7. Bölüm

7. Korkusuz Korkak

Yalives Doğan
kambersizyazar

Yorum ve beğeni yaparak destek olur musun? Siz destek oldukça motivasyon tavan yapıyor.

❤❤❤________

Gece saat dokuzu biraz geçmişti. Ev sessizdi. Sokağın köşesinden uzanan lambanın turuncu ışığı, Melek’in odasının duvarlarına yumuşak bir sıcaklık serpiyordu. Tül perde hafifçe dalgalanıyor, yaz gecesinin ılık havası içeriye usulca süzülüyordu. Melek yastığını düzeltti, pijamasının düğmesini ilikledi ama uyumak hiç istemiyordu. Gözlerini tavana dikti. Kalbi hâlâ seçilme anının yankısıyla atıyordu. O an, gün boyu zihninde binlerce kez dönmüş, her seferinde daha da gerçek olmuştu.
“Gerçekten işe alındım. Bu bir oyun değil.”

Yatakta daha fazla yatamadı. İçinde kıpırdayan heyecanı bastırmanın tek bir yolu vardı: hazırlık yapmak. Hemen yatağından kalktı, ayaklarını yere bastı.
Loş odanın içinde eski masa lambasını açtı. Sarı ışık bir anda odayı yumuşacık aydınlattı. Masanın köşesinde, annesinden kalma eski bir bilgisayar duruyordu. Klavyesinin birkaç tuşu silinmişti, ekranı çizik çizikti ama hâlâ çalışıyordu. Melek küçükken bu bilgisayarda annesini izlerdi. Kadıncağız müşteri bilgilerini girerken, Melek kenarda çikolata yerdi. Şimdi artık o bilgisayarın önünde oturma sırası kendisindeydi.

Bilgisayarın uğultulu sesiyle açıldı. Melek hemen internet tarayıcısını açarak yazmaya başladı. “Sekreterin görevleri nelerdir?” Sayfalar birbiri ardına açıldı. Notlar aldı, dikkatlice okudu. Her kelimeyi içselleştirerek, bir hayat kuralı gibi algılamaya başladı. Bir sekreter yalnızca not alan biri değildi. O bir köprüydü. Patronuyla dünya arasında duran, işleri organize eden görünmez bir kahramandı. Bilgisayara bağlı eski püskü yazıcıdan çıkan kağıtlar yavaşça yere düştü. Dökümanları toplayan Melek, elindekileri büyük bir heyecanla balkon kapısına doğru götürdü. Babası balkondaydı.

Hayri Bey, eski kahverengi fincanından ağır ağır köpüklü kahvesini yudumluyordu. Gözleri sokaktaki çocuklara takılmıştı. Akşam karanlığı iyice bastırmıştı ama hâlâ top oynayan çocukların kahkahaları duyuluyordu. Hayri Bey o kahkahalara kulak verirken, gülümseyen dudaklarının köşesinde bir hüzün asılıydı. "Bir zamanlar Melek de onlardandı..." diye düşündü. Çocukluğunun sokaklarda yankılanan ayak seslerini duyar gibiydi.

Melek sessizce balkon kapısının dibinde dikildi. Babasının onu çağırmasını bekledi. Rahatsız etmek istemiyordu. Ama aynı zamanda bir çocuğun heyecanıyla, o güzel haberi paylaşma arzusu içinde kıvranıyordu. Elindeki kağıdı sımsıkı tuttu. Ay ışığında parlayan gözleriyle babasını izledi. İşte o an, Hayri Bey kızının varlığını fark etti.
“Melek... Uykun gelmiyor mu? Dikilmişsin kapıda.”

Melek gözlerinin içi parlayarak konuştu.
“Baba, bilgisayarda işimle ilgili bir şeyler buldum.” Hayri Bey kaşlarını kaldırdı, gülümsedi. “Bilgisayar hâlâ çalışıyor mu? Hem annenin yanında birçok şey öğrendin sanıyordum.” Melek babasının karşısındaki kahverengi tabureye oturdu. Ayaklarını birbirine doladı, dizlerinin üzerine yaslandı. Elindeki kağıtları göstererek konuştu. “Olsun... Öğrendiklerimi zaten davranışlarıma dökeceğim. Ama bilmediğim daha çok görevim varmış. Sekreter olunca ne kadar sorumluluk yüklendiğimi daha iyi anladım. İster misin okuyayım? Annem gibi yoğun biri olacağım…”

Hayri Bey fincanını masanın mermerine bıraktı. O kahverengi gözlerle kızının yüzüne baktı. Gözlerinde sevgi, biraz da gurur vardı. Küçücük bir çocukken korkusuzca bisiklete binen, yaralanınca ağlamayıp “Geçecek, geçecek!” diye annesini avutan o kız şimdi bir iş kadınına dönüşüyordu. Başını salladı. “Oku bakalım, ne kadar yoğun olacaksın, görelim.”

Melek, kağıdını düzeltti, boğazını temizledi. Derin bir nefes aldı ve yüksek sesle okumaya başladı. “Öncelikle, sekreter patrona daha önce programlanan işleri hatırlatır. Gelen haber ve bilgileri kaydeder, patrona ulaştırır. Telefon görüşmelerinin yapılmasını sağlar. Randevuları ayarlar. Patronuna gelen misafirleri karşılar.”
Okudukça sesi güçlendi. Kendine olan güveni büyüdü. Her cümle, geleceğe bir adım daha atmaktı. Her görev, hayatına işlenecek bir sorumluluktu.

“Gelen yazıları, faksları, postaları alır, sınıflandırır, kaydeder. Büro içi evrak akışını sağlar... Baba, devam edeyim mi?”
Hayri Bey gözlerini kızının yüzünden ayırmadan başını salladı.
“Devam et kızım.” Melek, bir tebessümle devam etti. “Mektup, rapor, tablo gibi dokümanları yazar, çoğaltır, dağıtır ve dosyalar. Dosyalardan istenen bilgileri bulur, alınan dokümanların işleri bitince yerlerine koyar. Bir toplantı yapılacaksa gündemini hazırlar, ilgililere gönderir, salonu ve materyalleri ayarlatır.”

Gözleri kağıttan yukarıya, babasının gözlerine kaydı. Sanki bir onay bekler gibi. Hayri Bey sessizdi. Fincanı soğumuştu ama umurunda değildi.
Kızı büyümüştü. Kendiliğinden sorumluluk alıyordu. Omuzlarına dev bir yük almış gibiydi ama o omuzlar artık daha dikti. O kızı artık sadece onun kızı değil, hayatla savaşan bir kadındı.
Melek son cümlelerini okudu.
“Patron seyahat edecekse ulaşım aracında, kalacağı otelde yer ayırtır. Pasaport, vize gibi işlemleri halleder. İlgili kişilere bilgi verir. Seyahat materyalini hazırlar… Bu kadar görevim var. Ne kadar yoğun olacağımı görüyorsun artık.”

Bir an sustu. Sokakta top oynayan çocukların gürültüsü bile susmuş gibiydi. Balkon geceyle sarılmıştı ama o iki insanın arasında derin bir sıcaklık, derin bir bağ vardı. Hayri Bey gözlerini kısarak baktı. Ardından hafifçe güldü.
“Sen gerçekten hazır gibisin. Ama en çok neye sevindim biliyor musun?” dedi.
Melek merakla başını kaldırdı.
“Neye baba?”

“Yalnızca görevleri öğrenmemişsin. Sorumluluğu da kabullenmişsin. İşte bu en önemlisi.” Melek’in gözleri doldu.
Elini uzattı. Babasının parmaklarını tuttu. Balkondaki o eski tabureler artık kraliyet koltukları kadar gururluydu.
“Kızım,” dedi babası gülerek, elini karnına koyup kahkahasını zor tutarak, “Artık çok yoğun olacağın için hemen yatmanı emrediyorum!” Melek de güldü, babasının bu eğlenceli sertliğine alışkındı. “Anlaşıldı, komutan babam. Hemen yatmaya gidiyorum, yarın erken kalkmam lazım zaten.”

