
Selam Canlar ☺️
Yorum ve beğeni yaparak destek olursanız sevinirim.
Başlayalım.
____________
Duyuldu caminin avlusunda sela'nın sesi... Artık her şey beyhude bir hal aldı. Bakışlar, haykırışlar, sessizlik...
"Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke Ya Rasulallah!
Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke Ya Habiballah!
Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke Ya Nûre Arşillah!
Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke Ya Hayra Halgillah!
Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke Ya Seyyidel Evveline Vel Ahirin!
Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin!
Nebiyellah- Nure Arşillah- Hayra Halkılleh- Seyyidel Evveline Vel Ahirin Velhamdülillehirabbil Alemin Kalu İnne Lillehi Ve İnne İleyhi Raciun...
İmamın cenaze için söylediği alışılagelmiş sözlerin ardından kalabalık yavaş yavaş ikiye bölünmüştü. İnsanların bir kısmı cuma namazına geçmek için caminin ana girişine yönelirken, diğer kısmı tabutun etrafında kalarak yakınlarını teselli etmeye çalışıyordu. Bazıları ağlayan bir akrabayı omzundan tutuyor, bazıları ise sessizce bekleyip yüzlerini ellerine gömerek dua ediyordu. İmamın sesi, hoparlörden yankılanarak avlunun dört bir yanına yayılıyor, tarihi taş duvarlardan sekip adeta kalplere çarpıyordu. Cuma namazından sonra cenaze namazı kılınacaktı. Herkes bunun farkındaydı ama o dakikalar içinde zaman durmuş gibiydi. Ağır, sıkışık, boğucu...
Salih, abdest alan insanların telaşla koşturarak girdiği camiye gözyaşları içinde baktı. Tarihiyle, ihtişamıyla, manevi havasıyla her gelenin içinde bir huşu bırakan Fatih Camii'nin avlusu insanlarla dolup taşmıştı. Yanından gelip geçen pek çok kişiyi tanımıyor olsa da, başını hafifçe eğip selamlarına karşılık vererek acı içindeki mahzun tebessümünü eksik etmedi. Gözleri şişmişti. Yüzü yorgun, teni solgundu. Kalabalık arasında, dikkatle yürüyerek tabutun önüne geçti. Dizleri titriyordu. Acıya ne kadar dayanıklı olursa olsun, böylesi bir vedanın insanı ne hale sokacağını biliyordu. Gözyaşları gömleğinin yakasını ıslatırken ağlayanlara söyleyecek bir teselli cümlesi bulamıyor, ellerini birleştirip dişlerini sıkarak susmayı tercih ediyordu. Belki sessizlik, şu an söyleyebileceği her kelimeden daha anlamlıydı.
Caminin etrafında farklı sahneler vardı. Kimi insanlar sahipsiz birkaç köpeğe ellerindeki simitleri bölerek veriyor, karınlarını doyurmaya çalışıyordu. Bazıları ise köpeklerden çekinip caminin şadırvan kısmının arkasına saklanarak yollarına devam etmeye çalışıyordu. Cami yalnızca bir ibadet yeri değil, aynı zamanda hayatın tüm gerçekliğini gözler önüne seren bir sahneydi. Ağlayanlar, dua edenler, teselli edenler, suskun kalanlar, hatta gülerek top oynayan çocuklar bile bu bütünün parçasıydı. Ağaçların tepelerinde uçuşan kuşlar arada sırada yere inerek insanların attığı ekmek kırıntılarını kapıp tekrar gökyüzüne süzülüyordu. Gökyüzü açıktı. Bulutsuzdu. Ama insanların kalpleri karanlık bir bulutla örtülmüş gibiydi.
Cuma namazının ardından cemaat cenaze namazı için yeniden toplandı. Saflar sıklaştı. Omuz omuza dizilen erkeklerin arasında Salih, gözleri buğulanmış halde etrafı tarıyordu. Gözleri bir an Murat’ı aradı. O an lavaboya gittiğini duymuştu ama içi rahat değildi. Bugün hiçbir şey normale benzemiyordu. Murat, sabah Salih’in kullandığı arabada yanında otururken her şeyin canlı şahidi olmuştu. Her ne kadar dışarıdan belli etmemeye çalışsa da, saatler geçtikçe yüzü solmuş, enerjisi tükenmiş, neşesi kaybolmuştu. Gülmeyi, şaka yapmayı seven o adam, şimdi cami avlusunda bir köşede yalnızca boşluğa bakıyordu.
Salih olduğu yerden ayrıldı. Kalabalığın içinden geçip daha geniş bir alana yöneldi. Hem telefonuyla aramak istedi hem de gözleriyle Murat’ı bulmaya çalıştı. Nihayet arka saflarda, duvarın hemen önünde başı eğik, gözyaşları içinde titreyen Murat'ı gördü. Gözleri kızarmıştı. Omuzları çöküktü. O hâlini görünce Salih içinden derin bir ah çekerek kendi yerine döndü. Cenaze saflarında durdu. Ellerini önünde birleştirdi. Gözleri yine yaşardı. Kendine sordu. Bu durumda ne denir? İnsan böylesi bir acının karşısında ne yapabilir? Acı veren her şey gerçekten bir gün geçer mi?
İmam tabutun önüne geldiğinde avludaki hüzün bir kez daha dalga gibi kabardı. Ağıtlar yükseldi. Kadınların ağlamaları caminin dört bir köşesinden yankılandı. Kimileri bağırarak ağlıyordu, kimileri sessizce, titreyerek. İmam sesini yükseltti.
"Allah için namaza, meyyit için duaya, hatun kişi niyetine uydum hazır olan imama." dedi. Cemaat tekbirle birlikte imamın ardından namaza durdu. Herkes, kalbinde bir şeyleri gömerek ellerini kaldırdı. Dua başladı. Dil susmuştu ama kalpler konuşuyordu.
---
28 Saat Önce
Bedir Bey ve Nevin Hanım, sabahın ilk saatlerinde, hastanenin koridorlarında ilerlerken önce derin bir nefes aldılar. Yağmur’un kaldığı odanın önünde durdular. Kadının elleri titriyordu. Adam, eşinin yüzüne bakmadan kapıyı tıklayarak nazikçe itti. İçeriye girdiklerinde, İkbal Hanım ve Salih ayağa kalktılar. Misafirlerini hürmetle karşıladılar. Oda hastanenin diğer odaları gibiydi. Düz, sade ve biraz da kasvetliydi. Üç kişi bile olsa havasız kalacak kadar küçüktü. O an odayı boğan şey sadece havanın yetersizliği değil, içerde biriken acıydı.
