6. Bölüm

6.Melek

Yalives Doğan
kambersizyazar

Yorum ve beğeni yapmayı lütfen unutmayın.

❤❤❤

Melek için saniyeler bile önemliydi artık. Her adımını planlaması, her dakikasını verimli kullanması gerekiyordu. Yeni hayatına ilk adımı atmak üzereydi ve yeni bir düzenin, yeni bir Melek'in başlangıcı olmalıydı. Gardırobun başında uzun uzun düşündüğü dakikaların ardından, sade ama etkileyici bir kombinle aynanın karşısına geçmişti. Siyah, bedeni saran şık bir ceket, içine ütüsü kusursuz beyaz bir gömlek, dizinin biraz altında biten, yürümeyi zorlaştıracak kadar dar ama elegan bir kalem etek. Annesinin iş kıyafeti tam üstüne olmuştu. Ve ayağında, yıllardır topuklularla barışamayan biri olmasına rağmen, az önce cilaladığı siyah rugan stilettolar.

Henüz yüzünü tam toparlayamamıştı ama yine de göz altındaki yorgunluğa rağmen, hafif allık ve pembe rujla canlılık katmayı başarmıştı yüzüne. Kendine aynada baktı, gözlerini sıkıca yumup derin bir nefes aldı. Bu nefes, ne kadar mücadeleci olduğunu, ne kadar yol aldığını hatırlatmak içindi. Son bir kez annesinin fotoğrafına baktı, dudağını ısırarak göz yaşlarını geriye itti. Ardından babasının yanına gitti, öylesine bir vedayla geçiştirmek istememişti. Eğilip alnına kısa ama içten bir öpücük kondurdu. "Şans dile baba." dedi.

Babası, kızının gözlerine baktı. Ne deseydi ki? Her zaman sessiz bir adam olmuştu. Ama Melek gözlerinde gururu, kırgınlığı ve geçmişin pişmanlığını okuyabiliyordu. O yüzden hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan, çantasını alıp evin kapısını hızlı adımlarla kapattı. Zamanı kaçırmak istemiyordu. Ama ne var ki, hayat daima zamanın yanına engel serpiştirirdi. Kapının önünden sokağa çıkarken, dar etek ve yüksek topuklarla yürümek, neredeyse bir ip cambazı gibi hissettiriyordu. Zaten doğuştan zarif bir yürüyüşü yoktu. Hafif paytak, hafif öne eğik yürürdü. Şimdi bu yürüyüşüne bir de eteğin ve ayakkabının sınırları eklenmişti. “Bu kıyafetle sadece oturulmalıymış,” diye içinden geçirdi. Kafasında şirketin girişi, ilk görüşme, dosyalar ve kendisini patrona tanıtacağı sahne dönüyordu. Bir yandan çantasındaki belgeleri kontrol etti, kartvizitinin ezilip ezilmediğine baktı. Dalgınlıkla kaldırım taşına takıldı ayağı ama düşmeden dengesini toparladı. Ardından gelen bir klakson sesiyle irkildi. Elini kaldırıp ilk gelen taksiye yönelmek üzereydi ki, yan apartmanın üçüncü katında oturan ve dillerinin kemiği olmadığını yıllarca kanıtlamış olan Nezaket Hanım kolundan sarsarak çekiştirdi.

“Bu ne hal kız, modern biri olmuşsun. Lap lap yürümeseydin tanımayacaktım vallahi!” dedi ve ardından kahkahası sokakta yankılandı. O kahkaha öylesine tatsızdı ki, adeta Melek'in teninde gezen bir tırnak gibiydi. Nezaket Hanım yıllardır hiçbir şey yapmayan ama herkesin ne yaptığını bilen bir kadındı. Mahallenin radyosu, çamaşır teli dedektifi, laf yetiştirme ustasıydı. Yüzü hep süzülürdü, kaşları birbirine yakındı ve hiçbir zaman net bir bakışla bakmazdı insana. Daima küçümseyerek, daima şüpheyle, daima bir şey arayarak…

Melek burnundan derin bir nefes verdi. Geç kalıyorum, diye düşündü. Yine de uğraşmayacağım, diyerek çenesini sıktı. Susmak, onun doğasında olmayan bir şeydi ama bugün susmayı seçti. Sadece başını çevirip, zarif bir tebessüm bıraktı dudaklarının kenarına. İçinde fırtınalar kopsa da yüzü sakindi. İkinci gelen taksiye eliyle "dur" işareti yaptı. Tam kapıyı açmaya yeltenmişti ki, Nezaket Hanım yine konuşmaya başladı. "Kız... Bari babanın başını daha fazla eğdirme. Hem sen nereye gidiyorsun? Yoksa zengin koca bulmaya mı? Annen ve nişanlın seni terk ettikten sonra kötü yola düştün gibime geliyor. Yanlış anlama kızım gibi severim seni, bende kolu komşudan duydum. Annenin kemikleri sızlamasın, ben senin iyiliğini düşünüyorum."

Melek bu kez başını kaldırdı. Gözleri, Nezaket Hanım'ın gözlerinin içine saplandı. O bakışta öfke yoktu. Öfke olsa kolaydı. O bakışta yorgunluk, haksızlığa uğramışlık ve iğrenme vardı. "Sen ağzına alma annemi..." dedi. Sesi ne çığlık gibiydi ne de mırıldanma. Derinden gelen, soğuk ve kararlı bir tondaydı. “Benim iyiliğimi düşünecek son kişi sensin. Hem evet, zengin koca buldum. Randevuya gidiyorum. Başka sorunuz var mı? Kocam olacak şanslı kişiyle ilk görüşmeye gidiyorsam da kime ne?” Gülümsemesi sinsice değil, gururluydu. Kırılmış bir kadın değil, kendinden emin bir kadın gülümsüyordu.

Nezaket Hanım geri adım atmadı. “Bak şimdi, ne dedim ki? Hemen atar yapıyorsun. Dilin yılan gibi.” Melek, alaycı bir tavırla güldü. Gülüşü öyle içtendi ki sokağın merdivenli evlerinde yankılandı sanki. “Ne diyeceksin, ayaküstü orospu yaptın. Milletin evinden çıkmayan sen ve terbiyeli kızın Sima'yı zan ettin herhalde.” O an, Nezaket Hanım’ın rengi değişti. Elleri kat kat olmuş beline gitti. Belki alışkanlıkla, belki savunma mekanizmasıyla orada duruyordu şimdi. “Üstüme iyilik sağlık. Çamur atmak bu kadar kolay mı? Benim kızım, Lalezar sokağının en edeplisi! Konuşmana dikkat et, saygısız kız... Ben senin iyiliğini düşündüm, suç mu ettim?”

