167. Bölüm
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 75. Annem Beni Bırakmaz

75. Annem Beni Bırakmaz

Yalives Doğan
kambersizyazar

Okumadan evvel BEĞENİ butonuna basarak başlayalım

Normalde bugün final bölümü olacaktı ama anlamadığım bir şekilde kelime sayısı çok uzadı. Ben Resmen Aşık yazarken kelimelerin sayısını hiç fark etmiyorum. Çok fazla kaptırıyorum. O kadar uzun yazmışım ki ikiye ayırmak zorunda kaldım. O yüzden bir bölüm daha çıktı.🤣

Söz vermiştim Murat'ın ağzından da yazılacak diye. Hem bu bölümün devamı hemde Murat'ın ağzından yazılan diğer bölümde Salı sabahı yayınlamak istiyorum.

Birde ondan sonra da Esila'yı es geçemezdim. Onun ağzından da bir bölüm olmalı diye düşündüm. Onu da yazmaya başladım. Acı dolu hayatını devam ettirmeye niyetli olmadığım için Esila'nın daha sevimli bir bölümü olacak. Onu da bu hafta içi yayınlamak istiyorum. Tabii siz ne düşünüyorsunuz? Yayınlayayım mı? Yoksa Esila'nın bölümüne gerek yok mu?

Lütfen fikirlerinizi belirtin. Ona göre diğer bölümde ya finali yapıp ya da Esila bölümünde finali tamamlayacağım

BEĞENİ BUTONUNA TIKLAYARAK BAŞLAYALIM

_____________

 

"Esila, hâlâ uyuduğuna inanamıyorum," dedi Melek, hafif kıkırdayarak. Elindeki yastığı hiç acımadan bir kez daha arkadaşına fırlattı. "Hadi, kuaföre geç kalacağız, bir saatte saçını düzleştir, bir saatte makyaj… Bize kalır beş dakika."

Odanın kapısı aniden açıldı, içeriye kucağında minik bir bebekle Sibel girdi. Saçları darmadağın, gözlerinin altı mor, ama memur edasında. “Bu oğlan hep aranıyor. Meme meme diye geziyor. Rezil oluyorum rezil. Gören sanacak ki aç bıraktım.”

Koltuğa bir hışımla oturdu. Elbisesinin yaka düğmelerini açarken oğlu gözlerini fal taşı gibi açmış, gözünü memeye dikmiş, neredeyse "yolla gelsin" diyecek kıvama gelmişti. Annesi daha memesini göstermeden, büyük bir iştahla saldırıya geçti. Melek, şaşkın ama sevecen bir ifadeyle izledi sahneyi. “Ne zaman görsem bu çocukta memeye karşı büyük bir iştah görüyorum.” dedi. Sonra tekrar Esila’ya döndü. “Kalk artık kızım. Allah aşkına. Bugün evleniyorsun, farkında mısın?”

“Ya Melek… Beş dakika daha…” diye mırıldandı Esila, yüzünü yastığa gömerek. O haliyle çarşaflara sarılmış bir börek gibiydi. “Dört kere geldim. Daha vereceğim beş dakikam kalmadı. Yeminle tükenmişliğin son noktasındayım. Serpil teyze gelmeden kalk. Gelirse seni ben bile kurtaramam. Nikâhı unutur, seni tövbeye yöneltir.”

Bu sözlerin ardından Esila gözlerini hafifçe araladı. Gözleri hâlâ uykulu, ama annesinin memesini emen minik yeğenini görünce hafifçe tebessüm etti. “Ne tatlı ya. Küçücük ama nasıl da hayat mücadelesine girmiş. Şu hayatta tek derdi meme. Ne güzel bir yaşam.”

Melek pes etmiş gibi koltuğun diğer köşesine çöktü. Saçındaki bigudileri düzeltirken, bir iç çekiş daha patlattı. “Melek bugün evleniyorum. Duydun mu beni?” Esila kendi dediklerini yavaşça idrak ederek gözlerini kırpıştırdı, sanki ilk kez duyuyormuş gibi. “Ben evleniyorum. İmkansız geliyordu.”

Melek gözlerini devirdi. “Evet şapşal aşık, sen evleniyorsun.” Esila birden doğruldu. “Aaa evet ya! Bugün benim nikâhım var. Hayır yani, uyandım da... Beynim uyanamadı. Kendime ne giydirsem acaba? Ne giyersem evli kadın gibi hissederim?” Sibel, hâlâ çocuğun çekiştirdiği memeye dayanarak bir çığlık attı. “Ayyy öleceğim! Isırmayı öğrendi bu ya. Sanırsın piranha doğurmuşum. Allah'ım bu çocuğun dişi mi çıktı ne yaptı?!” Bebeğin sesi çıkmıyordu.

“Geçmiş olsun. Şimdi başladıysa yandın. İki üç ay sonra Melek’in de memeler hep ortada olacak.” dedi Esila, göz kırparak.
Melek alnını kırıştırdı, kaşlarını çattı. Gerçekten kısa bir düşünme süreci geçirdi. “Ama ya benimkiler hep ortada mı?” diye sordu Sibel. Gözlerini iyice kıstı, bir an düşündü. Sonra kafasını salladı. “Yani biraz... Özellikle çocuğun kucağındaysa hep bir meme dışarıda gibi…”

"Bende onu diyorum."

“Ya ama Esila, oğlum hep ağlıyor, ağlayınca da herkes dönüp bakıyor. Ben de hemen çıkarıyorum. Yoksa ben öyle hani normalde öyle durmakta rahat değilim.” İç çekerek bebeğine baktı. “Evladım, ben edebimle yaşayan bir insandım. Sen ne yaptın bana?!”

Melek kahkahayı bastı. “Vallahi sen doğumdan sonra göğsünü askılı çanta gibi kullanıyorsun. Bazen elinde bebek bile yok ama meme dışarıda.” Esila kahkahalar içinde yorganı yüzüne bastırdı. “Allah belanızı vermesin. Yemin ederim şu evlilikten sonra en çok sizinle geçirdiğim zamanları özleyeceğim. Adam ciddi ciddi evlenmeye karar verdi. Ben hâlâ sabahlıkla dolanıyorum.”

Sibel gülmekten bebeğin ağzından meme kaydı. Bebek sinirli bir ciyaklama attı. Sibel tekrar takdim eder gibi memeyi sundu. “Afiyet olsun padişahım. Hanenize mememiz feda olsun.”

Esila elini yüzüne kapatmış, hâlâ gülüyordu. “Kızlar vallahi şu evin havasını değiştirmeseydiniz, ben bugün nikâha pazar terliğiyle çıkardım. Allah sizden razı olsun.”

“Daha bir şey görmedin,” dedi Melek. “Bugün seni o kuaför koltuğuna oturtacağım, saçlarını spreyle donduracağım. Tövbe estağfurullah, yeminle düğünden sonra bile açılmaz.”

“Benim tek isteğim var,” dedi Esila, ellerini dua eder gibi açtı. “Şu kuaför beni makyajla tanınmaz hale getirmesin. Geçen günki gelin rujdan ölecek gibiydi. Burnu yoktu, yüzünde sadece kontür vardı.”

Kuaförde işler tahmin ettiklerinden hızlı ilerlemişti. Saç, makyaj, duvak, manikür derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Aynaya her bakışında kendini tanımakta zorlanan Esila, “Ben kimim?” diye sordu birkaç kez. Sibel her defasında “Kız sen kraliçesin,” diyerek moral veriyor, Melek ise çaktırmadan gözyaşlarını silmeye çalışıyordu.

Ancak ne kadar erken hazır olsalar da Salih gecikince, heyecanla beklemeyi daha fazla kaldıramadılar. Melek "Yeter, kaç kişi evleniyor burada? Taksi çağırıyorum," diyerek inisiyatifi aldı. Esila başta gönülsüz gibi görünse de içten içe Salih’i evin önünde gelinlikle karşılamak istiyordu. Serpil Hanım da bu fikri desteklemişti zaten. “Ben seni o kapıdan gelin çıkarmadan ölmeyeceğim demiştim. Bugün o söz gerçekleşecek.”

Evin önüne vardıklarında Serpil Hanım kapının yanında durmuş, gözlerinin içi parlayan bir gururla kızına bakıyordu. Sanki o an geçmişten bugüne her acısını, her fedakârlığını telafi ediyordu bu görüntü. Esila’nın gelinliğiyle duvarın önünde dönüp durmasına bir şey demiyor, sadece bakıyordu. Sessiz bir dua gibi. Esila belki kızı değildi ama kalben kabul etmişti.

Ardından cadde boyunca yükselen araba kornaları duyuldu. Balkona fırlayan Esila, aşağıda Salih’i görünce kalbi küt küt atmaya başladı. Sanki gelinliğin içinde değil, yıldızların arasında yürüyordu. Yanında Melek olmasa büyük ihtimalle çığlık atar, zıplar, balkon demirlerine tırmanırdı.

Salih çok şık görünüyordu. Takım elbisesi tam üstüne dikilmiş gibi oturmuş, saçları dikkatle geriye taranmış, gözleri yukarıdaki tek bir noktaya ona kilitlenmişti. Yanında minik Yağmur vardı, babasının önünde davul zurna eşliğinde küçük ellerini havaya kaldırmış, oynamaya başlamıştı. Küçücük bedeniyle neşe saçıyor, o anda herkese “Bu bizim düğünümüz,” der gibi davranıyordu.

İkbal Hanım ise gururla yürüyordu kalabalığın gerisinde. Bu adam onun öz oğlu değildi, ölen kızının biricik eşiydi. Ama ne önemi vardı? Salih’i oğlu gibi sevmiş, onu kaybetmemek için kendi kalbinden, gururundan bile vazgeçmişti. Şimdi ise onu en çok seven kadına, Esila’ya emanet edecekti. Gurur duymayacak da ne yapacaktı?

Kapının önüne geldiklerinde Esila aşağı indi. Adımlarını ağır ama heyecanlı atıyordu. Gelinliği hafif rüzgârla savruluyor, ayakkabılarının topuk sesi sanki kalbinin çarpıntısına eşlik ediyordu. Salih’e doğru yürürken bakışları birleşti. Göz göze geldiklerinde, ikisinin de nefesi kesildi. Zaman durmuş, insanlar sessizliğe bürünmüştü. Etraflarında koca bir dünya vardı ama onlar sadece birbirlerine bakıyordu.

Salih, gözlerini ondan ayırmadan elini uzattı. Esila, tıpkı hayalini kurduğu gibi, o eli tuttu. Sanki bütün bu zaman boyunca sadece bu an için yaşamışlardı. El ele tutuştuklarında elleri titriyordu ama bırakmıyorlardı. Esila’nın gözleri dolmuştu, dökülen yaşları fark eden Melek ve Sibel hemen burnunu çekti. Onlar da ağlamak için bahane arıyordu sanki. Arkalarından Murat ve Ahmet sessizce gelip onlara mendil uzattılar, Melek mendili alırken “Sadece rimelim aktı, ağlamıyorum,” dedi, ama kimseyi inandıramadı.

Nikâh arabasına binip düğün salonuna doğru yola çıktılar. Arabanın içi adeta duyguların kaynadığı bir kazan gibiydi. Esila bir ara camdan dışarı bakıp iç geçirdi. “Her şey çok güzel gidiyor değil mi?” Salih başını çevirdi, onun gözlerine baktı. “Daha yeni başlıyoruz. Ömür boyu yüzün gülecek. Bir kez bile benim yüzümden ağlamayacaksın.”

Düğün, geniş dans pisti olan zarif bir salonda yapılacaktı. Salonun içi beyaz çiçekler, yumuşak sarı ışıklar ve ince zevkli dokunuşlarla bezenmişti. Girişte Esila ve Salih’in çocukluk fotoğraflarından oluşan bir köşe hazırlanmıştı. Esila bu sürprizi görünce bir süre durup baktı. “Sen bunu da mı düşündün?” diye sordu. Salih gülümsedi, “Hepsini düşündüm. Ama en güzeli hâlâ gelmedi.”

Esila masrafları bölüşmek istemişti, hatta birkaç kez konuyu açmıştı. Ama Salih her seferinde gülerek “Sen ‘evet’ demek dışında hiçbir şeyle uğraşma,” demişti. Düğün, Esila’nın hayal ettiği her detayı barındırıyordu. Davetlilerin oturduğu masalar bile onun sevdiği lavanta tonlarında süslenmişti. Salona girdiklerinde alkış tufanı koptu. Esila ile Salih baş köşeye geçip oturdular. Misafirler tebrik etmek için sırayla geliyor, övgüler yağdırıyor, gözyaşlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Ama onlar, ellerini hiç bırakmadan kendi küçük dünyalarında fısıldaşıyorlardı.

Salih bir ara hafifçe eğilerek, “Sana bir şarkı söyleyecektim ama onun yerine başka bir şey takdim edeceğim.” dedi. Esila şaşkınlıkla gülümsedi. “Ciddi misin?”

“Ciddiyim. Ama senden bir şey istiyorum.”

“Nedir?”

“Dans pistinde bana eşlik eder misin?”
Esila hiç tereddüt etmeden başını salladı. “Aklımdan tam olarak bu geçiyordu.”
Salih, elini onun eline koyup yavaşça okşamaya başladı. “Ama bu gece ben şarkı söylemeyeceğim.” Esila hafifçe kaşlarını kaldırdı. “Peki kim söyleyecek?”

“Biz dans edeceğiz. Melek de şarkıyı açacak.” Gözlerini Esila’dan ayırmadan başını hafifçe eğdi. “En sevdiğin arkadaşını geride bırakmak içime sinmedi.” Esila’nın kalbi tekrar hızlandı. Evde de şarkı söyleyecek ömürleri olacaktı. “Bu dansı bana lütfeder misin?” dediğinde, Esila gülümseyerek ayağa kalktı. “Zaten başka bir şey yapacak halim yok.” dedi ama sesi heyecanla titriyordu.

Pistte herkesin onları görebileceği bir noktaya geçtiler. Çok kalabalıktı ve birçoğunu Esila tanımıyordu. Küçük bir düğün olacaktı ama şimdiki kalabalık bu kalıptan çok uzaktı. Işıklar hafifçe karardı, tüm salon sessizleşti. Salih belinden tuttuğu Esila’ya gözlerini dikti. O an sadece ikisi vardı. Sonra müzik başladı. Esila gözlerini sevdiği adamdan ayırmadan dans etmeye başlamıştı ki, kaşlarını çattı. Şarkı tanıdık değildi. Hatta hiç duymadığı bir melodi çalınıyordu. Yavaş ama duygusal, fazla acıklıydı. Esila biraz şaşkın gözlerle gülümsedi. “Melek yanlış şarkıyı açtı sanırım.” dedi, hafif telaşla. Kim bu kadar acıklı bir şarkıda ilk dansını yapmak isterdi ki? Esila durmak istedi ama Salih dans etmeye devam etti.
Başını iki yana salladı, gülümsemesi büyüdü. “Hayır doğru şarkı bu.”