İkbal Hanım, torununun sağlığı için uyuşan koluna aldırmadan pencerenin kulpuna asıldı. Camı sonuna kadar açtı. Biraz temiz hava gerekirdi. İçeride nefes almak bile zorlaşmıştı. Yağmur’un üzerine evden getirdiği, yeşil elma desenli ince battaniyeyi örttü. Ne olur ne olmaz diye, tedbirliydi. O battaniyeyi özellikle seçmişti. Yağmur bu battaniyeyi severdi. Kokusu ev kokusuydu. Ev, güven demekti. Şimdi o güvenin içinde hastalığın gölgesi vardı.
Yağmur, ilaçların etkisiyle gününün çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Göz kapakları incecikti. Her nefes alışında göğsü zar zor inip kalkıyordu. İkbal Hanım pencereyi açtıktan sonra sessizce torununun yanına oturdu. Artık dikkatini gelen misafirlere verebilirdi. Nevin Hanım, yerleştiği sandalyede hafifçe doğruldu. Yatakta yatan küçük kıza bakmak için başını kaldırdı. Yağmur küçücüktü. Zayıf, narin ve solgundu. Adeta toprağa yeni dikilmiş bir fidan gibiydi. Rüzgâr esse kırılacak gibiydi. Kendi kızını düşündü. O da böyle masumdu. Böyle saf. Böyle korunmaya muhtaç.
Nevin Hanım'ın gözleri doldu. Eşinin koluna daha sıkı sarıldı. Yıllardır büyüttüğü kızının kalbini başka bir çocuğa vermek ne demekti? Yaşaması için bir başkasının ölmesini istemek... Bu nasıl bir ikilemdi? Bu nasıl bir sınavdı?
Az önce giydiği kıyafetlerine baktı. Siyah penyesi yıpranmıştı. Pijamasının üstüne giydiği basma eteğin birkaç dikişi sökülmüştü. Ama bu eteğin anlamı başkaydı. Geçen yıl anneler gününde kızı Songül’le birlikte pazardan alıp hevesle giyerdi. “Dünyanın en iyi annesine dünyanın en güzel eteği. Kimsede yok bunlardan.” demişti o zaman küçük elleriyle. Bu anıyı unutmak istememişti. Bu yüzden bugünkü bu ağır kararı verirken, üstünde kızının seçtiği kıyafet olsun istemişti.
Salih, içindeki sıkıntıyı bastıramıyordu. Nevin Hanım’ı bir kez görmüş ama ağlamasından yanına gitmeye cesaret edememişti. Bedir Bey’le yalnızca bir defa konuşmuştu. O konuşmada iki çocuğun iyileşmesi için yapılan temenni dışına çıkmamıştı. Şimdi karşılarındaydı. Ellerini nereye koyacağını bilemedi. Sessizce sandalyeye oturdu. Bir yerden başlamak gerektiğini hissetti. İçinde fırtınalar kopsa da, diliyle sade bir cümle kurdu.
“Kızınız iyidir inşallah.” dedi. Sesi yavaş, tedirgindi. Yanlış anlaşılmak istememişti ama kelime bir kez çıkmıştı ağzından. Geri dönüşü yoktu. Nevin Hanım gözlerini kaldırdı. Sesi kırılmıştı ama netti. “İnşallah bundan sonra iyi olacak. Kavuşmak mahşere kaldı.” dedi. Gözleri tekrar Yağmur'a döndü. Bedir Bey eşinin elini tuttu. Soğuktu. Titriyordu.
Yağmur’un yüzü bembeyazdı. Dudakları kurumuştu. Göz altları mora çalmıştı. Bedir Bey, kızının önceki gece iki dakika boyunca kalbinin durduğunu bu sabah öğrenmişti. Vücudundaki organlar hâlâ çalışıyordu ama zamanları tükeniyordu. Doktorlara kararlarını bildirmişlerdi. Şimdi bu aileye anlatmak zorundaydılar.
“Esila Hanım değerli bir anne. Yavrusunu korumak için ne yaparsam yapayım evladından vazgeçmedi. Belki kaba davrandım. Belki de fazlasıyla kalbini kırdım. Görürseniz affetsin benim gibi bir babayı. Biz kızımızın kalbini vermeye razı olduk. Bütün organlarını bağışlayacağız. Artık rahat uyumasını istiyoruz.” dedi.
Cümlesi bitince susmak zorundaydı. Gözleri doldu. Boğazı düğümlendi. İkbal Hanım ellerini ağzına kapatıp içli içli ağlamaya başladı. Bedir Bey ise sadece baktı. Uzun uzun, kıza, cama, eşine. Donmuştu. Duyguları buz gibi olmuştu. İçinde bir şey kırılmıştı ve sesi duyulmamıştı.
Salih, ömrü boyunca minnettar olacağı insanlara bakmaya bile cesaret edemiyordu. Ne gözlerini kaldırabiliyordu ne de dudaklarını aralayacak kadar gücü vardı. Kalbinde hem sonsuz bir şükran hem de tarifsiz bir eziklik vardı. Esila, onların yanına her gidişinde, acısını bastırmak için öfkeye sığınmıştı. Azarlamıştı, bağırmıştı, zaman zaman haksız bile olmuştu. Ama Salih çok iyi biliyordu ki, Esila böyle davranmasaydı, kızının acısını bu kadar çıplak, bu kadar gerçek şekilde onların önüne serecek cesareti bulamazdı. Kelimeler bazen yeterli olmazdı. Acı, bazı kalplerden ancak öfke olarak taşardı.
Gözleri, sehpanın üzerindeki telefona takıldı. On beş dakikadır susmaksızın arıyordu. Ekranı yanıp sönüyor, ardı ardına gelen mesajlar bildirim kutusunu dolduruyordu. Telefon sessizdeydi ama ısrarla çağırıyordu. Salih elini uzattı, ekrana baktı, kim arıyor görmek istedi. Fakat sonra hiçbir gücünün olmadığını fark edip telefonu eline bile almadan tamamen kapattı. Böyle bir anda, telefonda konuşmanın ne insanlığı ne mantığı vardı. Sessizlik bile bu acıya daha çok yakışıyordu.
Bedir Bey, verdiği bu karar yüzünden içinde bir ölü gibi hissediyordu. Kalbi atıyor ama ruhu hareketsizdi. Nevin Hanım’ın gözlerinden çağlayan yaşlar, acıyı ve umudu aynı anda taşıyordu. Bir yandan kızlarını kaybetmenin korkusuyla titriyor, diğer yandan başka bir evladın kurtulacak olmasına tutunmaya çalışıyordu. Sanki kalbi ikiye bölünmüştü. Gözyaşları süzüldükçe içindeki direnç eriyordu. Yağmur’un küçücük bedeni, koca bir kararın merkezinde hareketsiz yatıyordu. Bedir Bey başını öne eğdi, ellerini başının arasına aldı. Nefes almakta zorlanıyordu. Her şeyi bitmiş gibi hissetti. Tek tesellileri, evlatlarının acı çekmeyecek olmasıydı. Her şeye rağmen kendilerini, kızlarının son görevini yapmış insanlar gibi görmek istediler. Ama bu görev, hiçbir zaman tamamlanmış gibi hissettirmeyecekti.