Tam bu sırada taksici başını camdan uzattı. "Kızım binmeyeceksen kapıyı bırak gideyim?" Melek dönmeden, gözünü Nezaket Hanım’dan ayırmadan cevapladı: “Bekle çatladın mı? Zaten taksimetre çalışıyor.” Taksici başını geri çekti, önüne döndü. Belli ki o da bu sokaktaki kavgaların yıllardır farkındaydı. Melek derin bir nefes daha aldı. “Derdin ne senin?” dedi. “Ne istiyorsun? Herkesin battığı bir noktaya parmak sokmak sana ne kazandırıyor?”

Nezaket Hanım bir şey söylemeye hazırlanırken, Melek susturdu. “Benim düşüşüm seni rahatlattı değil mi? Çünkü sen hiç yükselemedin. Ben paramparça olurken sen içten içe keyif aldın. Ama bu halimle bile kızından da senden de daha dik duruyorum. Bunu sen de biliyorsun.”
O an sokaktan geçen birkaç kişi durdu. Biri elindeki ekmek torbasını sıktı, diğeri apartman kapısından başını çıkardı. Mahallede sessizlik oldu. Kısa bir süreliğine bile olsa. Melek gözünü taksinin aynasından kendine çevirdi. Omzundaki yük ağırdı ama başı dikti.

"Benim annem öldü ama sen hâlâ yaşıyorsun ya... Bu mahalle için daha ağır bir ceza."

"Ne... Ne..."

Mahallenin gençleri yıllardır Nezaket Hanım’dan yaka silkmişti. Kadının en büyük eğlencesi, kendi penceresinden sarkıp başkalarının hayatına ağız dolusu yorum yapmaktı. Kızı Sima’nın hiçbir özelliği olmasa da, sanki bir sahne yıldızıymış gibi över, sokak sokak dolaşıp her cümlesine "Sima’m" ile başlardı. Sima’nın ilkokulda şiir okuduğu anı, ortaokulda sivilce çıkarmadan ergenliği atlattığını, lise sonda bir çocuğun ona baktığını bile “talip geldi” havasında anlatırdı. Üslubu herkesçe eleştirilse de, yılların verdiği alışkanlıkla insanlar artık kulak asmamayı öğrenmişti. Ama iş Melek olunca durum değişiyordu. Çünkü Melek, Nezaket’in kızında olmayan her şeyi taşıyordu. Güç, duruş, sessizlikle gelen ağırlık ve en önemlisi, geçmişteki yaralarına rağmen dimdik yürüyen bir omurga…

Melek taksinin kapısını tutup bir ayağını içeri attığında, tam oturmak üzereydi ki Nezaket Hanım pes etmeyeceğini gösteren tiz bir bağırışla ortalığı inletti.
“Komşular! Bu edepsiz kıza kimse bir şey demeyecek mi? Kızıma onca laf etti, şimdi de kaçıyor!” Mahallenin ruhu, bu tür bağırışlara karşı alışkındı, ama bugün ses tonu bir başka keskindi. Sokağın başından birkaç kişi Nezaket Hanım’ın parmakla işaret ettiği yere doğru döndü. Karşı apartmanın balkonundan biri kafasını çıkardı, köşe başındaki bakkal dükkânının önünde oturan ihtiyarlar başlarını çevirdi. Küçük ama dikkatli bir kalabalık toplanıyordu. Melek’in artık kaçabileceği bir yer kalmamıştı. Taksinin içinde gömülmek, koltuğun altına saklanmak istese bile olmazdı. Bu bir kaçış gibi görünürdü ve Melek hiçbir zaman kaçan biri olmamıştı.

Derin bir iç çekti. Taksiden indi. Sertçe kapıyı kapattı ve elini cebine atıp parasını çıkararak şoföre uzattı.
Taksici burun kıvırdı. “Keşke baştan binmeseydin.” der gibi homurdanarak parayı aldı ve uzaklaştı. Tam o sırada Hayri Bey, içerideki sessizliğin bozulmasına dayanamayarak evin dış kapısını araladı. Ayağını bir kere yere vurduktan sonra dikkatlice basamaklardan indi. Gözleri yorgun, bedeni sarkmış, ama hâlâ vakur bir adamdı. Nezaket Hanım, onu görür görmez hızla yanına koştu. Ne gözyaşı vardı gözlerinde ne de utanma. Yalancı bir mağduriyetle konuşmaya başladı.
“Kusura bakma komşu, nasıl bir kız yetiştirmişsin? Az daha bana saldıracaktı. Utanmasa dövecek!”

Hayri Bey gözlerini kıstı. Cümlelerin içinde bir anlam aramaya çalıştı. Ne demek istiyordu bu kadın? Melek’in kimseye el kaldırmayacağını, hele hele sokak ortasında böyle bir şey yapmayacağını adları gibi biliyordu. Omzunu hafifçe düşürüp boş bir ifadeyle, “Hayırdır, kimden bahsediyorsun sen?” dedi ve ardından gözleriyle sokağı taradı.

İşte orada… Melek. Tüm kalabalığın ortasında duruyordu. Ne geri çekiliyor, ne de ileri atılıyordu. Kafasında bir savaş vardı ama bedeni dimdikti. Göz göze geldiklerinde, Melek’in dudaklarında küçük, muzip bir gülümseme belirdi. Ne ağlıyordu ne de korkuyordu. O sadece olanları içselleştirmişti. Hayri Bey o an her şeyi anladı. Yavaş adımlarla kızına doğru yürüdü. Kalabalık meraklı gözlerle onları süzüyordu. Baba-kız yan yana geldiklerinde, Hayri Bey başını hafif yana eğerek göz ucuyla baktı.
“Geç kalmıyor musun?” diye sordu.

Melek omzunu hafifçe silkerek. “Biraz geç kaldım.” dedi.