Sözler duyulmaya başladığında Esila dans etmeyi sürdürdü ama gözlerini kısıp Salih’e baktı. Şarkının melodisi farklıydı, tınısı daha önce duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu ama her kelimesi içini titretiyordu. Boğazına bir yumru oturmuş gibiydi, kalbi sıkışıyor, nefesi göğsünde kesiliyordu. Salih hiçbir şey yokmuş gibi dans etmeye devam ediyordu. Yüzünde en ufak bir tedirginlik ya da açıklama yapma isteği yoktu. Hâlâ aynı sakinlikte bakıyor, gözleriyle onu sarmalıyordu.
“Bu hangi dil?” dedi Esila yutkunarak. “Ne anlatıyor bu şarkı bana böyle? İnsanın kalbini söker gibi.” Salih başını hafifçe eğerek fısıldadı. “İran şarkısı. Farsça… Şu anda bizi en iyi anlatan bu olduğunu düşündüm.”

O anda Esila’nın zihninde bir kıvılcım çaktı. "Ama ben Farsça bilmiyorum..." Sonra sözleri anlamaya başladı. Garip bir andı. "Nasıl anlıyorum?" Gözleri doldu. O an bir şeyler ters gidiyordu. Fark etti ama ne olduğunu çözemiyordu. Gözlerini Salih’ten ayırmadan etrafına bakmaya başladı. Dans ederken fark etmemişti ama salon sessizdi. Tehlikeli bir sessizlikti bu… Ne Melek vardı, ne Sibel, ne annesi, ne de misafirlerin kahkahaları. Kalabalık bir anda yok olmuştu. Her şey birdenbire gitmişti. Koca salon, sadece ikisi için varmış gibi bir illüzyona dönüşmüştü.

“Salih… Şarkıyı kapatalım.” dedi. Dans etmeyi bıraktı. Kafasını çevirdiğinde masaların boş olduğunu gördü . Sandalyeler devrilmiş, bazı masa örtüleri kaymıştı. Sanki herkes apar topar gitmişti. Ama nereye?

Sırtına bir ürperti yayıldı. Ayakkabısının topuğu yere sertçe vurdu. Yankı yaptı. Salih’e döndü. “Bu bir şaka mı? Salih, insanlar nerede? Hem ben neden canımı yakan bir şarkıyı dinliyorum ve her kelimesini anlıyorum?” Salih cevap vermedi. Esila bir adım geri çekildi. Kalbi hızlandı, nefesi göğsüne saplandı. Panik büyüyordu. “Melek? Melek neredesin? Lütfen yanıma gel. Korkuyorum.” diyerek seslendi ama sesi yankılandı sadece. Bir cevap gelmedi. Sesler üzerine yutkunarak gelinliğinin ucunu ellerine topladı ve koşmaya başladı. Beyaz tül peşinden sürüklendi. Masaların arasında koşturdu, sahneye çıktı, kapıları zorladı. “Melek… Melek lütfen bu şarkıyı kapat.”

Ama şarkı hâlâ çalıyordu. Öyle bir şeydi ki bu şarkı, kalbine küçük küçük bıçaklar saplıyor gibiydi. Sözler, her geçen saniye daha derinlemesine içine giriyor, onun adını fısıldar gibi yankılanıyordu

Ağla, Sen yapabilirsin, O'nun yanında kalamayacaksın
O artık gitti, tamamla (bitir)
Ağla, yolun sonudur sevdiğin gitti artık

“Hayır, hayır, ben böyle bir şarkı istemedim… Bu şarkıyı duymak istemiyorum.” diye inledi. Gözyaşları artık yüzünü tamamen ıslatmıştı. Sesini duyduğu herkes yoktu. Salih de…
Bıraktığı yere dönmek için geri koştu. Az önce elini tuttuğu, birlikte dans ettiği o yere… Oradaydı ya… Olmalıydı. “Salih!” diye seslendi, ama karşısında sadece boşluk vardı. O yoktu. Hiçbir yerde yoktu.

Panik sardı her yanını. Kalbi deli gibi atıyor, bacakları titriyordu. Ayakta durmakta zorlandı. “Salih geri dön!” diye haykırdı. “Ben korkuyorum!” Tam o anda yere çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Şarkı sanki kulaklarının içinde çalıyordu artık. Dışarıdan değil, doğrudan beyninin içine saplanmış gibi. Gözlerini yumdu.
“Salih… N’olur uyanayım. Rüya bu. Salih, lütfen.”

Göz kapaklarının altı alev gibi yanıyordu. Açmak istedi ama gözleri açılmıyordu. Derken, bir şey fark etti. Kolları hareket etmiyordu. Hemen panikle gözlerini açtı. Ve gördü. Beyaz bir oda. Ve bileklerine sıkıca sarılmış beyaz bir kuşak. Bir yatağa bağlanmıştı.
“Hayır… hayır hayır hayır! Hayır!” diye çığlık attı. O an sanki her şey tavan yaptı. Kalbi vücuduna sığmıyordu. Nefes alamıyordu. “SALİH!”

Kapı hızla açıldı. İçeriye hemşireler girdi. Biri göz temasından kaçınarak sedatif enjektörü hazırlıyordu. Diğeri onu tutmaya çalıştı ama Esila debelendi. Bağırıyor, ağlıyor, çırpınıyordu.
“Lütfen! Lütfen çıkarın beni buradan! Beni dinleyin! O şarkıyı... O şarkıyı duydum! Sesi kapatın!” Bileğine yapılan iğneyle birlikte göz kapakları yavaşça ağırlaşmaya başladı. Kalbi hâlâ can çekişiyor gibi çırpınıyordu ama vücudu pes ediyordu. Sesi titreyerek fısıltıya dönüştü. “Ölmek istiyorum… Sadece ölmek istiyorum… Rüya görmekten yoruldum.” Son kelimesini söylerken gözleri kapanıyordu. Odanın sessizliğinde geriye yalnızca monitörün ritmik bip sesleri kaldı. Bir de hâlâ kafasının içinde çalan o şarkı…

Bitmeyen bir şarkıydı.

Ve bu defa, kimse onu kapatmaya gelmedi.

Ağla, Sen yapabilirsin, O'nun yanında kalamayacaksın
O artık gitti, tamamla (bitir)
Ağla, yolun sonudur sevdiğin gitti artık

*****
Melek'in ağzından

Hayatım boyunca birçok imtihandan geçtim. Annemin ölümü en ağırıydı. O acıdan sonra hiçbir yara “ilk acı” gibi olmadı. Bazı sabahlar nefes almayı bile gereksiz bulduğum oldu. Kendimle savaştığım günler ah, onlar başka bir hikâye. Bazen içimdeki karanlıkla baş başa kaldım, bazen sadece yastığa kafamı koyup ağlamaya karar verdim. Ama hep sabah oldu. Ve ben her defasında ayağa kalktım. Kalkacağım. Biliyorum. Çünkü fazlasıyla savaşacağım günler de olacak. Bazen kahkahalar atacağım, bazen ağlayacağım. Ama yürümeyi bırakmayacağım.

Elimi yavaşça çıplak karnıma götürüp okşadım. Karnım hâlâ aynıydı. Dışarıdan bakan biri hiçbir şey anlamazdı. Kilo da almadım daha. Çok hafif bir karnım var ama dikkatli bakmak ile anlaşılır. Sabah bulantılarım oluyor, ama öyle aman aman değil. Kokuya hassasiyetim arttı biraz, mesela Murat’ın gece kalkıp yediği soğuk köfteyi on beş metre öteden alabiliyorum. Ama olsun… Hamileliğin daha çok başındayım. Dört buçuk aylık. Banyodan çıkıp yatağa geri döndüm. Güneşin doğması için daha üç saat vardı. Perdeler aralıklıydı, içerisi loştu. Yatak hâlâ sıcacıktı. Yorganın altına girer girmez Murat, uyku hâliyle beni kendine doğru çekti, boynumdan öptü. O kadar alışmış ki bana… Artık bilinçsizce bile beni arıyor. Ben yokken nefesi yarım kalıyor gibi.

Bu adamın sevgisinin sonsuzluğu beni bitirecekti. Ciddiyim. Kimi gün dudağımda kuruyan ruj izini bile öpüyor. Eli yatakta hep karnımda. Hissediyor gibi. Daha bir şey yok ama o var sanıyor. Belki de hissetmek istemekten öteye geçti artık. Yüzü ise boynumda. O kadar yakın ki, nefes alabildiği için şükrediyorum çünkü kafasını boynuma tamamen gömmeyi çok iyi başarıyor. Bazen diyorum ki, burnunu alçıya alalım, çok çalışıyor bu adam.

Ona doğru dönüp ellerimi saçlarına geçirdim. Parmaklarımı yavaşça arasından dolaştırdım. Kalın telli, biraz sert, ama tertemiz kokar hep. Ve olabildiğince kıvırcık. Onu uyandırmak istemiyordum. Yoruluyor. Fazlasıyla herkese yetmeye çalışıyor. İş, ev, aile, ben. Sanki dünyadaki herkesin yükünü sırtlamış gibi. “Biraz dinlensin,” dedim içimden. Sırtını dayayacak biri de sensin Melek, unutma.

Onu izlerken kendim uyuyakaldım. O sıcaklık, o ten teması içime bir huzur saldı. Hayatımda ilk defa her şey tam gibiydi. O eksik hissi duymadığım nadir gecelerden biriydi. Sonra o malum iki alarm… Çaldılar mı, çalmadılar mı bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ikisinin de bizi kaldırmaya yetmediği. İlahi teknoloji. En gelişmiş telefon bile bir Murat’a karşı çaresiz. Sibel’in aramasıyla anca gözümü açabildim. “Kalktım.” dedim telefona.

Sibel’in sesi çınladı kulaklarımda.
“Melek ben seni anlamıyorum. Kızım on kere aradım ya. Kocamdan çok seni arıyorum!” Yalan değil. Bazen gece rüyama bile Sibel giriyor. “Kalk kız işe geç kalacaksın,” diye. Her gün olmasa da üç günde bir bu sohbet yaşanıyordu. Ve her defasında ben biraz daha suçlu, o biraz daha komik oluyordu.
“Yatmadan evvel enişteyle bir şey mi kokluyorsunuz? Bu kadar sese kayıtsız kalmanız korkunç bence.” Sesi o kadar ciddiydi ki bir an gerçekten koklamış mıyız diye düşündüm.

“Sağ ol canım.” dedim sadece. Dönüp Murat’a baktım. Uyuyordu hâlâ. Şu adamı altına havai fişek bağlasak da uyanmaz. Sibel durmadı tabii.
“Melek zaten uyanma konusunda tembeldin. Şimdi evlendin, hamilesin, yine uyanmıyorsun. Artık tamamen ‘ben’ değilsin farkındasın değil mi? Kızım biri seni büyütüyor içeriden!” Uykuyla karışık, bir gözüm kapalı hâlde cevap verdim. “Sibel, bugünkü tahminen kaç dakika sürecek?” Anında kahkaha attı. O sesiyle evin çiçekleri bile açardı.
“Bitti.” dedi.

Ah o Sibel. Bir gün bile eksik olsa hayat eksik kalır. Onunla konuşmak, sabah kahvesi içmek gibi. Uyandırıyor, sinirlendiriyor, sonra kahkahaya boğuyor. Bazen düşünmeden edemiyorum, bu çocuğun doğumunda ilk kucağa alacak kişi kesin o olacak. Hatta şimdiden isim listesi yapmıştır, eminim.

O sırada Murat kıpırdadı. Gözlerini açtı. Beni izliyordu. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra mırıldandı. “Kiminle konuşuyorsun yine?” Gülümsedim.
“Sibel." dememle belime sarılıp uyumaya devam etti.

“Bugün Esila hastaneden çıkacak,” dedim Sibel'e yavaşça. Telefonun ucundaki sessizlik anında ağırlaştı. Sibel’in nefesi bir an durdu sanki. Sonra o tanıdık, içini çekerek konuştuğu ses geldi. “Gelmek istiyorum.” Duraksadım. Gözlerimi kapatıp başımı yatağın arkasına yasladım. Ona evet, gel, demeyi çok isterdim ama gerçek bu kadar kolay değildi. “Sibel… Bence gelme. Şu an değil. O seni böyle görürse kendini daha kötü hissedebilir. Sen de çok üzülüyorsun. Bence bırak, biraz toparlasın kendini. Olur mu?”

“Üç ay olacak…” dedi titrek bir sesle. “Üç ay oldu Melek… Onu görmüyorum. Özledim çok özledim.” Ve ağlamaya başladı. O ağladıkça ben içten içe sızladım. Çünkü yaşadıklarımız öyle kolay anlatılacak şeyler değildi. Ne kelimeyle tarif edilir, ne cümleye sığar… O acı, yalnızca yaşayana aitti.

O gün… Salih’in tabutunun başında bayıldığında, daha ne olduğunu anlamadan kriz geçirmişti. Nefesi kesildi, bedeni kontrolsüzce kasıldı. Sonrası hep flu... O kadar çok çırpındık ki, onu yerden kaldırmaya çalışırken zaman durmuş gibiydi. Gözleri boş bakıyordu. Sonra bir çığlık... Yırtıcı bir hayvan gibi çıkmıştı içinden. Kendine zarar vermeye başladığında hepimiz buz kesmiştik.

İki gün boyunca Murat evde kontrol altında tutmaya çalıştı. Başında bekledi, yanında uyudu, ilaçlarını verdi. Ama Esila... Esila orada değildi artık. Gitmişti. Sadece kabuğu kalmıştı geriye.
Bir gece sessizce kalktı. Kaçmak istedi. Kapıyı açmaması için peşinden koştum ama beni fark etmedi. Panikle merdivene yöneldiği sırada engel olmaya çalışırken beni itti. O anın ağırlığıyla dengemi kaybedip yere düştüm. Bebeğime bir şey olacak diye korkudan deliye döndüm. Şükür ki bir şey olmadı. Ama kolum yere sürtünürken açıldı, dizim soyuldu, yüzüm morardı. Yine de kıyamadım ona. O hâlde bile canı yanıyordu, ruhu çatır çatır kırılmıştı.

Biz yine de onu hastaneye yatırmak istemedik. Belki geçer, belki toparlar dedik. Ama Fahri babam... Bu defa kararlıydı. "Bu kız kendine zarar verirken siz neyi bekliyorsunuz?" diye çıkıştı. Ve ertesi gün, onu yatırmak için gereken her şeyi hazırladı.

Psikiyatri kliniğine yattı. Üç aya yakındır orada. Ziyaretçi kabul etmedi. İlk haftalar sürekli kabus görüyormuş. Uyanınca bağırıyor, ağlıyor, kendini tırmalıyormuş. Sonra Esila birden sustu. Tamamen. Hiçbir şey konuşmaz oldu. Doktoru, onun isteğine saygı göstererek ziyaret yasağı koydu. Belki bir gün fikrini değiştirir umuduyla her gün gidip kapısında bekledik. Hakan, ben, Sibel, Murat ama hep boş bekleyişlerdi.

Doktor, “Hayatla olan bağlarını kesmek istiyor. Yaşamak onun için ceza gibi,” dedi. Öyle dediğinde kalbim kırıldı. Çünkü o Esila bizim Esila’mız, bir zamanlar gülüşüyle ortalığı ayağa kaldıran, sevdiği adamı aşkına inandırmak için gözleri parlayan o kız, artık hayattan vazgeçmişti.

Fahri babam bir haftadır her gün gidiyor. Hiç konuşmadan. Yarım saat duvara bakan yeğeninin yanında oturuyor, sonra kalkıp gidiyor. “Hiç tepki vermiyor,” diyor. “Hiçbir şeye.”
Esila, sadece bir kez benimle görüşmek istediğini söylemiş. Ama doktor kabul etmemiş. Murat da karşı çıktı. Çünkü yaşadığı ağır travma yüzünden bana karşı istemese de bir zarar verebileceğinden korkuyorlardı. Beni korumak istediler. Ama ben belki de onun tek istediği tanıdık bir nefestim. Belki o an konuşabilseydi, her şey değişirdi.

Salih’in ölümünden sonra zaten hiçbirimiz eskisi gibi olmadık. En çok da İkbal hanım... Kalbi çok yorgundu. Oğlu gibi sevdiği damadını toprağa verince hiçbir cümle tutmadı onu hayatta. Cenazeden bir hafta sonra kalbi durdu. Yoğun bakıma alınmıştı ama iki hafta olmadan o da vefat etti. Yağmur hem annesiz, hem babasız, hem de anneannesiz kalmıştı. Yaprak dökümü yaşanmıştı.

Yağmur’un hayatındaki herkes birer birer kaybolmuştu. İki hafta boyunca sırayla bizde ve Serpil teyzemde kaldı. Sabahlara kadar ağladığı oldu. “Babam beni unutmaz değil mi?” diye sordu bir gece bana. O soruyu unutmam mümkün değil. Ne cevap vereceğimi bilemediğim o an. Sonra akrabalar ortaya çıktı. Hiç ortalıkta olmayan, Yağmur'un adlarını bile bilmediği insanlar. Birdenbire “Biz alacağız Yağmur’u,” dediler. Biz vermek istemedik. Serpil teyze resmen isyan etti. Ama resmi işlemler, mahkeme kararları, imzalar, hepsi onların elindeydi. Yağmur’u zorla aldılar. Sanki bir valiz gibi. O gece sabaha kadar ağladım. Murat beni sakinleştirmek için her şeyi yaptı ama içimdeki eziklik, çaresizlik geçmedi. O çocuğun gözyaşlarını göğsümde kuruttum ben. Elinden oyuncak bebeğini zorla alan insanların eline nasıl teslim edebilirdim onu?

Fahri babam, Murat ve Hakan hâlâ uğraşıyorlar. Ama işler pek iç açıcı değil. Yağmur aylar önce yetiştirme yurduna bırakıldı. Sözde akrabalar, sorumluluğu üstlenememiş. Ama mirasa gelince hepsi ortalıkta. Salih ve İkbal hanıma ait mal varlığı, Yağmur küçük olduğu için onların kontrolüne geçmesini istiyorlar. Evler, arsalar, hesaplar… Hepsi bir anda ellerine geçsin diye avukatlaraa açık bulmaları için para yağdırıyorlar. Ve Yağmur o küçücük kız… En çok kaybeden o oldu. Onun bütün ailesi bir anda yok oldu. Ve Esila hâlâ konuşmuyor.
Bugün çıkacak hastaneden. Sessizliği ne kadar sürecek bilmiyorum, ama onun içinden o karanlık çekilmeden, ne Yağmur’u hatırlayacak, ne bizi tanıyacak. İşte bu yüzden Sibel’e "Bugün gelme," dedim.

Telefonu kapattıktan sonra odaların havası değişsin diye bütün pencereleri açıp alt kata indim. Sabah serinliği hâlâ evin içinde geziniyordu. Perde uçları rüzgârla dalgalanıyor, cam kenarlarında hafif bir uğultu yankılanıyordu. İçime derin bir nefes çektim. Temiz hava ciğerime işlerken hafifçe göbeğime dokundum. “Günaydın,” dedim usulca. “Bugün annen biraz erken kalktı.”

Murat hâlâ uyuyordu. Bu hafta fazlasıyla yıprandı. Hem iş yükü artmıştı hem de Yağmur için yürütülen hak mücadelesi onu yormuştu. Göz altları belirginleşmiş, omuzlarına taşıdığı yük biraz daha oturmuştu sanki. Ama her sabah uyanıp beni ve bebeğimizi görerek yeniden başlıyordu güne. Ne kadar güçlü olduğunu o zaman fark ettim. Elinden gelse, bütün ailesini tek tek kanatlarının altına alır, hepsine tek başına göğüs gererdi. Ve yapardı da. Murat öyle bir adamdı. Dışarıdan hiçbir şeyi takmayan ve sert, ama içinde pamukla örülmüş bir kalp vardı.

Mutfağa girdim. Buzdolabını açtım, ne varsa çıkarıp masaya koymaya başladım. Zeytin, peynir, domates, salatalık dün akşamdan kalan kek bile vardı. Üşenmeden onları da dilimledim. Çayı da demledim ama bu defa kendime ayrı, bitki çayı gibi daha hafif bir şey hazırladım. Meyve suyu artık biraz ekşime yapıyordu. Doktor da çaya çok yüklenmememi söylediğinden, idareli içmeye çalışıyordum. Derken yukarıdan sesler gelmeye başladı. Duş sesi, ardından dolap kapaklarının açılıp kapanması ve sonra merdivenden gelen adımlar.

Çok geçmedi. Murat, üstünde eşofmanıyla, saçları hâlâ ıslak, gözleri biraz uykulu ama yüzü gülerek aşağıya indi. Beni gördüğü anda gözlerinin içi ışıldadı. O bakışı çok seviyordum. Gözleriyle bile “seni seviyorum” diyebilen nadir adamlardandı.
Kollarını açıp yanıma geldi. Sıkıca sarıldı. Öylece, hiçbir şey demeden sarıldı. “Canım,” dedi boynumun ucuna usulca. “Kendini yorma demiyor muyum sana? Hayatım zaten iş yüzünden çok yoruluyorsun.”

Beni sandalyeye oturttu. O an fark ettim, hâlâ çay bardağımı doldurmamıştım. Hemen kalktı, kendine çay koydu, bana ise limonlu ılık su getirdi. Her şeyi düşünüyordu. “Meyve suyu ekşime yapıyor. Çay da içmemen gerektiği için bunu getirdim,” dedi.

“Üç günlük bir tatile gidelim mi?” diye ekledi sonra. “Cuma günü rotayı oluştururuz. Kalabalık olmayan, denizi sessiz bir yere. Sadece ikimiz. Daha doğrusu üçümüz.” Gülümsedim. Bir an gözlerimi kaçırmak istedim ama izin vermedi. Yüzüme odaklanmıştı.
“Murat ben iyiyim,” dedim. “Gerçekten. Farkındayım benim için çok endişeleniyorsun ama gerek yok. Her şey yolunda.”

Başını eğdi. Biraz sessizleşti. “Sana, şu hayatta aile sorunlarım dışında hiçbir şey veremiyor gibi hissediyorum bazen.” dedi. “Senin olduğun bir hayatı tam anlamıyla yaşayamadığımızı düşünüyorum. Mutlu olasın, huzur bulasın diye uğraşıyorum ama hep bir şey çıkıyor. Hep birileri, hep bir olmazlar…” Yavaşça elini tuttum.
“Murat… Ben yanında mutluyum. Hem de fazlasıyla.” İnandı mı bilmem ama bana öyle bir bakış attı ki gülmemek mümkün değildi. “Yemin ediyorum!” dedim, kahkaha atarak. “İyi ki seninle evlendim. İyi ki sen benim hayatım oldun. İyi ki bizim çocuğumuzu taşıyorum.”

Sözümün sonuna geldiğimde sesi çıkmadı. Sadece gözlerimin içine baktı. Dokunsam ağlayacaktı, biliyordum. Ama istemiyordu. Güçlü durmak onun vazgeçilmeziydi. Ben daha fazla konuşmadan parmaklarımla dudağına bir öpücük gönderdim. O da aynı anda gülerek karşılık verdi. İçindeki çocuğun yüzüne çıktığı anlardan biriydi. O an, çok sevdim onu. Hem de her hâlini. Duygusunu saklamaya çalışan yanını, savunmasız duruşunu, yüzünü buruşturan gülümsemesini…

İş yerine gittiğimizde her şey her zamanki gibiydi. En azından öyle görünüyordu. Ama biliyorduk ki hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sessizce yerlerimize geçtik. Girişte sekreterler selam verdi, birkaç çalışan kafasını kaldırıp gülümsedi. Ama gözlerinde hâlâ bir yas, hâlâ bir eksiklik vardı.

Salih yoktu. Salih, sadece bu holdingin değil; bu yapının ruhuydu. İsminde olmayan ama işin başı olan adamdı. Sessizce yönlendiren, herkesi bir arada tutan, herkese güven aşılayan biriydi. Şimdi, bu dev binada onun adı sessizce yankılanıyor gibiydi. Salih’in ofisinin kapısı hâlâ kapalıydı. Kimse açamıyordu. İçeri girmeye kimsenin içi elvermiyordu. O koltuk hâlâ onun bedenini bekliyor gibiydi.

Ve Esila…
O da yoktu. Belki daha da ağır olan buydu. Çünkü hâlâ hayattaydı ama hiçbirimizin ulaşamadığı bir yerdeydi. Kısa vadede döneceğini sanmıyordum. O koltukta, ayaklarını masanın altına uzatıp gülümseyen o kadın artık başka bir dünyadaydı. Ulaşılmaz bir uzaklıkta.

Bu yokluk, Fahri babamla Murat’a daha fazla sorumluluk yüklemişti. Günlük işlerin hepsini kontrol etmek zorunda kalıyorlardı. Bazen sabah dokuzda başlayıp gece bire kadar toplantılarda kalıyorlardı. Yine de başarılılardı. Hem de çok. Geçen hafta Arsel Holding iki uluslararası ödül kazanmıştı. Şirketin lobisi ödüllerle dolmuştu. Işıl ışıl parlayan cam kutular içinde başarılarımız sergileniyordu ama bu başarıları birlikte kutlayacak Esila ve Salih yoktu.

Murat’ı ve babasını toplantıda görünce kahve molası bahanesiyle yanlarına gitmeye karar verdim. İki kupaya kahve koyup bir tepsiye yerleştirdim. Kapıyı tıklatmadan açtım, zaten içeriye biri daha girse fark etmeyecek kadar konuya odaklanmışlardı. Murat konuşmaya devam ederken beni görür görmez ayağa kalktı, elindeki dosyayı bıraktı ve tepsiyi benden alıp masaya yerleştirdi. Babasının ve kendi önüne kahveleri koyduktan sonra beni de boş bir sandalyeye yönlendirdi. O sırada hâlâ konuşuyordu.

“İhracat yaptığımız ürünlerin İspanya’ya sorunsuz ulaşması diğer sevkiyatlar için de referans olacak. Bu firmayla çalışmak bence herkes için daha güvenli olacak.” Cümlesini tamamlayınca bana dönüp sıcacık bir gülümsemeyle baktı.
Bu adam, ne yaparsa yapsın bana bir an bile yabancı olamıyordu. Yalnızca ağzı konuşmuyor, gözleriyle, bakışıyla, duruşuyla sevdiğini gösteriyordu.
“Nasılsın canım?” diye sordu fısıltı gibi.

“Daha iyi günlerim oldu.” dedim gülümseyerek. Ama içinde küçük bir sitem vardı. O da fark etti. Gözleri ciddileşti ama bir şey demedi. Elimle dizine dokunup “iyiyim” der gibi bastırdım. Kahvelerinden yudum alırken onları dinledim. Planlar, ithalat süreçleri, yeni teklifler derken konu Esila’ya geldi. Doktor, bugün taburcu edileceğini bildirmişti. “Onu almaya birlikte gidelim baba,” dedi Murat.

Tam o an, sözümü sakınmadım.
“Ben de geliyorum.” dedim net bir sesle.
İkisi de başlarını kaldırıp bana baktılar. Murat önce tebessüm etti ama sonra yüzü ciddileşti. “Melek!” dedi kısık sesle. “Senin için uygun değil. Bu konu seni daha da üzer.”

“İzin istemiyorum. Esila benim arkadaşım. Yanında olmamı isteyeceğine eminim.” Sesim kararlıydı. Gözümde yaş yoktu ama sesim titriyordu. Çünkü bu konuda çok net bir içgüdüm vardı. Esila’nın bana ihtiyacı vardı. Fahri babam koltuğunda hafifçe geriye yaslanıp derin bir nefes aldı. Konuşurken sesi titremedi ama gözlerinin altındaki çizgiler biraz daha derinleşti.
“Kızım bunu nasıl söylerim bilmiyorum ama… Esila artık ölü gibi. Yani, nefes alıyor ama içi yok. Yaşamak için bir sebebi kalmadı. Sana zarar verir.”

Zarar derken aklına gelen şey belliydi. Benim hamileliğim. O gece, durdurmaya çalışırken beni ittiğinde yaşananlar hâlâ akıllarında. Ben onu savunsam da, kimse benim kadar inanamıyordu iyileşeceğine. Ama ben biliyordum. Esila duygularını yüksek yaşayan biriydi. Birini severse ölesiye, kaybederse çökesiye kadar... O yüzden o çöküş de büyüktü. “Ben zararı göze alıyorum,” dedim. “O bana zarar vermek istemedi ki. Hatta, o kazadan sonra beni görmek istemiş. Ama doktor kabul etmemiş. Belki o zaman görüşebilseydik, her şey başka olurdu.”

Murat elini elimin üzerine koydu. “Korkumuz senden değil. Onun iyileşmesini istiyoruz. Ama bazı kopuşlar var Melek. Gözünde umut bile kalmamış. Yağmur’u bile sormuyor. Hiçbir şey onu kıpırdatmıyor.” O an içimden yükselen sesi bastıramadım. “Ama ben kıpırdatabilirim.” dedim. “Ben denemek istiyorum. Lütfen bana bu hakkı tanıyın.”
Kimseden ses çıkmayınca başımı eğdim.

“Fahri baba, Ulviye Hanım gelecek mi?”
Sözümle odadaki hava değişti. Sanki herkes bu sorunun bir gün masaya geleceğini biliyordu ama onu söyleyecek ilk kişi olmamıştı hiçbiri. Belki ben de bugün değil başka bir gün sormak isterdim. Ama içimde o kadar birikmişti ki, sustukça kabuk tutan her kelime artık yırtılmaya başlamıştı.

Kadınlık, annelik, insanlık… Gerçekten bu kadar mı eksilmişti?
Esila, sevdiği adamı toprağa vereli üç ay geçmişti. Üç ay! Herkes yavaş yavaş toparlanmaya çalışırken onun içindeki yangın daha da büyümüş, derinleşmişti. Hiçbir şey geçmiyordu. Zaman değil, hiç kimse Esila’ya merhem olamamıştı. Belki bir el uzansaydı... Belki “kızım” diye seslenseydi bir ses… Oysa Ulviye Hanım o gün orada olabilirdi.

Fahri babam uzun uzun iç çekti. Sesinden bile yorulduğu belliydi.
“Ben artık Ulviye’ye ne desem boş,” dedi. “Dünyayı kurtarma sevdası ailesini unutturuyor. Yüz kere aradım. Gel diyorum eve, sende Melek de olsun. Sarıl, bir şey konuş. Ama yok. İşleri varmış. Bitmemiş. Bir hafta sonra belki gelirmiş…”

“Belki…” Ne tuhaf kelimeydi.
Bize ait olmayan, ilgisiz bir hayatın içinden sıkıştırılmış bir ihtimal gibi.
Sanki Ulviye Hanım artık kendi gerçekliğini yaşıyordu ve biz, onun hayatında sadece yankılanan eski seslerdik.

Sözleri içime bir diken gibi battı. Boynumu, göğsümü, kalbimi…
Bu kadar büyük bir boşluğun içinde kalmış birine adım atmaması aklım almıyordu. Biliyorum, herkesin acıyla baş etme biçimi farklıdır ama…
Hiçbir şey yapmadan, uzak durarak neyin üstesinden gelinirdi?
İnsanın içindeki sevgiyi sessizce öldürmekten başka neye yarardı bu?

“Baba, bunları konuşmayalım.” dedi Murat hemen. Annesiyle arasına büyük bir uçurum koymuştu. Sesi yumuşak ama sınır koyucuydu. Bana doğru kısa bir bakış attı. O bakışı çok iyi tanıyordum.
Sen üzülme, senin kalbin yorulmasın, bakışıydı.

Beni o kadar çok kolluyordu ki, bazen nefes alırken bile dikkat ediyordu. Sanki benimle birlikte büyüyen bebek onun ellerinin altında camdan yapılmış bir kuştu. Kırılır, incinir, dağılır diye korkuyordu.
Ama bilmiyordu ki, ben zaten kırıktım.
İçimde Esila’nın sustuğu her an, benim içimde bir şey daha sessizleşiyordu.

Esila benim arkadaşım değildi sadece.
Benim yansımamdı. Benim kız kardeşimdi. Onun gözleri yaşla dolunca benim yüreğim yanıyordu.
Ve şimdi… Ulviye Hanım, onu yalnız bırakarak aslında onu terk etmiş oluyordu.

Konuşacak hâlim kalmamıştı. Ayağa kalktım. İçimdeki kelimeleri bir yere sakladım. O an gözyaşı da istemiyordum. Gözüm dolmasın, içim belli olmasın diye nefesimi tuttum. Sessizce kapıyı açıp dışarı çıktım. Koridorun lambaları beyazdı ama ışığı soğuktu. Her adımda içimden bir neden yankılanıyordu. Neden bu kadar acı vardı? Neden en çok seven insanlar en çok sınanıyordu? Neden bazı anneler, bazı kadınlar bu kadar yabancılaşabiliyordu?

Esila hastaneden çıkacaktı. Bu bilgi bile yetmişti içimi karmakarışık etmeye.
O’nu görmek konuşmak ona sarılmak…
Ama daha önemlisi onu bir daha kaybetmemekti. Ve ben…
Her şeyi yapardım ama Esila’yı bir daha kaybetmek istemiyordum.

Koridorda bir bankta oturup telefonumu çıkardım. Titreyen parmaklarımla Serpil teyzeyi aradım. İlk çalmada açtı.
“Melek… Rabbim bebeğine can sağlığı versin kızım. Bu Sibel beni de Ahmet’i de yedi yedi. Yok sıcakmış, yok ayaklarım şiştiymiş, yok çirkinleşmişimmiş.” Açtığı an içini dökmeye başlamıştı, ama arka fonda Sibel’in sesi duyuluyordu.

“Anne ya… Karnımda bebek var diye zorbalanıyorum sanki. Bu kadar da olmaz. Anneanne olacaksın bir de!” diye bağırdı arkadan. Gülümsedim ama çenem titredi. Bu sesler bile hayatı hissettiriyordu. “Bir dakika durun,” dedim. “Beni bir dinleyin. Esila hastaneden çıkıyor.” Bir anda sustular. Sessizlik ağırlaştı. Sadece Serpil teyzenin hıçkırıkları geldi. “Çok şükür. Rabbim’e bin şükür… Sibel de söyledi kızım.”

Karnımı tutarak derin bir nefes aldım.
“Benim içim el vermiyor,” dedim, sesi zor duyar halde. “Esila’yı oradan almaya kim giderse gitsin, ilk görmek istediği kişi ben olacağım. İçim bunu biliyor.”
Teyzem hâlâ susuyordu ama onun suskunluğu içimi daha da dolduruyordu.

Sibel’in sesi araya girdi o an. Bu sefer yumuşaktı. “Melek, abartmıyorsun. Gerçekten abartmıyorsun. Ben de aynı şeyi hissediyorum. Sadece sen değil. Herkes onu geri getirmek istiyor ama seninki başka. Sen onun eli gibiydin.”
Serpil teyze sonunda konuştu.
Sesi titriyordu. “Biliyor musun, Melek… Salih’in ölüm haberini aldığımızda, Sibel ellerimi bırakmadı. Sonra Esila kendine zarar verdiğinde Ahmet bir an bile dışarı çıkmadı. Ama sen hiçbirimiz gibi değildin. Sen bir şey hissettin. Sanki o karanlık içine çekmişti seni de. Herkes geri adım attığında sen üstüne gittin. O günkü gibi… Bugün de…” Yutkundum, karnımı yine okşadım.

Serpil teyze duraksamadan, kelimeler adeta taşarcasına söyledi. “Esila’yı bizim eve getirin.” Sesi, içinde bir kararlılık ve samimiyetle doluydu. O an, onun bu sözü, sadece bir öneri değil, adeta bir emirdi. Her kelimesi, benim içimde yıllardır büyüyen o sessiz korkuyu kırmak için söylenmişti. O kadar güçlü ve keskinti ki, karşısında durmak mümkün değildi. “O kız tek başına evde ne yapacak? Yalnız kalmaya devam edecekse, hastaneden neden çıktı derler,” diye devam etti, sesi biraz kırılmaya başladı ama sözlerindeki mantık sarsılmazdı. “Ben hep evdeyim. Sibel de gelir, sen de akşam uğrarsın. Ev dolu olur. Kız kafasını toparlar. Yalnızlığa gömülmesin Melek. Yalnızlık kadar zehir bir şey yok bu dünyada.”

Bu sözlerin üstüne içimde bir yerlerde bir şeyler eriyordu. Gözlerim istemsizce doldu, boğazımda bir düğüm oluştu. Serpil teyzenin sesi hâlâ hafif bir titremeyle ağlamaya yakındı ama ardındaki mantık ve sevgi o kadar net ve yoğundu ki, bana umut verdi.
“Onun evinde çalışan dışında kimse yok,” diye ekledi, gözlerindeki ciddiyetle. “Bu evde ise onunla zaman geçirmek isteyen iki kişi hep bulunur evde. Esila’nın yemeği, banyosu, ilaç saati… Her şeyi kontrol altında olur. Yavaş yavaş alışır hayata. Sibel beş dakikada unutturur hastaneyi. Senin gelişini zaten her gün sayar. Burası hem ona tanıdık, hem korunaklı. Etrafında sevenleri varken kendini bırakmaz.”

Sözcükleri öylesine anlamlı ve yerli yerindeydi ki, içimdeki pişmanlık ve vicdan azabı bir anda kabardı. Ne kadar geç kalmış olursak olalım, hâlâ yapılabilecek bir şey vardı. Gözlerimden yaşlar, bir damla bile fark ettirmeden yanaklarımı kayarak aşağı süzülüyordu. Sesim neredeyse bir fısıltıydı. “Tamam… Çok doğru söylüyorsun. Bunu söylemekte bile geç kaldık.”

Serpil teyze bana, hiçbir zaman geç kalınmadığını hatırlatan o sakin ve güçlü sesle yanıt verdi. “Geç değil,” dedi. “O kız hâlâ yaşıyor mu? Demek ki her şey için hâlâ şans var.”

Bir anda o an, hayatımda bir dönüm noktası olmuştu. Kendi içimde, tüm kararsızlıklarımı, korkularımı, suçluluklarımı bir kenara bırakıp sadece Esila’nın iyiliği için hareket etmem gerektiğini anladım. Serpil teyzenin sözleri birer düğme gibi içimde bir yere bastı, açıldı kapılar, gözlerimi yeni bir perspektife açtı.

“Yalnızlık… Ne kadar korkunç bir kelime,” diye düşündüm kendi kendime. “O kadar ağır, o kadar yıpratıcı ki…” Esila’nın hastanedeki o yalnız saatlerini, gözlerinde beliren umutsuzluğu, içimde bir yerlerde çığlık çığlığa yankılanıyordu.

Serpil teyze sözlerine devam etti, bir an bile duraksamadan, her cümlesi, Esila’nın kalbine atılacak yeni bir umut gibiydi. “Sen ve Sibel, Melek, orada olduğunuzda, o yalnızlığın ağırlığı hafifleyecek. Bir çocuk, bir genç kız ne kadar güçlü görünse de yalnızlık onu en çok tüketen şeydir. Onun düşüp kalktığı o zorlu yolculukta yanında olmak, ona destek vermek zorundayız. Hasta olmak, çaresiz hissetmek değil, mücadele etmek ve ayağa kalkmak demektir. Ve bunu yapabilmesi için, yanındakilerin sıcaklığı gerekiyor.” Derin bir nefes aldım, gözyaşlarımı sildim ve kararlı bir şekilde cevap verdim:
“Esila’yı getiriyoruz. Hemen şimdi.”

Serpil teyze gülümsedi, yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade olduğuna emindim. “İyi ki varsın Melek,” dedi. “İyi ki, onun için savaşacak bir kalbin var.”
Telefonu kapattıktan sonra elimde tuttum bir süre. Başımı eğip karnıma baktım. “Sen asla yalnız kalmayacaksın.” dedim bebeğime. “Hiçbir zaman.”

Sonra Murat’a mesaj attım. “Serpil teyze Esila’yı kendi evine alacak. Kabul et. Onu bırakıp geçip gitmek istemiyorum.”
Telefon ekranında üç nokta belirdi; karşı tarafın yazdığını gösteriyordu. Kalbim heyecan ve umutla hızlandı. O an, o kısa sessizlikte tüm sorumluluğu, tüm korkuları, tüm beklentileri hissettim. Yazıyor… Yazıyor… Ve sonunda mesaj geldi. “Peki. Yalnız söz ver. Bir şey olursa hemen bana söyleyeceksiniz. Kimse tehlikede olmaması gerekir.”

Gözlerim doldu, yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Başımı yavaşça cama yasladım. Dışarının gri ve soğuk havası, benim içimde yükselen sıcak umudun yanında sanki çok uzak, çok önemsizdi. Murat da biliyordu en doğrusu bu olduğunu. Tek başına bırakılamayacak kadar Esila acı çekiyordu.

Esila’yı hep birlikte almaya karar vermiştik. O yalnız kalamazdı, kimse buna izin veremezdi. Bana zarar gelecek diye Murat biraz korkuyordu. Onun endişesini hissettim, ama aynı zamanda bu korkunun onu daha da güçlü kıldığını da. Hem konu değişsin hem de korkusu yatışsın diye, arabanın içinde elini tuttum. Parmakları birbirine dolandı, o an dünya sadece ikimizden ibaretmiş gibi oldu. “Seni çok seviyorum,” dedi. Sesi, bir sır gibi, derin ve anlamlıydı. Elimi iyice eline hapsedip devam etti.
“Karım olduğun için çok şanslıyım. Hamileliğini yaşayamadın bile. Bütün günün iş temposu ve üzülerek geçiyor.”

Yorulmuştu. Bunu yüzünden okuyabiliyordum ama bana belli etmek istemiyordu. Gözlerinde bir yorgunluk, ama bir o kadar da minnettarlık vardı. “İnan bana, her gün söyleyebilirim. İyi ki senin karın oldum. Bir gün bile pişmanlık hissetmedim,” dedim, gözlerini minnetle kapatıp açarak bana gülümsedi. “O işte bu!” dedim gülerek. “Kocam, kendini üzmekten vazgeç.”

Üç araba gidiyorduk. Fahri babam ayrı Serpil teyzemler Ahmet'in arabası ile ayrı ve biz. Her biri kendi içinde farklı duygular taşıyordu ama hepsinin ortak noktası Esila’ya duydukları sevgi ve koruma isteğiydi. Serpil teyze herkesi ikna etmişti. Esila’yı kızı gibi sevdiğini herkes biliyordu. Onun iyiliği için ne gerekiyorsa yapacaklarından kimsenin şüphesi yoktu. Bir şey istiyorsa, onun sadece iyiliği için olduğunu da herkes anlamıştı.

Murat, elimi bırakmadan tekrar baktı gözlerime: “Seninle olduğum için, birlikte olduğumuz için mutluyum,” dedi. “Bunu unutma.” O an, içimdeki korkular azaldı, kalbim biraz daha cesur attı. Çünkü biliyordum, yalnız değildim. Hepimiz bir aileyiz. Esila’yı yeniden hayata döndürmek için bir aradaydık.

---

Hastanenin bahçesinde bekliyorduk. Hava sıcaktı, ama içimizdeki telaş daha baskındı. Ahmet her zamanki gibi ince düşünmüştü, hepimize çay almıştı. Sibel’le bana da fazladan ikişer tost almış. Hemen fark etmiştim, "sen tok değilsen herkes aç" prensibini uyguluyordu. Serpil teyze bankın üstüne yayılmış, alnında küçük bir ter damlası süzülürken bile etrafa hâkim, gözleriyle olan biteni tartıyordu. Ben arada bir elimdeki plastik bardağın üstünden buharlaşan sıcak çaya bakıyor, bir yandan da içeride işlemleri halleden Murat’ı ve Fahri babamı düşünüyordum.

Sibel, elini karnına koyarak mırıldandı.
“Oğlum ağzıma s*çtın yemin ederim.”
Ses tonu hem şikayetçiydi hem de içinde o tarifi zor şefkatle doluydu. Kendi bebeğiyle konuşuyordu. Karnı belirginleşmişti, yanakları hafifçe dolmuş, yürüyüşü değişmişti. Artık ayaklarını biraz daha dikkatli basıyor, omzunu hafif geriye çekerek yürüyordu. Bu haliyle bambaşka bir Sibel olmuştu ama özündeki o şımarık, dobra hali hiç değişmemişti.

“Teyzene bak! Fil gibi her şeyi yiyor,” dedi, bana bakarak.
“Ne kusma ne halsizlik var. Ödemi saymıyorum bile. Ay sinirim bozuluyor, bir de hâlâ ince bilekli ya! Beni doğurtan karnımdaki değil sinirlerim olacak.”

Ben gülmemek için dudağımı sıktım, Serpil teyze ise gözlerini yarı kapatıp, avuç içiyle alnını siper yaparak cevap verdi. “Nazar edeceksin, maşallah de. Melek güçlü, senin gibi nazlı yetişmedi.”
Yorgun ama rahat bir şekilde oturduğu banktan, sözleriyle ortamı bir kez daha şekillendiriyordu. Her cümlesi, bir evin direği gibi sağlam ve neşeyle karışıktı.
Sibel gözlerini devirerek kahkaha attı.

“Vallahi şimdiden söylüyorum. Melek kızın olursa, benim oğlumla evlilik meselesi falan olmaz. Benden uzak olsun, yeter.” dedi Ahmet. Sonra bana dönüp gözlerini kıstı, Sibel'e sanki destek bekliyormuş gibi bakarak devam etti.
“Şimdi senin çocukluğunu biliyoruz. Elinden dayak yemeden kurtulan yoktu. Beni bile kaç kere dövdün. Benim oğlumu tehlikeye atamam. O yüzden senin de oğlun olsun. Psikopat kızınla evlenmesin.”

Cevap vermek üzereyken, Serpil teyze ağır ağır yanımıza geldi. O kendine has tarzıyla, hiçbir duyguyu süzgeçten geçirmeden, doğrudan kalbinden konuşuyordu. “Yav damat,” dedi Sibel’e de göz ucuyla bakarak, “Bu kız seni dövdüyse haklıdır. Sen hep dayağı hak ediyordun. Melek’in kızı olursa... mıy mıy kaynana, susmayan kayınbaba ister mi kızına? İstemez!” Cümlesini öyle bir kahkahayla tamamladı ki, yanındaki bankta oturan yaşlı bir amca bile dönüp baktı.

Ben dayanamadım, sandalyeme yaslandım, kahkahamı tutamadım. Ne zamandır böyle içten bir gülüş yaşamamıştım. Bütün bu kaygıların, hastane yollarının içinde, böyle bir kahkaha bile sanki içime su serpti.

“Anne, Allah aşkına, beni niye gömüyorsun?” diye sitem etti Sibel.
“Damadın diyor, ona lafını sok.”
Ben dayanamayarak Sibel'in tombul ellerini tuttum, sıktım. “Ahmet’i dövelim,” dedim alttan alta gülerek.
Sibel hiç düşünmeden onayladı.
“Doğum yaptığımız gibi dövelim. Hem doğumu kutlarız, hem kinimizi atarız.”

Ahmet gerçekten mükemmel bir baba olacaktı. Sibel’i severdi, ona karşı öyle şefkatliydi ki. Ama hâlâ, doğacak çocuğum kız olursa diye de ciddi ciddi korkuyordu. Zaten kız erkek olması farketmezdi. Kardeş olarak büyüyeceklerdi. Evet, çocukken biraz haşarıydım. Daha doğrusu, elim kolum rahat durmazdı. O zamanlar öfkemin dilini bilmezdim, sevgimin bile şekli sertti. Onu çok dövdüğüm doğruydu. Ama o da beni deli ederdi. İkimiz de birbirimizi yontmuştuk bir nevi.

“Ahmet’i doğuma girer girmez köşeye sıkıştırırız,” dedim, “İlk ağlamayla birlikte ilk tokadı yer.”

“Ben iki tane atacağım,” dedi Sibel. “Biri çocukluğum için, biri hamileliğim boyunca beni çekiştirmesi için. Bu göbek onun da payı var.” Serpil teyze elinde yelpaze gibi kullandığı dergiyi sallayarak, “Aman diyeyim, doğuma kadar içinde tutun. Ona sonra saldırırsınız.” diye homurdandı.

Kırk dakikalık bekleyiş… Güneş alnımızda ağır ağır yükseliyor, zaman yerinde sayıyor gibiydi. Her dakika biraz daha sessizleşmiş, konuşacak ne kaldıysa içimize çekmiştik. Arabaların sesleri, kuş cıvıltıları. Hepsi arka planda silikleşmişti. Çünkü biz sadece o kapıya odaklanmıştık. Esila çıkacaktı. Ve çıktığında her şey bir şekilde düzelecekti ya da biz öyle umuyorduk.

Ve sonunda göründü. Murat’ın koluna ürkekçe, neredeyse gizlice sokulmuş Esila… Omuzları çöküktü. Bedeni yürürken bile sanki “dur” diyordu, her adımı bir yük gibiydi. Gözleri yerdeydi. Başını kaldırmıyor, çevresine bakmıyordu. Yalpalamıyor ama yürümüyor da. Adımları, zoraki ve duygusuzdu. O an her şey içime battı. Murat’ın sabah anlattıkları geldi aklıma.
“Hastanede perdeleri kapatıyor hep,” demişti. “Güneşten rahatsız oluyor, odaya hiç ışık girmesin istiyor.”

Şimdi ise, güneşin altında duruyordu. Ve titriyordu. Bedeni küçük, narin ve kırılgandı. Ama asıl titreyiş, teninin altında bir yerdeydi. Kemiklerinde, sinir uçlarında, belki ruhunun merkezinde.
Ayağa kalktım. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. O an sadece ona ulaşmak istiyordum. Sarılmak. “Buradayım” demek. Her şeyi eski haline getiremesem bile, yanında olduğumu göstermek istiyordum. Ayağım istemsizce ileri gitti, sonra bir adım daha.

“Evladım koşma! Bak, dinliyor mu beni?”
Serpil teyzenin sesi arkadan geldi ama kulaklarım onu süzgeç gibi geçirdi. Koşmaya devam ettim. Her adımda kalbim daha hızlı atıyor, boğazım daha fazla yanıyordu. Tam üç dört adım kala…
Murat başını kaldırdı, bana baktı. Ve kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı.
Bir hareket… Sözsüz ama keskin bir işaret. “Dur.” Bedenim dondu. O gözlerde yalvarış vardı. Anlatamadığı bir şey, açıklayamadığı bir kırılganlık vardı. “Şimdi olmaz” der gibiydi.

Ve ben istemeye istemeye durdum.
O an içimden bir şey düştü. Sanki içimde bir tavan çöktü. Esila, Murat’ın koluna hâlâ hafifçe tutunarak, başını hiç çevirmeden, sanki bizi tanımıyormuş gibi yanımızdan geçti. Ne ben vardım, ne Sibel, ne Serpil teyze, ne bekleyişimiz, ne planlarımız. Sadece yürüdü.
Bizi tanımıyormuş gibi...
Bizi hatırlamıyormuş gibi...
Bizi silmiş gibi...

Fahri babamın arabasına bindi. Sessizce, hiç tereddüt etmeden. Oturduğu koltukta bir heykel gibiydi. Duruşunda ne bir isyan vardı ne de bir kabul. Sadece boşluk. Gözleri öylece önüne dikilmişti. Ne cama bakıyordu ne dışarıya. Gözleri bile solmuştu sanki. Bakmıyor, görmüyordu. Bambaşka bir yerin içindeydi. Bizse öylece kaldık. Donmuş gibiydik. Ne konuşabildik ne hareket edebildik. Birkaç saniye, kimse nefes bile almadı. Sadece bakıyorduk. Arabaya, cama, onun varlığına ama hiçbirimiz ona ulaşamıyorduk.

Murat sessizce yanıma geldi. Gözlerinde yorgunluk vardı ama esas ağırlık kalbindeydi. “Birkaç gün babamın evinde kalacak,” dedi. Sesi çok kısık, neredeyse utançla örtülüydü.
“Ama neden?” Sesi boğazımdan tırmalayarak çıktı. Kabul etmek istemiyordum. Yutkunamıyordum. Ellerim titredi. Murat yanağıma dokundu, gözlerime baktı.
“Bebeğim… Lütfen. Konuşmuyor. Biraz zaman tanıyalım.” dedi.
Alnımı öptü. Hemen ardından sessizce çantalarını almak için geri döndü.

Ben geride kaldım. Sibel de susmuştu, Serpil teyze de. Herkes birbirinin gözüne bakmaktan kaçıyordu. Ben ise arkamdan ağır adımlarla yaklaşan Serpil teyze’nin varlığını hissediyordum. Kendimi toparlamaya çalıştım ama gözyaşlarım artık yerini biliyordu. Kendilerini saklamadan, sessizce aktılar. Başımı salladım, hiçbir şey söylemeden. Göz göze gelmemeye çalıştım. Ama o çoktan anlamıştı. Benim söyleyemediğim her şeyi yüzümden okumuştu. Yüzümdeki kırık, gözümdeki boşluk ona yetmişti. Hiçbir şey demedi. Sadece birden arabanın kapı kolunu öyle bir kavradı ki, neredeyse cam titreyecekti. Kapıyı sertçe açtı, hiç bakmadan Esila’nın yanına oturdu. Yan yana geldiklerinde Esila kıpırdamadı bile. Gözlerini oynatmadı. Varlığını bile fark etmemiş gibiydi. Ama Serpil teyze sessizliğe razı biri değildi. O şimdi yanında susarak duracaktı. Gerekirse saatlerce, günlerce… Ama yalnız bırakmayacaktı.

“Konuşmayarak kendini mi cezalandırıyorsun?” Serpil teyzenin sesi ne bağırıştı ne fısıltı. Sessizlik, artık onun bile canını yakıyordu. Esila’ya ulaşmak istiyor, bir ucundan tutmak, onu çekip hayata döndürmek istiyordu ama karşısında duvar gibi bir genç kadın duruyordu.

Sonra hiç beklenmedik bir anda Esila’nın kolunu tuttu. Sert değil, zorla değil… Sadece kaybolmasın diye bir temas, sanki elinden kayıp gidecek bir çocuğu yakalar gibi. Ve birden, onu kendine doğru çekti. Sarıldı.
Bir annenin, içi kan ağlarken de severek sarıldığı gibi… Evlat gibi, öz gibi, can gibi. Kayıptan döndürmeye çalışan bir anne gibi sarıldı. Sımsıkı.

Ama Esila… O kolların arasında kalmak istemedi. Debelendi. Kendini çekmeye çalıştı. Ellerini Serpil Teyze’nin omuzlarına dayadı, uzaklaşmak ister gibiydi. Şefkat görmek istemiyordu.
Sevgiye tahammülü yoktu.
Çünkü sevgi onu en son yıkan şeydi.

Kolları itmeye çalıştı ama gücü azdı. Ve içten içe biliyordu, bu sarılış, bu temas, içinde yanan o büyük yangını bastırmayacak, aksine daha da körükleyecekti. Ama Serpil Teyze…
Bırakmadı. Ne debelenmesine, Ne susmasına, Ne nefretine… Sadece tuttu.
Ve kalbinin üzerine bastırarak konuşmaya devam etti. “İyi olmanı istemek zorundayım kızım. Acını ölerek değil, yaşayarak yaşa. İçine gömmekle iyileşmiyor insan. Salih’in seni bu hâlde görmesini ister misin? Onun seni sevdiği hâli bu muydu?” Sesi çatallaştı. “Bu muydu sevdiği kadın? Konuşmayan, bakmayan, yaşamayan biri mi? Hayır. O seni güldüğünde seviyordu. Kendin gibi olduğunda. Canlıyken, yaşarken…”

Esila’nın gözleri boştu ama artık dolmaya başlamıştı. Debeleniyordu hâlâ ama gücü tükeniyordu. Omuzları yavaşça sarkmaya başlamıştı. Sanki biri içinden, ince ince tüm direncini çekip alıyordu. “Gel acını paylaşalım.” dedi Serpil Teyze, sesi bu sefer daha net, daha tok. “Tek başına sadece zarar verirsin kendine. Görmüyor musun? Seni seven insanlar, senin iyi olman için çırpınıyor. Melek, Murat, Sibel… Herkes elinden geleni yapıyor. Bir tek sen kendini bırakıyorsun.”

Esila gözlerini kapadı. Dudakları titriyordu. O kadar uzun zamandır sessizdi ki, ağzını açmak bile yırtılmak gibiydi. İçinde biriken o tarifsiz acı, konuşmaktan korkuyordu. Çünkü konuşursa taşacak, taşarsa durduramayacaktı. Serpil Teyze bu kez eğildi. Dizlerine bastırdı ellerini. Göz hizasına indi. Artık karşında bir otorite değil, sadece bir anne vardı. Bir yarası olan kadın, yarasına benzeyen birine yaklaşmıştı.

Sesi yumuşadı.
Ama o yumuşaklık, en keskin acıyı içeriyordu. “Herkes seninle birlikte gömdü onu, Esila.” Cümle o kadar sert, o kadar çıplaktı ki, arabanın içindeki hava dondu. “Salih’i toprağa koyduk. Ama sen… Sen de yanına yattın. Bedenin burada kaldı, ama ruhun onunla gitti. Ve biz seni tutamadık. Ne Melek, ne ben, ne Murat... Kimse seni hayatta tutamadı.”

Esila başını eğdi. İlk gözyaşı, yanağından ağır ağır süzüldü. Yanakları ıslandı ama hâlâ susuyordu. O kadar uzun zamandır tuttuğu gözyaşları, artık gizlenemez olmuştu. “Yalvarırım kalk,” dedi Serpil Teyze. Sesi çatladı. “Yalvarırım bize bir ihtimal ver. Bir tek kelime. Bir tek bakış. Susma böyle. İçine akıtma bu yangını. Hepimiz biliyoruz o yangının adını... Salih’i çok sevdin. Belki kendinden bile çok sevdin. Ama bu, acının seni yok etmesini haklı çıkarmaz.” Esila ellerini yüzüne kapattı. Omuzları sallanmaya başladı. Şimdi artık debelenmiyor, ağlıyordu. İnce, derin, hıçkırıklı bir ağlama… Yıllardır içeride tuttuğu ne varsa, şimdi tek tek çözülüyordu.

Serpil Teyze başını okşadı. Parmaklarını saçlarına geçirdi, onu sakinleştirmeye çalıştı. “Ben buradayım. Biz buradayız. Şimdi seni bizim evimize götürüyoruz. Yalnız değilsin. Yalnız olmak için uğraşma, evladım. Tamam mı?”
Sesi bu kez anneliğin zirvesiydi. “Biz seni bırakmayacağız. Yalnız kalmana izin vermeyeceğiz. Ne kadar direnirsen diren, seni sevmekten vazgeçmeyeceğiz.”
Esila başını kaldırmadı ama hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Serpil Teyze onu kollarına aldı. Sessizce, yavaşça, şefkatle.

Bir şey koptu içimde. O an, sessizce ama delip geçen bir an... Arka koltukta oturan Esila'nın gözlerindeki donukluk ilk kez bir titreyişle kırıldı. Dudakları hafifçe oynadı, titredi. Konuşmak ister gibi… Ya da sadece yutkunmak… Belki de içindeki büyük çöküş artık kendi kendini taşıyamıyordu. O titremede bir şey vardı.
“Bitti.” Kabul değil ama farkındalık.
Bir şeyin gerçekten sonuna geldiğini anlamak, bazen en derin yasın başlangıcıdır. Belki de ilk kez, bu acının altından kalkamayacağını değil, kalkmak zorunda olduğunu fark etti.
Ve belki hâlâ umut vardı.

Murat yanımıza yetişmişti, adımlarını hızlandırmıştı ama ben onu beklemeden diğer kapıyı açtım. İçeriye girdim. Arabadaki hava sanki donmuş gibiydi, ağırdı, nemsizdi. Ama ben o havayı yarıp ona ulaşmak istedim. Yavaşça eğildim, göz hizasına geldim. “Esila…”
Sesi çıkarırken dudaklarım kurudu.
“Merhaba ben Melek… Melek Arsel.”
Adımı söyledim. Sanki beni tanımıyormuş gibi, sanki hiç yaşamamışız gibi yeniden tanıttım kendimi. Çünkü o eski Esila yoktu. Ve bu da bambaşka bir başlangıçtı.

Dolu gözleriyle bana baktı. O bakışta bana karşı şefkat vardı. Sanki kim olduğumu biliyordu. Beni unutmuş gibi yaptığını anladım. Acısını böyle yaşıyordu. Sonra başını yavaşça sağa çevirdi, Sibel’in sesini duydu. “Bende Sibel, bu da yeğenin.” dedi Sibel karnını göstererek. Kendi ağlamaktan sesi titriyordu. “Oğlum olacak. Doğmasını biraz daha bekleyeceğiz…” Karnını okşayarak, gözyaşlarıyla karışık gülümsedi. “Diğer yeğenin de benim karnımda. Ama cinsiyeti belli değil. Doktora gittik ama göstermek istemedi. Biraz mahremiyete önem veriyor.” dedim.

Esila yüzünü çevirip tekrar bana baktı.
Gözlerinde kaybolmuş bir çocuk vardı.
Sonra dudakları kıpırdadı. İnce, sarsılmış bir sesle fısıldadı. “Melek, ben nefes alamıyorum.” O anda gözlerim doldu.
Kalbim göğsümden dışarı çıkacak gibiydi. Bana sarılmak istediğini hissettim ama korkuyordu. Bana zarar verir diye… Belki hiç bilmediği o patlamanın neye dönüşeceğinden korkuyordu. Ama ben düşünmedim.
Sadece sarıldım. Sıkı sıkı.
Ona değil, içindeki boşluğa sarıldım sanki. “Biliyorum canım.” dedim.
“Geçecek. Emin ol, hepsi geçecek. Hadi… Eve gidip dinlenelim.”

Sarılırken bedeninin ne kadar zayıf olduğunu hissettim. Omuz başları çıkmıştı. Göz altları mor, dudakları kuruydu. Kollarında iğne izleri vardı.
Murat söylemişti. “Çok bağırdı. Çığlık attı. Ses telleri zarar görmüş. Şimdi fısıltıyla bile zor konuşuyor.”

Onu arabanın içinden, Serpil Teyze’nin yardımıyla indirdik. Sessizdi. Direnmedi ama katılmadı da. Ev yolunda Serpil Teyze onun başını okşadı. Bir anne gibi değil, anne gibi. İçten, içli, susarak… Onu hayata dokunarak çekmek ister gibi…
Eve geldiğimizde her şey hazırlanmıştı. Perdeler açık, güneş içeri doluyordu. Yatak yeni çarşaflarla örtülmüş, kenara bir vazo içinde canlı çiçekler konmuştu. Sibel, “O çiçekleri sabah pazarından aldım,” demişti. “Kokusuz ama renkli. Renk iyidir, kokular boğar.”

Esila sessizce odaya geçti.
Üstünü değiştirmek istemedi.
Koltukta kıvrılıp battaniyeye sarıldı.
Gözleri açık ama boş… Serpil Teyze yanına oturdu. Yavaşça saçlarını taradı parmak uçlarıyla. İlk gece... Tahmin edildiği gibiydi. Hiç iyi geçmedi.

Telefonu masanın üstüne koyup Sibel’le kendi evlerimizde ekran karşısında Serpil Teyze’yi izliyorduk.
İki ev, tek ekran.
Serpil Teyze üç-dört kez itildi.
Esila bazen çığlık atar gibi nefes alıyordu ama sesi çıkmıyordu.
Odayı bir ileri bir geri dolaşıyor, sonra yere oturuyor, sonra tekrar koltuğa çıkıyordu.

Fahri babam üç kere aradı o gece.
“Gelip alayım,” dedi.
“Böyle olmaz, Serpil hanım perişan olma.” Ama Serpil Teyze kararlıydı.
“Hayır,” dedi. “Bırakmayacağım.”
Ekranda Serpil Teyze’yi izliyordum.
Gecenin bir yarısı, dizlerinin üstünde oturmuş, sanki çocuğunu beşikler gibi hafif hafif sırtını sallıyor. O an düşündüm… Hiçbir profesyonel bakım, bir annenin sabrıyla yarışamazdı.

Nihayet gece iki buçukta uyudu Esila.
Dizlerinin üstünde, başı Serpil Teyze’nin kucağında… Gözyaşları kurumuştu. Yüzü hâlâ gergindi ama solgun yanakları azıcık gevşemişti. İlk defa ilaçsız uyuyordu. Sanki birkaç gram acı içinden eksilmişti. Belki de ilk defa güvende hissetmişti. Çünkü gerçekten yalnız değildi artık.

Serpil Teyze ekranın ucundan gözlüklerini çıkarıp gözlerimize baktı.
“İkiniz de hemen uyuyun. Zombi gibi duruyorsunuz.” Sesi çok kısıktı.
Uykusuzdu ama yorgun değildi.
Hâlâ ayaktaydı. Hâlâ savaşacak gücü vardı. Gülümsedim. Gözlerim doluydu.
İtiraz etmek istedim ama sustum.
Çünkü o gece sadece Esila değil, biz de biraz kurtulmuştuk. Yalnızlıktan, çaresizlikten, çaresizce beklemekten…

Telefonu kapatıp başımı yavaşça kaldırdım. Murat koltukta çapraz oturmuş, sessizce beni izliyordu. Dört saatten fazladır oradaydı. Temel ihtiyaçlar dışında yerinden kalkmamıştı. Sadece izlemişti. Ara sıra göz göze gelmiştik. Ama hiçbir şey söylememişti.
Sadece orada bulunmuştu. “Çok uykum geliyor…" Sözlerim dudaklarımdan dökülürken gözlerimi ovuşturdum.
Elini uzattı. Tuttum. Avucunun sıcaklığı bir battaniye gibiydi. Beni yavaşça kaldırdı, parmaklarını avucumdan ayırmadan, yatağa doğru yürüdük. Örtüyü açtı, yatağı hazırladı.
Beni usulca yatırdı. Yüzüme eğildi, saçlarımı yana itip alnımı öptü.
Yanıma çöktü.

O an…
Ona bakarken içimde bir şey kıpırdadı.
Yorgundu. Göz altları morarmıştı.
Ama hâlâ yakışıklıydı.
Ve şu anda onu istiyordum.
Tüm kalbimle, tüm bedenimle…
Hamilelik beni bu konuda yine hazırlıksız yakalamıştı. Çok saçma anlarda vücudum ona hazır hale geliyordu. Cinsel açlığım, şaka gibi artmıştı. Ne zaman yanında olsam, tenine yakın dursam, içimde bir yerlerde bir kıvılcım yanıyordu. Onun kokusunu duymak bile yeterliydi. Ben normalde böyle şeyleri düşünen biri değildim. Hele bugünkü yaşanılanlardan sonra hiç düşünmemem gerekiyordu.

Ne yazık ki bu dürtüye engel olamıyordum. Ama bunu dile getirmek…
Beni mahcup ediyordu. Çünkü yaşadığımız onca şeyin içinde bu isteğim, bu arzum bana fazla "lüks" gibi geliyordu. Utanç verici gibi...
Saçma gibi...

Oysa doktorum, gülerek anlatmıştı.
“Normal, Melek Hanım. Bu dönemde hormonlar biraz karışık. Eşinize ilgi duyuyorsanız saklamayın, konuşun. Bu çok sağlıklı bir şey.” Ama işte…
Haftalardır bana dokunmamıştı.
Ne öpmüş, ne sarılmış, ne okşamıştı.
Ben de üstelememiştim. Utandım.
Çünkü onca acının içinde, bu arzuyla ortaya çıkmak bana yanlış geliyordu.

Oysa şimdi…
Vücudum titriyordu.
Yatağın yanına oturdu. Gömleğini çıkardı. Bu kadar yorgunluğa rağmen hâlâ çok yakışıklıydı. Göğüs kafesi, kolları… Bildiğim, ezberlediğim ama her baktığımda yeniden şaşırdığım o vücut. Pijamasını giyerken gözlerim onu süzüyordu. Göz göze gelmemek için yorganın ucuna sarıldım. Yanıma geçti.
Bir karış bile uzaklaşsa içimden "geri gel" diye bağıracak gibiydim. Ama dışarıdan taş gibi görünmeye çalıştım.

Parmak uçlarımla koluna dokunmak istedim. Kaslarına. Tenine. Ama yapamadım. Ya yanlış anlarsa? Ya yanlış zaman derse? Kendime hayrım kalmamıştı ama ondan medet umuyordum. Gülümseyerek başımı hafifçe çevirdim. “Benim canım bir şey aşeriyor…” Sesim çok kısıktı. Boğazımda düğüm vardı. Titriyordum. Hem korkudan hem heyecandan.
Murat hızla kalktı. Gözleri ışıldadı. “Ne? Söyle aşkım! Hemen bulurum. Ne aşerdin? Gece bile olsa çıkar alırım.” Gerçekten de her şeyi yapacak gibiydi. O anda dağları bile aşabilirdi.

Ben gözlerimi kaçırdım. Yorganın ucuyla oynadım. Dudaklarımı bastırdım.
“Söyle artık,” diye içimden bağırıyordum. Ama dilim tutuldu.
“Neyse ya boşver. Zamanlama iyi durmuyor.” dedim. Sesim kırıldı.
Utanmıştım. Yüzüm yanıyordu.

“Aşermenin zamanı mı olur? Zaten diğer hamileler gibi hiç nazlı davranmıyorsun. Böyle hamilelik olmaz. Meyve mi istiyorsun? Tatlı mı? Ekşi mi? Ne var aklında? Söyle hayatım. Hamilesin, aşereceksin tabii ki.” O hâlâ ciddi ciddi ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sonra çok sessizce söyledim.
Gözlerimi yere indirip, neredeyse bir çocuğun korkaklığıyla fısıldadım.
“Seni…”

O sustu.
Bir iki saniye hiçbir şey demedi.
Nefesini tuttuğunu fark ettim.
Kalbim boğazıma çıkmıştı. “Seni… aşeriyorum.” Bir kahkaha attı.
Öyle içten, öyle sıcak bir kahkaha ki...
Kızardım. Yorganın içine gömülmek istedim. Ama hemen ardından…
Yatağa döndü. Ellerimi tuttu.
Yanaklarıma dokundu.
Ve o kahkaha yerini fısıltıya bıraktı.
“O zaman ben de hamileyim galiba… Çünkü ben de seni hep aşeriyorum.”

Gözüm doldu. Hem utandım hem güldüm. Hem içime sıcaklık doldu hem karnıma kelebekler indi. Murat bana sarıldı. Beni zamanlama konusunda suçlayacağını düşünüyordum. Yaptığım bütün araştırmalar ve doktorun da dediği gibi bu süreç fazlasıyla normaldi. Gerçekten sarıldı. Dudaklarını boynuma bıraktı. “Beni iste.” dedi. “Hiçbir zaman ayıp değil.” Benim ellerim de artık ürkek değildi. Boynunu tuttum. Göğsüne yaslandım. Kendimi ona bıraktım.

*****
İlahi Bakış Açısı

Melek bu gece Serpil Hanım’ın evinde kalacaktı. Esila bir haftadır buradaydı ve ilk geldiği günkü o donuk, uzak hali neredeyse tamamen kaybolmuştu. Hâlâ suskunlukları vardı elbette, hâlâ bazı kelimeler boğazına düğüm gibi oturuyordu ama artık sabahları selam verirken gözlerine bakıyor, yavaş yavaş kendi odasını toplamaya başlamıştı. Melek her sabah onu daha bir toparlanmış görüyordu. Üzerine düzgün bir eşofman geçirmiş oluyor, saçlarını topluyordu. Hâlâ o eski haline dönmekten uzaktı ama artık dipsiz bir kuyuda da değildi.

Kapının önüne geldiğinde iki kısa tıklama yaptı. Selim, elinde futbol topu ve sırtında çantasıyla hemen açtı kapıyı. Yüzünde terle karışık bir heyecan vardı.
“Görüşürüz abla,” dedi, içeri girmesine bile fırsat vermeden ayakkabılarını aceleyle geçirip merdivenleri ikişer ikişer inmeye başladı. “Görüşürüz,” dedi Melek gülümseyerek ama içinden, “Ne çabuk büyüyor bu çocuk,” diye geçirdi. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde, evin içine dolan o tanıdık ve sıcacık koku karşılayıverdi onu. Dolma içi. Islak asma yapraklarının ekşimsi kokusu, zeytinyağının hafif buğusu ve soğanların karamelizeye yaklaşan tatlı kokusu birbirine karışmıştı. Hamile olmasa bu kadar burnu iyi koku almazdı.

Mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Başını uzattığında, Serpil Hanım ile Esila’nın yaprak sardığını, Sibel’in ise yavaş yavaş ama iştahla dolma doldurduğunu gördü. Her gün birbirlerini gördükleri için kimse yerinden kıpırdamadı. Herkes sadece kafasını çevirip “Hoş geldin” anlamında küçük bir gülümseme gönderdi. Melek de kendine bir sandalye çekip onların yanına ilişti. Serpil Hanım son günlerde Esila’yı beş dakikadan fazla yalnız bırakmaz olmuştu. Ona sürekli bir görev veriyor, sürekli onunla bir şeyler paylaşıyordu. Bunu yaparak onu hayata dahil ediyor, zihnini boş bırakmıyor ve en önemlisi ona lazım olduğunu hissettiriyordu. Melek bunun farkındaydı. Serpil Hanım, anneliğin tanımını genişletmişti adeta, Esila’ya hem şefkatli hem netti.

Melek masadan bir yaprak aldı, eline biraz iç harç alıp yaprağın ortasına koydu, sonra Esila’ya döndü. “Ne zaman işe başlıyorsun?” diye sordu, tonu yumuşaktı ama içinde umut da vardı. İşe dönmek, hayatla tekrar bağ kurmak demekti. Esila bir an cevap vermedi. Başını önüne eğdi. Elindeki yaprak küçüldü, büzüştü. Dudaklarını hafifçe ısırdı ve sonra başını kaldırmadan gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğü görüldü. “Sana ihtiyacımız var.” dedi Melek bu kez daha içten.

“Hayır Melek,” dedi Esila boğuk bir sesle. “Eminim amcam ve kuzenim her şeyi mükemmel ilerletiyor. Ben sadece yük olurum. Varlığım, hâlâ orada bir şeyleri karıştırır. Daha kendimi toparlamış değilim... Herkes bana bakıyor, ama kimse gerçekten ne yaşadığımı bilmiyor. En çok da kendim bilmiyorum.” Bu sözlerden sonra mutfağa bir sessizlik çöktü. Kaşık sesleri bile duyulmaz oldu. Sibel bir süre bekledi, sonra elindeki içi boş dolma biberi havaya kaldırarak ciddi bir ifadeyle konuştu. “Bir yerde bir kız doğdu,” dedi, herkes ona döndü. “Böyle çok sessiz olunca, bir yerde kız doğuyor. Biz ne kadar sessiz kalırsak o kadar fazla kız doğuyormuş...”

Bir kahkaha koptu mutfakta. Önce Serpil Hanım güldü, sonra Melek’in boğazına oturan hüzün dağıldı, Esila ise başını çevirip Sibel’in tombik yüzüne baktı. Gülmemeye çalıştı ama gözlerinin içi kısıldı. Gülmek istiyordu. Uzun zamandır ilk defa. Sibel elini göbeğine koydu. Karnı artık iyice öne çıkmıştı. Kendinden önce yürüyen bir balon gibi, girdiği her yere önce o giriyordu. Yanakları da göbeği gibi tombişti. Konuşurken dudağının kenarına yapışan pirinç tanesini bile umursamıyordu.

“Yemin ederim dünyayı yesem doymuyorum,” dedi. “Sabah kalkıyorum, tost yiyorum. Üstüne bir çorba içiyorum. Sonra canım kuru fasulye çekiyor. Öğlen daha bitmeden karnım guruldamaya başlıyor. Bu çocuk kesin benim gibi olacak.” Serpil Hanım sessizce gülümsedi. O gülümsemede bir ‘şükür’ vardı. Kimsenin gidişi kolay olmamıştı, hâlâ da kolay değil. Ama kalanlar, birbirine tutunarak hayata tutunuyordu.

Sibel için hamilelik her istediği yemeği yemek ise Melek için bu aralar yemekten çok daha başka bir şey vardı zihnini meşgul eden… Daha doğrusu birisi, Murat. Kocası. Her hareketi, her bakışı, hatta en sıradan davranışları bile Melek’i derin bir arzunun eşiğine getiriyordu.

Murat iş yerindeyken ceketini çıkarsa bile, Melek’in içinde dayanılmaz bir kıpırtı başlıyordu. Bunu zaman zaman eziyet gibi hissediyor, kendine kızıyor, hatta bu hâline öfkeleniyordu. İçten içe “Bu normal olamaz,” diyerek suçluluk duyduğu anlar olmuştu. Bazen aynaya bakıp “Ben böyle biri değildim.” dediği bile oldu. O kadar ki bir gün cesaretini toplayıp bir uzmana gitti. Bir şeyler bozulmuş gibiydi içinde. İlaçsa ilaç, serumsa serum… Ne gerekiyorsa almaya razıydı.

Ama doktoru onu dikkatle dinledikten sonra sadece tebessüm etmişti. Bu hâlin, hormonların etkisiyle daha da yoğunlaşan bir durum olacağını, pek çok kadının yaşadığını ve hamilelik sona erdiğinde yavaş yavaş normale döneceğini söylemişti. Elbette sona daha çok vardı. Ve Melek, içten içe kendine inanamıyordu.

Bu durumun en çok keyfini çıkaransa Murat’tı elbette. Karısının onu bu kadar çok istemesi, arzulaması, onu adeta gözleriyle bile sahiplenmesi… Murat için tarifsiz bir mutluluktu bu. Gün içinde ne kadar yorgun olursa olsun, ne kadar dertle boğuşursa boğuşsun, Melek’in ona dokunmak istediği an her şey silinip gidiyordu.

Onun tenini hissettiği an dünya duruyor, bütün sorumluluklar, bütün hesaplar bir kenara itiliyordu. Melek’in bakışlarında kendine ait bir cennet buluyordu sanki. Her gece, onunla aynı yatağı paylaşmak, aynı nefesi solumak Murat için bir mucizeydi. Ve her gece, yeniden ve yeniden ona âşık oluyordu.

Şimdi arabasının içinde, motorun hafif uğultusu eşliğinde yetiştirme yurduna doğru ilerlerken, Murat elindeki dosyalara göz ucuyla baktı. Koyu renkli takım elbisesinin yakası, sabah aceleyle taktığı kravatla biraz gevşemişti. Camdan dışarıya baktığında şehirden kopmuş gibi duran bu yolun sonunda onu bambaşka bir dünya bekliyordu. Yan koltukta oturan Hacer, sessizce telefonuna bir şeyler not alıyordu. Arkada ise genç sekreter, kucağındaki peluş oyuncakları özenle tutuyordu. Her şey planlıydı ama Murat’ın içi darmadağındı.

Yurda vardıklarında, binanın bahçesinden içeri adım atar atmaz çocukların neşeli kahkahaları karşıladı onları. Bu ses, Murat’ın içini hem ısıttı hem de bir yanını paramparça etti. Gülüşlerin içinden Salih'in kızı Yağmur'un sesi gelmiyordu. Çocuklar top peşinde koşuyor, birbirlerini kovalıyor, yeni gelen oyuncakları meraklı bakışlarla süzüyorlardı. Hacer ile sekreter getirdikleri hediyelerle ilgili yöneticilerle konuşmak için binanın içine geçerken, Murat hiç oyalanmadan bakışlarını kalabalığın arasına çevirdi. Ama küçük kızı göremedi.

Köşede, çiçekliklerin hemen yanında eski bir bankın ucuna ilişmiş bir çocuk fark etti. Omuzları düşük, başı öne eğik… Kucağındaki taşlarla bir şeyler yapıyordu. Yağmur'du bu. Salih’in biricik kızı. Annesizliğe erken alışmıştı, şimdi babasızlıkla yüzleşiyordu. Bir an duraksadı Murat. O küçücük bedenin ne kadar yalnız olduğunu düşündü. Sırtındaki ince hırkanın, rüzgârda ne kadar koruyucu olabileceğini sorguladı. Yavaşça yanına yürüdü. Çocuğu korkutmamak için ayak seslerini yumuşattı. Bankın diğer ucuna oturduğunda Yağmur başını kaldırdı.

Göz göze geldiler. “Murat amca…” dedi küçük kız. Gözleri bir anda parladı. “Şeni çok özledim.” Cümleyi kurarken elindeki taşlar kucağından dökülüp yere saçıldı ama Yağmur aldırmadı. Küçük kollarını açıp hızla Murat’a sarıldı. Bütün sıkıntılarını o sarılışa bırakan bir çocuk gibiydi. Murat, gözlerini sımsıkı kapatıp kollarını onun etrafına sardı. Küçücük bedeni sararken, boğazına düğümlenen ağlamayı zor tuttu. Yağmur’un s’leri ş gibi söylemesi her zaman gülümsetirdi onu ama şimdi içi yanıyordu.

“Biliyor muşun…” dedi Yağmur, başını Murat’ın omzuna yaslamış halde, sesi bir fısıltı gibiydi. “Babam ölmüş… Artık gelmeyecekmiş. Anneannem de. İkişi de gitmiş…” Murat, o cümleyi duyduğunda göz kapaklarının ardı karardı. Dün akrabalar görmeye gelmişti. Onlar acımadan söylemiş olmalılardı. Yağmur’un saçlarını okşarken gözyaşını saklamaya çalıştı. Sanki daha küçücük bir çocuk değildi de yıllardır hayatı omuzlarında taşıyan bir büyüktü karşısındaki.

Yağmur yavaşça geri çekildi. Eğilip yere düşen taşları toplamaya başladı. “Ben zaten biliyordum…” dedi. Bu sefer sesi biraz daha kendinden emindi, ama yorgundu. Küçük elleriyle taşları tek tek dizmeye başladı bankın üstüne. “Babam bana demişti… Eğer gider ve dönemezşem… Eşila annen şana bakar, demişti. Şeni çok şever, şen onunda kızışın demişti…” Murat, nefes bile almadan dinliyordu. Bu cümleler, Salih’in Yağmur’a bıraktığı son sözlerdi belki de. En değerlilerinden. “Babam, anaannemin gideceğini şöylemeyi unutmuş,” dedi küçük kız, başını kaldırmadan taşları bir çizgi haline getirirken. “O da gitti… Daha da gelmiyor…”

O sırada bankın önünden esen hafif rüzgar Yağmur’un saçlarını yüzüne doğru savurdu. Murat, cebinden çıkardığı küçük tokayı saçlarına takarken, onun yüzüne bakmadan konuşmaya devam etti. “Anneannem beni her şabah uyandırırdı. Bazen şakacıktan bağırarak, bazen öperek. Şimdi kimşe uyandırmıyor. Rüyamda Eşila annemi gördüm ama hiç konuşmadı. Sadece uzaktan baktı. Ama şulukları vardı gözünde. O da üzülmüş…” Murat artık dayanamadı. Küçük kızın önünde ağlayamazdı ama yüreği paramparça olmuştu. Salih’in gözlerini, Yağmur’un kirpiklerinin kıyısında görebiliyordu. Konuşmasa da her şeyi anlayan bir çocuktu o. Kaybettiklerini içine gömen, ama yine de gülebilen nadir çocuklardan.

“Bana taşlarımı kaybettirme emi Murat amca…”
“Kaybettirmem.” yerdeki bir taşı daha Yağmur'a uzattı. Yağmur yeniden taşlarla oynamaya başladı. “Bu benim babam…” dedi, elindeki gri yuvarlak bir taşı göstererek. “Bu da ben. Yan yana dururlarsa babam beni korur. Ama bu...” dedi başka bir taş alıp biraz uzağa koyarak, “Bu taş Eşila annem. O başka yerde. Ama bizi izliyor. Korumuyor ama üzülüyor…”

Murat eliyle gözlerini sildi. Ardından ağır bir nefes aldı. İkbal hanım her zaman Esila'yı Yağmur'un annesi olarak görürdü. Yasemin'in karnında büyümüştü ama anne şefkatini Esila vermişti. Torununa da bunu hep aşıladı. Yağmur'a annesinin kim olduğunu anlattı ama Esila'yı da hiç es geçmedi. Bu yüzden Yağmur için her zaman Esila onun annesiydi.

Murat duygusal bir adam değildi. Kolaylıkla kalbi kırılmaz karısı dışında kimse onu kalbinden vuramazdı. Şu anda Yağmur'un yanında deli gibi ağlamak istiyordu. Murat, ilk kez dayanamayacağını hissetti. İçinden geçen o yabancı duyguyla boğazı düğüm düğüm oldu. Ağlamamak için dişlerini sıktı, ama kalbi... Kalbi öyle acıyordu ki, nefes almak bile zorlaşıyordu.

Yağmur’un oyuncak gibi dizdiği taşlara bakarken onun bir kez bile gözyaşı dökmediğini görmek, Murat’ın içini bıçak gibi kesmişti. Psikolog sabah telefonda bahsetmişti zaten, "Aile yakınları ölümleri bahsedince bizde anlatmak zorunda kaldık. Çok sakin karşıladı, ama bu yaş için sağlıklı bir tepki değil. Kendini tutuyor, bir yerde patlayacak." demişti. Sonra psikoloğun anlattığı diğer şey Murat’ın zihninden hâlâ çıkmıyordu.
"Yağmur kimsenin görmediğini sandığı bir odada, yalnız kaldığını zannettiği anda dakikalarca ağladı… Sessizce… Öyle bastırılmış, öyle yutulmuş bir ağlamaydı ki… Odaya girdiğimde bile beni fark etmedi."

Yağmur taşları ile oynarken Murat ellerini dizlerinin üstüne koydu. “Benim yanımda ağlamak istersen amcanın omzu hizmetinde. Melek yengenin sağ, senin sol taraf uygun mu?” dedi.
Yağmur’un gözleri dolmuş ama nedense o an bile gülümsemeyi seçmişti. Sanki ağlamanın utanılacak bir şey olduğuna inandırılmıştı. "Murat amca, biliyor muşun?" dedi Yağmur. “Eşila annem bizim eve geldiğinde bazen babamla kavga ederdi. Şonra balkona geçerdi. Ağlamak için. Bende onun kızıyım ya... O yüzden herkeşin içinde ağlamam.”

Murat’ın kalbi o anda sarsıldı. Kendi hayatını yaşamış, kendi acılarını bir şekilde bastırmıştı ama Yağmur’un bu kadar küçük yaşta, bu kadar ağır bir tecrübeyi ‘normal’ sanması onu darmadağın ediyordu. Esila'yı taklit ediyordu. Onu gözlemlemiş, öğrenmişti. Ama neden? “Annem babamın yanında ağlarşa babam evden giderdi…”
Bu cümlede, o minicik omuzların nasıl da bir evliliği taşıyacak kadar sorumluluk yüklendiğini hissetti Murat. Yağmur bir an sustu. Sonraki cümleyi söyleyemedi. Dudakları kıpırdadı, ama kelimeler çıkmadı. Gözlerini taşlara çevirdi. Murat ona daha fazla dayanamadı. Elini uzatıp küçük bedeni kucakladı. Yağmur bir şey demedi, sadece başını adamın göğsüne yasladı.

“Yağmur…” dedi Murat, kucağında sıkıca tuttuğu kız çocuğunun saçlarını koklarken. “Amcam… Senin ismin çok güzel biliyor musun?” Başını eğip onun gözlerine baktı. “Esila annen seni almaya gelecek.” dedi usulca. Kelimeler ağzından çıkarken boğazı yine düğümlendi.

Ve işte o an...
O inatçı gülümseme kırıldı.
Yağmur’un gözleri aniden sulandı, sonra o güne kadar tuttuğu bütün gözyaşları, Murat’ın omzuna birer birer dökülmeye başladı. Küçük kolları Murat’ın boynuna dolanmış, başını onun göğsüne sıkıca bastırmıştı. “Annem gelşin artık… Kimşenin yanında ağlamıyorum. Neden gelmiyor.” dedi, ağlamanın arasında hıçkırıklarla. Sesi titriyordu.
O zamana kadar yutulan her kelime, her hayal, her korku şimdi gözyaşına dönmüştü.

Ağlaması o kadar içliydi ki Murat'ın ciğerleri daraldı. Sessizce, onun sırtını okşadı. “Gelecek. Söz…”
“Annem beni özlemiştir, değil mi Murat amca?”
“Çok. Hem de o kadar çok ki… Geceleri uyuyamıyor. Sürekli senin adını sayıklıyor.”
“Ama niye gelmiyor?” Sorusunu sordu, ama cevabını beklemedi. Sanki içinden bir parçayı koparırcasına devam etti. “Ben iyi dururşam gelecek, değil mi? Yaramazlık yapmazşam, hiç ağlamazşam gelir… Çünkü ben anneme şorun olmayacağım. Şöz… Eşila annem babama hep derdi. Şana şorun olmayacağım.”

Murat’ın gözünden ilk damla o an düştü. Kız çocuğu fark etmesin diye başını yana çevirdi. Dakikalar geçti. Yağmur’un ağlaması durmadı. Giderek hıçkırıklara dönüştü, sonra nefes almakta zorlandığı bir an geldi. Murat, kucağındaki küçük bedeni daha sıkı tuttu, ama onu bastırmadan. Küçücük parmakları Murat’ın yakasına tutunmuştu.
“Murat amca… Eşila annem gelmeden uyumak iştemiyorum…” Bir süre sonra ağlamaktan bitap düşen beden yavaşça gevşedi. Göz kapakları düştü, ama kucağındaki taşlardan biri hâlâ elindeydi.

İki saat boyunca Yağmur’la vakit geçirmek, Murat’ın ruhunu yormuştu. Küçük kızın gözyaşları kurumuş ve uyumuştu. Şimdi direksiyonun başında, yavaşça Serpil Hanım’ın evine doğru ilerliyordu. Aklında sürekli aynı düşünce dönüp duruyordu: “Esila, belki Yağmur’a bakmak istemeyebilir... Ve bu da onun en doğal hakkı.” Ama ne olursa olsun, Melek ile birlikte o kızı sahiplenmeye hazırdı. Onun gözünde artık bu mesele, sadece bir koruyuculuk değil, bir aidiyet meselesiydi. Yağmur’u kaderin ellerinden alıp kendi elleriyle büyütmek istiyordu. Hem Salih’e olan vefa borcunu ödemek, hem de Yağmur’a yeni bir dünya kurmak için.

Serpil hanımın evinin kapısından içeri girdiğinde içeriden hafif kahkahalar geliyordu. Salonun köşesinde Melek, bir yastığı karnına siper etmiş halde oturuyordu. Yanında Sibel, elindeki portakal dilimini yavaş yavaş kemirirken, kıkırdayarak Esila’ya bir soru yöneltmişti. Esila, koltukta oturuyordu. Bacaklarını altına almış, kollarını göğsünde kenetlemişti. Yüzü gülümser gibiydi ama o ifade gerçek bir neşe taşımıyordu. Gözlerinin altı hâlâ yorgundu, ama o anı bozmamak için çaba gösteriyordu. “Sence kız mı, erkek mi?” diye sordu Sibel, Melek’in karnını göstererek. “Ne hissediyorsun, hemen söyle.”

Esila gözlerini Melek’in karnına çevirdi. Dudaklarını kıpırdattı ama sesi zor çıktı.
“Kız da olabilir... Erkek de...”
Yarı yolda kalmış bir cevap gibiydi.
Ama Melek yılmadı. Sohbetin amacını biliyordu. Esila’yı konuşmaya ikna etmek. “Teyzesi olarak sen ne olmasını istersin?” diye sordu, gözlerini Esila’dan ayırmadan. Bir cevap almak istiyordu, içten, kendiliğinden gelen bir şey.
Esila önce omuz silkti, sonra eliyle saçlarını geriye attı. “Kız olursa saçlarını örerim...” dedi usulca. “Erkek olursa da futbol maçlarına giderim.” Bu cümle, çok küçük bir tebessüm getirdi dudaklarına. Sibel hemen atıldı, “Ben saç örme işinde iddialıyım.”

Tam o anda, Murat kapıdan girdi. Ama gözlerinin altındaki morluklar, dağınık saçları ve içindeki sarsıntı onları gizlemeyi başaramamıştı. “Ben geldim,” dedi sade bir sesle. Üç kadın başlarını çevirdi. Hepsi gülümsedi. Murat önce Melek’in yanına yürüdü. Eğilip alnına bir buse kondurdu. O yumuşak alnı, sanki bütün günkü ağırlığını hafifletti. Yanağını okşarken, “İyi misin?” diye fısıldadı. Melek, “Sen iyiysen ben de iyiyim,” dedi sessizce.
Aralarında böyle bir dille anlaşıyorlardı. Bazen kelimeler gereksizdi.

Sonra Sibel'in saçlarını yaramaz bir çocuk gibi bozup yavaş adımlarla Esila’nın oturduğu koltuğa geldi. Koltuğa değil, adeta ona yayıldı. Kolunu Esila’nın omzunun altından geçirip, kolunu göğsünün hizasında bıraktı. Gömleğinin ilk iki düğmesini açtı, rahatladı. Başını yana çevirip göz ucuyla baktı ona. “Nasılsın, kuzen?” Sesi yumuşaktı ama altında derin bir yük vardı.

“İyi...” dedi Esila. Ama sesi tıpkı biraz önceki cevabı gibiydi, yarım, ucu açık, eksik. Murat kolunu Esila'nın omzuna götürüp nazikçe okşadı. Bir ağabey dokunuşuydu bu. Ne zorla ne mecazla. Gerçekti. Sibel portakal kabuğuyla uğraşıyordu. Melek gözleriyle Esila’yı tartıyor, Murat’ın ifadesinden bir şey anlamaya çalışıyordu. Murat birden derin bir nefes aldı. “Sizinle bir şey konuşmam lazım.” dedi. Melek gözlerini kaldırdı, Sibel başını çevirdi. Esila ise kıpırdamadı. Serpil hanımda içeriye girdi. “Önemli bir şey bu ama zor.” Bir yudum sessizlik daha. Sonra Melek başını salladı. “Tamam, Murat. Dinliyoruz.”

Murat gözlerini Esila’dan ayırmadı.
“Söz verin, söylediklerim sizi üzse bile hemen tepki vermeyeceksiniz. Sadece anlamaya çalışın.” Esila gözlerini kırptı. Şimdi artık tamamen ona odaklanmıştı.
Murat devam etti. “Bugün Yağmur’la beraberdim.” Bu cümleyle içerideki hava değişti. Sibel doğruldu, Melek'in dudakları aralandı. Esila’nın yüzü ise bir anda dondu. “Onu gördüm. Konuştum. Sarıldım. Kucağıma aldıktan sonra bir daha bırakmak istemedim.” Yutkundu. Sesi çatallanmıştı. “Yönetimle konuştum. Onunla iki saat boyunca taşlarla oynadık. Hikâyeler anlattı bana. Ama bir tek şeyi anlatmadı.” Durdu. “Annesinin neden gelmediğini bilmiyor... Kimse ona anlatmamış.” Esila'nın bakışları boşluğa kaydı. Elleri dizinde kenetliydi. "Seni... Annesini bekliyor Esila."

"Uyuyacağım… Sonra konuşalım olur mu?" Esila’nın sesi öyle ani, öyle kesik kesikti ki kimse cevap veremedi. Bir anda ayağa kalktı, omuzlarındaki ağırlığı silkelemeden, başını önüne eğip sessizce yürüdü. Evdeki herkes şaşkınlıkla ardından bakarken, Esila, eski günlerde Sibel’e ait olan odaya girip kapıyı kapattı. Ne Melek ne de Sibel bir şey diyebildi. Herkes onun hâline alışmıştı ama bu sessizlik başka bir şeydi.

Murat bir süre kapıya baktı, içinden gelen tuhaf tedirginliği bastırmaya çalıştı. Sonra Melek fısıldayarak yanına sokuldu. “Biz yarın Yağmur için başvuru yapalım olur mu?” Sesi titrek ama kararlıydı. “Onu orada bırakmak istemiyorum. Onu başkası alsın da istemiyorum. El birliğiyle büyütürüz. Ne olur ne olmaz…” Murat gözlerini karısının gözlerine dikti. Onun içinde kopan savaşı da, kalbinde büyüyen sevgiyi de görüyordu.
“Öyle yapalım.” dedi.

Ama tam o an, evin içinde yankılanan bir çığlık, her şeyi alt üst etti.
Keskin, iç yakan bir çığlıktı bu.
Esila’nın sesi. Murat dondu. Sonra bir anda yerinden fırladı. Melek ve Sibel daha ayağa kalkamadan, o çoktan odaya doğru koşmuştu. Kapıyı açarken Melek’in arkasından gelen sesi duydu.
“Murat ne oldu!?” Ama o dönüp bakmadı. Kapının kolunu kavrayıp içeride gördüğü manzara nefes almasını zorlaştırdı.

Esila, odanın köşesinde, yerdeydi. Yerde oturuyordu ama bedeni sanki bir boşlukta asılı kalmış gibiydi. Bir ileri bir geri… bir ileri bir geri… Gözleri açık ama görmüyordu. Dudaklarından dökülen kelimelerse, içini lime lime ediyordu. “Yağmur da ölürse ben yaşayamam… Ben yaşayamam…” Murat’ın içinden bir şey koptu. Elindeki bütün gücüyle bağırdı. “Melek! Sibel! Sakın odaya gelmeyin! Serpil teyze, kapıyı kapat!”

Kapı kapanırken kalın bir sessizlik odayı kapladı. Murat bir adım attı.
Sonra bir adım daha. Esila, sallanmayı bırakmamıştı. Kolları titriyordu.
Gözleri kırmızıydı ama hâlâ ağlamıyordu. Ağlayacak hal kalmamış gibiydi. Sanki gözyaşlarını da tüketmişti.
Murat’ın boğazı düğümlendi.
“Ölmeyecek…” dedi. Ama Esila duymadı.
“Salih öldü… İkbal anne öldü… Biri daha giderse ben de ölürüm… Ben de…”

“Esila kendine gel.” Murat artık yanında diz çökmüştü. Sesi yumuşaktı ama altında sert bir kararlılık vardı.
“Anladık seviyorsun. Anladık en çok sen seviyorsun. Ama delirdiğinin farkına var.” Sözcükleri bıçak gibi, ama can kurtaran bir bıçak gibi. “Yağmur’u istemiyor musun? Tamam isteme. Melek ve ben ilk aşamada koruyucu ailesi olacağız. Sonra da tamamen ailesi… Bu kadar güçsüz olman beni kahrediyor.”
Esila’nın başı birden durdu. Sallanması kesildi. Bir şey değişmişti.
Sanki söylenen cümle içinde bir yankı bulmuştu.

“İkbal Hanım’ın teyzesinin oğlu da istiyormuş Yağmur’u,” diye devam etti Murat. Sesi buz gibiydi. “Araştırdık. Bir b*k etmiyor. Kumarbaz, ayyaşın teki. Parası yok ama Yağmur’un mirasını duyunca heveslenmiş.” Yüzünde tiksinti vardı. “Avukatları açık arıyor. Yağmur’u sahipsiz sanıyorlar. Kolay lokma… Öyle sanıyorlar. Çünkü annesi olacak kişi duygularını kontrol edemiyor. Çünkü fazlasıyla güçsüz.” Bir anda Esila’dan tek bir kelime geldi. Titrek, boğuk, kısık. “Abi…”

Murat’ın kalbine bir ok gibi saplandı bu ses. “Abi deme…” dedi fısıltıyla.
“Sakın bir daha bana abi deme. Şimdi burada hıçkıra hıçkıra ağlayacağım.” Ve ağladı. Omuzları titreyerek, gözleri kıpkırmızı. O güçlü adam gitti. Yerine, kalbi kırılmış, umudu tükenmiş bir adam oturdu. “Yağmur da ağlıyordu…” dedi.
“Sen ona gelmeyeceksin diye kollarımda hıçkıra hıçkıra ağladı.” Bir yudum nefes aldı. "Ağlarsa yanına gelmeyeceğini düşünüyor." Yutkundu. “Sen de abi diyorsun hâlâ. Esila, gözünü seveyim… Çocuk annesini istiyor. Seni istiyor. Yağmur seni bekliyor.”

O sırada Esila başını kucağına aldı.
Kendi dizlerine yaslanıp gözlerini kapattı. “Ben korkuyorum,” dedi.
“Ben onu hak etmiyorum.” Murat elini Esila’nın saçlarına götürdü. “En çok da sen hak ediyorsun…” dedi. “Çünkü senden başka kimse o çocuğun gözyaşını bir bakışla silemez. Anne diyor sana.”

Odada sessizlik oldu.
Ama bu sessizlik, artık bir tükenişin değil, bir farkındalığın sessizliğiydi.
Esila ağlamıyordu. Murat da susmuştu.
Ama ikisinin de içinde dev bir fırtına durmuştu.

Dakikalar geçti.
Esila başını kaldırdı.
Gözlerinin altında ince çizgiler belirmişti. “Ben…” dedi. “Ben annesiyim, değil mi?” Murat’ın sesi titredi. “Evet, Esila. Sen onun annesisin.” Esila bir an durdu. Sonra kalktı, gözyaşlarını kolunun ucuyla sildi.
“Yarın değil…” dedi.
“Yarın değil, hemen. Şimdi. Ne gerekiyorsa yapalım. Kızımı istiyorum.”

_______________

GÖRÜŞMEK ÜZERE

Finale son bir veya iki bölüm. Bu hafta içinde yayınlanacak.

Esila bölümü olsun mu? Yoksa Murat bölümü ile hikâyeyi bitireyim mi?

 

Bölüm : 13.07.2025 09:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 75. Annem Beni Bırakmaz
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...