*****#
O sırada başka bir yerde, bambaşka bir mücadele veriliyordu. Kanlı bir zeminde zamanla yarışan sağlık ekipleri, genç bir kadının hayatını kurtarmak için seferber olmuştu. Melek, hareketsiz yatıyordu. Ambulans hemşirelerinden biri hızla boynuna iki parmağını koyarak nabzını kontrol etti. Doktor, kadının karın bölgesindeki bıçak darbelerine dikkatle odaklanmıştı. Yaralar derindi, kan halen sızıyordu.
"Nabız alamıyorum!" diye bağırdı hemşire. Cümlesi net, sesi titrek ama kararlıydı. Doktor, yere çöküp Melek’in göz kapaklarını kaldırdı. Göz bebeklerine baktı, yüzüne dokundu. "Göz bebekleri büyümüş. Vücudu soğumaya başlamış. Bilinci yerinde değil. Solunum yok." dediği anda yanında dikilen hemşireye döndü.
"Ne bekliyorsun? Ben kalp masajı yaparken sen suni teneffüs yap." diye emir verdi. Hemşire tereddüt etmeden başını eğdi ve kadının ağzına nefes üflemeye başladı. Beş kere, dikkatli ama telaşla. Ardından doktor iki ellerini kadının göğsüne yerleştirip kalp masajına başladı. Kasları gerilmişti, alnından boncuk boncuk ter akıyordu. Hemşire tekrar devraldı, sonra doktor. Nefes, baskı, bekleyiş. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide zaman donmuştu.
Birkaç döngü sonunda, hemşire sevinçle bağırdı. "Geri döndü! Hasta geri döndü!" Doktor, başını geri atıp derin bir nefes aldı. Ellerini kasılan boynuna götürdü. Vakit kaybetmeden ekibe döndü. "Hemen hastaneye yetiştirelim." dedi. Melek’in başına boyunluk takarak onu sabitlediler. Ne olduğunu tam olarak bilmeseler de, yaraların etkisini azaltmak için her detayı düşünmek zorundaydılar.
Melek, sedyeyle ambulansa taşınırken, Esila bir heykel gibi, olduğu yerde saplanmış kalmıştı. Kan içindeki elleri aşağı sarkmış, gözleri bir noktaya kilitlenmişti. Genç doktor onu yeni fark etti. Yaşına rağmen saçlarında beyaz teller vardı. Yüzü yumuşak ama duruşu sertti. Görev saatlerinde gülmeyen, boş konuşmayan, bütün vaktini işine adayan bir adamdı. Üzerindeki beyaz tişört kana bulanmış, sarı yeleği ise aceleden düzensiz kapanmıştı. Her şeyin arasında Esila’ya yaklaştı, koluna hafifçe dokundu.
"İyi misiniz?" dedi. Cevap gelmedi. Tekrar sordu. "İyi misiniz hanımefendi?" Bu kez omuzlarına dokundu. Hemen arkasında bekleyen hemşireye döndü. "Başka ambulans gelecek mi? Şoka girmiş, müdahale edilmesi lazım. Sedye’deki hasta da acilen ameliyata alınmalı."
Hemşire hafifçe başını eğerek cevap verdi. "Bilgim yok." Sesi çok düşüktü. Böyle durumlarda doktorun aciliyet dışında hiçbir şeyi önemsemediğini biliyordu. Esila’ya bir bakış attı. Şimdi iki hasta vardı. Biri sedyede, diğeri ayakta ama ruhu devrilmiş gibiydi.
Doktor, gözlerini hastadan Esila’ya, tekrar hastaya kaydırdı. "Hasta kan kaybetmeye devam ediyor. Yeniden kalbi durma ihtimali yüksek." dedi hemşire.
D
oktor, sertçe başını salladı. "Ben bunları bilmiyor muyum? En iyisi bu hastayı da alalım." dedi. Ambulans tekrar hareket etti. İstanbul’un karmaşık trafiğinde sirenler yankılandı. Araçlar sağa çekiliyor, yol açılıyordu. Sanki bütün şehir bu hayata tutunma çabasına saygı duruşuna geçmişti. Dakikalar içinde hastaneye ulaştılar. Şoför durdu, arka kapı açıldı. Hemşire Esila’yı kolundan tutarak indirdi. Doktor da hızla sedyeyi çıkardı.
Hastanenin acil servisi hareketlenmişti. Kıdemli doktor, Esila’nın müşahade altına alınması için yanında yürüyen genç doktora işaret etti. Ardından hızla Melek’in yanına geçti. Sedye ile birlikte koridorda koşarken sordu. "Hastanın durumu nedir?"
Ambulans doktoru gözlerini Melek’ten ayırmadan konuştu. "Yirmi dört yaşında olduğunu tahmin ediyoruz. Kadın hasta. Karın bölgesinde bir derin kesi var. Boğazında da kesik mevcut ama ölümcül değil. Geldiğimizde kalbi durmuştu. Beş dakikadan az sürede geri getirdik. Şu an nabız zayıf. Bilinci yerinde değil. Kan kaybı var."
Kıdemli doktor başını salladı. Derin bir nefes aldı. “Yaşayabilir.” dedi içinden. Yaşaması gerekiyordu. Her şey bunun için yapılıyordu.
Melek’i acil odaya alıp yatağa yerleştirdiler. Üzerindeki kıyafetleri hızla çıkardılar. Doktor nabzını kontrol edip bağırdı. "Bülent Bey’e haber verin. Ameliyathaneyi arayın. Acil bir ameliyat var. Entübe edin. Solunumunu kontrol altına alın. Hadi. Hadi. Bir genç kadın yaşamak için direniyor. Popolarınızı kaldırın, iş başa düştü."
Makasla tişörtünü ve kan içindeki kumaşları keserken alttan çıkan görüntü iç karartıcıydı. Bir derin iki hafif kesik vardı. Kan yüzünden hafif olanlar anlaşılmamıştı. Damarlar ve kaslar parçalanmıştı. Yaralar birbirinden uzak ama etkili noktalardaydı. Boynundaki kesik de ciddi bir saldırıya işaret ediyordu. Şans eseri, can damarlarına ulaşmamıştı.