“E o zaman, taksi çevir sen git çabuk. Hadi hadi,” diyerek sırtına hafifçe dokundu. O dokunuş, Melek için bir onay gibiydi. Bir destek. Gidip gitmemek arasında duran ruhunu harekete geçiren tek şeydi belki de. Başını salladı. Arkasını dönüp birkaç adım attıktan sonra durdu. Dönüp Nezaket Hanım’a yaklaştı. Dizlerini kırarak baş hizasına geldi. Kimse duymadı ama Nezaket Hanım’ın göz bebekleri büyüdü. “Bela istemiyorum. Ama sen istiyorsan, kızını ve seni anlatayım mı?” diye sordu fısıltıyla. Bu cümle, yılların laflarıyla insanları parçalamaya alışmış kadını kilitledi. Birkaç saniye göz göze geldiler. Ardından Nezaket Hanım sus pus oldu. Yüzünü başka yöne çevirip ağır adımlarla uzaklaştı. Melek bir zafer kazanmıştı ama bunu haykırmadı.

Ortam bir anda sessizleşti. Kalabalık dağılmaya başladı. Melek derin bir nefes aldı, uzaklardan gelen taksiyi fark etti. Kolunu kaldırıp dur işareti yaptı. Taksi durdu, Melek arka koltuğa oturdu. Çantasından çıkardığı küçük kağıdı taksiciye uzattı. “Buraya lütfen,” dedi.
Taksici adresi kısa bir süre inceledi, sonra başını sallayıp aracı çalıştırdı. Melek camdan dışarı baktı. Gözlerinin çevresi sinirden kızarmıştı. Ama ağlamamıştı. Bu bir zaferdi. Bu sabahın sınavını geçmişti.

Yol boyunca sessizdi. Taksici bir şey sormadı. Trafik açık, hava durgundu. Melek’in aklına yapacağı sunum geldi, patronun yüz ifadesi, toplantıdaki kalabalık, elini uzatacağı kapılar... Her şey karmakarışıktı. Ama en kötüsü zaten yaşanmıştı. Şimdi sadece yürümek kalmıştı. Yaklaşık yarım saat sonra holding binasının önünde taksi durdu. Melek parayı uzatıp teşekkür etti. Aceleyle arabadan indi. Havanın içinde sabah soğukluğu vardı ama alnından ter akıyordu. Koşmaya başladı. Bacakları ağrıyordu, ayakkabılar vuruyordu ama umurunda değildi. Binanın cam kapısından içeri girdiğinde nefes nefeseydi.

Asansörün önünde en az yedi kişi bekliyordu. Ekranda asansörün 12. katta olduğu yazıyordu ve aşağı inmeye niyeti yok gibiydi. Zaman yoktu. Merdivenlere yöneldi. Topuk sesleri mermer basamaklarda yankılanıyordu. İlk üç katı hızlıca çıktı ama dördüncü kata geldiğinde bacakları titremeye başladı. Nefes nefese kalmıştı. Göğsü inip kalkıyor, içindeki panik daha da büyüyordu. “Kahretsin! Geciktim.” diye mırıldandı.

Elleriyle duvara yaslanarak kısa aralıklarla durdu. Sonra devam etti. Basamaklar bitmek bilmiyordu. İçinde kendine karşı öfke büyüyordu. “Daha erken çıkmalıydın. O kadına cevap vermeseydin. Taksiden inmeseydin. Aptalsın sen Melek!” Gözlerinin feri azalmaya başlamıştı. Ama son iki basamak kalmıştı.

Saatine baktı. Akrep ve yelkovan, yüreğini sıkıştırmak için birleşmiş gibiydi. Çok geç kalmıştı. Zaman, dakikaları değil suçlarını sayıyordu sanki. Dizi titriyordu, göğsü zonkluyordu, kalbi çarpıntıdan değil pişmanlıktan hızlanmıştı. Bir an önce çıkmalıydı o basamakları ama dizleri ona ihanet etmişti. En sonunda merdiven boşluğunun kıyısında, duvarla trabzan arasına çöktü. Etraf sessizdi, sadece yukarıdan bir telefonun titreşim sesi ve uzaktan yankılanan ayak sesleri duyuluyordu. Bu kadar yüksek bir binada, bu kadar yalnız kalmak da tuhaftı. O an, yalnızlığını bir bina büyüklüğünde hissetti.

Başını dizlerinin arasına sokup elleriyle saçlarını tutarak fısıltıyla mırıldandı. “Neden ben? Allah’ım neden yine ben? Babam yine hayal kırıklığına uğrayacak. Yine başarısız oldum. Yine eksik kaldım. Neden ya, neden bu kadar zor?” Sesi boğuktu. Gözlerinin kenarında yorgunluktan oluşan çizgiler daha da belirginleşti. Dudaklarındaki ruj bile terle karışıp silinmişti. Ama ağlamıyordu. Çünkü ağlamak zayıflıktı, oysa Melek’in en çok nefret ettiği şey buydu. Zayıf gözükmek. Ama yorgunlukla gurur arasında ince bir çizgide çırpınan kalbi onu zorluyordu.

Tam o sırada, merdivenin biraz üst tarafından yankılanan yumuşak ama kararlı bir ses, tüylerini diken diken etti.
“İyi misiniz?” Melek irkildi. Ses, yabancıydı ama sıcak. Karşısında biri mi vardı? Neden daha önce fark etmemişti? Kafasını yerden kaldırmakta zorlandı. O kadar utanç içindeydi ki... Belki de biri onu deli gibi konuşurken görmüştü.
Yine aynı ses, bu defa daha net, daha yakından duyuldu. “Size diyorum. İyi misiniz hanımefendi?”

Yavaşça başını kaldırdı. Ve zaman sanki bir saniyeliğine dondu. Karşısında, filmlerdeki gibi ışıkla çizilmiş bir siluet vardı. Adamın yüzü netti. Yeşil gözleri, doğrudan bakmıyor, içine işliyordu. Gözlerinin çevresinde hiçbir sertlik yoktu ama gözbebekleri çok netti. Gözlerinde, kurtların o altın sarısı tonlarına benzer bir parıltı vardı. Bakışları hem vahşi hem de büyüleyici bir şekilde huzur vericiydi. Cildinde pürüz yoktu. Sarının farklı bir tonu vardı saçlarında; sıcak, güneşte açılmış gibi... Ama saçlar, gelişi güzel şekillendirilmişti. Sanki o da koşturmuştu. Yüzü güneş almamış gibiydi ama parlıyordu. Dudakları doğal bir pembelikteydi. Ve dudak kenarındaki küçük gülümseme... Öylesine güven vericiydi ki, Melek sadece bakakaldı.

