170. Bölüm
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 76.Bize Ait Her Şey

76.Bize Ait Her Şey

Yalives Doğan
kambersizyazar

Hoşgeldiniz 💞

Finale bir bölüm kaldı. O da Esila'nın ağzından yazılan ve en son Melek'in ağzından final olacak son bölümümüz olacak.

Hiç bekletmeden onuda yayınlayacağım. Yorumlarınızı ve beğenilerinizi ayrı ayrı bekliyorum. Bölüm size emanet.

Yorumsuz bırakmayın lütfen.

Okumadan önce Beğeni yapıp başlayalım olur mu 🫶 💞

_________________

Haftalar su gibi akıp gidiyordu. Günler birbirine karışmıştı, zaman artık saatlerle değil, duygularla ölçülüyordu. Esila için iki buçuk hafta sanki iki buçuk yıl gibi geçmişti. Bedeninde biriken yorgunluk, zihnindeki karmaşayla birleşmiş, ona geceleri uyku değil, düşünceler getirmişti. Yağmur’un yanına gitmeyi çok istemesine rağmen, içinde bulunduğu durum onu her seferinde olduğu yere çiviliyordu. O, bir çocuğun hayatından sorumlu olmaya henüz tam olarak hazır olduğunu düşünmüyordu.

Elbette onun için elinden geleni yapıyordu, doktorların dediklerini harfiyen uyguluyor, psikolojik destek alıyor, ilaçlarını içiyor, meditasyon yapıyor, gerekirse günlerce aklını yoracak şeyler düşünüyordu. Ama ya yeterli olmazsa? Ya Yağmur onun gibi birini anne olarak kabul etmezse? Bu düşünceler geceleri kalbine ağır basan taşlar gibiydi. Yine de… Denemeye kararlıydı. Kendine rağmen. Korkularına, geçmişine, başarısızlıklarına rağmen. Kaybettiği her şeye rağmen. Anne olmak istiyordu.

Bu konuda en son gelişme, avukatla yapılan bir telefon konuşmasında olmuştu. Aslında konuşmayı Murat yapmış, Esila ise kenarda sessizce dinlemişti. Salih’in vefat etmesiyle, son imzalar tamamlanamadan vasiyet boşlukta kalmıştı. Esila'nın Yağmur’un vasisi olması da hastaneye yattıktan sonra artık yasal açıdan daha zorlu bir sürece dönüşmüştü. Salih ölmeden önce Esila'ya sürpriz yapmak için görüşmeler yapsa da hiçbirini tamamlamaya zamanı olmamıştı. Avukat açık açık söylemişti. “Eğer biriyle evlenirse, bu süreç çok daha kolay olur. Özellikle Salih Bey’in kendi el yazısıyla yazdığı notlar ve Esila hakkında yazdığı övgü dolu cümleler, rahmetli Salih Bey'in çabası, Esila'nın Yağmur’un annesi olmasını arzu ettiğini gösteriyor. Bunlar mahkemeye sunulursa, ama bir aile yapısı içinde sunulursa… Evet, bu durumda hâkim olumlu bakabilir.” Kısacası… Evlenmesi gerekiyordu.

Bu fikir Esila'nın midesine bir yumruk gibi oturmuştu. Koca bir hayatı yeniden sıfırdan kurmaya çalışırken, şimdi bir de evlilik gibi dev bir adım gerekiyordu. Melek bu konuyu her açtığında önce sert bir tepki göstermişti. “Ben ruh hastasıyım, hala ilaç alıyorum, böyle bir durumda kim benimle evlenir? Takıntılıyım, bencilim, kendi çıkarlarım için herkesi harcarım.” diye bağırmış, sonra gözyaşlarına boğulmuştu. Ama zaman geçtikçe bu fikir boğazına diken diken otursa da, Yağmur’u kaybetme ihtimali karşısında giderek daha katlanılır gelmeye başlamıştı.

İşte o gün… Üçü bir kafede oturmuştu. Dışarısı öğle güneşiyle kavrulurken, içerisi serin ve loştu. Esila, kafedeki büyük camın arkasından süzülen ışıkla gözlerini kısmıştı. Elinde limonlu bir soda vardı, içmiyor, sadece parmaklarını bardağın buğusuyla oynatıyordu. Melek karşısında oturuyor, göz ucuyla sürekli Esila'yı süzüyordu.

Murat, Melek'in yanında, her zamanki gibi sessiz ama tetikteydi. Gözleri kapıya kaymıştı. Gelmesi beklenen adam, düşüncesi bile onu huzursuz ediyordu. Melek bu ismi önerdiğinde ilk o itiraz etmişti. “Onun günahına niye giriyoruz? Bu iş oyun değil. Adamın bütün hayatını bitirmek akıl işi değil.” demişti Murat. Ama Melek, şaşırtıcı şekilde kararlıydı. “İnkar etmekten vazgeç! Esila'yı çok seviyor. Adam gibi adam olduğu için tam da Esila’yı kaldırabilecek biri. İkisinin arasında zaten eski bir dostluk vardı. Birbirlerini tanıyorlar. Hakan bu işi yapar.” Kapı açıldığında kafenin içinde hafif bir rüzgar esti. Birkaç masa döndü, ama Esila dönmedi. O sadece geleni hissetti. Fikir atıldığından beri hiç Hakan ile konuşmamışlardı. Tepkisini bilmiyordu. Ve bu onu daha fazla korkutuyordu.

Hakan içeri girdi. Üzerinde kaliteli siyah bir gömlek vardı, kumaşı o kadar düzgündü ki ışık vurdukça mat değil, ipek gibi parlıyordu. Gömlek vücuduna tam oturmuştu. Omuzları geniş ve dikti, yürürken dikkat çekmemesi imkânsızdı. Altına giydiği keten gri pantolon, onu bir yaz mankeni gibi gösteriyordu. Ama bu gösteriş onda itici durmuyordu. Hakan'ın doğasında zaten hafif bir “fazla iyi görünme” hali vardı.

Gözleri doğrudan Esila’ya kilitlendi. Yüzünde her zamanki gibi alaycı ama sıcak bir gülümseme vardı. “Sen daha delirmedin mi, Tekir kedi’m?” Esila, başını hafifçe kaldırdı ama hiçbir şey söylemedi. Sadece gözleri hafifçe kıstı. Bu, onun tepkisi olacaktı. Hakan hiç bozuntuya vermeden yanlarına oturdu. Sanki haftalardır beklenen biri değilmiş gibi rahat ve umursamazdı. “E
Hakan, seninle evlenmemek için elimden geleni yaptım ama işe yaramadı.” dedi Esila. Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı oldu. Ama hâlâ sessizdi. “Tüh...” dedi Hakan. “Narin bedenim bundan böyle bir cadının gölgesinde olacak desene. Bir de artık az buçuk terelelli bir cadı.”

Bu laf Melek’i öyle yerinden vurdu ki kahkaha atmamak için dudaklarını ısırmak zorunda kaldı. Elini Murat’ın bacağına bastırarak kendini tuttu. Murat ise gözlerini kısmıştı. Hakan’a karşı olan acıma duygusu hâlâ geçmemişti.
Hakan gözlerini ona çevirdi, göz göze geldiler. “Murat,” dedi, başını hafifçe sallayarak. “Neden köpek yavrusuna bakar gibi bakıyorsun? Kendimi küçük Emrah gibi hissetmeme neden oluyorsun dostum.”

"Kendimi bok gibi hissediyorum kardeşim. Mükemmel bir yaşantın var ve biz o yaşantını maf etmek üzere toplandık gibi geliyor. Hakkını helal et." dedi Murat. "Kendi ayaklarımla geldim. Yani kendi hayatımı ben istemediğim sürece kimse zarar veremez. Ne oluyorsa çok istediğim için oluyor. Sen benim kardeşim, dostumsun birde akrabam olacaksın."

Esila hafifçe başını yana eğdi, Hakan’ı izledi. Onun ne zaman ciddi olup ne zaman maskeyle konuştuğunu ayırt etmek bazen zor oluyordu. Ama Hakan, ne olursa olsun, onu hiç hasta gibi görmemişti. Onunla konuşurken kelimeleri özenle seçmezdi. Eskiden nasıl davranıyorsa şimdi de öyle davranıyordu. Bu, hem rahatsız edici hem de rahatlatıcıydı. Çünkü Hakan’la konuşurken kendini anormal hissetmiyordu.

Melek, “Hakan…” diye araya girdi. Cümlesini tamamlamadan önce bakışları Esila’ya döndü. “Sen ne diyorsun? Bu işi kabul eder misin?” Esila başını öne eğdi. Gözleri ellerine takıldı. Parmak uçları birbirine sürtünüyordu. Bu kadar kısa sürede bir evliliğe adım atmak… Ama Yağmur… “Sadece imza üzerine olduğu için. Yani karşı tarafta bu kafada ise...” dedi Esila. Hakan gülümsedi. “Sadece imza değil.” dedi. “Ama gerekirse sadece o kadar.” Murat o anda gözlerini kaçırdı. Melek başını önüne eğdi. Ve Esila, yıllar sonra ilk defa biri için bir şeyden vazgeçmeye hazır olduğunu fark etti. Yağmur için gururundan dostundan vazgeçecekti.

“Zehra'dan sonra sevgilin ya da hoşlandığın biri oldu mu?” diye sordu Esila aniden. Ses tonu yumuşaktı ama altında ince bir gerilim vardı. Zehra ile Hakan bir buçuk yıl önce ayrılmışlardı. Zehra artık evli bir kadındı. Ve Hakan evli bir kadın ile yasak bir ilişki sürdürecek biri değildi. Düğün haftası kafasından silmişti. Ondan sonra birkaç kadın ile Hakan'ı görmüştü ama uzun ilişkisi yok diye biliyordu. Normalde Hakan’ın hayatındaki gelişmelerden haberdar olurdu. Onun kadınlarla olan dengeli, yüzeysel ilişkilerini kıyıdan köşeden hep duymuştu. Ama bu kez hiçbir şey bilmiyordu. Kendi hayatı o kadar karışık, o kadar ağırdı ki, başkasına kulak verecek hâli kalmamıştı. Şimdi, yıllar sonra ilk kez karşısına böyle bir teklifle çıkarken bilmek istiyordu. Gerçekten birine ait mi, değil mi? Bu sadece prosedürel bir evlilik mi olacaktı, yoksa Hakan’ın hayatında başka bir kadının kırılacak hayalleri mi vardı?

Hakan, soruyu duyduğunda hafifçe geriye yaslandı. Gözlerini kısmadan, doğrudan Esila’nın gözlerinin içine baktı. Yüzünde çok hafif bir tebessüm vardı, ama bu alışıldık sarkastik gülümsemesinden değildi. Daha içe dönük, daha temkinli bir duruştu.
“Bana evlenme teklifi etmeyeceksin, değil mi? Bu erkek olarak benim görevim.” dedi sonra. Gülümsemesi biraz daha genişledi ama sesi hâlâ alaycıydı. "Hayatımda bir kadın yok. Uzun zamandır kendimi ilişkilere kapatmıştım. Yani bekar bir erkeğim." Ciddiyetin altında sığınabileceği tek şeydi bu, alaycı konuşma. Esila başını hafifçe yana eğdi. İçten bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Kahkaha atmıyordu ama yüzünde belki de uzun zamandır ilk kez bir yumuşama vardı. “Çaresiz olmasam seni bu yola sürüklemek istemezdim.” dedi. Kelimeleri özenle seçiyor, her birini incitmeden diziyordu. “Ama şu konuda sana söz veriyorum. Benimle evlenirsen rahat bir hayatın olacak. İstediğin kişiyle gezip tozabilirsin. Sadece imza üzerinde bir evlilik olacak bu. Sevgilin bizi bildiği sürece olabilir. Tabii göze batmadan gönül işlerini yaparsın.”

O an Esila’nın sesindeki güçle birlikte yorgunluk da hissediliyordu. Konuşurken sanki kendi söylediklerini içinden de tekrar ediyordu. Bu, bir teklif değildi, bu bir mecburiyet gibi duruyordu. Yağmur için, bir çocuğun hayatı için verilen bir taviz. Hakan başını sallamadı, ellerini de oynatmadı. Sadece onu dinledi. Gözlerini bir an bile kaçırmadan. Bu kadın ne zaman konuşsa, içinden geçirdiği düşünceleri sesinin altına saklıyordu. Hakan, bunu fark edebilecek kadar dikkatliydi. Ve yıllardır onu anlayabilecek kadar yakındı.

Murat gözlerini kaçırarak pencereye baktı. Bu sahneye daha önce hazırlıklıydı. Ona göre Hakan, durumu baştan kabul etmişti. Ama şimdi Esila'nın ağzından çıkan cümleleri duymak başka bir şeydi. Duyguların üzerine bir perde gibi çekilmişti. Bir yanıyla bu fedakârlığı, bu açık kalpliliği takdir ediyor, diğer yanıyla içinde garip bir burukluk hissediyordu. Çünkü kuzeni, evlenmek için değil yalnızca başka birini kurtarmak için evleniyordu. Ve bu, insanın içini burkan türdendi. Hakan bu durumu hak etmiyordu. O sevilmeye değer bir adamdı.