Beş dakika sonra, hastanenin tanınmış genel cerrahı Bülent Üstün içeriye girdi. Yüzü ciddi, adımları hızlıydı. “Ameliyat için tüm testler yapılsın. Hemen ameliyata alalım. İç organlarda hasar olma ihtimali yüksek. Riski en aza indirmeliyiz.” dedi.
Odada bulunan herkes harekete geçti. Melek’in vücudu, acının tam ortasında yeniden hayata tutunmaya çalışıyordu. Herkes onun yaşam çizgisinde kalması için tek bir amaçla uğraşıyordu. Zaman, artık onun lehine işlemeliydi. Ya da her şey için çok geç olacaktı. Ama kimse vazgeçmeyecekti.
***
"İsminiz nedir?"
Ses yoktu. Kalabalığın ortasında yankılanan bu soru, sanki duvarlara çarpıp tekrar geri döndü. Ama Esila'nın kulaklarına hiç ulaşmadı. O an orada olan herkes, olayın dehşetiyle kıpır kıpırken, Esila'nın etrafında zaman durmuştu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, doktorun sesi genç kadına ulaşmıyordu. Tüm sesler sanki çok uzaktaydı. Ucunu göremediği bir tünelin derinliklerinden geliyordu. Esila ise o tünelin girişinde, hareketsizce, sadece gözleri açık bir şekilde bekliyordu. İleri gitmeyi unutmuş, geriye dönmeyi de becerememişti. Sanki ruhu ile bedeni arasında mesafe açılmıştı. Orada ama orada olmayan biri gibi duruyordu.
"Hanım efendi. İsminizi söylerseniz size ve yaralı hastaya yardımcı olabiliriz. Yaralı hastanın ismi nedir?" dedi doktor. Bu kez sesi daha net, daha kesin, daha sabırsızdı. Ama hâlâ bir naziklik taşıyordu içinde. Dakikalar geçmişti. Kimi için saniyeler olan o zaman dilimi, doktor için bile ağır akıyordu. Telaşın ortasında herkes hareket ederken, Esila'nın olduğu alan, zamandan dışlanmış gibiydi. Tüm gürültüye rağmen orada sadece sessizlik vardı. Boğuk. Kalın. Yutkunulamayan bir sessizlik.
Esila'nın gözleri, hiç kıpırdamadan acil servis kapısının sonunda, perdeyle ayrılmış alandaki yatağa sabitlenmişti. Melek oradaydı. Esila donmuş gibi duruyordu. Gözleri girdiği şok yüzünden kocaman açılmış o bölgeye bakıyordu. Ama içinde yaşam belirtisi yoktu. Ne bir duygu. Ne bir kıpırtı. Sanki oradan her an kaybolacakmış gibiydi. Bedeninden çıkıp gidecekmiş gibi. Adeta kendi bedenini dışarıdan izleyen biri olmuştu. Her şeyin gerçekliğine inanmamak istercesine donmuş bir surat ifadesiyle, olduğu yerde kalakalmıştı.
Orada, Melek’in başında üç hemşire telaşla çalışıyordu. Ellerinde serumlar, pansumanlar, tıbbi malzemeler vardı. Biri kanı durdurmaya çalışıyor. Biri damar yolu açıyor. Bir diğeri ise solunum maskesini ayarlıyordu. Gözlerinde korku vardı. Ama bu onların alışkın olduğu bir korkuydu. Her zaman karşılaştıkları, yönetmeyi öğrendikleri bir panikti belki. Ama yine de insanın gözünde tükenmeyen bir telaş olurdu. O an orada, hayatla ölümün savaşına şahitlik eden eller titriyordu. Çünkü bu Melek’ti. Onlar için bir hasta. Esila için ise bütün hayatı.
Genç kadının dudakları, hafifçe kıpırdadı. Öylesine yavaş, öylesine kısık bir tonda ki, kimse ne dediğini anlayamadı. Kelimeler havada asılı kaldı. Duyulmayan, ama hissedilen bir fısıltı gibiydi. Sadece dudaklarının oynayışından okunabilecek bir dua. Bir yalvarış. "Ölmesin."
Bir annenin, bir kardeşin, bir dostun, bir sevda yutkunmasının içinde boğulan bir çığlıktı bu. Sessizdi ama ağırdı. Esila’nın içinden kopup gelen bir duanın ilk hâliydi. Her hücresinden, her kırılmış yerinden, her geçmişin pişmanlığından gelen bir yalvarıştı. Zor duyulmuştu ama sanki Melek’in bulunduğu odanın perdelerine çarpıp içeriye girmişti. Sanki Melek’in kalbi, onun fısıltısına kulak vermişti. Çünkü başka bir açıklaması olamazdı. O kalbin neden hâlâ atmaya devam ettiğini, neden bu kadar yaralı bir bedenin direndiğini, başka türlü açıklayamazdı insan.
O anda doktor, tekrar eğildi. Göz hizasına indi. Esila'nın solgun yüzüne bakarken, genç kadının gözbebeklerinde ne aradığını bilmeden, sadece görev bilinciyle hareket etti. Elini omzuna koydu. Hafifçe sıktı. "Sizi anlıyorum ama bize yardımcı olmanız gerek. Adınızı söyleyin. Yaralının adı nedir? Onu daha hızlı kurtarabilmemiz için bilgiye ihtiyacımız var." dedi. Sesi artık netti. Bu sefer ricaların yerini sorumluluk almıştı. Artık zaman tükeniyordu. Bu yüzden sabırla örülmüş tonda kırık bir acelecilik vardı. Ama Esila’nın omzundaki o dokunuş bile onu hayata döndüremedi. Sadece omzuna dokunulmuş bir cansız beden gibiydi. Hafifçe sallandı ama kendine gelemedi.
O an…
Yalnızca o an...
Esila, kalbinin içinden bir şeyin yırtıldığını hissetti. Melek’in gözlerinin bir daha asla açılmama ihtimali, içini lime lime etmişti. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Ama hala konuşmuyordu. Ağzını açıyordu kelimeler gelmiyordu. Sanki dilini kaybetmiş gibiydi. Sanki konuşursa bir şeyler bitecekmiş gibiydi. Belki Melek’in ölümü, onun dudaklarından çıkan bir cümleyle mühürlenecekmiş gibi bir korkuyla susuyordu. Ya da belki artık konuşmak için bir sebebi kalmadığını sanıyordu.
Sadece o tek cümleyi tekrar etti. Bu kez biraz daha sesli. Biraz daha canlı. Ama yine de kısık bir tonla. "Ölmesin." Sadece o. Gerisi önemli değildi. İsmi, geçmişi, geleceği, doktorun soruları, insanların bakışları. Hiçbiri. Sadece Melek yaşasındı. Geri kalan her şey susabilirdi. Dünya bile durabilirdi. Yeter ki o gözlerini bir kez daha açsındı.