Utandı. Gözleri dolmadı ama yanakları alev alev yandı. Cevap veremedi. Sadece başını salladı. Hayır, iyi değildi. Ama evet, iyiymiş gibi yapmak zorundaydı.
Ayağa kalkmak için bir hamle yaptı ama o bildik sakarlık yine geldi buldu onu. Ayağı topuğundaki lastiğe dolandı ve tökezleyerek dizleri üstüne kapaklandı. Cılız bir “ah” sesi çıktı ağzından. Sanki rezil olmak için doğmuştu.

Birkaç saniye gözlerini kapattı. "Kalkamam." diye düşündü. Ama gözlerini açtığında, adam hâlâ oradaydı. Hiçbir şey demiyordu. Kaşlarını kaldırmamıştı. Ne alay vardı bakışlarında, ne küçümseme. Sadece sakinlik. Bu sakinlik Melek’i daha da utandırdı. Adam yavaşça elini uzattı.
Parmakları ince ve düzgündü. Bileği zarif ama güçlüydü. Elinin avucu genişti. Melek, eline bakarken kalbinin hızlandığını fark etti. Titreyerek elini uzattı. Tutuş anında bir elektrik hissi değil, bir sabitlik hissi yayıldı vücuduna. Adamın eli, onun titrek dengesini sağlamlaştırmak için oradaydı. Ne fazla sıktı ne de gevşek bıraktı. Sadece Melek’i doğrultmak için...

Ayağa kalktı. Elini çekmedi hemen. Sonra birkaç saniye içinde kendine geldi. Gözlerini kaçırarak hafifçe başını eğdi. “Teşekkür ederim,” dedi kısık bir sesle.
Adam sadece tebessüm etti. Melek’in gözleri adama tekrar kaydığında adamın yüzünde hiçbir yorum yoktu. Nötrdü. Sadece oradaydı. Bir şey demedi. Melek’in içinden geçen tek şey şuydu. "Bu adam buraya ait değil gibi." Tam arkasını dönüp teşekkür edecekken adam gitmişti. Merdiven boştu. Ayak sesi bile kalmamıştı. Kafasını salladı. “Sanırım çok geç kaldım ve hayal görmeye başladım. Hayalimde yakışıklı bir adam.” dedi kendi kendine.

Sonunda, kendini toparlayarak üst kata çıktı. Koridorda yürüyüp sol tarafta ayrılmış bekleme salonunun önünde durdu. İçeri adımını attığında içeride iki kadın oturuyordu. Biri kırmızı oje sürmüş, bacak bacak üstüne atmış; diğeri ise gözlüklerini indirip dosyasına gömülmüş görünüyordu. Melek biraz utanarak yaklaştı. Kafasını hafif eğerek sordu. “Pardon, sekreter görüşmesi için mi bekliyorsunuz?” Oje sürmüş kadın anında kafasını çevirdi. Kaşlarını kaldırarak alaycı bir şekilde inceledi onu baştan aşağı. Sonra saçlarını hafifçe yana attı. “Dalga mı geçiyorsun?”

Melek geri adım attı. “Hayır ben sadece geç kaldım. Bitti sandım, üzülmüştüm.”
Kadın iç çekti. “Patron gelmemiş daha. Yeni almaya başladılar.” Melek hafifçe güldü. “Bugün iyi günündeyim,” dedi “Gelmeyen patronu şimdiden sevdim.”
Melek biraz gevşedi. Dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi. Melek, koltuğa oturduğunda hâlâ o altın tonlu adamı düşünüyordu. Kimdi o? Burada mı çalışıyordu? Bu kadar etkilendiği bir bakış, belki hayatında ilk defaydı. Tüm gününü değiştirecek kadar kısa ama unutulmaz bir karşılaşma olmuştu.

İki kadın, Melek'in kendilerine yönelttiği masum soruyu sanki büyük bir hakaretmiş gibi değerlendirmişti. Göz göze bile gelmek istemiyorlardı onunla. Dudaklarındaki küçümseyici gülümseme, dudak köşelerinde değil, doğrudan kalbinde hissediliyordu Melek’in. Birbirleriyle bakışıp sonra da başlarını öteki yana çevirerek varlıklarını dahi yok saydılar onu.

Az sonra, kapı tekrar açıldı.
Baş sekreter içeriden seslendi. “Kalan üç aday, lütfen içeri buyurun.” Üçü de aynı anda kalktı. Ama yalnızca ikisinin adımları yere güvenle basıyordu. Melek’in adımları tereddütlü, sesi yoktu, hatta topuklarının yere değdiği anlarda çıkan hafif ses bile kendisine fazla geliyordu. Kalbi hızlı hızlı atıyor, avuç içleri terliyordu. Göğsünde duran o kasvetli baskıdan kurtulmak için derin bir nefes aldı. İçeriye adım attığında ise başka bir dünyaya girmiş gibi hissetti.

Toplantı odası geniş, şık, sade ama güçlü bir tasarımla donatılmıştı. Büyükçe bir masa, onun karşısına konmuş üç sandalye. Masanın arkasında ise beş kişi oturuyordu. Üç erkek, iki kadın. Her birinin yüz ifadesi birbirinden farklıydı ama ortak bir yönleri vardı: Ciddiyet.
Melek, yönlendirildiği sandalyeye oturdu. Sağında koyu renk pantolon takımı giymiş, kendinden oldukça emin görünen bir kadın vardı. Makyajı kusursuzdu, saçları muntazam toplanmıştı. Solundaki kadın daha sade görünüyordu ama beden diliyle “Ben buradayım” diyordu. Ellerini dizlerinde kenetlemiş, gözlerini odadaki her detaya dikkatle gezdiriyordu. Melek ise ellerini nereye koyacağını bilemiyordu. Ceketini düzeltti, sonra yeniden bıraktı. Dizlerini sıkınca kasıldığını hissetti, sonra gevşetti. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Sessizlik, kısa ama Melek için saatler kadar uzun sürdü. Fahri Bey söze başladı. “Hoş geldiniz,” dedi, tok ve otoriter bir sesle. İki kadın, eşzamanlı olarak gülümsedi, başlarını zarifçe sallayarak konuşmadan cevap verdiler.
Melek ise panikle sesli ve biraz da tiz bir şekilde, “Hoşbulduk,” dedi. Sesin odada yankılanışı anlık bir sessizlik yarattı. Herkes bir anlığına ona döndü. Sanki fazla geldiği için değil, yanlış geldiği için bakıyorlardı. Melek, yaptığı hatayı o an anladı. Omuzları düştü. Başını öne eğdi. İçinden “Neden sesli söyledim ki?” diye geçirdi. “Sanki dikkat çekmek istemişim gibi oldu. Halbuki saklanmak istiyorum.”