“İyi uykular kızım.” Melek balkon kapısından içeri geçerken bir an durdu. Arkasını döndü ve tatlı bir endişeyle ekledi. “Sana da baba... Sen de fazla durma. Yaz gibi göründüğüne bakma, ayaz var dışarıda. Hasta olursun, Allah korusun.” Hayri Bey elindeki fincanı hafifçe kaldırıp dudaklarına götürürken gözlerini kaçırdı. “Sen beni merak etme,” dedi, “Birazdan içeri gelirim.”

Melek içten içe bu cevabı bekliyordu zaten. Babasının inadı meşhurdu. Konyalı oluşunun hakkını veriyordu. Çocukluğundan beri sabaha kadar balkonlarda, avlularda oturmayı seven bir adamdı babası. Gecenin serinliğini severdi. Oysa annesi... Rizeli olmasına rağmen inadın ‘i’si bile yoktu kadında.
Kırılgan, uysal, zarif bir kadındı.
Karadeniz’in deli rüzgarı annesine hiç uğramamıştı sanki...

Melek annesini düşündüğünde kalbi biraz burkuldu. Onun yattığı odadan gelen oksijen cihazının yumuşak uğultusu hâlâ kulağındaydı. Bir anlığına içini bir korku sardı. Ama hemen kendini toparladı. Annesi cennette onu bekliyordu. Odası serin, yatağı sakindi. Uzanır uzanmaz yorganın sıcaklığına gömüldü. Gözleri kapanmadan önce, yüzünde garip bir tebessümle mırıldandı. “Yarın... Her şey yarın başlıyor.”

Sabah...
Güneş, perdelerin arasından ince bir çizgi gibi süzülerek Melek’in göz kapaklarına kadar ilerlemişti.
Sanki parmaklarıyla yüzünü dürtüyordu.
"Kalk artık. Zaman geldi..." Telefonun alarmı inatla çalıyordu. Klasik müzik eşliğinde çalan o nazik melodi, bir felaketi bile zarif duyuracak kadar yumuşaktı. Ama Melek için dayanılmazdı. Yorganın altından kolunu çıkarıp bir anda alarmı susturdu. Gözlerini kırpıştırarak tavana baktı.

Yorganı üzerinden attı, ayağa kalktı.
Kendini hemen aynanın karşısına attı.
Dün yıkadığı saçları mis gibi sabun kokuyordu. Ellerini saçlarında gezdirdi, kurumuş bukleleriyle oynadı. Bir yandan esnedi, bir yandan da gözlerinin kenarındaki kırmızılığa baktı. Güneş yine yapacağını yapmıştı. Söylene söylene odadan çıktı. Mutfakla oturma odası arasındaki küçük buzdolabına yöneldi.
Buzdolabının kapağını açtığında sabahın o serinliği yüzüne çarptı. İçeriden peyniri, zeytini ve domatesi aldı.
Tezgahın üzerine dizdi, incecik bir dilim ekmeğin arasına koydu.

O sırada babasına seslendi.
“Baba! Güneş her sabah neden yüzüme vuruyor? Çok güzel olduğum için mi?”
Sesi hem sevecen, hem şakacıydı.
Babası kahkahasını bastıramadı.
Mutfağa girerken, gözlüğünü yukarı kaldırıp kızının alnına bir öpücük kondurdu. Masaya otururken cevabını verdi. “Sabah güneşi güzele değil, sidikliye vurur derler. Akşam güneşi güzele vurur.” Melek kahkahayı bastı.
“Yani güneş bile sidikli olduğumu biliyor. Ne diyelim, bu da bir meziyet!”

Babasının kahkahası mutfağı doldurdu. Melek ekmeğini hazırlarken bir yandan da çaydanlığa göz attı. Su kaynamamıştı ama vaktim yoktu. Çayı içmeden çıkacaktı. "Gevezeliği bırak,” dedi babası, kaşlarını kaldırarak, “Geç kalacaksın. Ekmeğini yemeden çıkma sakın.”

“Tamam baba, tamam. Ben hızlıyım. Unutma, dakik bir sekreterim ben!”
Kahkahayla birlikte, ekmeğinin yarısını ağzına attı. Kalan yarısını streç filme sarıp çantasına yerleştirdi. Hafif yüklü ama sade bir kahverengi çanta. İçinde not defteri, kalem, bir ayna ve annesinden yadigâr minik bir dua kitabı vardı. Annesi, bu kitapçığı evden çıkan herkesin cebine sıkıştırırdı.
“Yol duasız çıkılmaz Meleğim,” derdi.
Bugün dua etme sırası Melek'teydi.

Ayakkabılarını giydi, kapının önünde eğildi, babasının ellerinden tuttu, alnını ellerine yasladı. “Ben gidiyorum babacığım. Hakkını helal et.” Hayri Bey duygulandı ama belli etmedi. “Allah yolunu açık etsin, kızım. Annenin de selamı var. Sabah uyanıktı, gözü arkada kalmasın dedi.”

Melek’in gözleri nemlendi ama hemen kocaman bir nefes alıp toparlandı.
“Patronla tanışacağım bugün. Belki de hayatımın dönüm noktası olur.” dedi.
Ve ardından yumuşacık bir şekilde ekledi. “Dünyadaki en iyi anlaşan patron, sekreter biz olacağız.” Kapıyı açtı.
Sabah serinliği onu karşıladı.
Gökyüzü açık mavi, kuşlar daldan dala uçuyordu. Kafasını kaldırdı.
Yolun sonunda, ileride görünen o büyük binaya doğru yürümeye başladı.

Dün giydiği kıyafetin aynısını giymişti.
Aslında başka bir alternatifi yoktu.
Üzerine tam oturan, klasik kesimli, diz hizasında koyu siyah bir ceket ve etek. İçindeki beyaz gömleği değiştirmişti. Yine beyazdı ama modeli farklıydı.
Zarifti, sadeydi ama tekrar tekrar giyildiği belliydi. İçinde, bu kıyafetin bir “ilk gün” için yeterli olup olmadığına dair bir kuşku vardı. Ama aynaya bakıp derin bir nefes aldı. "Annemin kıyafetleri… Azıcık elden geçse, onlarla haftayı çıkarırım. Hem annemin izi üzerimde olur." Bu düşünceyle biraz daha dik durdu, biraz daha özgüvenli hissetti kendini.

Sabahın erken saatlerinde şehrin henüz yeni uyanan sokaklarında yürümeye başladı. İnsanlar sağa sola koşturuyor, kimi çocuğunu okula yetiştirmeye çalışıyor, kimi ayakta kahvaltısını yapıyor, kimi ise gözleri kapalı, hayalle gerçeğin ortasında yürüyordu. Şehir, yavaş yavaş nabzını hızlandırıyordu.
Melek, arka caddede bulunan otobüs durağına doğru yürüdü. Ne tesadüf ki otobüsle aynı anda durağa varmıştı. Bu, o sabah yaşadığı ilk küçük mucizeydi.
Akbilini bastı, otobüse adım attı. Boş bir pencere kenarına oturdu. Yavaşça başını cama yasladı ve dışarıdaki sabah hareketliliğini izlemeye başladı.

Hayatın binbir hali otobüsün içindeydi.
Önünde oturan genç, bir ders kitabını açmış, harıl harıl okuyordu. Yanındaki kadın cep telefonunda gazete okuyordu. Az ilerideki adam gözlerini kapamış, kulağındaki kulaklıkla bir başka dünyadaydı. Ayakta tutunanlardan biri ise yüzünü koluna dayamış, uykuyla ayakta savaş veriyordu. Melek herkesin bir hikâyesi olduğunu düşündü.
Birbirinden habersiz insanlar, aynı taşıma aracının içinde, ortak bir sessizlikte yolculuk yapıyorlardı. Bir saat süren bu düşünceli yolculuğun ardından, otobüs camında yavaşça büyüyen cam kaplı o dev bina tüm heybetiyle karşısına çıktı.

İşte burası.
İçinde yüzlerce çalışanın olduğu, koridorlarında tok sesle topuk seslerinin yankılandığı, her köşesinde düzenin ve disiplinin koktuğu Holding binası.
İçeri adım atmadan önce saçlarını düzeltti, ceketini çekiştirdi, nefesini tuttu. Cama yansıyan siluetine bir kez daha baktı. Hazırdı. En azından görünüş olarak... Cam kapıdan içeri girerken içini tarifsiz bir duygu kapladı. Korku, heyecan, umut… Bir karışım... Ama yüzüne sadece bir şey yansıdı. Dinginlik.

İnsanlar etrafından aceleyle geçiyorlardı.
Kimi elinde kahve bardağıyla, kimi iki dosya arasında koşturuyordu. Kimi ise yüzünde sabah yorgunluğu ile sessizce yürüyordu. Melek onların aksine çok sakindi. Sanki hayatının dönüm noktasına değil de, yıllardır her gün yaptığı sıradan bir işe gidiyor gibiydi.
Ama içi öyle değildi. Kalbi avuçlarının içinde atıyor gibiydi.

Asansöre binip yine beşinci kata çıktı.
Dün geçtiği koridorlar hâlâ karmaşıktı.
Ofis içi tasarım sanki bilinçli şekilde bir labirente benzetilmişti; bu, ilk defasında insanın yön duygusunu bozuyordu.
Yön tabelaları bile duvara estetik olsun diye gizlenmişti sanki. Ama Melek, sezgileriyle, gözlerini dikkatle gezdirerek yolu bulmayı başardı. Baş sekreterin odasına geldiğinde içeriden hafif bir sinir havası yayıldığını fark etti.
Kapıyı iki kere nazikçe vurdu.
İçeriden gelen ses kesik ve sabırsızdı.
“Girin!”

Kapıyı açtı. Baş sekreter, yüzü asık ve gözleri dosya yığınlarında, hızlıca evrak arıyor, yardımcısı ise köşede sessizce bekliyordu. Melek kapı aralığında durdu, nazikçe konuştu. “Günaydın. Dünden hatırlarsınız, ben Melek. Nerede başlayacağımı öğrenmek istedim. Doğru yere geldiğimden emin olmak istedim.”
Baş sekreter kaşlarını çattı.
“Neden buradasın sen?” dedi sertçe.
“Alt kat işte. Nasıl karıştırıyorsun anlamadım.” Ses tonunda sabırsızlık vardı, neredeyse küçümseme.

Melek yine de nezaketini bozmadı.
Belki de sekreter sadece çok yoğundu. Belki başka bir sebep vardı bu suratsızlığın. “Anlamadım… Nerede başlayacağım dediniz?” diye tekrar sordu. Kadın oflayarak dosyasından başını kaldırmadan, burun kıvırır gibi yaptı. “Dördüncü kat. Orası senin departmanın. Ama madem geldin, şu dosyayı da Murat Bey’e veriver. Bugün imzalanması gerekiyor.”

Melek dosyayı uzatılan elden aldı.
“Tabii... Patronumun adı Murat yani? Çok sıcak bir isim... Eminim iyi anlaşacağız.” Gülümseyerek ekledi.
“Kolay gelsin.” Ancak bu hafif, pozitif tavır bile karşılıksız kaldı. Baş sekreter başka bir dosyaya yönelmiş, Melek’in orada olup olmadığını bile umursamıyordu artık. Melek bir an derin bir nefes aldı. İçinde hafif bir burukluk vardı. Bu soğuk karşılamaya rağmen gülümsemeye devam etti.
“Her başlangıç biraz serttir,” diye düşündü. “Belki onlar da bana alışmaya çalışıyor.”

Dosyayı göğsüne bastırarak, asansöre doğru yürüdü. Koridorda yürürken, gözlerinin önüne babasının sabah verdiği uğurlama geldi. İçinde bir güç dalgası yükseldi. Asansör kapısı açıldığında hızla içine adım attı.
Dördüncü kata iniyordu. Ve Melek, hayatının ilk ciddi işine, tüm cesaretiyle adım atıyordu.

Önünde beş tane büyük oda vardı, koridor sessizdi, ayak sesleri bile yankı yapıyordu. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, nereye gideceğini tam olarak bilmeden, içeriden gelen en ufak sesi duymaya çalışarak adımlarını yavaşlattı. Merakı, adımlarını hızlandıran tek şeydi. İlk odaya yaklaştı, kapı aralıktı ve içerisi tamamen boş görünüyordu. Ne bir masa ne bir sandalye ne de bir iz vardı. Oda temizdi, duvarları yeni boyanmış gibiydi ama içindeki boşluk biraz da uğursuzdu. İkinci odaya geldiğinde içeriden tıkırtılar duydu, kapı hafifçe aralanmıştı. Başını uzatarak baktığında iki kadın sekreterin dosya kutularını taşıdığını, masaları silip düzenleme yaptıklarını gördü. Göz göze geldiler ama kimse bir şey demedi, kadınlardan biri başını eğdi, diğeri kaşlarını çatarak Melek’i süzdü. Bu bakıştan rahatsız olan Melek bir an önce uzaklaşmak istercesine üçüncü odaya yöneldi. Üçüncü odada da benzer bir manzara vardı, bu kez sadece bir sekreter vardı, arkasına dönmüş çekmeceleri inceliyordu, Melek onu rahatsız etmek istemedi, kapının önünden sessizce geçip dördüncü odaya geldi.

Kapının önünde durdu, etrafta kimse görünmediği için kapıyı çalmadan içeriye girdi. İçeri adımını attığı anda kalbi sıkıştı, gözleri gördüklerine inanmakta zorlandı çünkü karşısında dün yalnızca birkaç dakika konuştuğu ama etkisinden tüm gece kurtulamadığı adam oturuyordu. Lacivert bir takım elbise giymişti, içine giydiği açık mavi gömlek neredeyse yeşil göz rengini ortaya çıkarıyor gibiydi. Koltuğa arkasına yaslanmış, bir bacağını dizinin üstüne atmış bir şekilde oturuyordu.

Kapı açılır açılmaz başını kaldırdı, kısa bir tebessümle Melek’i içeri davet etti, sanki onun geleceğini biliyormuş gibi rahattı. Melek’in adımları yavaşladı, odaya girdiğinde içini bir serinlik sardı. Odanın duvarları açık kahverengi, mobilyalar ise kremin huzurlu tonundaydı. Pencereden içeri giren gün ışığı cam masanın üstüne vuruyor, her şey daha da parlıyormuş gibi görünüyordu. Duvara monte edilmiş cam rafta dizili beş ödül, ışığın altında parlıyordu, sanki her biri bu odaya girmeye cesaret edenleri süzüyor, burada boş bir anın bile yaşanmadığını anlatıyordu. Melek gözlerini o raflardan ayıramadı, ardından gözleri Salih’e döndü. Elinde hiçbir şey yoktu, sadece tebessüm ediyordu. Sessizliğin içinde zaman durmuş gibiydi, Melek ne yapacağını bilemedi. Ellerini önünde sıkarak durmaya başladı, kafasında onlarca düşünce birbirine çarpıyordu.

Salih, onun utandığını düşündü, bu yüzden bir şey sormadı. Sadece gözlerini ayırmadan izlemeye devam etti. Melek gözlerini kaçırmak için etrafa bakarken bir köşede asılı duran klasik tarzdaki duvar saatini gördü. Dakikaların geçip geçmediğinden emin olmak ister gibi saate baktı, sonra cesaretini toplayıp konuşmaya başladı. Sesi, odadaki yumuşaklığı bozmadan ama içinde taşıdığı heyecanı saklamaya çalışarak çıkıyordu. "Patronumu bulamıyorum. Bu katta, hangi oda olduğunu söyler misiniz?" Cümlesini tam bitirirken gözleri yeniden Salih’in yüzüne döndü, kendi patronunun da böyle biri olmasını dilediğini fark etti. Giyimi, konuşmadaki nezaketi, içinde bulunduğu o düzenli ve etkileyici oda, Melek’in kafasında ‘güven’ kelimesini doğuruyordu.

Salih yerinden kıpırdamadan başıyla koridorun sonunu işaret etti. "Kaybolan patronunun odası en sonda. Elindeki dosya nedir?" Melek bir an elindeki dosyaya baktı, sonra yüzü kızardı, cümleleri toparlayamadığını hissedince panikledi. "Patronum, yani Murat Bey’in imzalaması için verdiler. Sonra görüşürüz inşallah. Şey yani iyi günler demek istedim." Salih gülümsedi, başını hafifçe eğdi. "Teşekkürler, kolay gelsin. İhtiyacın olacak."

Bu sözler Melek’in kalbine battı. Ne kastettiğini anlayamamıştı ama içeriden dışarıya çıkarken rezil olduğunu düşünerek kapıyı kapattı. Ayaklarını sürüyerek koridorun sonuna doğru yürümeye başladı, her adımda kalbi daha hızlı atıyordu. Son kapının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. Gözleri, kapının kulpuna takıldı. Aralıksız atmaya devam eden kalbini bastırmak istercesine göğsüne eliyle bastı ve kendine cesaret vermeye çalışarak kapıyı çaldı. Ancak içeriden hiçbir ses gelmedi. Beklemesi gerekiyordu belki ama bekleyemezdi. İçinde garip bir dürtüyle kapıyı yavaşça açtı, içeri girdi.

Oda diğerlerine kıyasla çok daha genişti. Sol tarafta büyükçe bir pencere, sağda el sürülmediği belli olan kitaplıklar, ortada büyük bir masa vardı. Renkler ve düzen çocuk odası gibiydi. Masanın arkasında sırtı dönük bir adam oturuyordu. Omuzları geniş, saçları düzenli, elinde kalem ya da başka bir şey vardı, belki de yazı yazıyordu. Melek içeri adımını attığında hiçbir tepki alamadı. Masaya doğru yaklaşırken bir an durdu, elindeki dosyayı masaya bırakmak üzereyken bir anda o adam yani patronu Murat Arsel yerinden hiç kalkmadan, sadece ellerini kaldırarak sert bir şekilde dışarı çıkmasını işaret etti. Sırtı dönüktü patronuna ait hiçbir şey göremiyordu.

Ne bir selam, ne bir bakış, sadece emreden soğuk bir el hareketi. Melek olduğu yerde donakaldı. Gözlerini kısmaya çalıştı, onun bir şaka yapıp yapmadığını anlamaya çalıştı. Birkaç saniye sonra dudaklarını araladı, sesi önce kısıldı sonra toparladı. "Efendim, ben yeni sekreteriniz Melek Kapya. Birlikte çalışacağız diye biliyorum..."
Murat Arsel başını bile çevirmeden sağ elini koltuğun kenarına koyarak kısa ve keskin bir kahkaha attı. Ardından soğuk bir sesle konuştu. Cümleleri tok, duraksamadan ve içtenlikten yoksundu.
"Çık dedim, anlamadın mı? Sus ve çık dışarı. Kapıyı çaldıktan sonra içeri gir. Ve sana söz hakkı verilmeden konuşma. Bekle."

Söyledikleri o kadar netti ki, Melek’in kafasındaki tüm cümleler sustu. Gözleri dolduğunu belli etmek istemediği için başını öne eğdi. Elindeki dosyayı sımsıkı tutarken, içindeki bütün cesaret ve umut, yere dökülmüş gibi paramparça oldu. Geriye sadece titreyen bir beden, utançla kızarmış yanaklar ve göz ucuna kadar gelmiş ama akmamaya direnen yaşlar kaldı. Melek, ağzına lafı tıkanınca boğazında düğümlenen kelimeleri yutmak zorunda kaldı. Patronunun sesi ne kadar soğuk ve kayıtsızsa, Melek’in yüzü de o kadar yanmaya başlamıştı. Dudaklarını istemsizce büzdü, utancı damarlarına yayılmış, yüzü morarmıştı sanki. Ne söylemesi gerekiyorsa, o an hepsi aklından uçmuş gitmişti. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi ama bu kez heyecandan değil, baskıdan ve aşağılanmışlıktan. Kafasını eğdi, gözlerini yere sabitledi ve hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Kapıyı kapatırken bile nazik olmaya çalıştı ama içi öyle daralmıştı ki nefesi göğsünde sıkıştı kaldı. Ayaklarının onu nasıl dışarı çıkardığını bile fark etmeden odadan çıktı. Koridorda yürürken içeride olan biteni kimsenin duymadığını umarak, ellerini yumruk yaparak yanına aldı. Kalbi hâlâ küt küt atıyordu ama bu kez heyecan değil, hayal kırıklığıydı. Daha ilk günden parçası olmak istediği düzenin, o düzenin içindeki sert kuralların ve insanlıkla zerre ilgisi olmayan bir patronun gerçeğiyle yüzleşmişti.

Koridorda on saniye boyunca derin derin nefes aldı. Bir, iki, üç derken on... Ama işe yaramadı. İçindeki öfke ve utanma duygusu birleşmiş, midesine yumruk yemiş gibi bir etki yaratmıştı. Yine de geri adım atmak istemedi. Yeni başlamıştı. Bu işe ihtiyacı vardı. Yeniden kapının önünde durdu, bir şeyleri düzeltme ümidiyle kapıyı bu kez usulca çaldı. Beklemeye başladı. Başını yerden kaldıramıyordu, ama göz ucuyla etrafı süzüyordu. O an koridorun bile kendisine alaycı baktığını düşündü. Sanki duvarlar bile onun bu ezilmişliğini izliyor, kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.

İçeriden ses gelmesi neredeyse iki buçuk dakikayı buldu. Sessizlik o kadar uzamıştı ki, artık girme cesaretini kaybetmek üzereydi. Tam geri adım atacaktı ki, nihayet o soğuk, sabırsız ve emir kipinden doğmuş ses geldi. "Gir içeri..." Melek kafası hâlâ yerde, utançla bastırılmış adımlarla içeriye girdi. İçeri girerken göz ucuyla Murat’ın hâlâ arkasını dönmüş olduğunu fark etti. Koltuğun sırtına yaslanmış, başı hafif yana kaymıştı. Bir eli koltuğun koluna asılmış, diğeri masanın üzerindeki bir şeyle meşguldü. Melek önüne dönüp konuşmaya karar verdi. Sesini olabildiğince sabit tutmaya çalıştı, ama içinde kırılan gururun titrettiği tonunu susturamadı:

"Efendim, kendimi size tanıtayım. Ben yeni sekreteriniz Melek..." Tam bu cümlede yine aynı şey oldu. Cümlesi bitmeden, kelimeleri dudaklarında boğulmadan önce, Murat sesiyle tüm havayı yararak müdahale etti. "Durmadan konuşan bir sekreter olduğun belli. Sus. Şu an işim var."
Melek’in kalbine bir bıçak gibi saplandı bu söz. Sustu, mecburiyetten değil, şaşkınlıktan. Sanki her kelimesi tırnaklarıyla kazınmış bir duvar gibi yıkılıyordu üzerine. Gözlerini kırpıştırdı, içerideki havayı yutmakta zorlandı. Göğsü sıkıştı ama tepki vermedi. Kendini tutması gerekiyordu, bu daha ilk gündü. Dişlerini sıkarak derin bir nefes aldı ve sessizce kenara çekildi. Beklerken gözleri etrafı daha dikkatli incelemeye başladı. Dikkatini ilk çeken şey, odanın diğer odalara hiç benzemiyor oluşuydu. Burası bir yönetici odasından çok, bir üniversite öğrencisinin lüks kaçamak mekânı gibiydi. Kırmızıya boyanmış duvarlar, göz alıcı beyaz koltuklar, tavanda asılı modern avizeler... Ama en garip olanı kapıya yakın yerdeki cam vitrindi.

Cam vitrin içinde, iç çamaşırı giymiş, kaslı erkek bibloları vardı. Biri diğerinin üstüne çıkmıştı, sanki kavga ediyorlardı. Melek bakakaldı. Şaşkınlıkla gözlerini kısıp daha dikkatli baktı, heykellerin her detayı özenle yapılmıştı. Bu tarz bir dekor, bu kadar ciddi ve köklü bir holdingde ne arıyordu? İçinde tuhaf bir his yükseldi. Midede başlayan bir dalga gibi, huzursuzluk bütün vücuduna yayılıyordu.

Derken kulağına bir ses geldi. Patronunun sesi çok kısık ve boğuktu, ilk başta ne dediğini anlayamadı. Ama yavaşça yaklaşınca kelimeler netleşti. Murat Arsel birileriyle konuşuyordu, ya da hayır, bu bir konuşma değildi. "Hadi bir kere daha devam et." Melek duraksadı. Ne diyordu? Kiminle konuşuyordu? Adımları kendiliğinden ağırlaştı ama sesi daha net duymak için yaklaştı.

"Yapma be, bu kız gibi adam yerdeyken üstüne çıkacaktın. Ezip pestilini çıkaracaktın. Bir halt beceremedin. Senin yüzünden nefes nefese kaldım." Melek’in kanı dondu. Gözbebekleri büyüdü, kalbi boğazına çıktı. Bu ses bir video mu? Bir canlı yayın mı? Gördüğü biblolarla bu konuşma arasında zihninde istemsiz bir bağ kuruldu. Tüm parçalar birleşti. İçinde önce mide bulantısı gibi bir his, ardından öfkenin sıcak dalgası yükseldi. Elindeki dosyayı biraz daha sıkıca kavradı. Dudaklarını araladı, bu kez sesi öfkeyle titriyordu. Sapık bir patronu olduğuna emin olmuştu. "Efendim, imza atmanız gerekiyor. Zahmet olmazsa ne yapıyorsanız onu bırakıp şu kâğıda kalemle imza atar mısınız?"

Bu sözleri dişlerini sıkarak söylemişti. Sesinde hem kırılmışlık hem de bastırılmış öfke vardı. Artık daha fazla sineye çekemiyordu. Patronu ise hiç umursamadan cevap verdi. "Atamam. Zaman israfı." Sonra bir kahkaha daha. Boğuk, yorgun ama alaycıydı. "Hadi be. Kıvırmaktan başka bir işe yaramıyorsun. Bir halt beceremedin. Senden hiç verim alamıyorum."bBunu derken elindeki bir şeyi masaya vurdu. Ardından yere fırlattı. Ne olduğunu göremedi Melek ama bir şeyin sertçe çarpıldığını duydu. Belki bir kalem, belki bir telefon. Belki sadece sinir boşalmasıydı ama o an artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Sırtı dönük adamın “zaman israfı” dediği şeyin bizzat kendisi olduğunu duymak, Melek’in içindeki son sabır telini de kopardı.

Bu cümle havada asılı kaldı. Zaman durdu. Melek’in gözleri doldu ama bu kez yaşlar geri çekilmedi. Gözkapaklarına kadar yükseldi. Gözyaşlarını içeride tutmaya çalıştı ama kelimeler, o kelimeler onlar hiç susmadı. Kalbinin üzerine basan o duyguyu artık susturamazdı. Bir adım attı, titreyen sesiyle patladı. "Siz iş yerinde hem de benim gözümün önünde bel altı canlı görüntüler mi izliyorsunuz?"

Odada bir sessizlik oldu. Murat hâlâ arkasını dönmemişti. Ama omuzlarında bir kıpırdanma oldu. Melek, ağzından çıkan sözlerin büyüklüğünü hissetti. Ama geri adım atmadı. Belki korkuyordu. Belki titriyordu. Ama artık susmayacaktı. Karşısındaki her ne kadar patronu, yöneticisi, hatta dünyanın en zengin adamı bile olsa, o bir kadındı ve küçümsenmeyecekti. Bir saniye, iki saniye, üç saniye... Murat sonunda ağır ağır koltuğundan kalkmaya başladı. Sırtı düzeldi. Boynunu geriye doğru çevirdi. Ve yavaşça yüzünü gösterdi. İlk defa... İlk defa göz göze geldiler. Ve o an, Melek yalnızca bir savaşın değil, bir devrimin ilk adımını atmış olduğunu anladı.

Murat gözlerini Melek’in üstüne dikerek ayağa kalktı. İçindeki öfke gözlerinden taşarken sesi biraz daha kalınlaşmıştı. Karşısında dimdik duran ama yüzü dehşet içinde allak bullak olmuş genç kadına bakarken hiçbir çekince göstermedi. Gözlerinde merhamet yoktu. O an neyi savunduğunun ya da neyin üstüne gittiğinin bile farkında değildi. Sadece sınırlarına dokunulmuş, tahammülü çatlatılmış bir adam gibi davranıyordu.

"Sekreter, şaka mısın sen?" dedi. Bu cümledeki alay, neredeyse duvara çarpa çarpa yankılanacak kadar keskindi. Sesi bir tokat gibiydi. Hem küçümseyen hem de oyun oynar gibi eğlenen bir tonla konuşuyordu. Melek, ne diyeceğini bilemedi. Şaşkınlık göz bebeklerine kadar işlemişti. İçindeki umutların üzerine biri tırnaklarıyla çize çize yazı yazmış gibiydi. Kısa bir an için bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı ama Murat’ın görünüşü o kadar çarpıcıydı ki gözlerini kaçırsa da görüntü aklında kalıyordu.

Kıvırcık koyun gibi kabaran saçlarıyla, neredeyse çocuksu duran ama içinden serseri bir adam çıkan o yüz, mavi gözleriyle Melek’in sinirlerini ezip geçiyordu. Üzerindeki kıyafetler, bir holding patronuna değil, bir gece yarısı kulübe giden dağınık bir adama benziyordu. Krem rengi bol pantolonu, üzerine gelişigüzel geçirdiği siyah atlet, onun da üstüne almış olduğu siyah deri ceket, kendine hiç yakışmayan bir umursamazlıkla sarkıyordu.

Melek, gözlerini kaçırmak istese de kaçamıyordu. Bu adam, dün gece hayalini kurduğu o ciddi, düzgün, kendinden emin, zarif bir patron figüründen kilometrelerce uzaktaydı. Onun hayalindeki kişi, odasında düzenli dosyaları olan, kelimeleri seçerek konuşan, takım elbisesiyle masasına oturduğunda bile bir saygı dalgası yayan biriydi. Şimdi ise karşısında genç, sinirli, dağınık, kendine has bir kibirle konuşan, hayattan çok da bir şey ciddiye almadığı belli olan bir adam vardı. "Bu bir şaka olmalı."

"Ben değil, sen şaka olmalısın. Hiç aynadaki yüzüne bakma fırsatın olmadı mı?" dedi Murat, alnına elini koyarak saç diplerini ovaladı, sanki gözünün önündeki görüntü ona fazlasıyla zaman kaybettiriyormuş gibi davranıyordu. Sesinde ciddiyetle harmanlanmış bir aşağılama vardı. Sözleri her ne kadar düz ve açık olsa da içinde barındırdığı küçümseme, Melek’in kalbine iğne gibi batıyordu.

Melek içinden sessizce haykırıyordu. Hayalimdeki patron bu değildi Allah’ım diyordu. İç sesi ağlıyordu ama gözleri hâlâ kuruydu. Kalbi kırık ama yüzü dimdikti. Salih gibi kaliteli biriyle karşılaşmanın verdiği umutla girdiği binada, şimdi kendisini dizi karakterlerinden fırlamış gibi duran bir patronun karşısında bulmuştu. Duruşu bozulmuştu ama cesareti henüz sönmemişti. Murat gözlerini sertçe kaçırdı. Tiksinme ile yorgunluk arasında sıkışmış bir bakışla başını yana çevirdi. Sonra sesi yükseldi. "Susmak diye bir kelime duymadın mı? Buraya senin gibi çar çar konuşan aptal kadınları dinlemeye gelmedim."

Bu söz, Melek’in sinirlerini bir buz kıracağı gibi deldi. O an içinde biriken tüm öfke, hayal kırıklığı ve kendini savunamamanın ağırlığı birleşti. Gözlerinin kenarlarında titreyen damarları, alnındaki atar damarı, dişlerinin arasına aldığı nefesin sesi hepsi birleştiğinde artık geri çekilmeyeceğini kendi de anlamıştı.
"Değişik videolar izlemeye gelmişsiniz zaten. Bu durum sizin için yasak olmalı. İş ahlakına aykırı. Ben saksı değilim. Karşınızda bir kadın olduğunu unutmayın."

Sesini yükselterek konuştuğunda Melek’in sesi çatlamıştı ama kararlılığına gölge düşmemişti. Öfkeyle yüzünü buruşturmuş, ellerini yumruk yaparak odanın içinde kısa kısa adımlarla volta atmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilmiyor, ama susarak kalmak istemiyordu. İçinde birikmiş olan utanç duygusu artık öfkeye dönüşmüştü. Belki bir kez vursa, bu kibirli adamı silkeleseydi içi soğuyacaktı ama öyle bir şey yaparsa başına ne geleceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden sadece ileri geri yürümeye, nefesini kontrol etmeye ve gözlerini kaçırmamaya çalışıyordu.

Murat Arsel, odada ileri geri yürüyen bu kadına baktığında hiçbir şey anlamamış gibi görünse de gözlerinin içine sinmiş bir dikkatle izliyordu. Bu kadının ne söylediğini değil, nasıl söylediğini merak ediyordu. Onun öfkesinin biçimini, ses tonunu, hatta yürürken yere vuran topuklarının çıkardığı sesi bile dinliyordu. Ama bunu hiç belli etmedi. Göz kapakları yarı kapalıydı, elleri pantolonunun ceplerindeydi, başı hafif yana kaymış bir şekilde bir kaç saniye Melek’in sinirle titreşen çenesine baktı. Aklından geçen ilk şey şuydu. Tam bir bela.

Ama bir şey daha vardı. Bu belanın sıradan olmadığını da anlıyordu. Çünkü bugüne kadar gördüğü tüm sekreterler ya başını eğmişti ya da odadan ağlayarak çıkmıştı. Oysa bu kız, onunla kavga ediyordu. Odasında volta atıyordu. Onun yüzüne bakarak, sinirini bastırmadan, geri adım atmadan konuşuyordu. Kendini yaktırmayı göze almış gibi gözüküyordu. Bu duruş bile başlı başına ilgi çekiciydi.

Melek ise yürümeyi bıraktı. Derin bir nefes aldı. Gözlerini sabitledi. Bir şey söylemeden, sessizce Murat’ın karşısında durdu. Gözlerinin içine baktı. Dudakları aralanmıştı ama kelimeler çıkmadan önce kendini tuttu. İçinden geçenleri söylese işinden olacağını biliyordu. Ama yine de orada, o an, o bakışlarda bir meydan okuma vardı. Tüm beden diliyle küfür etmek istiyordu.

Murat bir adım ileri çıktı. Aralarındaki mesafe kısaldı. Gözlerini kırpmadan Melek’e baktı. Sonra dudaklarını oynattı ama henüz konuşmadı. Çünkü o da Melek gibi bir şey fark etmişti. Bu karşılaşma, sıradan bir iş günü değil. Bu bir savaşın başlangıcıydı. Bir karakterin ötekine çarpışarak sınır çizdiği bir andı. Ve ikisi de geri adım atacak gibi görünmüyordu.

Tam Salih içeri girdiğinde odanın havası bir anda değişti. Kalın çerçeveli dinlendirici gözlüklerinin ardından hızla etrafı taradı. Melek’in yüzüne baktıktan sonra hemen koluna dokunarak kendine çevirdi. Parmak uçları nazikti ama sesindeki tedirginlik odaya ince bir sis gibi yayıldı "İyi misiniz?" Melek gözlerini hafifçe kapadı sonra derin bir nefes alarak yanıt verdi sesi kırılgan ama netti.
"Salih bey iyiyim ya da iyi olduğumu söyleyerek sizi de kendimi de kandırıyorum."

Cümleyi bitirirken gözleri çoktan Murat’ın yüzüne sabitlenmişti orada bir düşmanlık yoktu ama saygı da kalmamıştı. Birinin onu aşağılamasına alışkın biri gibi değil tam tersine bir daha olmasın diye savaşmaya hazır bir kadının bakışı vardı. Salih bir an duraksadı sonra başını yavaşça çevirerek Murat’a döndü gözlerinde sorgulayıcı bir ışık parlıyordu dudaklarının kenarında belli belirsiz bir öfke çizgisi oluştu.
"Yine nasıl bir sorun oluştu sayende?"

Murat omuzlarını silkti hafif bir kahkaha attı ve parmaklarını saçlarının arasına geçirerek dağınık buklelerini karıştırdı ardından çocuksu bir umursamazlıkla yanıt verdi. "Manyak mısın komik olma, sorun bende değil işe yaramaz karşımdaki kız yüzünden oldu." Sözler ağızdan çıkar çıkmaz Melek bir adım öne çıktı artık sabrı tamamen taşmıştı gözleri kararmış elleri fark ettirmeden eteğinin yan ceplerine girmiş tehditkâr bir duruş almıştı, sesi ilk defa bu kadar net ve sertti. "Valla ciddi ciddi bela arıyorsun, şunu unutma ben işe yaramaz değilim. Aynaya bak önce sonra tekrardan konuşalım." Biraz önce dediği lafı ona iade etmişti.

Salih başını hafifçe yana eğdi şaşırmıştı ama bu kızın çıkışı ona garip bir şekilde yakışmıştı. Önceden kafasında oluşturduğu o utangaç yeni sekreter profilinin yanına şimdi inatçı atarlı ve kararlı bir özellik daha ekledi. Kendine itiraf etmese de bu dik duruşu ilgi çekici bulmuştu. Zamanı değildi bu düşüncenin zihnini dağıtmasına izin vermedi ve yeniden Murat’a döndü. "Fahri Bey seninle alakalı bir sorun daha çıkmasını istemiyor. Murat bunu sen de biliyorsun."

Melek nefesini hızla çekti sonra lafı uzatmadan söze girdi. Sesi kararlıydı içinde bir şeyler parçalanıyordu ama konuşurken elleri titremedi. "Kusura bakmayın Salih bey ama varlığı bile sorun bence, ben burada çalışmak istemiyorum, başka bölüme gönderin beni lütfen." Cümlesi öyle net ve keskin geldi ki odadaki hava kısa bir anlığına tamamen durdu. Murat önce boş gözlerle baktı sonra istemsizce bir kahkaha patlattı, gözlerini kapatıp başını iki yana salladı ellerini saçlarına daldırdı. Dudaklarının kenarı öfkeyle yukarı kıvrıldı. "Hay hay hanımefendi başka bölüme geçmek istiyor. Hem de bu şirketin sahibini küçük düşürerek rüya aleminden çık."

Sesi ilk defa bu kadar ciddiydi artık alay yoktu sadece öfke ve incinmişlik vardı. İlk defa bir kadın onu bu kadar hızlı öfkelendirmişti çünkü ilk defa biri onun egosuna doğrudan saldırmıştı. Aralarındaki gerilim artık keskin bir bıçağın iki tarafında yürümek gibiydi Melek geri adım atmıyor Murat sözlerini daha da sertleştiriyordu. Salih ise arada kalmış ama Melek’in yanında durmayı seçmişti.

Murat gözlerini Melek’e dikti, sesi bu sefer buyruk doluydu, içinde bir patron gibi değil bir cellat gibi konuşuyordu.
"Tamam sakin ol sekreter bozması, çık dışarı sonrasında da asansöre doğru ikile kovuldun. avukatım sana yüklü bir hakaret davası açacağını da bil, ayvayı yedin daha da holdingin çevresinde dolanma." Sözlerinin ardından attığı kahkaha buz gibi bir yankıyla odanın duvarlarından sekerek Melek’in kulaklarında çınladı. Salih bile bu kahkahanın içindeki kibri fark etmişti

Melek olduğu yerde bir adım bile geri gitmedi. Gözlerini Murat’ın gözlerine dikti dudakları seyirdi içindeki öfkeyi bastırmak için derin bir nefes aldı ama içinde kopan fırtınalar artık gözlerine vurmuştu. "Yalnız siz patron değilsiniz sadece bir mirasyedisiniz, bu şirketi kuran siz değilsiniz hazır oturduğunuz koltukla insanları ezmeye çalışıyorsunuz. Ama bilmediğiniz bir şey var, saygı istemekle değil hak edilerek kazanılır. Siz sadece korku saçıyorsunuz ama saygı asla uyandıramıyorsunuz."

Salih gözlerini büyüttü bu kadarını beklememişti ama Melek’in içinden taşan bu haklı öfke karşısında susmayı seçti. Murat ise şok olmuştu böyle bir karşılık almaya alışık değildi. İlk defa biri karşısında el pençe durmuyor ilk defa biri onu ciddiye almıyor ve bunu açık açık söylüyordu. Bir adım atarak Melek’in karşısına dikildi, gözlerinin içi parlıyordu ama bu parıltı öfkenin değil hayretin ve biraz da beğeni parıltısıydı
"Kovuluyorsun diyorum sen hâlâ ukalalık yapıyorsun."

Melek ise bu kez sadece başını iki yana salladı. Gözleri dolu ama içinde pişmanlık yoktu sadece haksızlığa uğramış olmanın yükü vardı. "Bu koltukta oturmak sadece maaş ödemekle olmaz. İnsan olmakla olur bunu öğrenene kadar ne şirket ne personel senin arkanızda durmaz, çünkü sen zaten onların önünde değil gölgesinde yaşıyorsun." Salih bir şey söylemek için ağzını açtı ama kelimeler boğazına düğümlendi. Melek gözlerini ikisinden de kaçırmadan arkasını döndü ama yürümeye başlamadı ayaklarının altı yerden kalkmadan önce son sözünü söyledi. "Beni değil kendinizi kovun çünkü bu şirketin en büyük problemi ne yeni çalışanlar ne belgeler ne iş akışı asıl problem sizsiniz."

Ve yürümeye başladı odadan çıkarken Murat bir an adım atmak istedi ama ellerini yumruk yapıp geri çekti. İçinde bir yerlerde ilk kez kendini haksız hissediyordu ama bunu kabul edemediği için daha fazla öfkelendi arkasından bağırmak istedi ama sesi çıkmadı
Salih sadece başını eğdi içinden geçen tek şey şuydu bu kız kesinlikle aradıkları sekreterdi.

Melek sinirden dışarı fırlamıştı. Ayakları bilinçsizce koridoru arşınlarken, göğsündeki öfke giderek büyüyor, burnundan çıkan her soluk, içindeki yangını harlıyordu. Koridordaki uzun boy aynasına gözleri iliştiğinde alnındaki kızarıklık hemen dikkatini çekti. Sinirden yumruk yaptığı eliyle birkaç dakika önce alnına vurduğunu ancak o an fark etti. Yumruğunun izi alnında kızıl bir şişlik bırakmıştı.

Gözlerini aynadan kaçırdı. İçinde kaynayan öfkeyi bastırmak için olduğu yerde volta atmaya başladı. Topuklarının sertçe yere çarpma sesi koridorda yankılanırken, içerideki sekreterler fısıltılarla kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Melek’in sesini, çarpan kapıları, gerginliği fark eden herkes kulak kabartıyordu. “Çok abarttı”, “Kesin kovulacak”, “Murat bey ile tartışmak demek kovulmanın başka bir adı”, “Bu kızda sorun var,” gibi laflar havada uçuşuyordu. Ama Melek hiçbirini duymuyordu. Kulağında uğuldayan tek şey, Murat’ın o küçümseyici bakışlarıydı. O alaycı gülüşü, söyledikleri, yaptığı her şeyi yeniden yeniden zihninde oynatıyordu.

Salih odada hışımla, "Eminim bir yanlışlık vardır. Ne izliyordun ki böyle bir tepki verdi?" diye sertçe sordu Murat’a. Genç adam karşısındaki ciddiyeti hiç umursamayan o bıkkın, umursamaz tavrıyla, koltuğa yayılmış halde gülümseyerek cevap verdi. "Yeni aldığım karakterle dövüş oyunu oynuyordum. O kızın aklındaki gibi bir şey izlemiyordum. Oyun kolunu yere attım, o da sanki kafasına fırlatmışım gibi delirdi. Aptal kız yanlış anladı. Nerden buldunuz bu deliyi?" Salih’in gözleri bir an karardı. Nefesini tutarak sabrını zorladı. “Baban seçti.” dedi keskin bir ses tonuyla. “O yüzden biraz daha işinle alakadar ol. Bir daha da kovma gibi cümleler kurma. Bu sekreterin iş akdi hakkında tek yetkili Fahri Bey.”

Murat omuz silkti. “Benim kovmama gerek kalmadan istifa ederse benim suçum olmuyor. Zaten ona ihtiyacım yok.” Salih, derin bir iç çekerek Murat’a bir kez daha yaklaştı. “Sekreteri kaçırmak için planlar yapacağına geleceğin için planlar yap. Herkes için en iyisi bu. Birazdan holdingle ilgili toplantı var. Kendini göstersen iyi olur.”
Murat başını hafifçe yana yatırıp gözlerini kısarak gülümsedi. “Birkaç gün sonra salya sümük kaçar zaten. Toplantılar da beni boğuyor. O kadar insana laf anlatmak için kendimi ziyan edemem. Sana kolay gelsin.”

Salih, vazgeçmiş bir adamın sabrı içinde konuştu. “Bu holding sana ait. Eğlencene ara ver artık. Gidiyorum, fikrini değiştirirsen çok mutlu olurum.”
Murat, sözünü kesmek istemeyen ama sabırsızlanan biri gibi dudaklarını büzüp güldü. “Sözünü kesmek istemiyorum ama müsait değilim. Selam söyle hepsine…” Salih, başını iki yana sallayarak odayı terk etti. Koridora çıktığında karşısında hala sinirle volta atan Melek’i buldu. Melek, onun geldiğini görür görmez derin bir nefes aldı. Tam cümleye başlayacak, istifa edeceğini söyleyecekti ki Salih sözünü kesti. “Murat Bey sandığın gibi bir şey izlemiyordu. Dövüş oyunu oynarken kendini kaptırmış. Sen yanlış anlamışsın,” dedi.

“Ben istifa…”

“Lütfen lafını bitirme.” Sesi sertti ama içinde şefkat saklıydı. “Daha ilk günden pes edersen, bu benim için büyük hayal kırıklığı olur. Bu iş kolay değil ama sen kolay pes edecek biri gibi de durmuyorsun. Kendini bana ispatla. İçerideki dosyaları gözden geçir, sonra Murat Bey’e imzalat. Başka bir şey istemiyorum.” Melek’in kelimeleri boğazında düğümlendi. Bir anlığına sessizlik oldu. Salih, kararlı bir şekilde uzaklaştı. Melek ise olduğu yerde kaldı. Ne yapacağını bilmiyordu. Duyguları darmadağındı.

Yine de derin bir nefes aldı. İçinden, "Kendim için. Sadece kendim için," diye mırıldanarak yüzündeki kızarıklığı saçlarının altına gizlemeye çalıştı. Sonra, ağır adımlarla Murat’ın odasının kapısına doğru yürüdü. Elini kaldırdı ve üç kez kapıya vurdu. Bir saniyelik sessizlikten sonra içerden, umursamaz ve aşağılayıcı bir ses geldi. “İçeriye gir ama saçmalayan beynin dışarıda kalsın.”

Melek yutkundu. Dişlerini sıkarak kapının koluna uzandı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ve belki de bu, olması gerekendi. Kapıyı açıp içeri adım attığında, Murat oturduğu koltuktan başını kaldırmadan oyun kolunu masaya bırakıyordu. Göz ucuyla Melek’e baktı, bir an için kaşları kalktı. Ama Melek bu sefer durmadı. Sakince yürüdü, elindeki dosyayı masaya koydu, gözlerinin içine bakarak. “Şunlara imza atın,” dedi.
Sesi ne kırıktı, ne de yumuşak. O ses bir meydan okumaydı.

Murat’ın gülümsemesi yavaşça yüzünden silindi. Gözleri Melek’in alnındaki şişliğe takıldı. Sonra göz göze geldiler. Bir saniye. Belki iki.
Murat, kendine gelip masasının kenarına yaslanmış, dalga geçer gibi gülümsüyor, gözlerini kapıdan ayırmıyordu. Hala her haliyle onu tahrik etmeye çalışan bir çocuk gibi davranıyordu. Ama Melek'in gözlerinde artık ne utanç ne de öfke vardı. Sadece donuk, kararlı ve meydan okuyan bir bakış vardı. Kendini kontrol etmeyi başarmıştı ve bu Murat'ı rahatsız etmişti.

“Sekreter, beynin nerede?” diye sordu Murat, kollarını göğsünde kavuştururken sesi hem alaycı hem küçümseyiciydi.
Melek gözlerini yere dikti ama sesinde ne bir titreme ne de bir korku vardı. “Dışarıda gelmek istemedi. Beyinler alınmıyor, belli ki burası boş kafalar odası.” diyerek başını hafifçe kaldırdı.
Murat bir an durdu, sonra kısa bir kahkaha attı. “İyi laf soktuğunu mu düşünüyorsun?”

“Evet,” dedi Melek kısa ve net. Kendini açıklamaya çalışmadı. Daha fazla cümleye ihtiyaç duymadı. Bu kez laf yarışını kazanmak gibi bir derdi yoktu. Varlığıyla bile meydan okuyordu artık.
Murat yavaşça yürüyerek masasının arkasına geçti. Önündeki dosyaları açtı, bir göz attı, sonra kafasını kaldırarak Melek’e baktı. Gözlerinde tanımlayamadığı bir şey vardı. Ne tam öfke ne de ilgi. Kafasının içindeki karışıklık göz bebeklerine yansımıştı.
“Devam et. Ben hep buradayım. Yarın, ertesi gün, bir hafta sonra. Sen nerede olacaksın görelim. Dayanabilecek misin? Dosyaları incele. On dakika içinde çıkacağım. Seninle çok fazla uğraşacağımı bil.”

Melek hiç çekinmeden onun masasının yanına geçip dosyaları açtı. Dikkatle sayfaları çevirirken göz ucuyla Murat’a bakmadı bile. Onun oyununa dahil olmayacaktı. O sadece işini yapacaktı. Murat bunu fark ettikçe gözlerinin içindeki alay giderek yerini kızgınlığa bıraktı. “Onu anladım,” dedi Melek, gözlerini dosyadan ayırmadan.

Murat dudaklarını ısırarak bakışlarını onun üzerine dikti. Onu yıldırmak için söylediği her söz, her küçük düşürme çabası kadının üzerinde bir taş gibi eriyip gidiyordu. Bu onu hem şaşırtıyor hem de içten içe sinirlendiriyordu.
“Sana burayı cehenneme çevireceğimi bil,” dedi Murat.

Melek bu sefer başını kaldırdı. İlk kez doğrudan göz göze geldiler. “Zaten seninle aynı odada bulunmak cehennemin tanımı gibi. Daha kötüsü seni ciddiye almam olurdu.” Bu söz Murat’ı tam hedefinden vurmuştu. Yüzündeki gülümseme bir anda kayboldu. Dudaklarının kenarındaki kas seğirdi. Yine de kendini toparladı. Alaycı bir gülüşle sırtını koltuğuna yasladı.
“Bakalım ne kadar dayanacaksın. Bu kadar büyük konuşmanın altından kalkabilecek misin merak ediyorum.”

Melek ise gözlerini tekrar dosyaya indirerek cevap verdi. “Senin oyunlarına değil işime odaklanırsam fazlasıyla kalkarım. Sorun senden kaynaklanıyor, benden değil.” Bir süre sessizlik oldu. Sadece sayfa çevirme sesi ve Murat’ın kalemle masaya vuruşları duyuluyordu. Her ikisi de birbirini izlemiyor ama o anın gerginliğinde susarak savaşıyordu.
Kapıdan koridor sesi duyulduğunda Murat ayağa kalktı. “Ben çıkıyorum. Sana verdiğim mühlet bitti.”

Murat kapıya doğru ilerlerken başını çevirip son bir bakış attı. Melek artık onun gözünde sadece bir sekreter değildi. Belki de yıllardır karşısına çıkmamış bir türdü. Eğilip bükülmeyen, gözlerinin içine baka baka meydan okuyan birini ilk kez görüyordu.
Kapıyı açtı, ama çıkmadan önce sessizce söyledi. “Senin gibi biri fazla uzun kalmaz buralarda. Ya pes eder ya pes ettirilir.”

Melek ise artık sadece işine dönmüştü. Kendi kendine mırıldandı ama sesini duyuracak kadar yüksek bir tonda. “Kimse beni pes ettiremez. Hele böyle bir adam asla.” Kapı kapandıktan sonra içerideki sessizlik daha anlamlı hale geldi. Melek derin bir nefes aldı. Bu sadece başlangıçtı. Ve o, bu başlangıcın geri adım atan tarafı olmayacaktı.

_______

Yorum ve beğeni yaparak destek olur musun? Aklını karıştıran şeyleri sormaktan çekinme.

Bölüm : 10.10.2024 21:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 7. Korkusuz Korkak
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...