Ve sonra...
İçinden bir şey daha koptu. Ayakta duramayacağını hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü. Kalabalığın içinde biri onun düşmesini engellemek ister gibi koluna uzandı. Ama Esila artık o kadar ağırdı ki. Ruhunun yükü, bedeninden fazlaydı. Çöküş, sadece fiziksel değildi. Kalbinin de sesi duyuluyordu. Sessiz bir patlama gibiydi.
İçinde "Ölmesin" kelimesi büyüyordu.
Bir dua.
Bir emir.
Bir pişmanlık.
Bir sevgi.
Bir suç.
Bir hayat.
Esila’nın gözleri tekrar Melek’in yattığı yere döndü. Perde biraz aralanmıştı. Orada hâlâ mücadele vardı. Orada hâlâ umut vardı. Ve belki sadece belki... Esila’nın suskun yalvarışı, bir yerlerde yankı bulmuştu. Belki, Melek o sesi duymuştu.
*****
Salih, Murat'ı arayarak hemen gelmesini rica etmişti. Yağmur ameliyatı kabul etmiyordu. Hızlıca ameliyat olması için Murat'ın tatlı diline ihtiyacı vardı. Esila'nın aramalarına cevap vermediği içinde üzgündü. Nasıl cevap verebilirdi? Aileyle konuştukları konu başka bir sohbete maâl vermeyecek kadar önemliydi. Durum acil diye Murat babasıyla olan işi halledip şirketten çıkması bir olmuştu. Aceleyle hastaneye girip panikle koşan insanlara bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. Doktorlar bir kadına lobide müdahele ettiğini gördü. İnsanlar yanından geçerken 'herhalde sevdiği ölüyor, ölmesin diye diye bayıldı.' Konuşmalarını duydu aldırış etmeden tişört'ünün yakasını düzeltip asansör tarafına yürüdü. Arkasında ağlayan gözlerin farkında değildi.
Murat, Yağmur'un yattığı kata geldiğinde Salih koridorda hemşireyle ne zaman ameliyat'a gireceğini konuşuyordu. Omzuna dokunup seslenmeden odaya geçti. Yağmur, küçük kalkık burnunu havaya dikmiş önünde ki kitaba bakıp dikkatle okurken. Murat'ı gördüğü gibi dudaklarını bükerek yastığa gömüldü.
"Kimşeyi görmek iştemiyorum. Ben bugün ameliyat olmak iş-te-mi-yo-rum." dedi yastığının içinde görünmemek için çarşafını üstüne çekti.
"Eee, Yağmur Saraç'ın yakışıklı amcası gelmiş hoşgeldin amcacığım demek yok mu?"
"Ameliyat için geldiyşen hemen geldiğin gibi git... Melek yengem ne.re.de?" Başını hafifçe araladı.
"Babama şöyleme ama annem dünden beri gelmiyor. Yine deli gibi bağırmış olmalı. Babamın önüne geçip Yağmur'un birtanecik anneşine bağırma demen gerekmiyor mu? Küçük olduğumdan beni dinlemiyor."
"Eğer ameliyata girersen Esila sonra yanına gelecek. Babanı da..." Kollarında ki kasları göstermek için kol hareketleri yapmaya başladı. "Bu kollarla babanı korkutacağım. Hulk'un İstanbul şubesiyim ben."
Yağmur kıkırdayıp ayağa kalkmaya çalıştı. Kolundaki serum yüzünden geri oturmuş ağlamaya başlamıştı.
"Amca ameliyat'dan şonra her şey düzelecek mi?"
"Düzelecek. Sen çok güçlü bir minnoşsun."
"Nineciğim ameliyat olmak iştiyorum. Hemencecik olurşam annem çok mutlu olacak."
İki saat içinde bütün tetkitler yapılmıştı. Yağmur, mavi cırt cırtlı ameliyat kıyafetini giyip sedye'de oturur pozisyonunu aldı. Asansöre binmeden önce Murat, Salih, İkbal hanım ve son anda yetişen Fahri bey'e sıkıca sarıldı. El sallayarak hasta bakıcı eşliğinde asansöre bindirildi. Ameliyathane en alt katta ve hasta yakınlarına yasak olması sebebiyle kimse gidememişti. Fahri bey kafeterya'ya giderken, İkbal hanım odayı düzenlemek için uzaklaştı. Salih ve Murat da koridorda boş buldukları yerlere oturup telefonlarını eline aldılar.
Salih, aramalara cevap veremediği için Esila tarafından yanlış anlaşabileceğini tahmin ediyordu. Mesajlarda Esila her zamanki gibi ona olan aşkını yazıya dökmüştü. Esila'nın telefonunu aradı acılmayınca sessize aldığını düşünüp bir süre aramadı. Daha fazla üzülmesin diye hemen aramak, neden açmadığını sevinçle söylemek istiyordu. Genç kadının ağlayarak gönderdiği sesli mesajları dinleyip ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ağlayarak birçok defa sesli mesajlar attığını bildiğinden üstünde fazla durmadı. Kavga ettiği her gün sesli mesajlar ile onu sevdiğini yazan kadın yine yapmıştı. Telefonun rehberine girip "zeytin saçlı" yazan kişiyi arayıp kulağına tekrar götürdü. Salih için Esila zeytine benzettiği uzun, dalgalı saçları, esmer teni, sıcacık bakışları, susmayan çenesi ile bir bütündü. Kadında ki en sevdiği yanı sinirlendiğinde hiç susmayacak gibi konuşurken arada gülümsemesi oluyordu.
Esila'yı zamanında farketmediği için pişman değildi. Eğer pişman olursa Yağmur'un annesine haksızlık olurdu. Yasemin, hastalığı nüksedene kadar mutluluk saçan biriyken hastalık vücuduna yayılınca, korkuları ile başa çıkamadığından sinirli, kıskanç, kimseyle konuşmak istemeyen biri haline gelmişti. Ne acıdır ki, onun bu halinden en fazla acı çeken Salih ve hiçbir şey'den haberi olmayan Esila olmuştu.
Yine de karısına karşı en küçük kırılmışlık yoktu. Sevmişti karısını, eğer ölmeseydi sevmeye devam da ederdi. Şimdi ise, hayatında sadece üç kadının ismi kalbinin teklemesine neden oluyordu. Küçük kızı, anne bildiği kadın ve ilmek ilmek bağlandığı Esila... İkisine zaten sahipti birisi içinde yeminler toz bulutu misali uçmaya başlamıştı.