Fahri Bey’in yüzünde küçük bir kıpırdanma oldu ama gülümseme değildi bu. Daha çok profesyonel bir bıkkınlık... Uzun yıllardır mülakat yaptığı belliydi. Aynı anları defalarca yaşamış biri gibi davranıyordu. Elindeki kaleme hafifçe dokundu, kağıda baktı ve klasik ama her şeyi belirleyecek soruyu yöneltti.
“Sizi neden işe alalım? Neden bu pozisyon için en uygun kişi sizsiniz?”
İlk konuşan kadın, hiç tereddüt etmedi. Kendinden emin, ezberlenmiş ama etkileyici bir ses tonuyla başladı. “Yedi yıllık sekreterlik tecrübem var. Beş farklı yönetici ile birebir çalıştım. İnsan ilişkilerimde çok güçlüyümdür. İş disiplini ve sadakat konularında oldukça hassasım. Bilgisayar programlarına ve toplantı yönetimine hakimim. İşimi tamamen güven ve etik üzerine kurarım. Sizi temin ederim ki, bu pozisyonu en sorunsuz ve en verimli şekilde ben doldurabilirim.”

Cümlelerini bitirdiğinde, sanki bir reklam konuşmasının kapanış cümlesi gibi kısa bir tebessümle başını eğdi. Fahri Bey not alırken kadın başını biraz yana çevirdi. Melek’e doğru çok kısa bir bakış fırlattı. "Böyle olur bu iş," der gibiydi. İkinci kadın söz aldı.
“Benim için iş hayatı, netlik ve kalite demektir. Öncelikle hedefim disiplindir. Bugüne kadar çalıştığım tüm pozisyonlarda işimi titizlikle ve zamanında tamamladım. Yeniliklere açık biriyim. Yoğun tempo beni korkutmaz. Kendime güveniyorum çünkü planlıyım ve sorumluluk almayı severim.”

Cümleler ustaca kurulmuş, her biri nokta atışıydı. Melek onları dinledikçe bir masal dinliyor gibiydi. Her kelime, onun sahip olmadığı bir geçmişin izlerini taşıyordu. Hayalleri vardı ama deneyimi yoktu. Cesareti vardı ama henüz pratiğe dökülmemişti. Sıra ona geldiğinde, Fahri Bey başını hafif yana çevirerek Melek’e baktı. Gözlüklerinin ardından dikkatle süzdü. “Sıra sizde?” dedi kısa bir tonda.

Melek’in boğazı kurumuştu. Yutkundu. Sesi çıkmadı ilk anda. Elleri istemsizce birbirine kenetlendi. Bir an annesini hatırladı. Sabahları çantasını hazırlar, saçlarını bağlar, işe giderken “İşine saygı duy, o da sana saygı duyar,” derdi.

"Şey... Yani ben... Sekreter başvurusu için geldim. Annem küçük bir şirkette çalışkan bir sekreterdi. Ben de öyle olmak istiyorum, sadece bu..." Fahri Bey kaşlarını çattı. "Ne demek sadece bu? Küçük bir şirketle bu holdingi bir mi tutuyorsunuz?" Melek, yüzünü utanarak göz ucuyla Fahri Bey’e çevirdi. Yanında oturan iki bayana gözü takıldı, ikisi de alaycı bir ifadeyle ona bakıyordu. O an, bulunduğu sandalyenin biraz daha içine gömüldü. Sessizlik uzayınca Fahri Bey başını tamam der gibi salladı.

“Sıradaki soru hanımlar.” dedi dosyaya bakarak, gözlüğünü hafifçe yukarı itti. Kalemini parmakları arasında çevirdi. "Sizin için iş ortamında karşılaşabileceğiniz en zor ve tahammül edemeyeceğiniz an nedir?" Odanın köşesinde gerginlik kısa sürede yayılmış, sessizlik saniyeleri zorlamaya başlamıştı. Kalpler hızlı, ama düşünceler daha hızlı atıyordu.

Ön sırada oturan genç kadın ilk sözü aldı. Kendinden emin bir duruşla, ellerini dizlerinde birleştirerek konuşmaya başladı. “Beni küçük görmesi… Hangi konumda olduğu önemli değil. Kimseden üstünlük taslamasını beklemem. İnsan insandır. Tahammül edemem.” Durdu, dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. “Karşılaşacağım en zor durumsa, sıkça rastladığım bir şey... Şirket çalışanlarının bana aşık olması. İş ortamı benim için profesyonel bir yer olmalı, duygusal karmaşalar beni zora sokar.”

Odanın diğer ucunda, uzun saçlarını arkaya toplayan diğer kadın söze karıştı. “Hiç düşünmedim, ama…” Gözlerini hafifçe devirdi. “Acemi insanlar etrafımda olduğu zaman, açıkçası aşırı agresif olabiliyorum. Hata kaldıracak bir yapım yok. Hele ki beceriksiz bir patron... Ona tahammül edemem. Bir ekibin başı hata yapıyorsa, ekip de dağılıyordur.” Sıra Melek’e gelmişti. İçten içe konuşmak istemiyordu. Ama o gözler… Fahri Bey’in dosyasından sıyrılıp kendisine odaklanan gözleri, sustuğunda daha çok batıyordu. Boğazını temizledi, hafifçe kollarını kavuşturdu ve başını hafifçe kaldırarak konuşmaya başladı. “Ben kolay kolay yenilgi kabul etmem.” Sesi ilk başta titrek olsa da, kelimeler arttıkça kendine güveni toparlandı. “Bazen tükendiğim zamanlar oluyor. Ama hemen kendimi toplarım. Biraz deli bir karakterim var, öyle derler. Ama sabırlıyımdır. Hem annemden, hem babamdan almışım bu huyu. Tahammül edemeyeceğim şey suçum yokken kovulmak olurdu. En büyük zorluk da bu olurdu sanırım. Ama…” durdu, gülümsedi. “Bana tahammül ettikleri sürece ben her şeye tahammül ederim. Bu kadar.” cümleyi tamamladığında sanki kendini daha fazla açtığını fark etti. Biraz da utanmış gibiydi. Başını adeta bir devekuşu gibi öne eğdi. "Konuşmayaydım keşke." diye içinden geçirdi. Ama dışarıdan bir mahcubiyetin arkasında duran gurur fark ediliyordu.