Hakan gözlerini kıstı. “Yani bekar bir adam gibi yaşamakta özgürüm. Öyle mi?”

“Evet, öyle,” dedi Esila net bir sesle. “Yeter ki evlenelim. Tabii, bir deliyle evlenmek hoşuna gitmezse onu da anlarım. Dostluğumuz devam eder bu konuyu da bir daha açmam.” O an masaya yaklaşan garson iki bardak kahve ve bir limonlu soda daha bıraktı. Kimse teşekkür etmedi. Zaten garson da o tuhaf sessizliği fark etmiş olacak ki, kısa bir selamla hemen uzaklaştı. Hakan, onun ardından bir süre sessiz kaldı. Ardından döndü, tekrar Esila’ya baktı. “Deli kadınların evliliklerinin eğlenceli geçtiğini duymuştum,” dedi. “Deneyimlemiş olurum.”

Bu cümledeki hafif cıvıltı Melek’in dudağının kenarına bir gülümseme taşıdı. Ama Melek gülmekten çok, Hakan’ın Esila’ya olan bakışına odaklanmıştı. Bütün cümlelerinin altındaki tonda bir sıcaklık vardı. Bunu başka biri anlamazdı belki ama Melek yıllardır hem Hakan’ı hem Esila’yı yakından tanıyordu. Hakan, onunla hafifçe alay ederken bile sevgiyle bakıyordu. Esila bunu fark etmiyor gibiydi, ama Melek farkındaydı. Bu yüzden içten içe mutluydu. Çünkü Esila’nın bu yalnızlık savaşında artık arkasında biri olacaktı. Esila boş bardağı çevirmeye devam ederken konuştu.
“Bu hafta sana uygun mu? Yıldırım nikahı istiyorum. Çok beklemek istemiyorum.”

“Tabii. Evlilik görüşmeleri uzatılmamalı,” dedi Hakan aynı tonla.

“Evine taşınacağımı biliyorsun değil mi? Yağmur ile birlikte.”

“Gerekli düzenlemelere başladım,” dedi Hakan sakin bir tavırla.

Esila o an başını kaldırdı, hafifçe kaşlarını çattı. “Neyin düzenlemesi?”

“Bir çocuk odası, ona ait bir kitaplık. Misafir odasında kalman için Sana yatak. Sana özel bir oda yapıyorum. Kalabalık hayatı sevmiyorsun, bilirim. Alanın olacak. Kafanı dinleyebileceğin, kaçabileceğin, boğulmayacağın bir yer.”
Bu cümle Esila’nın gözlerini doldurdu ama gülümsemeye çalıştı. Melek, onun bu küçük mimiklerini yakalamıştı. Göz göze geldiklerinde Esila hemen başını çevirdi. Duygusal görünmek istemiyordu. O bir savaşa giriyordu, kırılgan gözükmek zayıflık demekti.

Melek yine de kalbinin derinliklerinde bir rahatlık hissetti. Hakan mükemmel bir adamdı. Bu adam gerçekten gerekiyorsa savaşacak, gerekiyorsa susacaktı. Esila'ya göre şimdilik doğru kişi olmayabilir ama doğru zaman için doğru kişiydi. Ve bazen bu daha önemliydi.

Murat ise derin bir nefes aldı. Bu sahnede hem bir umut hem de bir vazgeçiş vardı. Hakan'la Esila'nın hayatları birleşirken, kendi içinde bir şeyler kopuyordu. Belki de Esila’nın daha fazla yalnız kalmasını istemediği için sustu. Belki de Yağmur için. Hakan'a yapma desede umursamadan devam edeceğini biliyordu. Esila ile yaşayacağı bu hayatı istediği çok belliydi.

Nikâh beş kişinin katılımıyla yapılmıştı. Ne eksik ne fazla… Sadece beş. Esila’nın bu kadar kişiyle sınırlı tutma isteği, ne utançtan ne gizlilikten kaynaklanıyordu. Sadece artık insanların arasında olmak istemiyordu. Kalabalıklar onu yoruyordu. Gülücükler, temennileri, gelinlik hayranlıkları, tebrik kucaklaşmaları… Bunların hepsi Esila için fazlalıktı. O sadece imzayı atmak istiyordu. O kadar.

Gelinlik giymedi beyaz klâsik bir elbise giymişti. Toplantıya gider gibi. Sade, tek cümlelik bir nikâh memuru konuşması, kısa bir sessizlik, sonra kalem önce Hakan, sonra Esila ardından tanıklar. Sibel biraz zorlanarak eğilmişti, şişmiş bileklerine rağmen imza attığında hâlâ şakayla karışık “Elim güzel çıkmadıysa kusura bakmayın,” demişti. Esila’nın sadece Melek ve Sibel’i istemesi kimseyi şaşırtmamıştı. Hakan ise, Murat’tan başka kimseyi çağırmamıştı. Zaten ihtiyaç olmasa, tanık olmaları gerekmeseydi, belki onlar da gelmeyecek, bu kâğıt sadece bir avukatın ofisinde, daha da sessizce hallolacaktı.

Oysa nikâh memurunun masasındaki çiçekler bile fazla gelmişti Esila’ya. Masa örtüsündeki kırmızı dantel, kahverengi sandalyeler, hiçbir anlamı yoktu artık. Bu evlilik bir kutlama değil, bir geçiş kapısıydı. Ve o kapıdan geçerken dönüp bakmak istememişti. Her şey bittiğinde, herkes sessizce dağıldı. Ne bir kutlama vardı ne de bir fotoğraf seansı. Hakan ile Esila birlikte araca binmediler bile. Esila hiçbirini istemedi.

Hakan, Murat’la başka bir yöne yürürken, Melek ve Sibel onu alıp arabaya geçirdi. Esila, arabaya binerken elindeki nikâh cüzdanını fark etmeden biraz fazla sıktı. Parmak boğumları bembeyaz olmuştu. Sonra gevşetti, yavaşça açtı, bir şey yazıyor mu diye baktı. Kendi adı, Hakan’ın adı, tarih… Hepsi vardı. Her şey gerçekti ama hiçbir şey gerçek değildi.

Arabanın arka koltuğunda Sibel, bedenini koltuğa bırakmış, başını geriye yaslamıştı. Geniş yelpazeyi sürekli ileri geri sallıyor, alnındaki teri silmeden önce birkaç kez gözlerini kapatıyordu. Kendi içinde yaşıyordu sıcaklığı. Ama yüzü biraz da içindeki başka yanıklardan parlıyordu. “Anneme benziyorum yavaş yavaş.” dedi. “Elimden yelpaze düşmüyor. Kapalı pencere fobim oluştu. Bütün pencereler açık olmalı. Her yanım sıcaktan yanıyor. Bu hamilelik yedi beni. Bebekte inat etti doğmuyor. Doktor da normal doğurursun dedi. Ama belli ki bebek sezaryen istiyor. Zorla çıkartılması lazım.” Esila başını ona çevirip gülümseyemedi.

“Çok az kaldı, merak etme. Bebek doğunca her şey düzelecek.” dedi Melek direksiyon başında. Konuşurken yumuşak ama yorgun bir ses tonu vardı. Bir anneydi, bir dosttu, bir yoldaştı ama aynı zamanda günlerdir gece uykularından feragat eden bir kadındı.
Esila, ön koltukta nikâh cüzdanına tekrar baktı. O pembe kapaklı defter… Yıllardır hayalini kurduğu bir hayatın, şimdi resmileşmiş haline dönüşmüştü. Ama hiç beklemediği bir kişiyle bu hayata girmişti.

“Sende artık evliler kervanına katıldın,” dedi Melek. Yolu izliyordu ama gözleri arada bir yan koltuktaki arkadaşına kayıyordu. O eski, inatçı, hırçın ama tutkulu Esila gitmiş gibiydi. Şimdi onun yerinde sessiz, silik, içine kapanmış biri vardı. “Gerçek evlilik değil ki,” dedi Esila, sesi ne yorgun ne üzgündü, sadece düz. “Yağmur’u daha kolay almak için prosedür. Hepsi bu. Bugün başka kadının koynuna girse mutlu olurum. Bu evlilik yüzünden hayatı bitsin istemem.”
Nikâh cüzdanını çantasına yerleştirip koltuğa yaslandı. Gözlerini kapadı. “Eve gelince kaldırırsınız.”

Melek yutkundu. Direksiyonu daha sıkı tuttu. “Esila… Ne zaman eski haline dönersin? Seni özledik.” Esila gözlerini açmadı. Ama bu sessizlik bir cevap gibiydi. Uyumuyordu, biliyorlardı. Ama konuşmak istemiyordu. Bu, konuşmamayı seçtiği türden bir suskunluktu.

“Ben her şeyin içine giren arkadaşımı istiyorum,” dedi Sibel bir anda. Yelpazesini durdurdu. Ellerini karnına bastırarak doğruldu. Sesinde bir özlem vardı. “Beş ay geçti,” dedi Esila. “Salih benden gideli tam beş ay. Bugün hesapladım. 3.652,5 saat olmuş, onu her gün özlüyorum.”

Esila gözlerini açmadı ama yaş akıyordu.
Sadece göz pınarlarından değil, boğazından, kalbinden, aklına kazınmış hatıralarından akıyordu. Salih’in sesi, çay içerken yaptığı kuru espriler, sinir bozucu düzen takıntısı, ona sürpriz hazırlarken çok sakin davranması… Hepsi gözlerinin önündeydi. Araba sessizleşti. Motorun hafif uğultusu, rüzgârın cam aralıklarından sızışı ve bazen Melek’in vites değiştirirken çıkardığı çıtırtılar… Sadece bunlar duyuluyordu. Belki bir gün Hakan, yalnızca şartlardan dolayı evlenen o kadının kalbine erişirdi. Belki bir gün, nikâh defteri bir prosedür olmaktan çıkardı. Belki bir gün, Esila'nın içindeki özlem şekil değiştirirdi.

***

Esila için büyük gün gelmişti. Bugün, sadece takvimde bir tarih değildi. Bu, ayakta kalmaya çalıştığı aylar sonrasında sonunda geldiği ilk gerçek sınavdı. Yağmur’suz geçen o uzun süre boyunca günleri sadece adımlarla, saatleri ise özlemle saymıştı. Şimdi, o küçücük kızı görmeye dakikalar kalmıştı ama içinde tarifsiz bir korku vardı.

Yağmur ona kızmış olabilir miydi? Küs müydü? Çok uzun zamandır görmüyordu. Unutmuş bile olabilirdi. Küçük kalbi kırılmış mıydı? Belki artık onu istemiyordu. Belki, küçük aklında biriktirdiği soruların hiçbirine cevap verememişti. Esila bunların hepsine hazırlıklıydı. Sevilmemeye bile... Kin duyulmaya bile… Hatta küçük kızının gözünde artık "anne" olamamaya bile. Kalbinde açılmış boşlukları bunlarla doldurmuştu.

Müdürün odasında Hakan'la birlikte oturuyorlardı. Geniş, yüksek tavanlı bir odaydı. Camdan süzülen yaz ışığı odanın ortasına düşüyor ama içeriye sıcaklık değil, gerginlik yayıyordu. Evliliklerinin ikinci haftasındaydılar. Dün bu görüşme için telefon ile konuşmuşlardı. İki haftadır birbirlerini görmedikleri halde evli bir çift gibi davranıyorlardı. Hakan yan koltukta sessiz, ama dimdik oturuyordu. Üzerinde koyu lacivert bir takım vardı, ama kravat takmamıştı. Gömleğinin üst düğmesi açıktı, o her zamanki rahatlığıyla görünüyordu ama bakışları son derece ciddiydi.

Esila ise karşındaki koltukta oturmuşpdaha sade giyinmişti. Açık renk bir kumaş pantolon, pamuklu bir tişört. Makyaj yoktu yüzünde, takı da takmamıştı. Alyansları parmağındaydı. Ellerini dizlerinin üstünde birleştirmişti, parmakları durmadan birbirine dolanıyordu. Dizlerini birbirine bastırıyor, arada nefesini tutarak içinde yükselen korkuyu kontrol etmeye çalışıyordu. Müdür, büyükçe bir dosyayı çevirip önüne aldı. Sayfaları dikkatlice inceliyordu. Gözlüklerini burnunun ucuna indirmişti.

“Salih Bey zamanında sizi kendi bütün haklarında vekil olarak göstermiş.” dedi, gözlüğünün ardından Esila’ya bakarak. “Ama son imzalar eksik kalmış. O yüzden vasilik hukuki olarak tamamlanamamış.”
Esila başını yavaşça salladı. Onlarca kez duyduğu, bildiği bir gerçekti bu ama her seferinde yine canını yakıyordu. Salih’in imzasız kalan o son belgeyi düşündü. Ölmeseydi atacağı imzalar şimdi büyük bir uğraş olmuştu. Belki de onun imzalamaya vakti olmamıştı. Ya da içten içe Salih de biliyordu, Esila ne yapar eder Yağmur'u alırdı.