Kulağına dayadığı telefondan hiç tanımadığı bir ses duydu.
"Merhaba, Esila Altun'un yakını mı oluyorsunuz?" demesiyle Salih ayağa kalkarak Murat'ın yanına geçti.
"Evet yakını oluyorum. Siz kimsiniz? Esila nerede, bir şey mi oldu? Telefonu ona verir misiniz?"
"Salih, ne oluyor?" dedi Murat, dediği gibi de telefonu yanındaki adamdan alıp konuşmaya başladı. "Ben abisi oluyorum. Bir sorun mu var?"
"Lütfen sakin olun, nerede olduğunuzu söylerseniz polis arkadaşlar sizi almaya gelecek." Telefondaki adamın sakin tavrı iki adamı da sinir etmişti. Murat, telefona bakıp tekrar kulağına götürdü.
"Ben sakinim zaten, Esila nerede diyorum!"
"Saldırıya uğramışlar." dedi keskin bir tonda. Murat gözlerini kapatıp kelimede ki "lar" kısmını düşündü. Esila ve kimdi? Dudaklarını yalayıp odaklanması gereken kişi hakkında sorular sormaya devam etti. "İyi mi? Nerede şimdi? Siz kimsiniz?"
"İyi olup olmadığı konusunda bilgim henüz yok. Bir dakika sizi bekleteceğim." diyerek olay yeri inceleme yapan arkadaşının yanına gitti. Birkaç soru sorup tekrar telefonu kulağına dayadı.
"Özel İlim hastanesine sevk edilmişler." dedi adam, Murat yavaşça mırıldandı.
"Biz o hastanedeyiz." demesiyle telefonu Salih'e uzatıp koridorda koşmaya başladı.
Danışman yazan yerde oturan kadına, gergin ve sert bir tonda seslendi. Nazik olmaktan çok uzaktı. Bugün ambulansla gelen acil hastaların kim olduğunu sordu. Kadın, şaşkınlıkla gözlerini kaldırdı. O ana dek bilgisayara gömülmüş, rutin işlerine dalmış haldeydi. Üzerinde hastanenin zorunlu olarak dayattığı üniforma vardı. Lacivert kumaş pantolon, bembeyaz ütülü bir gömlek, hastanenin amblemini taşıyan lacivert yelek ve boynuna doladığı aynı tonlardaki eşarp ile sıradan ve kimliksiz görünüyordu. Görevli bir makine gibiydi. İnsan değil, sistemin çarklarından biri gibi. Ayağa kalktı. Gözlerini devirdiğini belli etmeden, usulca tekrar oturdu. Elleri klavyeye gitti. Parmakları telaşla tuşlara bastı. Gözleri ekranda hızla satırları taradı.
"Bir ambulans gelmiş. Acilde sorarsanız size yardımcı olurlar." dedi. Ne teşekkür etti. Ne göz teması kurdu. Ne de daha fazla bilgi verdi. Bu konuşma burada bitmişti. Murat, vaktini boşa harcayamazdı. Teşekkür bile etmeden hızlı adımlarla oradan ayrıldı. Acil servise doğru koştu. Zaman, artık onun için düşman gibiydi. Gözlerinin önünde eriyen bir dakika, içini paramparça edebilirdi.
Yataklara tek tek göz gezdirdi. Bazılarında bebekler ağlıyor. Bazılarında yaşlılar homurdanıyor. Gençler, kadınlar, erkekler. Hepsi ayrı bir hikâye. Ama onun gözü yalnızca birini arıyordu. Arka tarafta, perdeyle çevrilmiş bir yatakta, iki büklüm olmuş, yüzünü yatağa gömmüş bir kadın gördü. Saçları darmadağınıktı. Kolunda serum, başında sargı. Yatak kenarındaki küçük metal sehpanın üzerinde plastik bir su bardağı, kullanılmış pamuklar ve birkaç boş ilaç kabı vardı. Murat, yavaşça yaklaştı. Derin bir nefes aldı. Tanıdı onu. Esila. Titreyen omuzlarına baktı. Gözleri doldu. İçine bastırdığı bütün korku, birden boğazına düğümlendi. Eğilip, omzuna hafifçe dokundu.
"Esila. Kardeşim." dedi. Sesi neredeyse fısıltıydı. Ama içinde binlerce kırık kelime gizliydi. Esila, dokunuşla birlikte iyice içine çekildi. Küçüldü. Büzüldü. Kendi gövdesinin içine kaçmak ister gibiydi. Murat saçlarına dokundu. Onun daha önce defalarca yaptığı gibi. Sevgiyle. Kızgınlıkla. Şefkatle. Ama bu kez daha çok korkuyla. Korkusu, eliyle saçları arasında gezinirken bile titriyordu.
"Esila." diye tekrar etti. Cevap alamayınca doğrulup dışarıda başka bir hasta yakınıyla konuşan doktorun yanına yöneldi. Adımlarını hızlı attı. Kafasında binbir soru, kalbinde delik deşik olmuş umutlarla. Doktorun konuşması bittiğinde, Murat sorgulayan bakışlarla önüne geçti. Gözlerini onun gözlerinin içine dikti. Ellerini beyaz önlüğünün ceplerine koymuş doktor, bekledi. Karşısındaki adamın tavrı açıklama bekliyordu.
"Hasta yakını mısınız? İsmi nedir?" dedi doktor, resmi bir tonla.
"Esila Altun. Kardeşim. Neden burada. Neden başı sargılanmış. Neden sesimden bile korkuyor. Neden titriyor." dedi. Yumruklarını sıktı. Gözleriyle Esila’yı bulmaya çalıştı. Genç adamın baktığı yönü takip eden doktor, eliyle bir hemşireye işaret verdi.
"Bugün gelen hastanın dosyasını getir." dedi. Hemşire hızla uzaklaştı. Birkaç saniye sonra elinde bir dosyayla geri döndü. Doktor dosyayı açtı. Sayfaları hızla çevirip satırları okudu. Ciddi bir yüz ifadesiyle konuştu.
"Şok geçirmiş. Geçirdiği şok yüzünden düştü. Başındaki bandaj o yüzden. Titremesi ve korkmasıysa, ya kasten ya istem dışı, bir olaya şahit olmasından kaynaklı. Onunla birlikte gelen kadının aksine ciddi bir fiziksel yarası yok. Ama psikolojik olarak çöküşte. Yarın sabaha kadar toparlanabilir. Bir sıkıntı yaşanmazsa taburcu edilir." dedi. Ardından Murat’ı işaret ederek birlikte yürümeye başladı. Esila’nın başucuna geldiklerinde göz ucuyla genç kadını inceledi. Ardından dosyayı yatağın yanındaki küçük masaya bıraktı.