Fahri Bey, bu cevaplardan sonra dosyaya döndü. Melek hariç diğer iki adayın isminin altına ufak işaretler koydu. Melek’in olduğu kısımda ise uzun uzun durdu. Dosyanın kenarını parmaklarıyla hafifçe dövdü. Kafasında kıyaslamalar yapıyor gibiydi. Deneyim, eğitim, profesyonellik… Ama istediği bu değildi. Güçlü bir karakter istiyordu. Ve şu an karşısında o karakter durması mucize gibi bir şeydi.

Ardından sanki kendi düşüncelerinden sıyrılarak yeniden söze başladı. “Son ve en önemli soru…” dedi dosyayı kapatırken. “İş ortamında patronunuz bir hata işledi. İş yerini küçük bir zarara uğratacak bir hata. Sizin gerçek tepkiniz ne olur?” Daha önce söz alan iki kadın, bu sefer neredeyse birbirleriyle yarışarak konuştu. “Tabii ki yetkilileri bilgilendirirdim. Üzerime alamam bu sorunu. Patron da insandır ama sonuçta iş iştir. Sorumluluk paylaşılmaz.” Sözleri netti. Kesinlik vardı. Katılık da.

Fahri Bey ise Melek’e döndü. Gözlerini hafifçe kısarak, dikkatle baktı. “Ya siz ne yapardınız?” Fazlasıyla merak ediyordu. Oğlu hatanın diğer adıydı. Ve sekreteri olursa düzeltmesi gereken yüzlerce hata olacaktı. Melek, tek kelime bile geciktirmedi. Tereddüt etmedi, düşünmedi. Cevabı sanki yıllardır içindeydi. “Patronum bir hata yaptıysa, bundan holding değil, kesinlikle ben ve patronum sorumlu oluruz.” Gözleri bir an kararlı şekilde parladı. “Yani patronum en büyük sorumluysa, ben en küçük sorumlu kişi olurum. En son an’a kadar patronumla birlikte, elimden gelenin en fazlasıyla toparlamaya çalışırım. Şayet olmazsa... Patronum sizi bilgilendirir.”

Oda sessizliğe gömüldü. Bu cevap, ne kuralcıydı ne de korkaktı. İçten, samimi ve omuzlarında sorumluluk taşıyabilecek kadar güçlüydü. Belki deneyimi yoktu, ama karakteri taşıyordu.
Fahri Bey gözlerini yavaşça kapatıp derin bir nefes aldı. Başını iki yana salladı, gülümsedi. “Tamam… Bu kadar kâfi.” O an içerideki herkes sustu. Kimse kıpırdamadı. Hatta nefes bile tutulmuş gibiydi. Beklentiler, kaygılar, heyecanlar… Odanın havası ağırlaştı.

Fahri Bey ayağa kalktı, ceketini düzeltti ve gözlerini Melek’e çevirdi. “Melek Kapya… Yarın çalışmaya başlayın. Sizi tebrik ederim.” Bir anlık duraksama… Ardından Melek’in gözleri irileşti. Dudakları aralandı. Kalbi hızlı atıyordu ama dünya durmuş gibiydi. "Gerçekten yarın işe gelmemi mi söylediniz?” diye sordu, bir çocuğun yılbaşında hediye alıp inanamayan haliyle. Fahri Bey hafifçe tebessüm etti. “Evet. İş ile alakalı bilgileri beşinci katta sekreterden alırsınız.” diyerek önünden geçerken, göz ucuyla onu süzdü. Melek'in gözleri parlıyordu.

Fahri Bey, kapıya yönelirken tek düşündüğü bu kızın rahatlığı olmuştu. Şimdilik iş deneyimi olmaması önemli değildi. Deneyim çalıştıkça kazanılırdı. Tuttuğunu koparan, dirençli biri olması yeterliydi. Bir de ağzı laf yapıyorsa mükemmel olurdu. Bu da zamanla farkedilecekti. Dudaklarının kenarında kıvrılan hafif gülümseme daha da derinleşti. “Oğluma mükemmel bir sekreter buldum.”

Melek’in içi içine sığmıyordu. Gözleri dolmak üzereydi ama kendine kızıyordu. “Hayır, ağlama sakın. Saçma olur. Güldürme kimseyi” diye kendini uyardı. Odayı sessizce terk eden adamın ardından bir an donakaldı. Ardından göz göze geldiği diğer iki kadın, sessizce toparlanmaya başlamıştı. Belki şaşkınlık, belki kıskançlık… Ama Melek artık başka bir sayfanın ilk cümlesiydi. Melek, sandalyesinden kalktı. Dalgın ve sevinçliydi. Aynada yüzüne baksa, kendini tanımazdı belki de. “Ben işe alındım.” dedi fısıltıyla. Sesi rüyadan uyanır gibi yavaş, ama her kelimesi zafer doluydu.

Melek hem mutlu, hem şaşkındı. İçinde kaynayan hisleri tek bir kelimeyle açıklamak mümkün değildi. Yeni doğmuş bir umut, yorgun bir bedenin içinden cıvıl cıvıl çıkıyordu. Sanki tüm hayatı boyunca bu anı beklemişti. İçindeki küçük kız çığlıklar atıyor, zıplıyor, sarılacak birini arıyordu. Oysa Melek'in yüzü hâlâ kontrollüydü. Gururluydu. Ama kalbi mi? Kalbi çocuk parkında koşan altı yaşındaki hali gibiydi.