Müdür devam etti. “Yağmur için de vasilik tayin edilmek istenmiş ama o da aynı şekilde yarım kalmış.” Sonra hastane belgelerine göz gezdirdi. Parmaklarıyla sayfaları çevirirken arada duraksayıp notlar alıyordu. Ardından ses tonu değişti. Sakin, ölçülü ama kuşkulu bir tona büründü. “Üç ay hastanede yatmışsınız.” Başını bir kez daha salladı Esila. Ne evet dedi, ne hayır. Sadece kabullenişle eğdi başını. Müdürün gözleri bu defa doğrudan onun gözlerinin içine saplandı. “Nedenini öğrenebilir miyim?”

Soru basitti ama taşıdığı anlam derindi. Bu sadece tıbbi bir sorgu değildi. Müdür, karşısında duran kadının yeterliliğini sorguluyordu. Esila’nın hastane geçmişi, karşı tarafın avukatları tarafından çoktan onun üzerinde kullanılmıştı bile. Onlar, Yağmur'un mal varlığına göz diken, duygusuz, planlı bir ekipti. Esila'yı "dengesiz", "tehlikeli", "kendi ruh sağlığıyla ilgilenemeyen bir kadın" olarak lanse etmişlerdi. Ve şimdi, aynı etiketleri duyma zamanıydı. Müdür de doğal olarak temkinliydi. O, bir çocuğun hayatı için karar verecekti. O yüzden anlamak istiyordu. Esila gerçekten anneliğe hazır mıydı?

İçinden çığlık atmak geldi Esila’nın. Bağırmak, ağlamak, bir şeyleri kırmak... Her şeyi anlatmak, içini dökmek... Ama kelimeler boğazına takılıyordu. Gözleri doldu, ama damlalar dökülmedi. Sonra, kendini toparladı. Bir an için nefesini tuttu. İçinden Salih’in sesini duymaya çalıştı. Onun yumuşak tonunu, sabrını… Sonra konuştu. “Salih Saraç... Eski nişanlım olur.” dedi. Gözleri boş bir noktaya takılmıştı. “Trajik bir şekilde vefat ettiğinde... Uzun bir süre kendimi kaybettim.” Durdu. Gözleri hâlâ sabitti.
“Bulmam için hastanede geçireceğim üç aya ihtiyacım vardı. Şimdi karşınızdayım beş aydır tedavi görüyorum ve kızımı almak istiyorum.”

Kelime kelime kurdu cümleyi. Her harf bir adım gibiydi, düşmeden yürümeye çalışıyordu. İçi volkan misali patlamıştı ama yüzündeki profesyonel duruşu bozmadı. Müdür uzun bir süre sessiz kaldı. Esila’nın söylediklerini yazmadı, değerlendirmedi. Sadece izledi. O bakışlar, insanın içini oyan cinstendi.
Hakan, müdürün o bakışlarına dayanamayıp hafifçe öne eğildi.
“Esila bu süreçte yalnız değildi.” dedi. “Şu anda evliyiz. Beraber yaşıyoruz. Esila doktoruyla düzenli olarak görüşüyor, ilaçlarını kullanıyor, tedavisini sürdürüyor. Ve Yağmur’un hayatındaki en sağlam, en sevgi dolu figür hâlâ karım olduğuna eminim.” Müdür bir şey demedi. Kayıtsız görünüyordu ama kaşlarının çatılması, içten içe düşündüğünü gösteriyordu. Dosyayı kapattı.

"Evet, evlenmişsiniz." Müdürün sesi net, mesafeli ama meraklıydı. Bakışları doğrudan Esila’dan kayarak Hakan’a yönelmişti. “Sebebini öğrenebilir miyim?” Esila nefesini tuttu. Bu sorunun geleceğini biliyordu. Ama Hakan’ın ne söyleyeceğini bilmiyordu. İki haftadır yan yana gelmemişlerdi. Kalbi hızlandı. Sanki bir mahkemede tanıklık bekliyordu. Yalnızdı, savunmasızdı. Ama Hakan konuştuğunda o yalnızlık çatladı.
“Haklısınız,” dedi Hakan, ses tonu nazik ve güven vericiydi. “Hızlı bir evlilik oldu. Belki bu birkaç yıl sonra, daha sakin bir hayatın içinde gerçekleşmesi gerekirdi ama nedenler bizi bu yola itti. Yağmur Saraç… Sevgili eşimin kızı olur. Kan bağıyla değil ama can bağıyla.” Bu söz odanın havasını değiştirdi. Esila gözlerini kaçırmaya çalıştı ama başaramadı.

“Bir evladın yeri,” diye devam etti Hakan, gözlerini Esila’ya çevirerek, “Her zaman onu seven annesinin yanıdır. Esila yaşadığı ağır kayıplar ve duygusal yükler yüzünden aylarca hastanede kaldı. Ama oradan çok daha güçlü bir şekilde çıktı. Şimdi kızına bakabilecek kadar güçlü, vicdanlı ve hazır biri. Bende yanında yarenlik edeceğim.” Esila'nın gözleri doldu ama ağlamadı. Hakan'ın gözlerine bakamadı ama o an içinden geçen duygular karmakarışıktı, minnet, mahcubiyet, hafif bir inat ve çok derin bir sevgi...

Hakan, müdüre döndü ve sözlerini son bir cümleyle toparladı. “Eşimin annelik hakkını elinden almayın. Kızını almak için bazı şeyleri hızlandırmamız gerekiyordu. Evlilik bizim için bir çözüm yolu oldu ama bu çözüm bir yalandan ibaret değil. Yağmur’un kalbi bunu hissedecek.” Müdür, gözlüğünü çıkardı ve gözlerini ovuşturdu. Kısa bir iç geçiriş… Belki de bu, Esila’ya dair ilk olumlu izlenimin sinyaliydi. Sonra çekmeceden başka bir dosya çıkardı.
“Bu da Yağmur’un diğer akrabasının dosyası,” dedi. “Öğleden sonra onlarla da görüşme yapacağız.”

Hakan hafifçe başını eğdi, ses tonunu değiştirmeden devam etti. “Lütfen… Kiminle görüşürseniz görüşün, Yağmur’un ne istediğine dikkat edin. O bir çocuk, evet. Ama hisleri çoğu yetişkinden daha doğru çalışır. Bizim sizden tek isteğimiz bu. Esila bir anne, doğurmamış olması bu vasfı olmadığı anlamına gelmez. İnanın eşim mükemmel bir anne olacak. Bunu sizde göreceksiniz.” Esila gözleri dolu dolu Hakan’a baktı. Hakan ise sandalyesinden yavaşça kalktı, düzgünce düğmelerini ilikledi ve karısına elini uzattı. Karşısında sanki bir adam değil, bir dağ duruyordu o anda. Kendine ait olmayan bir acının gövdesine saplandığını bile bile dimdik durmuş, onu savunmuştu. Esila’nın eli bir an havada asılı kaldı. Ama sonra hiçbir tereddüt göstermeden o eli tuttu.

Odadan birlikte çıktılar. Kapı kapanınca, Esila elini hemen bıraktı ve başını eğip durduğu yerde kaldı. Gözyaşları göz pınarlarına dolmuştu çoktan. Dışarıda kimse yoktu ama sanki herkes izliyormuş gibi ürkekti. Titreyen sesiyle fısıldadı.
“Teşekkür ederim beni savunduğun için. Böyle şeylerin içine seni çekmemem lazımdı. Eğlenmen, kadınlarla vakit geçirmen, gülmen gereken bir yaşta benimle uğraşıyorsun. Benim dertlerimle... Ben çok bencilim, biliyorum.”

Hakan kaşlarını çattı, adeta bu sözleri duymayı kendine hakaret sayar gibiydi.
“Saçmalama Esila.” dedi. “Biz mükemmel bir ekibiz. Ve son üyemizi de bu binadan alacağız. İyi günde, kötü günde dedik. Ve evli bir adamın karı kızla ne işi olurmuş? Ağzından yel alsın!” Sözlerinin son kısmı sertti ama o kadar sevecen bir tonla söyledi ki, Esila'nın gözünden akan yaş ilk kez buruk değil, huzur dolu bir anıya dönüştü. Gülümsedi hafifçe. Çok hafif ama fark edilir şekilde.

Birbirlerine dönüp yavaşça binanın merdivenlerinden indiler. Her basamakta Esila’nın içindeki o büyük boşluk biraz daha küçülüyor gibiydi.
Ama gün henüz tamamlanmamıştı.
Yağmur’u görememişlerdi. Müdür, kızın kafasının karışmaması için iki aileyle de aynı gün yüz yüze getirmeme kararı almıştı. Gözlem süreci önemliydi ve onun küçük dünyasında hangi yetişkinin nerede durduğunu anlaması gerekiyordu. Bu bekleyiş, Esila için yeni bir sınav demekti. Ama en azından bu defa yalnız değildi.

Dört hafta sonra…

Bugün büyük gündü. Ayların, yılların, saatlerin biriktiği o gün… Ve sonunda karar açıklanmıştı. Mahkeme Yağmur için en doğru yerin Esila’nın yanı olduğuna kanaat getirmişti.

O cümle çıktığında hâkimin ağzından, Esila'nın dizlerinin bağı çözülmüştü. Duyduğu ilk cümle “Vesayet kararı…” olmuştu ama sonrasını net duymamıştı bile. Kalp atışları kulaklarını bastırıyor, dudaklarının arasından çıkan boğuk bir "Şükür…" sesi etrafında yankılanıyordu. Adliye çıkışında Hakan kucağına alıp sevinçle koşmasa bu gerçekliği idrak edemezdi.

Evde tam anlamıyla bir şenlik vardı. Gözyaşı ile kahkaha birbirine karışmıştı. Esila hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sibel iki buçuk haftalık bebeği kucağında Melek’le birlikte neredeyse zıplıyordu. Hakan bile tüm sakinliğine rağmen birkaç defa “Oh be,” diye iç geçirmişti. Murat ise bir köşede sessizce ellerini ovuşturuyor, gülümsüyor ama ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

Ama Esila’nın zihni hâlâ bir sorunun etrafında dönüyordu. Yağmur ile ilk görüşme nasıl geçecekti? Kızını en son gördüğünden beri aylar geçmişti. Babasının ölümünden sonra Esila da bir sabah hiçbir şey söylemeden gitmişti. O gidiş, bir vedayla değil, yok oluşla olmuştu. Ve o minicik kalp, hem babasını, hem anneannesini hem de annesini aynı günlerde kaybetmişti.

Esila’nın nedenleri vardı. Gerçek nedenleri… Acı, kayıp, çöküş. Ama altı yaşında bir çocuk bunu anlayamazdı.
“Beni istemedi,” diye düşünebilirdi.
“Yalnız bıraktı,” diye kırılabilirdi.
Ya da sadece susup gözlerinin içinden konuşabilirdi. İşte bunların hepsi Esila’nın içinde büyüyen korkulardı.

Saatler sonra Melek nihayet hazırlanmış odaya gelmişti. Üzerinde toz pembe, diz altı, kibar fırfırlı bir elbise vardı. Karnı artık belirginleşmişti ama o dokunuş, sanki bir çiçek tomurcuğunun uyanışı gibiydi. Yanakları pembeleşmiş, gözlerinde bir tür iç huzur parlıyordu. Ağlamıştı. Rimelleri hafifçe silinmişti ama umursamıyordu. Sessizce geldi, Esila’nın yanına oturdu. Esila, elleri dizlerinin üstünde kaskatı durmuşken Melek birini alıp avucunun içine aldı.

“Esila…” dedi fısıltıyla. “Mükemmel bir anne olacaksın.” Esila’nın gözyaşları daha da hızlandı. O cümle tam da duymak istediği oydu. İçinde yıllardır boğuştuğu suçluluk, eksiklik, değersizlik duygusunun üzerine yumuşak bir örtü gibi serildi Melek’in sözleri.
Çünkü Esila’nın tek isteği buydu mükemmel bir anne olmak. Ve artık resmen, yasal olarak, kalpten ve zihinden de Yağmur’un annesiydi.

Bugün ayrıca Serpil hanımın evindeki son günüydü. Artık söylediği yalanın gerçekleşmesi lazımdı. Hakan'ın evinde kalmaya başlayacaktı.
Valizleri hazırdı. Küçük kutulara kıyafetleri konmuş, kitapları sarılmış, eski bir çerçevenin içindeki Salih’in gülümseyen fotoğrafı bir mendile sarılmıştı. Hakan ile aynı evde yaşamaya bugünden itibaren başlayacaktı.
Sadece imza evliliği evet, ama bir hata yapılırsa, bir detay kaçarsa, biri çıkıp da “Bu evlilik sahte!” derse… Yağmur ebediyen elinden alınabilirdi.

Bunu göze alamazdı. O yüzden o evde yaşayacaktı. O yüzden sabahları birlikte kahvaltı edecekler, akşam aynı çatı altında olacaklardı. Gösteri gibi ama gerçek hissiyle. Erkekler o sırada dışarıdaydı. Kalabalık olmasın diye kapının önünde bekliyorlardı.
Kadınlar ise hazırlanıyordu. Sibel, salona indiğinde bir kraliçe gibiydi. Herkes ona karşı aşırı korumacı davranıyordu. Yürüyüşü değişmişti daha rahat hareket ediyordu. Gövdesi artık yalnız ona ait değildi. Kucağında taşıdığı canın ağırlığıyla, dikkatli, ama kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Kocası koluna girdiğinde göz göze geldiler. Küçük, özel bir an paylaştılar. Ve hiçbir şey söylemeseler de o bakış her şeyi anlatmıştı. Biz başardık.

Arabaya birlikte bindiler. Esila ise Hakan’la gelecekti. Melek, son hazırlığını yaptıktan sonra Murat’ın arabasına bindi. Kapıyı kapattıklarında Murat dönüp ona baktı. Gözleriyle süzdü onu, sonra şaka ile karışık hayranlık dolu bir sesle. “Karıcığım afeti devran olmuşsun. Kocanı öldürmek ise niyetin vallahi çok iyi gidiyorsun.” Melek kıkırdayarak yana döndü, burnunu kırıştırdı.
“Kocam öyle şeyler söyleme lütfen.”
Ama sesi şımarıktı. Sevgisi dilinden taşıyordu.

Murat direksiyon başına geçerken onu bir kez daha süzdü. O çıkık karın, o yorgun ama umut dolu yüz…
Her zerresi Melek’ti. Ve kızlarının da tıpkı ona benzemesini istiyordu.
Gözleri onun gibi baksın, onun gibi gülsün. Onun gibi güçlü, onun gibi sevgi dolu…

Yola koyuldular.
Bugün bir son ve aynı zamanda bir başlangıçtı. Bir dönemin kapanışı, başka bir hayatın kapısını aralayan sessiz ama büyük bir geçiş… Ve bu yolculukta, herkes kendi içinde bir şey taşımaya devam ediyordu. Esila, Yağmur’a yeniden "anne" olmanın yükünü.
Hakan, yalnızca bir görev gibi başlayan şeyin kalbinde neye dönüşeceğini bilmeden, sessiz bir sadakati.
Melek, doğacak bebeğin sorumluluğunu ve Esila’ya duyduğu kardeşçe şefkati.
Sibel, içindeki korkularla baş ederken anne olmayı öğrenen bir kadının narinliğiyle… Ve Murat, sevdiklerini korumaya çalışan, dışarıdan sessiz ama içinde fırtınalar dönen bir adam olarak.
Ve Yağmur… O henüz bilmiyordu ama bugün yeniden “ev” diyebileceği bir kucağa dönecekti.

Yurdun önüne geldiklerinde, araba daha durmadan Esila'nın elleri titremeye başlamıştı. Dizlerinin altı karıncalanıyor, yutkundukça boğazına düğümler takılıyordu. İçinde büyüyen heyecan ve korku, bastırılamaz bir dalga gibi göğsüne vuruyordu. Altı aydır, her gece Yağmur’un sesini duymadan, yüzüne bakmadan geçirdiği altı koca ay…
Ve şimdi o duvarların ardında, o küçük kız vardı.

Hakan kapıyı açtığında Esila hemen çıkmadı. Bir saniye bekledi.
Sanki dışarısı güvenliydi de içerisi bilinmez bir fırtına gibiydi.
Ama bir adım attı sonra bir adım daha.
Yanında Hakan vardı, dik duruşu ve sessizliğiyle bir dağ gibi. Arkasından Melek geldi, bakışlarıyla dua eder gibiydi. Murat sessizdi, ama gözleri teyakkuzdaydı.

İçeri alındılar. Kurumun müdürü onları özel bir odaya götürdü.
Küçük ama sade döşenmiş bir odaydı. İçinde birkaç sandalye, sade perdeler, duvarda çocuk çizimleri vardı. Sanki odayı çocukların huzuruyla yumuşatmak ister gibi süslemişlerdi. Müdür konuşmaya başladı. Prosedürleri, vasilik kararının teknik yönlerini, sürecin takibini anlatıyordu. Murat ve Hakan dikkatle dinliyorlardı. Başlarıyla onaylıyor, gerektiğinde kısa sorular soruyorlardı. Ama Melek ile Esila’nın gözleri tek bir noktaya kilitlenmişti, kapı.

Zaman durmuş gibiydi. Her saniye saat gibi ağır geçiyor, her tıkırtıda kalpleri yerinden fırlıyordu. Ve sonra... Kapı hafifçe aralandı. Küçük bir baş, temkinli ama umut dolu gözlerle içeri süzüldü.
İlk olarak Melek’i gördü. Gülümsedi. Sonra Murat’a baktı. Biraz daha içeri girdiğinde Hakan’la göz göze geldi. Onunla daha önce birkaç kez konuşmuştu ama gözlerinde tanıdık bir sıcaklık vardı.

Sonra… gözleri Esila’ya geldi.
Durdu. Sanki zaman bir kez daha durdu.
Ne nefes alındı, ne kelime söylendi.
O an Yağmur’un gözlerinde biriken her şey tek bir cümleye döküldü.
"Anne... Beni artık alacak mışın?"
Esila olduğu yere çöktü. Ellerini iki yana açtı, gözlerinden yaşlar fışkırmıştı.
“Özür dilerim, güzel kızım… Çok geç kaldım…” Yağmur koştu. Tereddütsüz, korkusuz, yargılamadan. Koştu ve kendini annesinin kollarına bıraktı.

Birbirlerine sarıldılar. Nefesleri birbirine karıştı, gözyaşları yanaklarında yarıştı. Yağmur’un minik omuzları titriyor, Esila’nın dudakları kızının saçlarına gömülüyordu. “Babamla anaannem gitti biliyor muşun? Ben de şeni bekledim. Babam demişti annen şeni bırakmaz.” Kalbi parçalandı Esila’nın. Öyle kelimelerdi ki bunlar altı yaşında bir çocuğun değil, acıyı yaşayan bir yetişkinin cümleleri gibiydi.
“Özür dilerim… Özür dilerim bebeğim… Çok geç kaldım.” Sesi çatlamıştı, gözleri kapanıyordu ağlamaktan. “Daha erken gelmeliydim… Daha erken olmalıydım…”

Sarılmaları bir süre kimse tarafından bölünmedi. Odada derin bir sessizlik vardı. Melek’in ağlamaktan burnu kızarmıştı, elini ağzına bastırarak daha fazla ağlamamak için direniyordu. Murat bile gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Esila kucağına aldı Yağmur’u. Zayıf düşmüş bedenine rağmen, hiç zorlanmadan, adeta yerden yükselir gibi kolayca kaldırdı onu.
Kolları güçlüydü artık. Çünkü kalbi güçlenmişti. Kokladı. Öptü. Gözlerini kapatıp sadece nefesini dinledi kızının.
Bir daha bırakmamak için yemin etti içinden.

Yurt binasından çıktıklarında hava parlaktı. Güneş, sanki özel olarak onların üzerine vuruyordu. Esila’nın yüzü hâlâ yaş içindeydi ama gülümsüyordu artık.
Yağmur, annesinin kucağında sarılmış halde dışarı çıkarken, onu bekleyen kalabalık sevinçle ayağa kalktı.
Sibel, ağlamaktan gözlüklerini çıkarıp mendille silerken, eşi onun elini tuttu.
Hakan önde yürüyordu. Etrafı kontrol ediyor, koruyucu bir bakışla herkesi izliyordu. İçinde başka bir heyecan vardı.

İki buçuk haftadır Murat'ın yardımı ile ev düzenlemesinde uğraşıyordu. Yağmur için küçük bir dinlenme odasını minik bir prenses odasına çevirmişti. Ranza istememişti mesela. Gerçek bir yatak, peluş oyuncaklar, tavana asılan yıldız ışıkları… Misafir odasını da Esila için hazırlamıştı. Her detayda incelik vardı. Ve Murat bir hafta önce gelip kontrol ettiğinde sadece şöyle demişti. “Artık aile evi olmuş burası.” Yurt bahçesinden çıkarken Hakan döndü, arkaya baktı.
Bir yanda Esila, kucağında Yağmur…
İçinde tarifsiz bir coşku vardı.
Bunların hiçbirini planlamamıştı ama şimdi kalbinin attığı yerdeydi.
“Bu kızları çok mutlu edeceğim.” dedi içinden. “Çünkü buna değiyorlar.”
Dışarıda sarılmalar bitince, Yağmur dikkatle arabaya bindirildi.
Sanki çok nadide bir çiçekmiş gibi, üzerine titreyerek...
Esila yanına oturdu. Yağmur hâlâ elini bırakmıyordu. Arabaya binerken Hakan son kez arkaya baktı. O an, içinden geçen tek cümle şuydu. “Bu evliliğin sahte olduğunu düşünecek kadar kör olan herkes şu anki tabloyu görmeli.” Çünkü bu sahte değildi. Gerçekti. Ve çok güzeldi.

Hakan, arabanın direksiyonuna odaklanmıştı ama göz ucuyla dikiz aynasından arkadaki sessizliği izliyordu. Radyo kapalıydı. Camdan içeri sızan hafif rüzgar dışında hiçbir ses yoktu. O sessizlik, bir geçişin, yeni bir başlangıcın, belki de kabullenmenin sessizliğiydi.
Arka koltukta Esila, Yağmur’un minik elini sımsıkı tutmuştu. Elini bir öpüyor, sonra yanaklarına sürüyordu. Parmaklarının titrediğini fark eden Yağmur küçük bir kaş çatmasıyla annesinin gözlerine baktı. Esila gözyaşlarını tutamasa da gülümsedi.
“Anneciğim... Güzel kızım.” dedi nazikçe, sesi sevgiyle sarmalanmış gibiydi. “Hakan abinle üçümüz birlikte yaşayacağız. Aynı evde. Bu seni üzer mi?”

Yağmur başını hafifçe yana eğdi. Kirpiklerini kırpıştırdı. Minik dudaklarını büzüp biraz düşündü.
Sonra iç çekti, yavaşça mırıldandı.
“Kendi evimizde kalşak olmaz mı?”
O cümle Esila’nın kalbine bir ok gibi saplandı. “Kendi evimiz…”
Salih’in sesi geldi bir an kulağına. O evde birlikte kahvaltı ettikleri sabahlardan, masada saklambaç oynar gibi gülüşen babayla kızın görüntüleri… İkbal annenin yaptığı yemek kokuları, nasihatleri. Esila gözlerini kapattı. Gülümsedi ama o gülüşün altında sarsılan bir dağ vardı.

“Yağmur güzel kızım...” dedi gözlerini tekrar açarken. “Artık ikimizin de evi Hakan abinin evi olacak. O evi bizim için hazırladı. Çok güzel bir oda yapmış bize, senin için oyuncaklar bile almış.”
Yağmur kafasını hafifçe yana yatırdı, düşünüyordu. Küçük kalbi anlamaya çalışıyordu. “Anne... Babam bize kızmaz mı?” Cümle sanki fısıltıyla geldi.
Esila bir an nefesi kesilir gibi oldu.
Gözleri doldu, başını eğdi.
Ama hızlıca toparlandı.
Kızının gözlerine baktı ve gülümseyerek, kararlı bir tonla yanıtladı. “Hayır tatlım... Hayır, tam tersine mutlu olur.
Biliyor musun, Hakan abin olmasaydı seni yanıma alamazdım. Onun sayesinde şimdi seni kucağımda tutuyorum.
Bu yüzden onunla arkadaş olalım mı?
O iyi biri. Ve onu yalnız bırakmamamız lazım.”

Yağmur, duyduklarını süzer gibi gözlerini ön koltuğa çevirdi. Başını hafif kaldırıp sürücü koltuğuna baktı. Hatırlıyordu. Bir kere hastanedeyken annesinin yanında durmuştu bu adam. Sesi sakindi, yüzü üzgündü ama güven vermişti ona. Aynadan Hakan da ona bakıyordu. Göz göze geldiler. Hakan hafifçe tebessüm etti. “Hiç arkadaşın yok mu şenin?” diye sordu Yağmur bir anda.
Sorusu doğaldı, netti.

Hakan hafifçe gülümsedi, gözünü yoldan ayırmadan ama sesine koca bir sıcaklık yükleyerek cevapladı. “Yok Yağmur’cuğum…” Sesini biraz yumuşattı.
“Eğer benim evimde kalırsan arkadaş oluruz. Hem de en iyi arkadaş. Sen benim ilk, en özel, en tatlı arkadaşım olursun. Bende dünyanın en mutlu adamı olurum. Söz.” Yağmur, bir an düşündü. Sonra hızla annesine döndü.
Gözlerinde hem heyecan hem kabulleniş parlıyordu. “Anne… O abi ile arkadaş olalım mı?”

Esila bu kez cevap veremedi. Sadece başını salladı. Ağlıyordu. Ama bu kez acıdan değil. Şükürden, umutlardan, aylardır içinden çıkamadığı kuyunun sonunda bulduğu ışıktan… Gözyaşları yanaklarından akarken minik kızına sarıldı. Yağmur annesinin boynuna başını dayadı. “Anne, ben şeni çok özledim.” dedi fısıltıyla. Esila kollarını sıktı. “Ben de... Her gece seni düşünerek uyudum. Bitti güzel kızım. Annen senin için geldi.” dedi.

Sokağa girdiklerinde hava yavaş yavaş serinliyordu. Güneş, binaların arasından altın ışıklar saçıyordu. Hakan, arabanın aynasından bir kez daha baktı arkaya.
Sarılmışlardı hâlâ. Minik ayakları annesinin dizinde, başı boynuna yaslanmıştı. İşte aradığı huzur, o andaydı. Kapının önüne geldiklerinde Murat'da varmıştı. Arabadan ilk inen Murat oldu. Bagajı açtı. Melek arka koltuk kapısını açtı, Yağmur’a el uzattı.
“Hoş geldin küçük prenses.” dedi neşeyle. Yağmur, hala annesinin elini bırakmadan indi. "Yenge biliyor muşun buraşı bizim evimiz."

"Biliyorum artık hep gelirim. Bana yemek yaparsınız."

"Yaparız." dedi sonra pişman oldu Hakan'a baktı. "Yapar mıyız Hakan abi?" İzin vermez diye korkmuştu. Hakan'ın gözleri doldu. "Mutfakta her yemeği yaparsın güzellik. Mutlaka o güzel ellerinden bir tabak ben yerim ama söz mü?"

"Şöz..." Heyecanla Melek'e baktı. "Yenge şana ben yemek yaparım. Murat amcam ile şen gel."

Evin kapısı açıldığında içeriden lavanta ve vanilya karışımı yumuşak bir koku yayıldı. Sanki bir yuvanın kokusuydu bu.
Işıklar yumuşak tonlardaydı, içerisi temiz, düzenli ve sıcaktı. Yağmur içeri girdiğinde gözleri ışıldadı.
Küçük adımlarla koridordan geçip salonun ortasında durdu. Kafasını kaldırdı. Tavana asılmış minik yıldız lambalarını fark etti. “Bunlar benim için mi?” diye sordu. Hakan yere çömeldi. “Evet,” dedi. “Senin için. İçinde kendini bir yıldız gibi hissetmen için.” Yağmur başını salladı. Sonra yavaşça annesinin elini tuttu. “Anne buraşı güzelmiş.” Küçük kızın ağzı kulaklarındaydı.

Üç gün geçmişti. Üç dolu, değişken, alışmaya çalıştıkları ama içten içe güzel günlerdi. Esila hâlâ her sabah Yağmur’u yatağında izleyerek uyanıyor, kızının nefes aldığını görmekle bile güç buluyordu. Bir annenin en büyük duası gibi, o sabahlar ona yeniden doğmuş gibi hissettiriyordu. Bu sabah da Yağmur’un saçlarını tarayıp, küçük çantasını sırtına geçirdikten sonra onu eski kreşine bırakmıştı. Hastalığı yüzünden birinci sınıfa gidemediği için yine anaokuluna gidiyordu. Seneye ise birinci sınıf başlayacaktı.
Yağmur çok konuşmuştu sabah, susmamıştı. Kimi zaman annesine sarılmış, kimi zaman Hakan’a çaktırmadan bakmış, sonra fısıltıyla "Anne, bu adam gülünce neden çok yakışıklı oluyor." demişti. Esila gülmemek için kendini zor tutmuştu ama içi sıcacık olmuştu.

Kreşe bıraktıktan sonra Melek ile birlikte hastanenin yolunu tutmuşlardı.
Melek’in karnı artık daha belirgin, daha yerleşikti. Esila bazen yürürken onu destekliyordu ama Melek ısrarla buna gerek olmadığını söylüyordu. O gün, Murat'a sürpriz yapmak için habersizce gelmişlerdi. Melek'in heyecanı artıyordu ama içinde bir tedirginlik de vardı.
“Bugün de cinsiyetini göstermezse doğuma kadar sabredeceğim. İki ay kaldı neredeyse her geldiğimde kendini saklaya saklaya bir hal oldu.” demişti ama gözleri başka söylüyordu.

Sıra onlara gelince, Esila da yanında odaya girdi. Doktorun asistanı jeli sürdü, ardından “Doktor hanım az sonra gelir,” deyip odadan çıktı. Ultrason odasında belli belirsiz bir sessizlik oluştu.
Kısa bir süre sonra içeri doktor girdi. Orta yaşlarının sonlarına yaklaşan, güler yüzlü bir kadındı. Makinayı açarken Esila ile selamlaştı, Melek’e nazikçe birkaç soru sordu. Sonra probu Melek’in karnındaki jelin üzerinde gezdirmeye başladı.

“Sanırım bugün bize kendini gösterecek,” dediği an Melek’in gözleri ışıldadı. O an, odadaki hava değişti.
Bir küçük mucizenin habercisiydi bu cümle. Doktor monitöre dikkatle bakarken gözlüklerini hafifçe burnuna itti. Sonra yavaşça geri çekilip kağıt havludan birkaç parça koparıp Melek’in karnını sildi. “Bir kızınız olacak,” dedi.

Esila aniden gözlerini kapattı.
Bir damla yaş, göz pınarından süzülüp yanağına aktı. Elini ağzına götürüp hafifçe titreyen omuzlarını bastırmaya çalıştı. “Melek… Çok mutluyum. Çok.” dedi fısıltıyla. “İnşallah Murat gibi vurdumduymaz olmaz. Senin gibi atik olur.” Melek hâlâ konuşamıyordu. Murat'ın vurdumduymaz olmadığını ikisi de biliyordu ama bu konuyu devam ettirmediler. Gözlerini monitöre dikmiş, küçük bedenin ekranda yayılmış hâlini izliyordu. Bebeğin minik elleri yumruk yapmıştı. Göğsüne yaslanmış, yayılarak oturuyormuş gibi görünüyordu.

Esila gözlerini sildi, burnunu çekip derin bir nefes aldı. “İki yeğeni olan bir teyze olacağım artık. Düşünsene; Yağmur, sonra senin küçük kızın, Sibel'in oğlu…
Biri beni sabaha kadar konuşturur, diğeri uykusuz bırakır. Mis gibi…”
Güldüler. Esila, Melek’in sedyede yatan elini tuttu ve sıktı.

Hastaneden çıktıktan sonra bir restorana geçmişlerdi. Caddenin üzerinde, cam kenarında bir masa seçmişlerdi.
Gelen geçen insanları izliyor, kalabalığın içinde kendi yalnızlıklarıyla baş başa ama huzurlu bir yemek yeme niyetindeydiler. Melek sipariş verdikten sonra bir an durdu. Gözlerini Esila’nın yüzüne çevirdi. Esila çantasındaki peçeteyle ellerini silerken bile yorgun görünüyordu. Sanki hayat, ruhuna birkaç beden büyük geliyordu.
“Hakan ile evliliğin nasıl gidiyor?” diye sordu yumuşak bir sesle. Sanki Nasılsın demenin bir başka haliydi bu.

Esila çatalını yemeğe daldırdı, başını eğdi. “Aynı evde yaşıyoruz ama küçük karşılaşmalar dışında oturup sohbet etmedik. O değil ama ben iyice uzaklaştım. Müdürle yaptığımız görüşmeden beri hiç konuşmadık. Ona büyük bir ayıp ettiğimi biliyorum. Bütün hayatını, özgürlüğünü elinden aldım. Ve bu her gün daha katlanılmaz oluyor.” Melek başını hafif yana yatırdı.
Yemeğinden bir lokma aldı ama cümleyi yutkunarak tamamlamadan bıraktı:
“Neden konuşmuyorsun? Yani anlamıyorum. Sevmek için kendine şans vermiyorsun. Esila, başkasının sana yaptığını…” Daha fazla devam etmedi. Cümle, havada yarım kaldı. Kalbini kırmak istemiyordu.

Esila kaşığını tabağa bıraktı.
Bakışlarını dışarıya çevirdi.
Bir kadın, küçük çocuğunun elinden tutmuş yürüyordu. Elini siper edip gözlerini kıstı. “Melek sen benden daha zekisin. Daha konuları dikkatli ele alıyorsun.” Sesi sakindi ama içinde kırgınlık gizliydi. “Ben kendi çıkarlarım dışında kimseyi düşünmüyorum.
Hakan ile evlendim çünkü Yağmur'u almam daha kolay hale gelecekti.
Gördüğün gibi yine bencillik yapıyorum.”

Melek kaşığını bıraktı. “Hayır. Bu, bencillik değil.” Elini masaya koydu.
“Sen bir anneydin. Anneliğini elinden almaya çalıştılar. Kendini, aklını, kalbini toparlayana kadar yalnız kaldın.
Bunu fırsata çevirmeye çalışan insanlar vardı etrafında. Yağmur'un aç gözlü akrabaları. Sen bir yol buldun. Yasal, mantıklı, güvenli bir yol. Ve o adam, Hakan senin yanında durdu.”

Esila gözlerini kısmıştı.
“Ama ben onun yanında durmuyorum. O yüzden suçluyum. Ben sadece Yağmur için onunla evlendim. Onunla konuşmuyorum. Hakkında ne hissettiğimi bilmiyorum bile. Birkaç kız ile randevu ayarlamak istiyorum izin vermiyor. Bende gizliden yapacağım.”
Melek bir süre sustu.
Sonra hafifçe eğildi, elini masanın kenarına koydu.

“Ne hissettiğini bilmiyor olabilirsin ama şunu biliyorum. Salaksın sen. Kocana kadın ayarlayacak kadar gerizekalısın.
Bir gün Hakan kapıdan geldiğinde Yağmur ‘anne, arkadaşım geldi’ diyecek.
Ve o adam senin kızına oyuncak almış, kızını omzunda taşımış olacak. Kalbin bir gün o görüntüde kırılacak ya da düzelecek. Ama her iki durumda da, sen onun kalbine dokunduğunu anlayacaksın. İşte o zaman bencil misin değil misin anlarsın. Birde kerhane müdiresi gibi kocana kadın ayarlayıp durma. Bu üç etti.”

Esila, başını yavaşça öne eğdi. Birkaç saniye sessizlik oldu. Dışarıda bir ambulans sireni çaldı, uzaklaştı.
Rüzgar, camdan içeri girip peçeteyi kıpırdattı. “Ben Hakan’a yük olmak istemiyorum.” dedi fısıltıyla.
“Herkes bana bakıyor, beni taşıyor.
Artık kimseye ağırlık olmak istemiyorum. Hakan da mutlu olmayı hak ediyor.”

Melek içten gülümsedi.
“Bazen insanların hayatına ağırlık olarak değil, denge olarak gelirsin. Hakan güçlü bir adam, evet. Ama güçlü insanlar bile yalnız kalınca devrilir. Sen onun yalnızlığını dengeledin, o da senin yarana derman oldu. Bu bir suç değil. Bu hayat.” Esila gülümsedi. Konuşmanın yükünü hafifletmek için konuyu Melek’in bebeğine çevirdi. “Peki, ismi belli mi?” diye sordu, kahvesinden küçük bir yudum alarak. “Yani, erkek olursa bu olur, kız olursa şu olur gibi düşündüğünüz biri?”

Melek başını sağa sola salladı, dudaklarını büzdü. “Bilmiyorum ama öyle çok değişik bir isim koymayız herhalde. Dili yormayan, sade ama güzel bir isim isterim.” Esila hayal kurar gibi baktı arkadaşına. “Bir gün belki üç çocuk bir arada oturur çay içerler. Yağmur, senin kızın ve Sibel’inki. O zaman birbirlerine seslenirken ne çok güleceğiz.” Melek, gözleri nemlenmiş bir halde gülümsedi. "O günleri göreceğiz inşallah.”

Esila’yı Serpil Hanım’ın evine bıraktıktan sonra Melek kısa ama içten bir ziyaret yaptı. Haberi teyzesi ve Sibel'le paylaşırken gözlerindeki ışık, kelimelerden önce konuşuyordu.
Her biri sarılıp, seviniyor, dua ediyordu.
Serpil Hanım bir yandan ağlıyor, bir yandan “Kız gibi kız doğurursun inşallah,” diyordu.
Sibel ise Melek'in karnına eğilip, “Beni teyze yapacağın için teşekkür ederim, minnoş,” diye fısıldamıştı.

O evden ayrıldıktan sonra Melek doğruca markete geçti. Murat’ın sevdiği her şeyi aldı. Karnıyarıklık patlıcanlar, kıyma, tereyağlı pilavlık pirinç, hatta onun çocukluğundan beri sevdiği vişne kompostosunu bile. Eve geldiğinde hızla kollarını sıvadı. Yorgundu ama her şeyin en güzelini yapmak istiyordu.
Sofrayı itinayla kurdu.
Örtüye özen gösterdi, peçeteleri bile katladı, mum bile yaktı.
Murat için yaptığı her şeyde içi kabarıyordu. Ona sürpriz yapmak, onu mutlu etmek, karnında taşıdığı canın babasına sevgi göstermekti.

Az sonra kapı açıldı.
Murat içeri girdiğinde burnuna yayılan kokulara önce dudak büktü, sonra salonun loşluğunda sofrayı görünce gülümsedi. Gözleri hemen Melek’i aradı.
Melek, kapının hemen yanında durmuştu. Giydiği sade elbise karnını belli ediyor, saçları toplanmış hâliyle huzurlu gibi görünüyordu.

Dudaklarına eğildi.
Tutkulu, şefkatli bir öpücük bıraktı.
Sonra sofraya yöneldi. “Yine ne yaptın sen böyle? Karnıyarık mı bu? Yandık, bu gece rüyamda bile bunu yerim artık.”
Gülerek üstünü değiştirmeye gitti.
Rahat bir tişört ve eşofmanla geldiğinde Melek'i sandalyesine oturtup, yemekleri tabaklara servis etti. Kendisi de karşısına geçti.

Her lokmada, ağzını şapırdatmadan ama heyecanla yedi. “Melek, bir şey diyeyim mi? Seninle evlendiğim için ne kadar şanslıyım bilmiyorum. Sen var ya... Yemekleriyle bile insanı evine bağlarsın.” Melek hem utanıyor hem gülüyordu. “Yemek yüzünden mi evde kalıyorsun yani?”

“Yemek bahanem. Ben senden başka hiçbir yere ait değilim, karıcığım.”
Bu cümle Melek’i derin bir sessizliğe sürükledi. Bakışları doldu.
Bir an, karnını okşayıp başını eğdi.
Sonra bir çatal pilav aldı, yuttu.
Dudaklarını ıslattı. Ve bir anda pat diye söyledi. “Kızımız olacak.”
Murat’ın kaşığından düşen pilav önce tabağa, oradan masaya sıçradı.
Bir an öksürdü. Boğazındaki lokmayı hızlıca çiğnemeden yuttu.

“Ne... Bizim mi? Yani gerçek mi bu? Gösterdi mi kendini.” Ayağa kalktı. Masayı dolandı. Melek’in önüne geldi. Dizlerinin üstüne çöktü. Gözlerinin içine baktı. “Kızımız mı olacak gerçekten?”
Gözlerindeki ışık öyle büyüktü ki Melek konuşmakta zorlandı. Sadece sulu gözlerle başını salladı. Murat, ellerini karısının yanaklarına bastırdı. “Allah’ım, sana şükürler olsun.” Öptü. Yanaklarını, alnını, sonra karnını. Ellerini karnına koyup fısıldadı. “Anneni çok seviyorum bebeğim. Çok. Şimdi artık seni de çok seveceğim. Sizi ikinizi de sonsuz bir sevgiyle.”

Melek ağlamaya başladı.
Bu kadar içten, bu kadar sahip çıkan bir adama baktı. “Ben de seni çok seviyorum, Murat. Ve bu karnımda senin parçan büyüyor. Kızın büyüyor.
Onu da benim kadar seveceğine eminim.”

Murat, başını Melek’in göğsüne yasladı.
“Ona her sabah kahvaltı hazırlayan baba olacağım. Sabahları saçını tarayacağım, okula bırakacağım. İlk adımında yanında olacağım. Bir gün kalbi kırılırsa, ilk omzu benim olacak. Ona ‘aşk’ı, ‘saygı’yı, ‘güçlü olmayı’ senden öğreteceğim. Ama yanında hep ben olacağım.”
Melek ağlıyordu. Ama bu sefer yalnız olmadığını, güçlü olduğunu hissediyordu. Bir bebek değil sadece; bir aile doğuyordu.

Murat karnını bir kez daha öptü.
“Adını da birlikte koyacağız.
Annesi gibi güzel, yüreği geniş biri olsun diye dua edeceğim.” Gece, evde sadece tatlı bir sessizlik vardı.
İki insan, bir masa, bir mucize…
Ve doğmamış bir kızın, geleceği aydınlatan varlığı.

____

Dört yıl sonra

Murat'ın ağzından.

İnsan kalbine kaç kişiyi sığdırır?

Altı yıl önce biri yeterdi. Melek Kapya… Şimdi Melek Arsel. Karım. Can yoldaşım. O zamanlar bir insanı bu kadar sevebilmenin mümkün olduğuna inanmazdım. Şimdi ise kalbim üç parçaya bölünmüş halde atıyor. Her atışı, Melek’e, kızımıza ve beş aylık oğlumuza doğru kaynıyordu.

Bazen gece yarısı uyanıyorum, derin bir sessizlik çökmüş evimize. Kızımın odasından gelen yatakta dönme sesleri oğlumun mırıltıları, Melek’in uyurken derin nefesi… O an bir mucizenin içinde yaşadığımı fark ediyorum. Ve hâlâ inanamıyorum.

Melek bana “Murat, bir gün iki çocuk babası olacaksın” deseydi gülerdim. O iki çocuk annesi olacağını bilse o da gülerdi. Çünkü ben öyle bir adam değildim. Kendimi bir baba olarak başarısız olacağımı zannediyordum. Sınırları olan, özgürlüğüne bağımlı, farklı eğlence anlayışı olan biriydim. Ama o… Karım... O beni değiştirdi. Önce eksiklerimi sardı, sonra onlara isim koydu. Aile. Ailem.

Kızım, Büşra. İsmini Melek koydu. “Müjde, iyi haber” demekmiş. Benim içinse tam anlamıyla cennet. Sabahları saçlarını tararken gözlerini kaçırıp “Baba, çok güzelleştim mi?” deyişindeki ciddiyet… Büyümek için bu kadar hevesli olması, benliğimi paramparça ediyor. İdolü Yağmur ablası. Onun gibi büyümek onun gibi güzel olmak istiyor. Annesine benzemesini istemiştim ama onun küçük versiyonu olmuştu. Daha üç buçuk yaşında ama şimdiden Melek’in gözlerini, bakışını, oyunculuk yeteneğini ve inatçılığını taşıyor. Ve oğlum… Beş aylık ama sanki on beş yıllık bakıyor. Sustum. Çünkü ona her bakışımda Melek’in o ilk bana baktığı günü hatırlıyorum. Aynı kararlılık. Aynı kabulleniş. Oğlum, adını ben koydum. Arda. Çünkü Melek’le en çok zorlandığımız şeylerden biri, o minik kalbe sığacak büyük bir isim bulmaktı.
Şimdi bazen Melek’le yan yana oturup sessizce çocuklarımızı izliyoruz. Aramızda konuşulmamış bir şey var. Şükür.

Her gün eve gelmek için binlerce nedenim oluyor. Gece olunca, çocuklar uyuyunca, mutfağın ışığında oturup kahve içerken birbirimize bir zamanlar nelerden vazgeçtiğimizi fısıldıyoruz. Aşktan değil. Gururdan, korkudan, geçmişten… Melek Arsel benim kalbimin her köşesinde. Şirkette baş sekreter oldu. İnsanların korktuğu değil yanında güven hissettikleri biri haline geldi. Melek her zaman güvenin temsiliydi. Hiçbir zaman bunu kimse için değiştirmemişti. Evimin huzuru. Sesimin yankısı. Ellerini tuttuğumda hâlâ ilk günkü gibi titrediğim kadın.

Oğlumu uyurturken uyuya kalmışım. Mutfaktan gelen yumuşak tabak tıngırtılarıyla uyandım. En son ninni söylüyordum. Her zaman olduğu gibi. Gözüm kapalıyken bile o sesin onun ellerine ait olduğunu biliyorum.
Yavaşça yataktan çıktım. Büşra uyanmasın diye koridordan mutfağa kadar parmak uçlarımda yürüdüm. Uykusu çok hafifti. Oğlumuz Arda'nın beşiği bizim odamızda, onun nefesi bile huzur veriyordu. Sessizliği bölmemeye ant içmiş gibiyim. Zaten bu evde geceleri yüksek sesle yaşamak yasak. Anne-baba kurallarımızdan biri. Ama kalbim, Melek’e yaklaşırken yine sesli davranıyor. Duvardaki saate baktım. On ikiyi geçmiş.

Mutfak kapısından süzüldüm. O her zamanki gibi saçlarını topuz yapmış, önlüğünü takmış, elinde biberleri doğruyordu. Yarınki yemeğin hazırlığı. Yanına gittim, beni fark edince hafifçe başını kaldırdı. Göz göze geldik. O gözlerde hâlâ ilk günkü gibi kıvılcım var. Tanıdık ama her defasında içimi titreten bir bakış. Dudaklarını öpüp geri çekildim. Sessizce gülümsedi. Ben de.
Hiç konuşmadık. Konuşmak gerekmedi.

Yanına geçtim, önlüklerden birini ben geçirdim üzerime. O an o kadar tanıdık ve o kadar doğru geldi ki. Sanki yıllardır yaptığımız bir dansın içinde, tam zamanında yerimi almıştım. Melek bana doğranmış patatesleri uzattı, gözleriyle "fırına ver" dedi. Gülümsedim. Zamanla dili olmayan bir anlaşma geliştirdik biz. Melek'le evliliğimiz, sessiz bir bağlılık. Gecenin bu saatinde, çocuklar uyanmasın diye fısıltıyla bile konuşmadan, kalbimizle iletişim kuruyoruz.

Tezgâhı silerken parmakları elime dokundu. Her temasında hâlâ içim ürperiyor. Karımı kendime döndürüp kucaklayarak tezgaha oturttum. Yüzü kıpkırmızı oldu. Melek hâlâ dünyanın en güzel kadını. Saçları biraz daha dağınık, göz altlarında uykusuzluk, belki eskiye göre biraz daha yorgun ama daha gerçek, daha kadın. Ve ben, ona hâlâ deliler gibi aşığım.

Fırındaki yemeği kontrol etmek için kapısını açtığımda Melek tezgahta beni izliyordu. Gözleriyle "sessiz ol" dedi. İkimiz de gülmemek için dudaklarımızı ısırdık. O an, hayatımın ne kadar güzel bir hal aldığını fark ettim. Gecenin ortasında, çocuklar uyanmasın diye fısıltısız gülen iki insan… Aşkın tam da ortasındaydık. "Sen burada kocanı izle." Mutfak temizlendi, yemek hazırlandı, bulaşıklar yıkandı. Saat bir olmuş yirmi dakikada geçiyordu. Karımı kucağıma alarak sessizce ışıkları kapattık. Koridorda yürürken Melek'in parmakları boynuma dolandı. Sıkıca belinden tuttum. O da geri çekmedi.

Odamıza geldik. Arda hala mışıl mışıl uyuyordu. Melek'i incitmeden yere bırakıp kızımın odasına geçtim. Dağınık bir şekilde uyuyordu. Yere attığı pikesini üstüne tekrar serdim. Birkaç ay sonra dört yaşına girecekti. Kendi odamıza tekrar geldiğimde Melek yatağın kenarına oturdu, saçlarını açarken bana baktı. “Uykum kaçtı,” dedi fısıltıyla.
“Benim de,” dedim usulca, eğilip alnını öptüm.

"Raporları inceleyelim. Yarına işimiz kolaylaşır." dedi karım. "Sessiz olabilir misin?" dedim gayet ciddi bir şekilde. Anlamaz gözlerle bakıyordu. "Sessiz olman gerekiyor." Gözlerimde ki muzır gülüşü farkedince dudaklarını bastırdı. Nihayet anlamıştı. "Saçmalama Murat." Yanına oturup üzerinde ki tişörtü çıkarttım. Karım her defasında hiç susmadan trip atardı. Alışmıştım. Geçen beş yılın sonunda Melek'in vücudu daha dolgun daha kadınsı hatlara ulaşmıştı. Mükemmel ve eşsiz duruyordu. Böyle bir kadınla evli olmak için ne büyük iyilik yapmıştım. "Kocan olmama izin verdiğin için teşekkür ederim karıcığım." Utanarak sessizce gülümsedi. Kulağına doğru fısıltıyla konuştum. "Seni bir saat daha uyutmayacağım." Nefesi kesildi. İkimizin hisleri de hala ilk günkü gibi olmamız çok güzeldi. "İzin verir misin?" dedim. Başını salladı. Sütyeninin kopçasını tutup çıkardım. Bir saat demiştim ama iki saati bulacaktı.

***

Türkiye piyasasına yön vermeye başlayalı çok olmuştu. Çalışanlarımız daha dikkatli iş anlaşması yaptığımız insanlar da özenle seçiliyordu. İki buçuk yıldır hiçbir pürüz olmadan ilerlemiştik. Bu durumun en büyük nedenlerinden biri de Esila Altun pardon artık Hakan ile evli olduğundan Esila Direnç'in performanslarıydı. İş konusunda bir canavar olmuştu. Tuttuğunu bir aslan gibi koparmadan bırakmıyordu. Zaten güçlü bir karakteri vardı ama minnacık olan zayıflığı da gitmişti.

Bu aslan duruşunu kocasına da yapmayı ihmal etmiyordu. Hakan'ın haline üzülüyordum. Garibim nefes alacak hiçbir alanı yoktu. Esila kocasına karşı ilgisiz davranıyordu ama bir kız yanından geçse akbaba gibi orada bitiyordu. Kimsenin anlamadığını düşünüp durması da ayrı bir saçmalıktı. Kuzenimin sevgi davranışlarını çözemiyordum. Hakan'dan fazlasıyla hoşlanıyordu.

Toplantı odasından çıkıp üst kata geçtim. Babam her şeyi bana ve Esila'ya bırakıp kayınbabam ile yılın altı ay'ı köyde geçiriyorlardı. Tarla sürüyor, meyve toplayıp kurutuyordu. Bu yıl pekmez bile yapmışlardı. Melek, baş sekreter olup babamda işi bana devredince otomatik olarak tekrar benim sekreterim olmuştu. Beni görünce dudakları yayıldı. "Murat öğleden sonraki toplantının yeri değiştirildi. Kumaşlar da sen gitmeden orada olacak. Alıcılar duyduğum kadarıyla kafalarında tamam demişler sadece seninle de tanışmak istiyorlar."

"Tamam bebeğim." Kaşları üçgen şeklini alıp çatıldı. İş yerinde daha profesyonel görünmek istiyordu ama ben onun profesyonel duruşunu bile yerdim. Odaya geçtim. Konuklar için ayrılan koltuğa oturdum. Melek de baş koltuğa oturdu. İkimiz tek olduğunda onun yeri her zaman baş köşe olacağını zorla kabul ettirmiştim. Bilgisayara girip birkaç çıktı aldıktan sonra bana uzattı. "Dün gece hiç uyumadın." dedim dosyadan gözümü ayırmadan. "Bu gecede uyutmayı düşünmüyorum."

"Murat ya... Yemin ederim bilerek beni sinir ediyorsun."

"Tamam sustum. Ama yine de bil istedim."

Kendimizi işe kaptırmışken kapı açıldı elinde evrak çantası ile Esila girdi. "Bıktım ya bıktım. Bu adam yaş aldıkça albenisi artıyor sanırım. Dün gece kulüpte bir kız yanaşmış. Otuz üç yaşında evli bu adam ya. Yirmi yaşında ki kızın ne işi var onunla." Karşımdaki koltuğa oturup sağ ayakkabısını çıkarıp altına aldı. "Kuzen, adamın senden çektiği nedir? Nefes aldırmıyorsun. İlk yıllar kendin ona birilerini yolluyordun."

"Ama hiçbir zaman kabul etmiyordu. İki yıl uğraştım bir kıza bile bakmadı. Dört yıllık evli artık, ne alaka. Ununu eleyip eleğini asmalı." diye cümleyi yayarak konuştu.

"Şimdi kabul etti mi? Kızın kur yapmasına karşılık mı verdi?" dedi Melek. Çok sakin ve alışmıştı bu duruma. Kuzenim her gün kocasını karıma şikayet ediyordu. "Hayır Melek, her zamanki gibi yüzüğünü göstermiş. Ben evliyim ve karımı seviyorum demiş." Güler gibi oldu ama kendini hızla toparladı. Melek yerinden kalkıp Esila'nın önündeki cam sehpa ya kalçasını dayadı. İşte şimdi manzaranın tadını çıkartabilirdim. "Kocan seni seviyor işte. Bence sende onu sevdiğini söylesen. Dört yıl oldu. Son iki yıldır tek konun Hakan Direnç yani biricik kocan. Bir yıldır kulüpte çalışan kızdan bilgi alıyorsun."

"Çalışanının bana haber verdiğinin farkında o yüzden kimseye yüz vermiyor. Hem ben onu sevmiyorum. Çok abartıyorsun Melek." Kollarını önünde bağladı. "Tabii canım benim karım abartıyor. Boşa adamı kız. Elinde mundar oldu. Hakan'a söyleyeyim de seni tek celsede boşasın. Adamın beynine çip takmadığın kaldı."

"Ben boşanırsam Melek de Sibel de boşanır."

"Bizden ne istiyorsun?" Melek kahkaha attı ama benim için komik bir durum yoktu. "Bencil işte karıcığım." Telefonla Hakan'ı arayıp hoparlöre aldım. "Kimse konuşmasın." diye de onları susturdum. İkinci çalmada telefon açıldı. "Murat amca naşılşın? Hakan abim pastaneye girdi. Bugün sınavda 75 aldım diye Serpil anneannemde kutlama yapacağız." Yağmur aldığı dil terapisti ile s'leri ş yapma işini daha az yapıyordu. Hiç yok diyemezdik ama bitmeye yakındı. On yaşında çok mutlu bir çocuktu. Geçen hafta da Yağmur matematikten altmış aldı diye Hakan kutlama yaptırmıştı. Hakan hiç abartısız Yağmur ile alakalı her şeyde kutlama yapıyordu.

Araba kapısının sesi gelince Yağmur bir şeyler mırıldandı. Hakan'a telefonu veriyor olmalıydı. "Efendim kardeşim."

"Hakan bak sana mükemmel bir avukat bulacağım. Esila'yı boşa özgürlüğüne kavuş." Hakan kahkaha attı. Bu konuşmayı Esila'nın önünde arada yaptığımız için alışmıştı. Şimdi yanımda olduğuna emindi. Çünkü yalnız sohbetlerimizde ona hiç boşan demezdim. "Öyle mi düşünüyorsun dostum? Öncelikle gelen taliplerimi değerlendirmek..." Daha cümlesini tamamlamadan Esila telefonu alıp bağırmaya başladı. "Boşanmak mı istiyorsun? Önce ölmem gerekir. Ölsem bile karın olarak hayatında olacağım." Gerçekten manyaktı bu. Telefonu kapatıp ayağa kalktı. "Melek, kuzenimin evinden direk çıkıyorsun."

"Kocamı seviyorum." dedi Melek. "Ve senin gibi kocama aşık olduğum halde ona yüz vermemezlik etmem. Bence sende etme." Esila burnundan soluyarak koşar adımlarla dışarı çıktı. Melek de peşinden gidip yarım saat konuştuktan sonra içeriye girdi. İki yıldır bu durumu yaşıyorduk. Esila, Salih'e haksızlık yaptığını düşündüğü için Hakan'ı hep es geçiyordu. Ya da es geçmeye çalışıyordu ama saçma sapan davranarak işleri daha çıkılmaz hale getirdiği gerçekti. Bunu kafasından kalbinden silmesi lazımdı. Hakan ile mutlu olmak için daha kaç dört yıl harcayacaktı.

Bizde işlerimizi halledip Serpil teyzenin yanına gittik. Artık isminin arkasına hanım diye hitap etmiyordum. O kadar büyük bir sevgisi vardı ki benimde teyzem olmuştu. Aras'a günün tamamında o bakıyordu hemde biz istemediğimiz halde. Ücretsiz bakmak istemişti, buna izin veremezdim. Zengin değillerdi ve kazandığım parayı onlarla paylaşmayacaksam bendeki zenginliğin ne önemi vardı. Büşra'nın kreşi ise dörtte bitiyor servis Serpil teyzenin evine bırakıyordu. Annemin yapmadığı anneliği yapıyordu.

"Baba, baba, baba..." diye Büşra yanıma koşup nefes almaya çalıştı. Gözleri heyecanla açılmış, sanki birazdan dünya dönerken yönünü değiştirecekmiş gibi ciddi bir mesele taşıyordu. Durup derin bir nefes aldı, sonra da çatık kaşla dudaklarını büktü. "Baba ben Şeref’i dövdüm." Odadaki herkes bir anda sessizleşti. Sanki biri kumandadaki sesi kapatmıştı. Çatalını havada unutan Melek, göz ucuyla bana baktıktan sonra ağır ağır ayağa kalktı. Ellerini kalçalarına koyup tüm annelerin DNA’sında yüklü o klasik ifadeyi takındı. "Büşra, sana ben demedim mi kardeşine vurmak yasak?" Karımın şu anda çok tatlı olduğunu düşünmek saçmaydı. Tam bir anneydi. Dudakları şu anda fazlasıyla öpülesi duruyordu.

Bu düşünceleri kafamdan atıp kızıma baktım. Büşra'nın yüzünde haklılığını anlatmaya çalışan bir filozof ifadesi belirdi. Gayet ciddi bir ses tonuyla, savunmasına başladı. "Ama Şeref evcilik oynarken anne olmak istemiyor. Baba olmak istiyor. Ama oyuncak ayı önceden baba oldu. O yüzden o anne olmalı. Ben de çocuk." Mesele artık ahlaki değil, tamamen görev dağılımıydı. Büşra'nın bakışları çok netti. Kurallara uymayan sistem çökerdi. Ve sistem, oyuncak ayının baba olmasından itibaren bozulmuştu.
Bu saçmalıkta bile bir mantık vardı. Çocuk aklı dediğimiz şey bazen yetişkin aklından daha sistemliydi. Bu yüzden, onu fazla sorgulamadan dizime aldım, kucağıma oturttum. "Şeref... Sende gel oğlum." diye seslendim. Sibel’in minik oğlu kapıdan girene kadar kendini tutmuştu, ama beni görünce alt dudağını büküp ağlamaya başladı.

Melek hemen eğilip yanına gitti. "Büşra seni dövdü mü?" diye sorarken bile sesi yumuşaktı. Şeref hıçkırıklar arasında kocaman ağzını açtı. "Ben anne olmak istemiyorum Melek teyze!"

"Olma teyzem, olma küçük paşam!" Melek onu kucağına aldı. Şefkatli bir bakışla sarıldı. O an, Melek'in gözlerindeki yumuşaklığı görmemek mümkün değildi. Her ne kadar anne olduğundan beri sakin olma rolünü sürdürse de, Şeref'in ağlaması onu bir çırpıda çözdü.

Sibel kanepeye yayılmış, kahkahayı zor tutuyordu. Dudaklarını sıkarak, "Büşra ağzına biber koyacağım en sonunda! Oğlumun senden çektiği nedir? Gariban evladım. Babasının kaderini yaşıyor." deyip göz ucuyla Melek’e baktı. Melek ise yüzünü çevirmiş, güldüğünü saklamaya çalışıyordu. Ben Büşra’yı dizime almışken, Melek’e işaret ettim. “Şeref’i de buraya koy.” dedim.

İkisini de kucağımda tutuyordum artık. Sanki biri sağ dizimde diğeri sol dizimde oturan iki tarafı dinliyormuşum gibi, tam bir aile mahkemesi kurmuştuk. Ama bu mahkemede tek gerçek vardı. Hiçbirimiz Büşra'nın masum olduğuna inanmıyorduk. "Şeref, sen hiç merak etme. Büşra’yı artık buraya göndermeyeceğim." dedim. Gözlerinin içi parladı ama aynı anda dudakları titremeye başladı. Yan gözle Büşra’ya baktı. Büşra da dudaklarını bükmüş, gözlerinde hem suçluluk hem panik vardı.

"Ama Murat enişte..." dedi Şeref. "...Büşra gelmezse Tayfun’la Sezin’i kim dövecek?"
Cümle odanın içinde yankılandı. İkizler Sabri ile Sima'nın çocuklarıydı. Ardından gelen sessizlik, bir saniye sonra kahkahaların patlamasıyla bozuldu. Sibel artık tutamıyordu. Melek arkasını dönüp kahkahasını yastığa gömmeye çalıştı. Ben ise hâlâ ciddi olmaya çalışıyordum ama ağzımın kenarı seğiriyordu. "İkizler, ha?" dedim.

Şeref başını salladı. "Evet, onlar mahallenin baş belaları. Bana Şerefito diyorlar ama Büşra onların yanından geçince 'abla' diyorlar." Büşra gururla başını dikti. O an onun gözlerinde amazon komutanı edası vardı. Annesi gibi savaşçı bir prensesti. Zariflik, narinlik ona uğramamıştı ama cesaret genetik miras olarak dimdik durmuştu.
Yine de, görevimiz gereği ciddiyetimizi korumalıydık. "Kimse kimseyi dövmeyecek." dedim kararlı bir sesle.

"Birazcık bile mi?" dedi Büşra umutla. Bir pazarlık edasıyla bakıyordu. "Elini bile sürmek yasak. İkizlere vurduğunuzu göreyim, bir daha sokak yasak olur."
Şeref hemen atıldı. "Enişte, McQueen arabamın üstüne yemin ederim, Büşra zaten onları hiç dövmüyor. Biz şaka yaptık. Öyle değil mi Büşra?" Elbette bu yeminle işi kurtaracağını sanıyordu. Ama ben iyi biliyordum ki ne McQueen arabası vardı, ne de bu yemin bir anlam taşıyordu. Ama işime geldi. Onlara inanmış gibi yaptım. "Size inanıyorum çocuklar." dedim.

Büşra hemen söze girdi. "Baba, ben onların yanından geçerken rüzgar esiyor, onlarda düşüyorlar." Kızımın o andaki gülüşü, bir suçlunun yakalanmış ama pişmanlıktan çok gurur taşıyan gülüşüydü. Üstelik öndeki dişi bu hafta düşmüştü, gülüşünü daha da tatlı hale getiriyordu. Melek bile bu manzaranın karşısında bir şey diyemedi. Sadece iç geçirdi. İkisini hâlâ kucağımda tutarken ayağa kalktım. Sanki iki küçük krallığı kollarımda taşıyordum. Biri daima isyancı, diğeri ise isyanlara mecburen eşlik eden iyi yürekli neferdi. O an düşündüm de, bu çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Büşra muhtemelen sınıf başkanı olur ama sınıfı sindirerek yönetir. Şeref ise onun sağ kolu, ama arada gizlice sınıfa yardım eden vicdanlı casus olurdu.

Sibel kıkır kıkır gülüyordu. "Büşra, minik mohikan vallahi oğlumdan çok senin yüzünden annenle tartışıyoruz. Şeref dövüldü diye değil, Şeref’in seni özlemesi yüzünden."
Büşra hemen başını çevirdi. "Özlüyor mu?" dedi. Şeref burnunu çekti. "Büşra sen benim kardeşimsin o yüzden çok özlüyorum." İkisi aynı anda birbirlerine baktı. Sonra güldüler.

İkisini de kucağımdan indirmedim
"Melek ile ufak bir işimiz var." dedikten sonra iki yaramazı da alıp dışarı çıktık. Markete gidip Serpil teyzenin haftalık alışverişini yapacaktık. İzin vermediği için ya çalışanlar ile gönderiyorduk ya da biz alıyorduk. İstisnasız yapıyorduk.

İki çocuk da boynuma asılmış, gülüşerek sanki yarış yapar gibi kimin daha çok sarılacağını test ediyorlardı. Onları kucağıma aldığım an sanki gün içinde biriken yorgunluk uçup gidiyor, yerini tarif edemediğim bir huzur alıyordu. Baba olmayı seviyordum. Enişte ve amca olmayı da. İnsan bu sevgiye alışınca, başkalarının çocuklarına bile kol kanat germek istiyor. Belki yaş aldıkça, belki geç kalmışlıkların farkına vardıkça bu his daha kuvvetli geliyor. Ne olursa olsun içimden geldiği gibi davranıyordum.

Melek alışveriş listesine sadık kalmaya çalışsa da, elbet göz ucuyla birkaç şey daha sepete atıyordu. Ben ses etmiyordum. Zaten bir baba olarak alışverişin içinde olmak da garip bir mutluluk veriyordu. Birlikte alışveriş torbası taşımak, sebze seçmek, çocukların sesini duyarken reyonları gezmek... Eskiden olsa sıkılırdım, şimdi tadını çıkarıyordum. Onlar da büyüyordu çünkü, ve bu günler geri gelmeyecekti.

Reyonlarda bizim çocukların hem oyun arkadaşları hemde rakiplerini gördüm. İkizler, Sezin eline bir cips almış, Tayfun onun arkasından koşuyordu. Babaanneleri onları göz ucuyla kontrol ediyor ama fazla müdahale etmiyordu. Ben çocukları kucağımdan indirmemiştim. Biri sağ kolumda, biri sol kolumda, sırayla bana masallar anlatıyorlardı. Uydurdukları şeyleri ciddiye alıp cevap verince daha da kıkırdıyorlardı. Arada ikizlere dil çıkarıyor, sonra bana sarılıyorlardı.

Sabri'nin ikizleriydi bu çocuklar. Onunla geçmişte yaşananlar zamanla silinmişti. Ne bir düşmanlık kalmıştı ne de içimde kırgınlık. Sabri kötü biri değildi. Gereksiz bir ısrarı yoktu. Kendini olduğu gibi kabullenmiş bir adamdı. Ailesinin bütün hırsızlığına rağmen kendini düzgün tutmuştu. Melek'e de her zaman ölçülü yaklaşmıştı. Bugün geldiğimiz noktada onu sadece selamla geçiyorum. Ne bir eksik ne bir fazla.

Ama çocuklarını seviyordum. Bu his açıklanacak bir şey değildi. Sanki baba olmak insanın bütün çocuklara karşı içini genişletiyor, kalbini büyütüyordu. Sadece kendi kanından olanlara değil, yanında büyüyen, gözünün içine bakan her çocuğa karşı içten bir sevgi taşıyordum. Onlar için sepete bir şeyler daha attım. Sağlıklı küçük atıştırmalıklar, organik meyve suları... Hepsini ayrı poşetleyip Sabri'nin annesine uzattım. O da hiçbir şey sormadan, sorgulamadan aldı. Çocukların eline verdi. Bu kadını artık yargılamıyordum. Ne verilirse alıyor, verilen her şeyi sahipleniyordu. Belki alışmıştı, belki hayat ona başka şans bırakmamıştı. Ne olursa olsun, bir şeyi geri çevirmiyordu. Kabul ediyordu. Teşekkür etmeyi de kendine hakaret sanıp etmiyordu. Şaşırmamam lazımdı ama her defasında şaşırıyordum.

Gelinleri Sima’nın öfkesini mahalleye gelen herkes bilirdi. Arada sokak ortasında Sabri'nin ailesini dövdüğü bile konuşuluyordu. İlk duyduğumda abartı sanmıştım. Ama Melek, “Gerçekten hak ediyorlar,” deyince detay sormadım. Çünkü Melek kolay kolay yargılamazdı. Detay sormasam da Sibel, Esila ve Melek bir araya gelince hiç susmadan konuştukları için öğrenmiştim. Geçenlerde Serpil teyzenin evine kadar hepsini kovalamış. Önde kaçanlar Sabri'nin erkek kardeşi, arkada anne ile baba en arkada da elinde terlikle Sima. Sahneyi gözümde canlandırınca istemsizce güldüm.

Sabri’nin annesi gelinini boşatmaya çalışıyormuş. Hem de iftirayla. Bu kısmı duyunca sinirim bozuldu. Herkesin annesi anne olmuyordu işte. Benim annem de normal değildi o yüzden anlıyordum. Ama Sabri her defasında karısının arkasında durmuş. Ne dediyse onu yapmış. Ailesi dayak yediğinde de o İkizleri gezmeye götürmüş. Çocuklar etkilenmesin diye. Trajikomikti.

Çocukları indirip Melek'e verdim. Bende baba gücümle bütün poşetleri taşımaya başladım. Karım önümde bütün güzelliği ile çocuklarla konuşuyor. Bende mest olmuş şekilde onu izliyordum. Ailemi çok seviyordum. Baba olmak mükemmel bir duyguydu. Dünyanın en güzel kadınının kocası olmak şahane bir şeydi. Serpil teyze balkonda Aras'a hava aldırıyordu. Poşetleri görünce yüzünde bir mahcubiyet belirdi. "Ah evladım." Bu kadın bizim en büyük destekcimizdi. Etleri de kasaptan sipariş vermiştik. Yarın sabahtan gelecekti. Bu yaptıklarımız bile onun yaptığı şeylerin yanında devede kulak kalıyordu. Melek'i kendi evladı gibi seviyordu. Büşra ile Aras'ı da kendi torunları olarak görüyordu. Beni sualsiz damadı kabul etmişti. Esila içinde bunlar geçerliydi. Şeref dışında üç tane daha torunu olduğunu hep söylüyordu. Üç kızı, üç tane de damadı olduğunu kaç kere gururla söylediğini duymuştum.

Selim sokakta arkadaşlarıyla top oynuyordu. Poşetlerle yokuşu çıktığımı görünce göz göze geldik. Futbolun en heyecanlı anında bile oyunu bırakıp yanıma koştu. Nefes nefese kalmıştı ama yüzünde utangaç bir gülümseme vardı. Elimdeki poşetlere uzanıp birkaçını kaptı. “Ben taşıyabilirim,” dedi. Artık bu, aramızda kelimelere ihtiyaç duyulmayan bir alışkanlığa dönüşmüştü. Selim, ağır olanı seçerdi her zaman. Benim vermeyeceğimi bile bile ilk o poşetlere el atardı. Sonra iki hafif poşeti alıp yukarı çıkardı. Küçük ama koca yürekli oğlan…

Biz yukarı çıkarken Melek dış kapıyı aralamıştı. Yaklaştığımı görünce gülümsedi. Etrafa hızlıca göz gezdirdi, komşulardan kimse yoktu. Küçük bir fırsat gibi görmüştü bu anı. Merdiven başında durup yanağıma kısacık bir öpücük kondurdu. Sonra da kıkırdayarak arkasını döndü. Yanaklarım yanıyordu ama kalbim ondan daha sıcak bir şeyle çarpıyordu, aşkla. Karım yıllarda geçse benim her şeyimdi.

"Benim de annem babamı böyle öpüyor!" dedi Şeref, hemen yanımızda belirmişti. Herkesin oyununa ortak olmak isteyen o sabırsız hâliyle. Sonra gözlüğünü düzeltip gururla ekledi, "Ama babam alnından da öpüyor."

"Benim annem daha çok öpüyor! Babam annemin ellerini hep öpüyor. Başına da koymuyor yaaaa." diyerek Büşra merdivende zıpladı. Cümlesi yarım değildi ama nefesi öyleydi. Gülerken zor konuşuyordu. Şeref yetinmemişti elbette. Ellerini megafon yapar gibi ağzına götürüp daha da yüksek sesle bağırdı. "Benim annem süpürge makinesi gibi babamın yanağını öpüyor!"

“Şeref, Büşra, konuyu kapatın, bak kızacağım!” Melek’in sesi sert değil ama netti. Bu iki küçük cingöz, Melek’in isimlerini söylediği anda sanki bir çizgi filmde sihirli bir düğmeye basılmış gibi oldukları yerde dururlardı. Ama sadece bir saniyeliğine… "Benim annem, babamın yanağını saç kurutma makinası gibi öpüyor!" diye bağırdı Büşra, yukarıya koşarken. Gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. Her cümlesinde kahkaha vardı. Şeref hemen ardından, sanki bir maratonun peşine takılmış gibi arkasından fırladı.

Melek bana dönüp başını iki yana salladı. Dudaklarını büzerek güya şikayet eder gibi yaptı. “Hayatım, bu çocuklarla işimiz zor.” Zor değildi. Yorucuydu, evet. Her gün bir önceki günden daha fazla koşturmalıydı belki ama kalbim ilk kez bu kadar doymuş hissediyordu. Dışarıdan bakan birinin anlayamayacağı kadar derin bir şeydi bu. Benim için mucize gibiydi.

Çünkü ben Melek’i tanımadan önce mucizelere inanmazdım. Birlikte büyüttüğümüz bu aşkın her köşesinde onun izi vardı. Bana ait her şey onun dokunuşuyla güzeldi. Onun bana sunduğu bu aile hayallerimin bile ötesindeydi. Ve ben onunla güzelleşen her şeye minnettardım.
Yıllar boyunca hayalini bile kurmaya cesaret edemediğim bir rüyaydı.
Şimdi o rüya, elini tutarak yürüdüğüm gerçek bir zamana dönüştü.

Melek arkamdan gelip başını omzuma koydu. "Ne düşünüyorsun?" diye fısıldadı. "Mutlu olduğumu," dedim.
"Ben de…" dedi gözlerini kapatıp. "Seninle, onlarla, her şeyle… Ama en çok seninle karıcığım." Ve o an, yıllar süren eksiklerin, yalnızlıkların, suskun gecelerin hepsi gözümde silindi. Çünkü artık bir ailem vardı. Gerçekten. Birlikte güldüğüm, birlikte yorulduğum, birlikte büyüdüğüm insanlar…

Adına mutluluk denilen şey, belki de hep buydu. Kocaman sofralarda değil, küçük anlarda saklıydı. Ve ben bu küçük anların tam ortasındaydım.
Sonra Melek fısıldadı.
"İyi ki sana geldim. İyi ki senden vazgeçmedim." Ben de gülümsedim.
"Ben de iyi ki seni buldum. İyiki seni kaçırıp eşim yaptım. Dünyanın en doğru kararı o olacak hayatımda." Ve perdeler yavaşça kapanırken çocukların kahkahaları hâlâ evin içinde yankılanıyordu. Her ses, her dokunuş bir mucizeydi. Ve bu hikâye, tam da bir mucizeyle bitiyordu. Bitmeyen bir aşkla.

 

___________

Okuduğun için teşekkür ederim. Yorumlarını ve beğeni yapmayı lütfen unutma. Final bölümünde görüşelim.

Bölüm : 26.07.2025 08:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 76.Bize Ait Her Şey
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...