"Diğer hasta kritik durumda. Bıçaklı saldırı geçirmiş. Şu anda ameliyatta." dedi. Konuşma kısa sürdü ama içeriği ağırdı. Sonra başını kaldırıp Murat’a döndü. "Hasta yakını bulunduğuna göre, hastane polisine haber vermem gerekiyor. Biraz önce geldiler ama Esila konuşmadı. Lütfen burada bekleyin." diyerek yanlarından uzaklaştı.
Murat, olduğu yerde dönmeye başladı. Ayaklarının altında fayanslar değil, yanan bir zemin varmış gibi adımlarına hükmedemiyordu. Esila arkasına dönmüyor. Hiçbir şey söylemiyordu. Bu sessizlik, onu daha da çaresiz kılıyordu.
"Yine hangi karı koca kavgasına şahit oldun da böyle yatıyorsun." dedi, dişlerinin arasından. Sesi öfke değil, kırık bir kabullenişti. "Başına bela açmaya müsait bütün insanları kendime çekiyorum. Sen ve senden daha çok sevdiğim Melek bela mıknatısı gibisiniz." diye devam etti. Esila bir tepki vermiyordu. Sessizliği, Murat’ı delirtmek üzereydi.
Yatağın başlığını iki eliyle tutarak eğildi. Kulağına fısıldadı. "Eğer kalkarsan müjdeli bir haberim var. Dur. Dur kalkmadan söyleyeyim. Yağmur’a uygun kalp bulundu. Ameliyata girdi. Salih bu haber sayesinde çok mutlu. Şimdi kalkarsan gidip evliliğe bile ikna edebilirsin. Hadi kalk ama. Ben senin yatakta çekirdek yiyip kahve içmene alışkınım. Bu şekilde yaparak, kaybetme korkusu yaşamamız için hıncını mı alıyorsun. İstediğin oluyor. Sana bir şey olacak diye gerçekten çok korktum."
Son sözler boğazında düğümlendi. Kendini geri çekti. Esila’ya bir an daha baktı. Onun her zamanki dik başlı halinden eser yoktu. İçi ezildi. Adımları tekrar salon boyunca gidip geldi. Sessizlik boğuyordu. O sırada acilin kapısı açıldı. Salih girdi. Bir anda bakışları hastaları taradı. Sonra gözleri Esila’ya takıldı. Dondu kaldı. Bedenini bir güç itti. Bir iki yatağa çarptı. Dengesini kaybedip yere düştü. Yardımcı olmak isteyen birkaç kişi onu kolundan tuttu. Zorla ayağa kalktı.
"Esila." dedi, sesi neredeyse çatlamıştı. Gömleği sırtına yapışmıştı. Alnından süzülen ter damlaları yere düşüyordu. Başını tavandaki spot ışıklara kaldırıp derin nefesler almaya çalıştı. Göğsü daraldı. İçine dolan boşluk, kelimelerle anlatılamazdı. Hayatında ilk defa, Esila'nın çaresizliğine karşılık kendi elleri de çaresizdi. Tavandan gözlerini çekti. Başını yere indirdi. İçinden saymaya başladı.
"Bir. Esila iyi.
İki. Esila iyi.
Üç. Esila iyi.
Dört. Esila iyi.
Beş. Esila iyi.
Altı. Esila iyi.
Yedi. Esila iyi.
Sekiz. Esila iyi.
Dokuz. Esila iyi."
Burnundan aldığı havayı ağzından yavaşça bıraktı. Murat’ın yüzüne baktı. Kızgın. Kaygılı. Paramparça bir yüz. Esila ile her tartıştıklarında "Hastane köşelerinde kalırsan ziyarete gelmem" diyen adam şimdi ayakta duramıyordu. Olgunlaşmıştı. Abilik yapmayı öğrenmişti. Ama bu öğrenme, acı çekerek olmuştu.
Salih, kontrolü ele aldı. Biliyordu çünkü. Murat böyle durumlarda hep paniklerdi. Annesinin ani ölümü. Yasemin'in gidişi. Hepsi onun kalbine bıçak gibi saplanmıştı. Kızı da aynı hastalığın izlerini taşıyordu. Kalp. Onların aile kaderi gibiydi.
Gözleri buğulandı. Ellerini pantolonuna sildi. Yavaşça yatağa yaklaştı. Parmakları titreyerek Esila'nın saçlarına dokundu. Eğildi. Kulak hizasına geldi. "Lütfen. Ömür boyu yanımda kal. Düzelmem için senin bir ömür yanımda kalman gerekiyor." dedi.
Esila, kapalı göz kapaklarının ardından bir gölge gibi titredi. Bilinçsizce yatağa tırnaklarını geçirdi. Ruhunun derinlerinde kaybolmak istiyordu. Yapabilse, bu hayattan silinip gitmek isterdi. Her şeyin buharlaşması. Anıların erimesi. Acının bitmesi.
Kafasında sesler uğulduyordu. Kimseyi duymuyordu. Duvarlara vuran gölgelerden başka hiçbir yüz görünmüyordu. Uğultular. İnlemeler. Melek'in nefesi. Melek'in eli. Melek’in kanı. Onun buz gibi elini hâlâ hissedebiliyordu. Elinin altındaydı. Titriyordu. Titriyordu çünkü o ana geri dönmüştü.
Yavaşça, sırtındaki çarşafı başına çekti. Sığınmak için. Kaybolmak için. Yok olmak için. Gücü tükenmişti. Konuşamıyordu. Anlatamıyordu. Sadece... ölmek istiyordu. Ve sonra sadece sessizlik kaldı. Saatin tik takları bile duyulmuyordu. Yalnızca bir kalbin atışı vardı. Ve o da kırık atıyordu.
Murat, Esila'nın ani hareketliliğini fark ettiğinde hızla yatağa doğru yöneldi. Yataktaki kadının titreyen omuzlarını gördüğünde, içinde bir şeylerin çöktüğünü hissetti. Yavaşça diz çöktü, Esila’nın başını elleri arasına aldı. Uzun, siyah saçları yüzünü örtmüştü. O saçları usulca yanlara ayırdı. Yüzü bembeyazdı. Gözleri ise sanki birine değil de bir hiçliğe, boşluğa bakıyordu. Cansız, korku dolu, kırılmıştı.
“Canım benim. İyi misin? Buradasın. Yanındayım. Tek başına değilsin. Ne oldu? Ne gördün?”