Deneyimli, iddialı iki kadını hiç çaba sarf etmeden mağlup etmişti. İçinden bir ses, bunun hakkı olmadığını fısıldadıysa da, o sesi hemen susturdu. "Benim gibi biri, hiçbir şeyi şansa bırakmaz. Kazandıysam, bir nedeni vardır." diye geçirdi içinden. Evet, biraz şans vardı belki ama asıl galibiyet kendisindeydi. Bu iş onun olacak gibiydi sanki, doğuştan onunmuş da başkaları yanlışlıkla deneyip duruyormuş gibi.

O anlarda içini kemiren bir suçluluk duygusuna yer yoktu. Şans bir kere olsun yüzüne gülmüştü ve bunu sorgulamak gibi bir niyeti hiç yoktu. Gözleri sevinçten ışıl ışıldı. İçindeki kıpırtılar bedenine yansımıştı. Parmak uçlarına kadar enerjiydi. Ayakta durmak yetmedi ona, hemen kapıdan çıktı ve beşinci kata giden merdivenlere yöneldi. Merdivenleri yorgunluğuna rağmen ikişer ikişer çıktı. Nefesi kesiliyor gibi oldu ama durmadı. Durursa gerçeklik çökebilirdi üzerine. Bu rüyayı koşarak sürdürmek istiyordu.

Bir çocuk gibi şendi. Hafifçe ayakkabısı kaydı ama umursamadı. Büyük bir koridora çıktı. Her yer sessizdi. Kapılar kapalı, ışıklar pastel bir sarıyla aydınlatıyordu alanı. "Baş sekreter" yazılı bir kapı arıyordu gözleri ama bulamıyordu. Derken, ileriden gelen bir ayak sesi… Ardından elinde mavi bir dosya tutan uzun boylu bir adam belirdi.

Adam yürürken dosyaya gömülmüştü. Kaşları çatık, alnında hafif bir kırışıklık. Ama yüzünde bir ciddiyet vardı. Sanki dosyadaki her satır, milyonluk bir projeyle ilgiliymiş gibi dikkatle inceliyordu. Ceketinin kolları dirseğine kadar sıyrılmış, gömleğinin kolları düzgünce kıvrılmıştı. Duruşunda sertlik vardı ama yüzünün hatlarında bir sıcaklık gizliydi. Melek, adamın yanına koşar adım ilerledi. Bir an durdu. Nefesini toparladı. Cümle kurmak için dudaklarını ıslattı. “Merhaba, bir şey sorabilir miyim?” dedi nazikçe ama sesinde o klasik Melek neşesi hâlâ duruyordu.

Adam başını hafifçe kaldırıp ona döndü. Gözleri Melek’in gözleriyle buluştuğu anda, dünya birkaç saniyeliğine yavaşladı. Göz göze geldiklerinde, zaman iki kişi arasında bir tül gibi inceldi. Melek'in kalbi, istemsizce bir an duraksadı. Gördüğü kişi, sabah merdivende karşılaştığı adamdı.
Yüzündeki ifadeyle tanımamak mümkün değildi. O an, istemsizce ağzı aralandı. "Siz miydiniz?" dedi şaşkınlıkla. Sesinde hem sevinç hem de utanç vardı. Ardından kelimeler düğümlenmeye başladı. “Sekreter... Yani baş sekreterin odası nerede diye soracaktım?”

Klasik Melek refleksi yoktu… Başını öne eğdi. Bugün kaç kere başımı eğdim acaba diye geçirdi içinden. Kendi kendine şaşıyordu. Oysa o, kimsenin karşısında baş eğmeyen, diz çökmeyen, aman dilemeyen biriydi. Ama bugün… Bugün bambaşkaydı. Melek asi’ydi. Hem de çok asi bir kızdı. Masumdu, evet. Ama bu onun kırılgan ya da suskun biri olduğu anlamına gelmezdi. Birinin ona zarar vermesi kolay değildi. Duygularını gizlemede ustaydı. Ailesi hariç, kimseye kendini açmazdı. Ama bugün bir şeyler değişiyordu sanki. Bu iş sadece bir maaş ya da kariyer meselesi değildi. Bu iş, Melek’in hayatına dokunan bir dönüm noktasıydı. Babası için, annesi için… kendi gururu için gerekliydi.

Adını bilmediği bu adam, ona merakla bakıyordu. Melek'in ses tonu, bakışları, o anki şaşkınlığı… içindeki duvarlarını delik deşik etmişti. Salih’in gözlerinde bir gülümseme belirdi ama yüzünü tamamen ele geçirmesine izin vermedi. Hafifçe başını eğdi, işaret parmağıyla sağdaki kapıyı gösterdi. “Şu köşedeki oda. Kapıda ‘Baş Sekreter’ yazar. Kapalıysa bekleyin, az sonra gelir.”
Melek başını salladı. Teşekkür edecek oldu, ama sesi çıkmadı. O an fark etti… Yutkunuyordu. Kalbinin sesi, ses tellerine engel olmuştu. Hafifçe başını sallayıp hızlıca ilerlemeye başladı.

Salih, birkaç adım ilerledi ama olduğu yerde durdu. Başını çevirip onun arkasından baktı. Küçük adımlar atan, gergin ama sevimli bir kız… Durup düşündü. “Bu yaşta böyle bir enerji, böyle bir utangaçlık?” Gülümsedi. "Tanıdığım kadınlara hiç benzemiyor..."
Dosyasını göğsüne bastırdı. Gözlerini kısmıştı. Melek’in yürüyüşü bile farklıydı. Telaşlı ama kararlı. Çocuksu ama ayakta duran biri gibiydi.

"Sekreter başvurusu için gelmiştiniz sanırım." dedi, genç kadını tek başına şaşkın bir halde bırakmak istemedi. Adamın sesi, dosyaların içinden çıkıp Melek’in dünyasına uzanan yumuşak ama net bir tokat gibiydi. Nezaket dolu, bir o kadar da ciddi. Melek bir an önce kafasını kaldırdı, biraz utangaç, biraz da hâlâ az önceki şaşkınlığının etkisiyle konuştu:

"Evet biraz önce seçildim."
Cümleyi kurarken dudaklarının ucunda bir gülümseme vardı. Sesi neredeyse neşeli ama içinde titreyen bir zarafet gizliydi. Seçilmişti… Bu kelimeyi söylemek, onu yutkunmak kadar kolay ama içten içe zafer çığlığı kadar büyüktü.
Adam başını hafifçe salladı. Kibarca, içten ama mesafeli bir gülümsemeyle ona döndü. “Sekreterin yanına gidiyorum. Buyrun, göstereyim.”

Nazik bir el hareketiyle yürünecek yolu gösterdi. Melek, hiç tereddüt etmeden adımlarını onun ardından attı. Ayakkabısının topukları yerde yumuşak yankılar bırakıyordu. Kalbi hâlâ hızlı atıyordu. Her attığı adımda göğsündeki kıpırtı biraz daha büyüyor, sevinci içinde tutmak zorlaşıyordu.

Kahverengi ahşap kaplamalı bir odanın önüne geldiler. Üzerinde büyük, altın rengi kabartma harflerle "Baş Sekreter" yazıyordu. Kapı Melek’in gözünde bir tür geçişti; çocukluktan iş hayatına, hayalden sorumluluğa, umutlardan gerçekliğe bir geçit gibiydi.

İçeri girdiklerinde, içerisi serin, düzenli ve klasik tarzda döşenmişti. Kitaplıklar, dosya dolapları, yeşil bir masa lambası ve ahşap detaylı mobilyalar… Sadece kurumsal değil, karakterli bir ofisti.

Baş sekreter, orta yaşlarında, saçları muntazam toplanmış, gözlükleri burnunun ucuna kaymış bir kadındı. Salih’i görür görmez yerinden hızla kalktı. “Buyurun, Salih Bey?” diye sordu, hafif bir saygı ve alışkanlıkla.

“Bu dosyaları imzalat. Sonra Fahri Bey’in odasına bırak.” Ses tonu netti, gereksiz kelimelerden arınmıştı. Baş sekreter, onun sözünü bölmeden başını salladı.
“Tabii efendim. Başka bir şey var mı?”
Salih, bir an Melek’e döndü. O an gözleri tekrar buluştu. Melek’in kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Salih’in dudaklarında bu kez hafif bir tebessüm vardı. Belki kendisinin bile fark etmediği, yarım bir gülümseme… “Evet, var. Bu hanım sizi arıyor.” dedi Salih, bir adım geriye çekilerek Melek’i işaret etti.

Melek’in dili dolandı. Bu kadar zarif, bu kadar güzel bakan bir adamın yanında konuşmak, sanki çocukça bir çaba gibiydi. “Şey ben, ben yani, beni sekreter… Yani…” Baş sekreter, küçük bir gülümsemeyle konuştu. “Yeni sekreter siz misiniz?” Melek derin bir nefes aldı. “Evet…” dedi sonunda. O kelimeyi söylemek bile sanki yeni bir kimlik kazanmak gibiydi.

“Peki, hayırlı olsun.” dedi kadın. Ses tonu hem resmi hem sevimliydi. O sırada Salih, hafifçe başını eğerek dışarı çıktı. Melek göz ucuyla arkasından baktı. Sanki adamla birlikte odadan güneş de çıkmış gibiydi. İçerisi biraz soluk, biraz sessiz kaldı. Baş sekreter evrak dolabına yöneldi. Mavi dosyaları çıkardı, klasörleri karıştırdı. "Burada istediğin her bilgi mevcut." dedi. Elindeki iki sayfalık dosyayı Melek’e uzattı.

Melek dosyayı aldı ama gözleri hâlâ kapıya yönelmişti. Duraksadı. Gözlerini kaçırmadan, hafif kısık sesle sordu. “Az önce giden kimdi?” Kadın başını kaldırdı, gülümsedi. “Salih Bey’den mi bahsediyorsunuz?” Melek hemen, heyecanla başını salladı. “Evet, evet…”
Kadının gözleri anlamış gibi bakıyordu artık. Sanki yıllardır bu sahneleri görmüş, bu tür ilgileri fark etmiş gibiydi. Hafifçe başını salladı ve “Kendisi başkan yardımcısı olur.” dedi. Gözlüklerinin üzerinden bakarak ekledi. “Çok kaliteli ve yardımsever biridir. Genç ama dikkatli. Kimseye kolay kolay yüz vermez ama destek olması gereken yerde olur. Salih Bey'in tavrını yanlış anlama.”

Bu cümle Melek’in kalbinde yeni bir sayfa açtı. Salih başkan yardımcısıydı. O merdivende karşılaştığı, işaretle yol gösteren, ceketinin kollarını zarifçe sıvayan adam... O bir yöneticiymiş. Hem de bu binanın en güçlü isimlerinden biri. Ama Melek’e bir an bile yukarıdan bakmamıştı. Gözlerinin içine bakarak konuşmuştu. O kibirli, haddinden fazla ciddiyetiyle değil içten bir sıcaklıkla...

Baş sekreter kısa bir bakış attıktan sonra masasının başına döndü. Cümlelerini daha fazla uzatmadan. “Yarın görüşmek üzere,” dedi. Melek dosyayı sımsıkı tutarak başını salladı. Gözleri hâlâ parlıyordu. Kadın bir anda başını kaldırıp onu uyardı. “Yarın senin için biraz zor olacak. Erken uyu ve sakın geç kalma. Patronunu göreceksin…”

“Patronumu mu?” dedi Melek hafifçe yutkunarak. “Evet. Tabi o da seni görecek.” Melek’in dudağında içgüdüsel bir gülümseme belirdi. Bir anda tüm yorgunluğu gitti. Her şey yeni başlıyordu. Patronuyla tanışacağı ilk gün, ilk izlenim… Her şey çok önemliydi. Ama Melek içten içe emindi. “Sabırsızlıkla yarın olmasını bekliyorum,” dedi neşeyle.
Kendine, yüreğine, o küçük ama güçlü kalbine güveniyordu.
Bir şeyler iyi gidecekti.
Çünkü bu kez gerçekten çabalayacaktı.
Bu kez, sadece hayat değil; Melek de savaşacaktı.

Patronu ile etle kemik olacaklardı.

_______

Okuduğunuz için teşekkür ederim...Yorum beğeni yapmayı lütfen unutmayın... Küçük yıldıza dokunun lütfen.

Bölüm : 10.10.2024 15:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 6.Melek
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...