes aldı. Elini karnındaki kan gölüne bastırdı. Canı yanıyordu.

Dakikalar önce yaşanan anı hatırladı. Katil Melek'in konuşmasına fırsat vermeden ilk karnına darbeyi indirmişti. Melek acıyla yere düşünce üstüne oturdu. Sanki yaptığı yetmemiş gibi bir de boğazına son darbeyi indirdi. "Küçük hanım, veda edip gitmem lazım. Sohbetimiz buraya kadarmış." Bıçakları sapladığı yerden çıkardı. Kan fışkırarak aktı. Adam kalktı, kulaklığındaki müziğe ritim tutarak arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Geride yalnızca ölümün soğuk sesi kalmıştı.

Esila, yerde hareketsiz yatan Melek’e doğru sürünerek yaklaştı. Kanlar içindeki bedenine sarıldı. Tüm suçu kendi üzerine almıştı. Kendini affetmesi mümkün değildi. Gözlerinden yaş değil, feryatlar dökülüyordu. "Affet beni. Lütfen, affet. Ne olur ölme. Murat’ı bırakma. Beni bırakma. O sensiz yapamaz. O seni çok seviyor. Beni değil onu düşün."

Melek, boğazına aldığı o keskin darbenin ardından artık konuşamıyordu. Ağzı kanla dolmuş, sesi kesilmişti. Ama zihninin içinde hâlâ savaş vardı. Ölümün kolları yavaşça bedenini sararken o, bütün gücünü anılarla savaşmaya harcıyordu. Her tarafı yanıyor, içi kavruluyor, vücudu yerle bir olmuş bir şehir gibi titriyordu. Ama yine de Murat’ı düşünmek, her şeyin üzerindeydi. Kalbi, kan kaybından çok sevdayla sızlıyordu. Dudakları kurumuş, nefesi boğazında düğüm düğüm olmuştu. Ama içinden geçen o tek ismi, o tek kişiyi, son bir güçle dışarıya çıkarmak istiyordu.

"Murat..."

Hırıltılı, zayıf, nefessiz bir sesle çıktı. O kadar kısık, o kadar kırılgandı ki adeta bir yaprağın düşerken çıkardığı fısıltı kadar sessizdi. Göğsü bir kez yukarı kalktı, sonra zorla tekrar indi. O minicik ismi söylemek bile ona binlerce bıçak darbesinden daha fazla acı vermişti. Ama değerdi. Murat’a değerdi. Çünkü bu dünyanın karmaşası, kaosu, kötülüğü içinde tutunduğu son dal oydu. Son umudu, son sığınağı, son kelimesiydi.

Ona güvenmişti. Kalbini, geçmişten kalma tüm yaralarına rağmen bir kez daha açmıştı. Kırılacağını bile bile... Güvenmişti. Kimseye dokundurmaya kıyamadığı kalbinin kapılarını aralamış, Murat’a bir anahtar bırakmıştı. Ve o anahtarı verdiği kişi, şimdi yoktu. Melek, Murat’ın kıvırcık saçlarını düşündü. Bugün ilk kez ellerini korkmadan onun saçlarına daldırmış, parmaklarını huzurla gezdirmişti. Gözlerinde çocuk gibi bir hayranlıkla ona bakmış, “iyi ki varsın” demişti içinden. Şimdi keşke o anları daha uzun yaşasaydı. Keşke, sarılmasına izin verseydi. Keşke giderken arkasına bakmadan değil de, Murat’ın gözlerine baka baka vedalaşsaydı.

Ama yapmamıştı. Kalbini açsa da tam gösterememişti sevgisini. Şimdi ise çok geçti. Boğazı yırtılıyor gibiydi. Her nefesi cam kırıkları gibi canını yakıyordu. Gerçek ile hayal birbirine karışmaya başlamıştı. Bilinç ve bilinçsizlik arasında gidip geliyordu. Zihni, kendine güvenli bir alan çizmeye çalıştı. Hayal kurmaya başladı. Uzun, soğuk bir koridorda karşılıklı uzanıyorlardı. O ve Murat. İkisi de yerdeydi. Belki ikisi de yaralıydı ama birbirlerine bakıyorlardı. Aralarında hâlâ bir bağ vardı.

Murat konuşuyordu. Gülüyordu. Onun sesi, Melek'in içini ısıtıyordu. Bir an olsun acısını unutturuyordu. Melek başını kaldırdı, ona cevap vermek istedi. Ama Murat bir anda yok oldu. Tıpkı hayat gibi. Tıpkı umut gibi. Bir anda.
Geriye sadece boşluk kaldı. Karanlık. Sessizlik. Ve yalnızlık.

Hayallerinde bile tek başına kalmıştı Melek. Murat bile gitmişti. Ve o an, kalbindeki son damla da yere düştü.
O sırada Esila'nın sesi yankılandı karanlıkta. Tüm çaresizliğiyle, titreyen kalbiyle, yırtılan sesiyle haykırıyordu.
"Melek, lütfen bende kal. Ne olur kapatma gözlerini. Melek, yalvarıyorum bir kez olsun beni dinle. Bu sefer... Lütfen beni dinle. Kapatma gözlerini. Gidersen ne yaparım? Murat ne yapar? Sensiz biz ne yaparız?"

Sesi kırıldı. Kendi sesini duymaktan bile korkar hâle gelmişti. İçinde büyüyen korku, bir sel gibi dışarı taşı. Ellerinin arasında tuttuğu Melek'in eli, titreyerek kaydı. Esila’nın parmakları gevşedi. El yavaşça yere düştü. Küçük bir sesle ama dünyayı yerle bir edecek kadar ağır bir sesle...

Melek’in göğsü bir daha inip kalkmadı.
Zaman durmuştu. Dünya Melek’le birlikte nefesini tutmuş gibiydi. Esila, gözleri fal taşı gibi açılmış halde kaldı bir süre. Sonra çığlığı bastı. Öyle bir çığlık ki, içinde pişmanlık, sevgi, suçluluk, korku, acı ve isyan vardı. Her şey karışmıştı. Ellerini yere vurdu. Çıldırmış gibi bağırıyordu.

"Hayır! Hayır, olamaz. Bu senin sonun olamaz. Bu son böyle olmamalı. Benim ölmem gerekiyordu. Ben! Ben! Sen değil Melek! Sen değil! Sen, hayatta kalmalıydın. Sen yaşamalıydın. Sen Murat’a dönmeliydin. Seni sevdiğini her saniye söyleyen adama koşmalıydın. O seni bekliyordu. Aşkla, sabırla, umutla bekliyordu."

Avazı çıktığı kadar bağırdı. Delirmiş gibiydi. Sanki duvarlar, tavanlar, dünya onu duysun istedi. Ellerini saçlarına daldırdı. Kendini yumrukladı. İçinden geçen acı artık sadece ruhunu değil bedenini de kemiriyordu. O an delirmek işten bile değildi. Sevdiği, yeni alıştığı, dost dediği, birlikte güldüğü, birlikte korktuğu Melek, şimdi onun kollarında ölüydü.

Ve Murat... O hiçbir şeyden habersizdi.
O hâlâ sevdiği kadına kavuşacağı günü düşlüyordu belki. Belki telefonunu eline almıştı, “Neredesin?” yazacaktı. Belki bir şarkı duyup, Melek’in yüzünü anımsamıştı. Ama bilmediği tek şey... Melek’in artık nefes almıyordu.

Esila, son bir umutla başını kaldırdı. Ambulansın sesi yaklaşıyordu. Ayağa kalktı. Bacakları titreyerek dışarı koştu. Avazı çıktığı kadar bağırdı. O an ilk kez içi umutla doldu. Bir mucize istiyordu. Bağırdı. Sesini çatlatırcasına haykırdı.
"Çabuk gelin! Lütfen çabuk olun! Ölüyor!"

Sağlık personeli hızla geldi. Melek’in vücudu yerde hareketsizdi. Doktor diz çöküp yaralara baktı. Hemşire nabzını ölçmeye çalıştı. Kısa bir süre geçti. Sonra hemşire başını yavaşça kaldırdı. Gözleri dolmuş gibiydi. Başını iki yana salladı.

"Nabız alamıyorum."

O an zaman durdu. Dünya sustu. Gökyüzü kararır gibi oldu. Esila’nın nefesi kesildi. O an ruhundan bir parçanın koptuğunu hissetti. Melek’in eline bakıyordu. Az önce tuttuğu o sıcak el şimdi buz gibiydi. Avucundan kayıp düşen o el, artık hiçbir şeye tutunamayacak kadar soğuktu. Gözleri kapanmıştı. Geriye sadece sessizlik kalmıştı.

_____________________

YORUM VE BEĞENİ YAPMADAN SAKIN BIRAKIP GİTME...

SEZON FİNALİ...

Hikayeyi seven sevmeyen herkesin yanaklarını en içten kocamanlıkla öpüyorum. (Iyy, cüş, oha, o kadar da değil dediğinizi duyar gibiyim) tamam tamam öpmüyorum. Size değer verdiğimi bilmeniz de yeterli. Bölüm bekletmeden, naz yapmadan her hafta bölüm yayınladığım için sizde azıcık beni sevin. ❤❤❤

İkinci Sezon yine buradan devam ediyor. Sayfayı kaydırın yeni bölümde görüşelim.

 

Bölüm : 16.11.2024 21:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 51. GİTME
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...