Sesi yumuşaktı. Titriyordu ama hala umutla sarmalıydı. Fakat karşısında gördüğü şey umutla sarılacak bir hâl değildi. Esila’nın gözleri ne onu ne de bulunduğu odayı tanıyordu. Dudakları kurumuştu. Dilini damağına götürüp dudaklarını ıslatmaya çalıştı. Başını kaldırmak istedi, ama gücü yoktu. Murat kolunu beline dolayıp onu göğsüne yasladı. Esila başını dayadı. Kalbi hâlâ kucağında yatan dostunun görüntüsüyle parçalanıyordu. Murat, onu daha sıkı sardı. Sanki dağılmasın diye, sanki bir arada tutabiliyormuş gibi.
“İyi olacaksın. Söz veriyorum. Her zaman. Her ihtiyacında. Her nefesinde yanında olacağım.” Esila başını hafifçe sağa kaydırdı. Nefesi kesik kesikti. Gözleri yaşla doldu. Dudakları titredi.
“Benden çok Melek’in sana ihtiyacı var.” dedi kısık ve çatallı sesiyle. “O… O ölüyor. Gözümün önünde... Onun eli kan içindeydi. Yere düştü. Hareketsizdi. Sadece baktım. Öylece baktım.”
Boş bakışlar yavaş yavaş dehşete döndü. Gözleri kocaman açıldı. Titremeye başladı. Sesindeki kırılganlık bir çığlığa dönüştü. “Hiç... Hiç canlanmadı. Onu kurtaramadım. Yapamadım. Çok korktum. Çok ama çok korktum. Ama o... O korkmadı. Öylece bekle dedi. Ben bekledim. Bekledim ama o öldü. Öldü.”
Kelimeler ağzından kopan çığlıklar gibi döküldü. Yatakta çığlıklar atıyor kendine vuruyordu. Boğazı düğümlendi, dizleri titredi. Gözleri artık görmüyor gibiydi. Karanlığa konuşuyordu. Elleriyle başını yumruklamaya başladı. “Ölmesin. Ölmesin. Ne olur ölmesin.” dedi tekrar tekrar. Sesi çatladı. Aynı kelimeyi her söyleyişinde biraz daha yıkıldı. Murat şok içindeydi. Az önce sımsıkı tuttuğu elleri artık Esila’nın üzerinden kaymıştı. Sersemlemiş gibi ayağa kalktı. Yatağın kenarına tutunarak doğruldu. Bacakları titredi. Nefesi sıklaştı. Hemşireler odaya koşmuştu. Esila’ya yaklaşmaya çalışıyorlardı ama o artık kendi aklının içinde bir yere gömülmüştü. Bağırıyordu. Çırpınıyordu.
“Çok kan vardı. Yemin ederim çok kan vardı. Yalvarıyorum, o ölmesin. Ben... ben çok korktum. Ne olduğunu anlayamadım. Bir şey yapamadım. Ama öyle olsun istemedim. O ölmesin. O ölmesin. O ölmesin.”
Bir hemşire elindeki şırıngayla Esila’nın damarına ikinci bir yatıştırıcı enjekte etti. Kısa süre sonra Esila birden dengesini kaybetti. Yastığa yığıldı. Yüzü ifadesizleşti. Gözleri bir noktaya sabitlendi. Nefesi yavaşladı. Ama gözyaşları hâlâ yanaklarından süzülüyordu.
Murat, bir adım geri attı. Sanki odadaki hava ağırlaşmıştı. Gerçek, üstüne çökmüştü. Esila'nın söylediklerini anlamlandırmaya çalıştı. Boğazına bir şey düğümlendi. İçinden bir çığlık koptu ama dışarı çıkmadı. Yalnızca gözlerini kısarak Esila’ya bakmaya devam etti.
“Neden Melek’ten bahsediyor? Neden... neden kan içinde diyor? Neden ölmesin diyor?” İçinde birden alev gibi bir korku yükseldi. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Başı zonkluyordu. Kulaklarında uğultular yükseliyordu. Tam o anda, Esila başını sağa çevirip fısıldadı.
“Nefesim bana ağır geliyor, abi.”
Bir anda Murat’ın dizlerinin bağı çözüldü. Gözlerini kapadı. Kendini toparlayamadan Salih’i gördü. Salih gözlerini Esila’dan ayırmadan endişeyle ona bakıyordu. Murat birkaç adım attı. Elleri saçlarına gitti. Kafasını iki yana salladı. Gözleri doldu. Sonra birden döndü, tekrar diz çöküp Esila’nın yüzünü elleriyle kavradı. “Melek Kapya. Söylesene bana. Yanında mıydı? O muydu?”
Esila gözlerini kırpıştırdı. Anlamaya çalışıyordu. Sesi boğuk çıktı. “Murat ne saçmalıyorsun. Bilmiyorum... Ben bilmiyorum.” Tane tane söylemişti. Kelimeleri bile bir düzende değildi.
Murat ellerini yüzünden çekti. Yumruklarını sıktı. Gözlerine yaş yürüdü. Yutkundu ama boğazından kelime geçmedi. “Doğru düzgün cevap ver. Melek... O mu ameliyat olan? Ağır yaralı dedikleri o mu? Lanet olsun... Az önce ölecek dediğin kişi o mu?”
Sesindeki acı artık taş gibi oturmuştu. Gözleri kıpkırmızıydı. Nefes alamıyordu. Esila, Salih’e döndü. Murat’ın söylediklerini anlayamıyordu. Elini alnına götürdü. Başı zonkluyordu. Hafızası bulanıktı. “Sana soruyorum. Melek Kapya mı o? Cevap ver lan. Cevap ver bana.”
Murat’ın bağırışı odayı sarstı. Esila irkildi. İlk defa Murat’ı böyle görüyordu. Öfkeli. Umutsuz. Çaresiz. Salih hemen araya girerek Murat ile Esila arasına geçti. Koruyucu bir şekilde kollarını açtı.
“Murat. Lütfen. Sakin ol. Esila şu an kendinde değil. Ne dediğini bile bilmiyor.”
“Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Lanet olsun. Bu bana yapılmaz. Birkaç saat önce kollarımdaydı. Sarılıyordum. Öpüyordum. Korkuyordum canı yanar diye. Şimdi bana ölüyor mu diyor? Sevdiğim kadın mı ölüyor?” Murat'ın sesi kırıldı. Gözyaşları akmaya başladı. Tüm o güçlü adam görüntüsü bir anda yerle bir oldu.
“Melek ya... Melek. Nasıl? Kim kıydı ona? Kim yaptı bunu? Niye? ” Esila sadece fısıldadı.
“Bilmiyorum.”
Gerçekten de bilmiyordu. Hafızasında Melek'in kanlı eli dışında hiçbir şey yoktu.
________________
YORUM VE BEGENİ YAPMAYI LÜTFEN, LÜTFEN, LÜTFEN UNUTMAYIN. ❤❤❤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |