173. Bölüm
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 77. Benim Büyük Ailem (Final)

77. Benim Büyük Ailem (Final)

Yalives Doğan
kambersizyazar

Hoşgeldin 💞

Final bölümü ile karşınızdayım.

Yorumlarını bekliyorum lütfen bu bölümde beni yalnız bırakma.

Beğeni butonuna tıklayarak başlayalım olur mu 🫶

________

Esila'nın ağzından

"Boşanmak mı istiyorsun" dedim, gözlerimi kocaman açarak. Dudaklarımın kenarı hafifçe gerildi ama bu gülümsemek değildi. İçimde bir şey kıvılcım gibi parladı, bu acı mıydı yoksa öfke mi, hâlâ çözemedim. Kelimeler dilimden dökülürken sesim titremedi, aksine her hecesi daha da sertleşti. "Önce ölmem gerekir. Ölsem bile karın olarak hayatında olacağım. Ruh gibi dolanırım etrafında, beni unutmana asla izin vermem. Anladın mı Hakan? Boşanmak bana göre değil. Boşanmak, bir şeyin gerçekten bittiğini kabul etmektir. Ben hiçbir şeyi bitirmiş değilim"

Sözlerim havada asılı kaldığında, kendi nefesimin hırıltısını duydum. Sesim yükseldikçe ellerim hafif hafif titremeye başlamıştı. Parmak uçlarım soğuk ama avuç içlerim yanıyordu. O an kendi sesim bile bana yabancı geldi. Dört yıldır tek düz yaşamak dışında hiçbir yaşam belirtim yoktu. Bu kadar kırılmış olmayı bilen biri artık değildim. Ben bu kadar inatla bağıran biri olmayı da bırakmıştım. Belki de asıl korkum, içimdeki bu gözü kara kadını tekrar gün ışığına çıkarmaktı. Ve istemesemde o canlı insana tekrar dönüyordum.

Neden boşanmam gerekiyordu ki, kime ne zararım olmuştu. Onunla kurduğum düzen, Yağmur’un gülüşü, evin sessiz saatlerinde çalan fincan sesleri... Bunların hangisinden vazgeçmem gerekiyordu.

Telefonu sinirle Hakan'ın yüzüne kapatıp ayağa kalktım. Sanki avuçlarımın içinde alevler vardı, tutuşmak üzereydim. Nefesim göğsüme sığmıyordu. Odada yankılanan adımlarımda öfke ve çaresizlik birbirine karışmıştı. "Melek, kuzenimin evinden direkt çıkıyorsun" dedim. Sesim emir gibiydi, ama içimde hâlâ kırık dökük bir çocuk oturuyordu. O çocuğun elleri dizlerinin üzerinde, gözleri kocaman, biraz korkmuş, biraz da anlaşılmayı bekliyordu.

Melek’in sesi arkamdan yankılandı. "Kocamı seviyorum" dedi. Net, umursamaz, sanki bu konu tartışmaya kapalıymış gibi. Gözlerini kaçırmadı, bana dimdik baktı. "Ve senin gibi kocama aşık olduğum halde ona yüz vermemezlik etmem. Bence sen de etme"

Yutkundum. Boğazımdan geçen şey sanki bir yumru değil, taş parçasıydı. Kalbimin içi daraldı, kaburgalarımın altına baskı yapan görünmez bir el vardı. Ne diyeceğimi bilemedim. Zaten Melek ile ne zaman tartışsam, hep mağlup olurdum. Onun kelimeleri acıtmazdı ama insanın üzerine ağır bir battaniye gibi çökerdi. Mantığın diğer adı gibiydi. Sanki duyguların en karmaşık halini alıp, en doğru cümlelere yerleştirmek için yaratılmıştı. Onun karşısında susmak, en büyük yenilgimdi. Yine sustum.

Konuşmadan dışarı çıktım. Parmak uçlarım hâlâ yanıyordu. Ama Melek peşimden gelmekte kararlıydı.
"Esila" dedi, sesini yükselterek. “Allah aşkına şu kafayı bırak. Tek yaptığın kendini mükemmel bir erkekten uzaklaştırmak. Hadi gel konuşalım”

Beni kolumdan tuttuğu gibi çekiştirerek odama götürdü. O an, bu hali bana annemi hatırlattı. Çocukken bir şeyleri yanlış yaptığımda, hep beni köşeye çekip düzeltmeye çalışırdı. Gözlerimi kaçırırdım, dinlemezdim. Şimdi de dinlemek istemiyordum. Ama bedenim onunla birlikte odaya gitti. Kolumda bıraktığı sıcaklık, sözlerinden daha çok etkiliyordu.

Oturduğumda, Melek karşımda ayakta dikildi. Ben gözlerimi halının desenlerine kaçırmıştım. "Şimdi sorduğum sorulara dikkatli yanıt ver. Dalga geçmek yok" dedi. Yüzü ciddiydi, kaşlarının arasındaki çizgi daha da belirginleşmişti. Elimi dizlerimde kenetleyip sadece gözlerimle onayladım.

"Hakan'ı çekici buluyor musun"
Bu sorunun kalbime saplanacağını tahmin etmemiştim. Gözlerimi kaçırdım. Sanki bu tek hareketim bile her şeyi anlatıyordu. Dudaklarım hafif aralandı, ama kelimeler boğazımda takıldı. Melek, sustuğumun ne demek olduğunu anlamıştı. Onun karşısında kaçış yoktu.

"Herkes onu çekici buluyor" dedim sonunda, kelimeleri özenle seçerek. "Baksana, yirmi yaşındakiler için bile hâlâ etkileyici. O bir baba ve koca olduğu hâlde kadınlara çekici geliyor" Melek tebessüm etti ama gözlerinde ince bir burukluk vardı. Onun her şeyi anladığını biliyordum. Ama bu sefer sustu.

O an aklıma, Hakan’ın bana nasıl baktığı geldi. Saçlarımı topladığımda, gözlerini kaçırmayışı. Mutfağın kapısından geçerken, elimde kahve kupası varken bile beni takip eden bakışları. Yağmur’la oyun oynarken, benim sesimi duyduğunda başını refleksle çevirmesi. Bu aşk değildi belki, ama görmezden gelinemeyecek kadar sıcak, insanın içine işleyen bir şey vardı.

Tamam, Yağmur’un gerçek babası değildi. Ama Yağmur herkese “ikinci babam” diyordu. Ve Hakan’ın yüzüne o anlarda yerleşen ifade, kalbine dokunan bir huzurun ifadesiydi. Onun bu durumdan hoşlandığını inkâr etmeye gerek yoktu. Üstelik, Yağmur’un bana sarıldığı gibi Hakan’a da sarılması, evin içinde garip bir aile fotoğrafı yaratıyordu. Ve ben, o fotoğrafın içinden kopmak istemiyordum.

Ben de gerçek manada eşi değildim. Dört yıldır aynı evde yaşıyorduk. Hakan, beni dışarıdan bir eş gibi gösteriyor ama hiçbir zaman fazlasını istememişti. İlk başta ben sınır koymuştum. Onun bana yaklaşmasına izin vermemiştim. O da buna saygı duymuştu. Başlarda bu sınır, bana geçmişin yaralarını hatırlatmadan yaşamamı sağlayan bir güvenlik çizgisi gibiydi. Kimse o çizginin ötesine geçmiyordu, ben bile. Ama zaman geçtikçe, o sınır başka bir şeye dönüştü. Alışkanlık gibi, hatta kabullenilmiş bir kural gibi. Sınırın içi güvenliydi, huzurluydu, tanıdıktı. Dışarıda tehlikeler, bilinmezlikler, yeniden yaralanma ihtimalleri vardı. İçeride ise sessiz, düzenli, kontrol altında bir hayat. Ben de o küçük dünyanın içinde, kalbimin başka bir ritmiyle yaşıyordum.

"Yine de evli bir adam" dedim sessizce, sanki bunu söyleyerek kendime hatırlatmam gerekiyormuş gibi. Ben onun karısıymış gibi yaşıyordum ama hiçbir zaman gerçek karısı olmadım. Nikah vardı, ev vardı, çocuk sesi vardı. Kahvaltı sofralarında Yağmur’un şen kahkahaları vardı. Akşam yemeklerinde aynı masada oturup birbirimize günlük şeylerden bahsediyorduk. Ama dokunuş yoktu, bakış yoktu, “benimsin” yoktu. Sadece sorumluluk vardı. O bana bakarken bir erkek gibi bakmıyor, ben de ona bir kadın gibi hissettirmiyordum. Kendime ait bir hayal bile kurmamıştım onunla ilgili. Yasak gibiydi, hatta bazen günah gibi geliyordu.

Melek başını eğdi. Gözleri yere takılı kaldı, dudakları hafifçe kıvrıldı ama bu bir gülümseme değildi. Bir süre sessizlik oldu. Sonra hafifçe ellerimi tuttu. Avuçlarının sıcaklığı, kelimelerinden önce kalbime dokundu. “Senin bu hayata alışman, kendini bu sessizliğin içinde kaybetmen, aşkı reddetmen anlamına gelmez. Sen korkuyorsun Esila. Çünkü bir kere çok sevdin, bir kere çok inandın ve o inandığın yerden delik deşik oldun.”

“Ben...” dedim yutkunarak, sesim boğazıma takılmış gibiydi, “Ben bu sefer aynı yerden kırılmak istemiyorum.”

Melek başını salladı. Gözleri bana bakarken hem sert hem de şefkatliydi. "Kırılmayabilirsin. Ama aşk dediğin şey zaten kırılmayı göze alarak yaşanır. Hakan seni seviyor. Bu kadar yıl bir kadına elini bile sürmeden evli kalmak kolay mı sanıyorsun. Sevmediği birini hayatında tutmak kolay mı. Her gün kahvaltıya birlikte oturmak, aynı sofrada yemek yemek, aynı evde nefes almak. O, bu kadar süreyi sadece Yağmur için geçirmedi. Bence artık kendin için bir şey yap. Sevmekten korkma."

Boğazım düğümlendi. Dudaklarımı araladım ama kelimeler çıkmadı. Sessizce Melek’e baktım. O, ben sanki kararımı verecekmişim gibi yüzüme baktı. Ama ben sadece kalkıp odanın camını açtım. İçeri sıcak ama ferah bir rüzgar girdi. Perdeler hafifçe dalgalandı. O rüzgarda, Hakan’ın Yağmur’u kucağına alışını, gülümseyerek saçlarını düzeltmesini, bana göz ucuyla bakışını düşündüm. Sanki bakışıyla bir şey söylemek isterdi ama söylemezdi. O an içimde bir şey kıpırdadı. Sevgiye benzeyen, ama biraz da suçlulukla yoğrulmuş bir şeydi bu.

"Onun sana dokunmasını hayal ettiğin oluyor mu" dedi Melek, sesi yumuşak ama içinde beni sarsan bir merak vardı.
“Hayır, tabii ki...” dedim hemen, fazla hızlı, fazla savunmacı bir şekilde. Sesim o kadar ince çıkmıştı ki, Melek’in gözlerinde beliren şüpheyi bastıramadı. Göz temasından kaçtım. İçimde kıpırdayan o hayaller birer birer zihnime üşüştü. Gördüğüm rüyaları anlatmak utanç verici olurdu. Her gece değil belki, ama bazı geceler… Rüyamda Hakan’ın bana uzandığını, saçlarımı okşadığını, ellerimi tuttuğunu, yüzümü avuçlarının arasına alıp bana sadece “Buradayım” dediğini görüyordum. O sesi o kadar net duyuyordum ki, uyanınca hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Uyandığımda yastığım ıslak oluyordu, ama bu gözyaşları mıydı yoksa ter mi, bilmiyordum. Tek bildiğim, kalbimin bir şeylerin eksikliğinden çatlayacak gibi attığıydı.

Vücudu rüyalarımı süslüyordu. Yanımdan geçtiği zaman, omzuma değmese bile derimin altından bir ürperti yayılıyordu. Sanki kafamın içine görünmez bir bomba yerleştirilmişti ve o yanımdan geçerken patlıyordu. Sıradan bir adam değildi. Ne bakışı sıradandı, ne sesi. Her hareketi sanki bana özelmiş gibi geliyordu ama ben hep görmezden gelmiştim. Hep içime atmıştım. Kendime hep “Bu sadece bir minnettarlık, bu sadece alışkanlık” demiştim. Ama Melek’in sorusu gerçeğin kabuğunu bıçak gibi sıyırmıştı.

O anda Melek’in dudaklarının kenarında ince bir tebessüm belirdi. “Yüzün kızardı” dedi alay etmeden, daha çok şefkatle. Ellerimle yanaklarıma dokundum, evet sıcaktı. Utanmıştım. Yakalanmış gibiydim. "Onunla mutlu olmak istiyorsun, değil mi" dedi bu kez.

Gözlerim doldu. Gerçek kelimesini duymak gibi bir şeydi bu. “Mutluluk.” Uzun zamandır bu kelimeyi kendimle yan yana düşünmemiştim. Ama evet, istiyordum. Hakan’la mutlu olmayı istiyordum. Kahvaltı sofralarında göz göze gelip gülümsemeyi, onun elini masanın altında tutmayı, Yağmur’un gözlerimizin içindeki parıltıyı görmesini istiyordum. Ama bunu hak ettiğimi düşünmüyordum.

"Dört yıl çok kısa bu duygular için" dedim titreyerek. "Salih’i bu kadar çabuk unutmak haksızlık. O ölmüşken benim severek yaşamam, ona haksızlık etmiş gibi geliyor. Sanki bir suç işlemişim gibi. Kalbimde, anılarımda, rüyalarımda."

Melek’in sesi, zihnimin içindeki bu yankıyı kesti. Usulca ama tok bir tonda konuştu. “Allah der ki, kimi benden çok seversen onu senden alırım. Ve ekler; onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım. Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar.”

Bu sözler kalbime değdi. Boğazım yanmaya başladı. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Önce sessizce ağladım, sonra o sessizlik yerini titreyen nefeslere bıraktı. Melek, gözyaşlarımı parmaklarıyla sildi. Parmaklarının sıcaklığı içimi ısıttı. Öyle bir sevgiyle bakıyordu ki, bu dünyada bana zarar vermek isteyecek herkes onun bu bakışıyla susardı.

"Bu sözleri hiç duydun mu" dedi. "Allah bile sana yeni bir kapı açmışken, seni tutan ne? Kendini mi affedemiyorsun? Yoksa yeniden sevmenin suç olduğunu mu düşünüyorsun?"

O an hiçbir şey diyemedim. Sadece Melek’e sıkıca sarıldım. Kollarının arasında kendimi çocuk gibi hissettim. Yaralı, kırılmış, eksilmiş bir çocuk gibi. İçimdeki o küçük kız, annesinin kucağında ağlar gibi titriyordu. Sarıldım çünkü kelimelerim yetmiyordu. Çünkü ne sorulara ne cevaplara ihtiyacım vardı.

Ulviye yengem, Salih’in ölümünden altı ay sonra çıkıp gelmişti. Yağmur’u alıp Hakan ile evlendiğim haberi ona ulaşınca kapıdan girer girmez üzerime bağırmaya başlamıştı. Sözleri sert, bakışları keskin, sesi duvarlara çarpıp yankılanıyordu. Hakan kulübe gitmişti. Yağmur ise yeni uyumuştu. Ben o gün tek başınaydım ve sadece sustum. Kendimi savunmadım. Çünkü ne söylesem, onun gözünde zaten suçlu olacaktım.

Yağmur için yaptığım şey yengemin gözünde bencillik Hakan ile evlenmem ise aptal olduğumu gösterdiğini söyledi. Tokat atmak için elini kaldırdı sonra da "Senin gibi aptal bir yetime değmez. Senin olmayan bir çocuğu sahiplenip sokak serserisi kocandan dayak yiyince kapıma gelme. Salih ölüp gitti delisi de bize kaldı." diyerek elini vurmadan indirdi. Yengemin gözlerindeki öfke, Salih’in yokluğunun acısına karışmış bir hayal kırıklığıydı. O gün gidişi de gelişi kadar sert oldu. Evin kapısını hızla kapatıp arkasına bile bakmadan gitmişti.

O gün sabaha kadar ağladım. Yetim oluşuma bu kelimeyi bu kadar kolay kullanmasına. Yengemin gözünde deli olmama. Anneliğimin hiç değer görülmemesine, Hakan'ın adamlığına... Hepsine verecek cevabım vardı ama ben sustum. Çünkü bunları bile hak ettiğimi düşünüyordum.

Ben bu olayı içimde kapatırken Yağmur odasında her şeyi duymuş. Ve korumak için Melek'i aramış duyduğu her şeyi anlatmıştı. Melek, ertesi gün olaydan sonra yengemin kaldığı yere Serpil teyze ile gitmiş, adeta ortalığı birbirine katmıştı. Camlar, çerçeveler, sözler… Hepsi ardı ardına kırılmıştı. O kadar ileri gitmesinin tek sebebi bendim. Hamile haliyle bütün oteli yengemin başına toplamıştı. Melek, karnındaki bebeğe zarar gelmesinden korkmadan, yengeme büyük bir ders vermişti. Yengem o kadar korkmuştu ki apar topar yurtdışına geri döndü. Melek'in gözünde ben savunmasızdım ve korunmaya değer tek şeydim.

Zaman geçti. Yengem ile Fahri dayım boşandılar. Yengem hâlâ yurtdışında yaşıyor. Ara sıra arıyor, ses tonunda eski kırgınlığın yerini alan bir alay var. Bana kurduğum bu mükemmel hayatın bir fiyasko olduğunu hala söylüyor. Ama daha fazla kötü bir şey söyleyemiyor. Çünkü Melek'in bir şekilde ona ulaşıp o lafları yedireceğini biliyor. Yengem sanki beni üzmekten keyif alıyor gibi. Onu kırmak istemediğim için sessiz kalıyorum. Belki de hâlâ içimde ona karşı bir sorumluluk var. Onunla tartışmak istemiyorum. Murat ile arası kötü. Hiçbir şekilde telefonlarını açmıyor görüşme yapmıyor. Melek zaten onun en büyük düşmanı. Yengemin hayatında sevgi bağıyla bağlı olduğu tek kişi bendim. Ve hâlâ öyleyim. Ama aramızda kalan bağ, artık eski sıcaklığını taşımıyor.

“Esila” dedi Melek fısıltıyla. O an aklımdaki yengemle ilgili bütün düşünceler dağılıp gitti. Sadece onun sesine odaklandım. “Yas sürecini çok acı yaşadın. İçine kapandın. Kendi içinde kurduğun hapishanede dört yıl boyunca bir gardiyan gibi nöbet tuttun. Kapıyı açmaya hiç yanaşmadın. Ama dışarıda seni sevmeye hazır bir erkek var. Hem de yıllardır. Belki sen görmek istemiyorsun, belki hazır olmadığını düşünüyorsun. Ama ben biliyorum, sen aylardır bu evliliğe hazırsın. Sadece farkında değilsin. Suçluluk, gözlerini sevgiye kapatmış.”

Sözleri yavaş ama etkiliydi. Saçlarımı okşarken onun gözleri de doldu. Melek, Sibel ve ben her şeye ağlardık. Melek aramızda en güçlü olan kişiydi. Ama bu sefer o da kendini tutamamıştı. Üçümüzün arasında sessiz bir anlaşma vardı. Eğer konuşan herkes ağlıyorsa, konu gerçekten kalbimizi acıtıyordu. Ve ikimizde ağlıyorduk.

“Salih gittikten sonra senin bu halini görse, sana acı vermek istemezdi” dedi. “Bence sana değer veren o bile böyle bir hayat yaşamanı istemezdi. Ama sen acının rengi oldun. Duruşun, gülüşün, sesin hepsi yas tutuyor. Bu sana da haksızlık, Salih’in hatırasına da. Esila gerçek kendine dön.”

Sanki içimde küçük bir cam kırıldı. İnce ama net bir sesle çatladı. Hakan’la göz göze gelişlerimiz geldi aklıma. Sabah mutfaktan gelen kahve kokusu. Sessizce odama bıraktığı küçük bir çiçek. Yağmur’un kollarıma atılışındaki sıcaklık. Ve evin içinde görünmez ama güçlü bir bağın varlığı. Sonra, yalnızca bir kadın olarak hissettiklerim. Uzun zamandır hissetmediğim ama özlemini çektiğim şeyler. Sevildiğini bilmenin verdiği güven. “Melek” dedim zorlanarak. Sesim neredeyse bir fısıltıydı. “Ben… Ben sil baştan nasıl yaşanır bilmiyorum.”

“Eminim” dedi gözlerimin içine bakarak. “Hakan sana gösterecektir. Çünkü o seni dört yıldır sessizce seviyor. Çünkü o senin en karanlık, çökmüş halini bile sevdi. Ve sana umut olmak istiyor.”

O an sessizlik ağırlaştı. Gözyaşlarım içime aktı. Melek bana bakıyordu, ben de ona. Sonra sanki bana adım adım bir yol çiziyormuş gibi konuştu. “Hakan önce Yağmur’u Serpil teyzeye bırakır. Sonra bir saat kadar evde oyalanır ve kulübe gider. İşe gitmeden önce evde onunla konuş. Yalvarmıyorum, ısrar etmiyorum. Ama biliyorum ki eğer bir an cesaret edersen, konuştuktan sonra mutlu olacaksın.”

Elimle gözyaşlarımı sildim. Parmaklarım titriyordu. Ayağa kalktım, pencereye doğru yürüdüm. Dışarıda yaz güneşi vardı ama içimde hâlâ donmuş bir göl vardı. Yavaş yavaş çözülüyordu. Belki birkaç saat sonra, belki birkaç kelime sonra, ilkbahar başlayacaktı içimde.

Serpil teyze, Sibel, Melek ve hatta Murat… Her biri defalarca ikinci bir şansım olduğunu söylediler. Her seferinde söylediklerini duydum ama kalbime ulaşmasına izin vermedim. Kulaklarım işitiyordu ama içimde duvarlar vardı. Kalbimin etrafında görünmez bir set örmüştüm. Kimse içeri giremiyordu. Kimse Salih’in yerini alamazdı. Kimse beni o kadar yakamazdı. Yakmamalıydı da. Çünkü ben Salih’le birlikte yanmıştım. Onunla birlikte ölmüş olmam gerekiyordu.

Ama şimdi… Melek’in yanında otururken o duvarın bir köşesi çatladı. Ne değişmişti? Aynı cümleleri daha önce de duymuştum. Ama bu kez mantıklı geliyordu. Belki de artık dinlemeye hazırdım. Belki de Hakan’a olan hislerim durdurulamaz hale gelmişti. Onun dışında bir şey düşünememek beni hem utandırıyor hem suçlu hissettiriyordu. Kalbim ikiye bölünmüş gibiydi. Bir tarafım hâlâ geçmişte, bir mezarın başında bekliyordu. Diğer tarafım ise gün ışığında gülüyordu.

Mesela Salih’in yokluğu artık her gün içimi paralamıyordu. O ilk yıllarda, nefes aldığım her saniye bir eksiklik hissiyle doluydu. Bazen gece rüyama gelir, sabaha karşı gözlerim dolu uyanırdım. O anların tazeliği içime saplanan bir bıçak gibiydi. Ama sonra mutfağa geçip Hakan’ın bıraktığı kahveyi gördüğümde, içimdeki soğuk biraz çözülürdü. Yağmur’la oynadığımız masa oyunlarında attığı kahkahalar, Hakan’ın her akşam elinde getirdiği küçük mutluluklar… Hepsi, fark ettirmeden içimde bir sıcaklık bırakıyordu. Gülümsediğimi fark ediyordum. Bazen sebepsiz yere, sadece evin içinde dolaşırken bile içimde bir huzur oluyordu. Ve bundan fazlasıyla keyif alıyordum.

Ama bu, Salih’e haksızlık değil miydi? Onu bu kadar çok sevmişken, başka birine kalbimin kıyısından bile bakmak, ona ihanet değil miydi? “Melek” dedim boğuk bir sesle. “Salih üzülür diye korkuyorum. Onun peşinde yıllarca koşan kadın, başka bir erkeğe karşı hisleri olduğunu bilirse çok üzülür diye korkuyorum.”

Gözlerim bir noktaya sabitlendi. Salih’i ilk gördüğüm an geldi aklıma. Kalabalığın içinde yürüyordu. Adımlarında bir ağırlık, bakışlarında bir ciddiyet vardı. Dünyada başka hiçbir şeyin önemi yoktu o an. Yürüyüşü, sesi, hatta öfkesi bile bana güzel gelmişti. Onunla bir hayat kurmak, başka hiçbir hayalimin önünde durmazdı. Başkasıyla evlenmeyi düşünmek bile bana ihanetti. Onun yanında olmak, tek doğruydu.

Ama o beni hiçbir zaman benim onu sevdiğim gibi sevmedi. Beni sevdi evet, ama kendi sevme biçimiyle. Mesafeli, gururlu, sorumluluklarını sessizce taşıyan bir adamdı. Bazen bana bağırırdı, bazen beni yok sayardı, bazen kapıyı yüzüme kapatırdı. Yine de tek bir bakışıyla affederdim. Onun bir gülüşü, içimde ne varsa yerle bir etmeye yeterdi.

Şimdi düşündüğümde, o aşkı ilahlaştırdığımı fark ediyorum. Kendimi yok saymış, onun gözünde değer kazanmak için var olmaya çalışmıştım. Oysa Hakan… Hakan beni var olduğum gibi kabul etti. Sessizliğimle, öfkemle, ağlamamla, kaprisimle. Benim bütün halimle. Ve beni değiştirmeye çalışmadı. Ben onun yanında hiç alçalmadım. Hep el üstünde tutuldum. Ve alışık olduğum bir şey değil.

Onunla geçen dört yıl, sessiz ama derin bir büyüme gibiydi. Salih gibi ani kıvılcımlar çıkarmıyordu belki ama sıcak bir soba gibi yanıyordu. Yanında üşümüyordum. Güven veriyordu. Bir liman gibi, dalgalarda savrulmuş gemimi koruyordu. Ve farkına varmadan, içimde yaktığı ateş büyüyordu.

"Hakan'la Salih tamamen farklı insanlar" dedim iç çekerek. "Salih sevgisini göstermemeyi seçerdi. Hakan ise her şekilde gösteriyor. Onun beni sevip sevmediğini bilmiyorum ama bana her zaman değer veriyor. Sessizce, dikkatle... Bazen sadece önüme bir çay bırakıyor. Bazen Yağmur’la oyunlar oynayıp bana sessizlik veriyor. Bazen beni gülümsetmek için saçma sapan fıkralar anlatıyor. Bunlar minnetten yapılacak şeyler değil. Başka bir adam bunları yapar mıydı, bilmiyorum."

Melek başını salladı. Dudaklarında hafif bir tebessüm vardı ama gözlerinde bir ağırlık hissediliyordu. "Etrafımdaki herkes Hakan’ın benden hoşlandığını söylüyor" dedim itiraf eder gibi. "Ama buna inanmak çok zor. Çünkü sevildiğimi, değer görmeyi hak ettiğimi düşünmüyorum. Kendimi kötü biri olarak görüyorum. Yaşadığım onca şeyin ardından sessiz, içine kapanık, yer yer sert biriyim. Kimse beni uzun süre sevmek istemez diye düşünüyorum."

Melek bu kez elimi tuttu. Parmaklarının sıcaklığı avuçlarımın soğukluğunu eritiyordu. “Esila” dedi kararlı bir sesle. “Salih Saraç dört yıl önce bir araba kazasında vefat etti. Onu sevmen, onu özlemen çok normal. Ama şu gerçeği kabul etmelisin, o öldü. Ve sen onunla birlikte mezara girmek zorunda değilsin. Kalbin hâlâ atıyor. Gözlerin hâlâ doluyor. Ellerinin hâlâ birini tutma hakkı var.”

Yutkundum. Gözlerimden yaşlar taşmak üzereydi. Melek’in bakışları buğulandı ama kelimelerini sakınmadı. “Hakan dört yıl boyunca senin yanında yaşadı. En zor anlarını gördü. Her halini bildi. Ve hepsine razı oldu. Sadece seni tanımakla kalmadı, seni bekledi. Sence bu kadar uzun süre bekleyen bir adam, sevgisinde samimi değil midir? İnan bana, kalbinde ona karşı hiçbir şey olmasa seni buna zorlamam. Ama sen onu seviyorsun. Bunu kabul etmek sana zor geliyor. Çünkü ilk kez biri seni senden önce sevdi. İlk kez biri seni kaybetme korkusuyla değil, kazanma umuduyla bekledi. Ve sen buna alışkın değilsin.”

O an, içimde bir düğüm daha çözüldü. Salih’in hatırası, Hakan’ın varlığıyla çatışmıyordu belki. Belki de yıllardır yanlış düşündüğüm buydu. Salih geçmişimdi. Hakan ise bana geleceği gösteren bir ayna gibiydi.

Evet, hiçbir zaman ilk karşı tarafın aşkı ile mutlu olmamıştım. İlk ben severdim. İlk ben peşinden koşardım. İlk ben yanardım. Aşkı hep tek taraflı yaşadım. Kendimi hep öne attım. Yalvardım, bekledim, affettim. Ama şimdi herkesin dediği doğruysa ilk defa bir erkek, benden önce beni sevmişti. Bu, inanılmaz bir şeydi. Yutkundum. Kalbim sanki yeni bir duyguyu ilk kez deneyimliyordu. Melek’in söylediklerine tek tek hak veriyordum. Kızamıyordum. İnkar da edemiyordum. Çünkü kalbim artık çok sesli konuşuyordu. Ve her sesi Hakan’ı çağırıyordu.

“Gidip konuşmalı mıyım?” dedim, içimdeki çocuğun sesini dinleyerek. O çocuk, yıllar sonra ilk kez dışarı çıkmak istiyordu.

Melek bir an bile tereddüt etmeden, “Evet,” dedi. “Git konuş. Hakan gerisini halleder. Sen sadece yüreğini aç. Gerisi zaten olacak.” Melek’in Hakan’a olan güveni beni öyle bir yüreklendirdi ki, içimdeki bütün kırık döküklük toparlandı sanki. İçimi ilk defa inanç sardı. Bütün gücümü toplayıp hafifçe gülümsedim. “Konuşacağım,” dedim. Melek rahatlamıştı. Benden iki yaş küçük olan bu kadın beni ilmek ilmek olgunlaştırıyordu.

Yol boyunca, Hakan’a ne söylemem gerektiğini defalarca tekrar ettim. Aklımda binlerce cümle vardı ama hepsi birbirine dolaşıyor, her biri başka bir hisle karışıyordu. Korkuyordum. Utanıyordum. Ama en çok da, geç kaldığımı hissediyordum. Araba boyunca ellerim direksiyonda değildi sanki. Salih’in siluetiyle vedalaşmaya gider gibi, yeni bir kapının önünde duruyordum.

Arabayı evin önüne park ettim. Yavaşça kapıyı anahtarla açtım. İçeri adım attığımda Hakan’ın yeni geldiğini anladım. Üzerinde hâlâ dışarıdan geldiği kıyafetler vardı. Matarasından su içiyordu. Beni görünce kaşları hafifçe kalktı. Şaşırmıştı. Bu saatlerde evde olmazdım normalde. Hemen “Yağmur’u bıraktın mı?” diye sordum. Sesim beklediğimden daha yumuşak çıktı. Belki de endişeli.

Hakan gözlerini kısmadan, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana döndü. “Boşanma konuşması mı yapacağız?” dedi ve ardından gülmemek için dudaklarını ısırdı. Yüzünde hafif bir alay vardı ama tonu kırıcı değildi, sadece korkularının arkasına saklanmıştı. “Esila, Murat’la telefonda şaka yapmıştık. Ciddiye alınacak bir şey değildi o. Gülüp geçilecek bir andı,” dedi açıklama yapmaya çalışarak. Ama sesi gergindi.

Bunu duymak canımı yaktı. Şakaysa bile içinde geçen ihtimal yüreğimi kıskıvrak yakaladı. Sesimi yükseltmeden ama kararlı bir tonla “Seninle boşanmayacağımı söylemiştim. Hâlâ geçerli.” dedim. Kalbim hızla atıyordu. Durduramazsam geri adım atardım. Kendime düşünme şansı verirsem, bu evlilik bir dört yıl daha böyle sürüp giderdi. Bu anı kaçırmamalıydım. Derin bir nefes aldım. Artık kelimeleri tutamazdım.

“Ben kendimi bildim bileli Salih’i bekledim,” dedim. “Ondan gelecek küçük bir umut için günler, geceler boyu ağladım. Onun bir mesajı, bir araması için dua ettim. Uykusuz kaldım. Ağlamaktan gözlerim yandı. Beni affetsin diye içimde kendimden nefret ettim. Onu öyle çok bekledim ki hayat geçip gitti o sırada. Yaşadığım her şey, onunla başlasın istedim.”

Hakan gözlerini kaçırmadan bana bakıyordu. Neden bunları anlattığımı anlamaya çalışıyor gibiydi ama ben de bilmiyordum. Belki içimdeki ağırlığı dökmek istiyordum. Belki artık geçmişin yüküyle yeniye adım atamayacağımı fark etmiştim. Devam ettim, durmadan.

“Salih’le evlenmeye karar verdiğimizde onunla ayrılmak bana imkânsız geliyordu. Ama imkânsız diye bir şey yokmuş. O öldü ben de öldüm. İçimdeki kadın o gün mezara girdi. Delirdim. Dirildim. Sonra tekrar öldüm. Yaşama arzum kalmadı. Gülmek haramdı bana. Hayat sanki günah gibiydi. Ama tek bir şey vardı beni ayakta tutan... Yağmur. O küçücük elleriyle bana sarıldığında, bana anne dediğinde, gözlerime baktığında dünyada hâlâ iyi bir şeyler kalmış gibi hissediyordum. Onun için yemek yaptım, onun için sabah kalktım, onun için nefes aldım. Beni hayata bağlayan tek ipti. Ama sen... Sen o ipin yanına bir köprü kurdun. Ben istemedim belki ama sen kurdun. Farkında olmadan bana yaşamanın günah olmadığını gösterdin. Gülmenin ihanete eş değer olmadığını hissettirdin.”

Hakan’ın gözlerinde, kelimelerimle kıpırdayan bir şeyler vardı. Dudakları aralandı ama sustu. Ben ise devam ettim.
“Biliyorum, yıllardır bana yardım ediyorsun."

O an odada volta atmaya başladım. Ayaklarım sanki zemine değmiyor, havada süzülüyordu. Adımlarım, kalbimin attığı ritme uymaya çalışıyor ama her seferinde hızlanıyordu. Sanki içimdeki tüm kelimeler yıllarca beklediği hapishaneden kaçmış ve beni susturmak imkânsız hale gelmişti. Cümleler beynimden değil, kalbimin en derin odasından fırlıyordu. Her kelime içimde bir kapıyı açıyor, ardından bir diğerini. Adımlarım hızlandıkça nefesim daraldı. Başımda hafif bir uğultu oluştu. Birden durdum. Tüm ağırlığım dizlerime indi. En uzak köşedeki koltuğa oturur gibi değil, adeta yığılır gibi çöktüm. Yüzüm ellerimin arasına düştü.

“Tek düşüncem Yağmur oldu” dedim. Sesim boğazımda biriken yaşlara takılmış gibi hırıltılıydı. “Onun için iyileşmek istedim. Onun için sabahları kalktım. Onun için yemek yaptım, gülümsedim, sustum. Onun için nefes aldım. Onun için hala buradayım. Ve bugün anlıyorum ki yaşamak istiyorum. Ama bu kez başkası için değil. Bu kez kendim için. Ve belki senin için.”

Gözlerim anında doldu. Görüşüm buğulanmaya başladı. Kirpiklerim ağırlaştı. Gözyaşlarım yanaklarımın kenarına varmadan, onları tutmaya çalıştım. Ellerimi yüzüme bastırdım ama titrememi durduramadım. “Esila. İyi misin?” dedi Hakan. Sesi endişeli ama kontrollüydü. Bulunduğu yerden bana doğru bir adım bile atmadan duruyordu. Belki de acele ederse kırılırım diye korkuyordu.

Boğazım kurumuştu. Konuşacak halim yoktu. Ayağa kalktım. Mutfağa yöneldim. Sürahiye uzandım. Bardağa koymaya gerek duymadan başımın üzerine diktim. Su dudaklarımdan boğazıma inerken boğazım yanıyordu. Ellerim hafif hafif titremeye başladı. Titreme bir anda güçlendi. Avuçlarımın kuvveti azaldı. Sürahi elimden kaydı. Camın zemine düşüşü kısa bir sessizliğin ardından patlayan bir çığlık gibiydi. Yere saçılan su, kırık parçaların arasına yayıldı.

Bir an dondum. Sanki içimdeki bir şey de parçalanmıştı. Gözlerimi yere diktim, nefesim düzensizleşti. “Esila. Bekle. Hemen geliyorum. Sakın hareket etme.” Hakan’ın sesi sert ama panik doluydu. Koşar adım mutfağa gitti. Elinde süpürgeyle geri döndü. “Bekle. Şu önünü temizleyeyim. Seni öyle alacağım.” Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Gözleri, endişesinin arkasına sakladığı şefkati ele veriyordu. Bana göz kırptı. Bu adamın sabrına hayran kalmamak mümkün değildi.

Ben Salih’e ağlarken o yanımda durmuştu. Ben gecelerce yorganın altında sessizce hıçkırırken o, odama girmeden kapının önüne bir tabak meyve bırakmıştı. Ben sustukça o gülümsemişti. Bir kez bile “Bana bak” dememişti. Sadece beklemişti. Onunla saatlerce aynı odada tek kelime etmeden geçirdiğimiz günler olmuştu. Ve garip bir şekilde yanında sessizlik bile güvenli hissettiriyordu.

O benden neşeyi zorla çekip almak yerine, ne zaman istersem kendim getirmem için beklemişti. Herkesin sabrını zorladığım günlerde bile o, aynı sakinliğini korumuştu. Şimdi fark ediyorum ki, belki de gerçek sevgiyi ilk kez onun sessizliğinde, bekleyişinde gördüm.

Bütün kadınların dönüp baktığı, girdiği her ortamda varlığı hissedilen bir adamdı. Keskin çenesi, anlam yüklü bakışları, kendine güvenen duruşuyla dikkat çekerdi. Yakışıklıydı yani onu gören her kadının ilk söylediği şey buydu. Kulübe gelen kızlar, Hakan için yakışıklı ve fazlasıyla seksi diyorlarmış. Kulüpte bana haber veren kız söylemişti. Ama tüm bu dış güzelliğine rağmen dört yıldır bir tek kadına bile kalbini açmamıştı. Bir gecelik bir heves bile yaşamamıştı. Çünkü beni beklemişti. Karşılık alamadığı halde ne öfkelenmişti ne de pes etmişti. Dünyanın en sabırsız adamıydı ama bana karşı zaman kavramını unutmuştu.

Ben ise onu hep uzakta tuttum. Ne tam yaklaştırdım ne de tamamen uzaklaştırdım. Kalbime girmesine izin vermedim ama kapıyı da kilitlemedim. Hep aralık bıraktım. Beni görmesin diye elimden geleni yaptım ama o, görmem gereken her şeyi önüme koydu. Onun için var olmam yetmişti. Karşılık almamak sevgisini küçültmemişti. Onun sevgisi, karşılıksız bile büyüyen, büyüdükçe incelen nadir sevgilerden biriydi.

Geçeceğim yeri dikkatle süpürdükten sonra süpürgeyi bir kenara bıraktı. Usulca yanıma geldi. Kollarını altıma aldı. Direnmedim. Direnecek gücüm yoktu. Kucağında taşıyarak beni yavaşça koltuğa oturttu. Öyle nazikti ki sanki kırılacak bir cam parçasıydım. Ne hissettiğimi sormadı. Gözlerim zaten her şeyi söylüyordu.

Gözyaşlarım yanaklarımda iz bıraka bıraka akıyordu. Sessizdi ama derin yaralar açıyordu. İçimdeki parçalar birer birer kopuyordu. Hıçkırmak istiyordum ama o duymasın diye yutuyordum. Çünkü birinin önünde bu kadar savunmasız olmak beni hep korkutmuştu. Ama şimdi, onun görmesini istiyordum. Beni kırık dökük halimle bilsin. Eski Esila'nın şımarık, kırılgan ve bencil yanlarını da görsün.

Salih yaşasaydı, bana kızardı. Böyle sürünmeme, böyle ağlamama dayanamazdı. Ama belki de ben çok uzun zamandır kendi ellerimle öldürüyordum içimdeki neşeyi. Salih’in en çok istediği şeyi, yani mutlu olmamı, kendi ellerimle yok etmiştim. Artık yaşamak istiyordum. Bir planım yoktu. Yaşamın nasıl olduğunu bile unutmuştum. Ama yine de istiyordum.

Gözlerim artık net göremiyordu. Yaşlar sürekli akıyordu. Etraf sisliydi. Zihnimde hiçbir şey netleşmiyordu. Salih’e olan sevgim artık takıntı, suçluluk ve özlemin garip bir birleşimiydi. Onunla konuşamamak, özür bile dileyememek beni kemiren en büyük acıydı. O beni affederdi, biliyordum. Ama ben kendimi affedemiyordum.

Hakan ise… Bir buçuk yıldır kalbimdeydi ama ben ona sadece mesafeyle değil, inatla da yaklaşmamıştım. Hâlbuki o sabırla bekliyordu. Sessizce, zarifçe yanımda kalmaya devam ediyordu. Hakan beni her gün biraz daha etkiliyordu. Onun ilgisi, dikkatli bakışları, sadece kelimeleriyle değil, varlığıyla verdiği güven, beni zayıf düşürüyordu. Salih’e olan hislerim sanki geçmişe saplanmıştı ama Hakan, bugünümün içindeydi. Beni şimdi seven tek adam oydu. Ve ben onun çekimine karşı koyamıyordum. Beni bu kadar iyi anlaması, bazen tek bir cümleyle beni susturması, gözlerimin içini okuması. Hepsi beni savunmasız yapıyordu.

Birden ayağa kalktım. Kalmakla gitmek arasında sıkışmış gibiydim. Ama yürüyemezdim. Çünkü tam olarak göremiyordum önümü. Gözyaşlarım göz kapaklarımı kapatıyordu adeta. Yine de birkaç adım atmaya çalıştım. Cam kırıklarını Hakan topluyordu ama bir tanesi yerde kalmıştı. Ve ben, tam üzerine bastım. Önce hissetmedim. Sadece bir sızı. Sonra ikinci adımı atınca keskin bir acı geldi. Dizim titredi. Ayağımı kaldırdığımda sıcak kanı hissettim. Elimi duvara yaslayarak topallaya topallaya odaya gittim. Hakan, başını kaldırıp bir şey demedi. Sadece yüzündeki ifade daha da ciddileşti.

Kendimi yatağa attım. Ayağımın altına batan cam parçasına baktım. Küçük bir şeydi ama kan çoktu. Acı o kadar derin değildi ama ben sanki bu bahaneye ihtiyacım varmış gibi yeniden ağlamaya başladım. Gözyaşlarım canımın yanmasından değildi. Ben zaten ağlamak için sebep arıyordum. Bu küçük yara, içimdeki büyük kırıklıkların gölgesinde kalıyordu. Ama ben onu kullandım. Çünkü başka türlü ağlayamazdım belki de. Bazen insan en çok acı çekmek için bahane arardı. Ve ben onu bulmuştum.

Yastığın kenarına başımı koyup bacaklarımı karnıma çektim. Hakan hâlâ dışarıdaydı, topluyordu. Hayatımda ilk defa biri, bana zarar vermeyen bir şekilde dokunuyordu hayatıma. Beni tamir etmeye çalışıyordu ama parçalarım onun eline batıyordu. O farkında bile olmadan, benim acılarımı toplamaya çalışırken kanıyordu.

Beş dakika sonra kapı açıldı. Hakan elinde küçük bir ilk yardım çantasıyla içeri girdi. Üzerindeki gri tişörtün yakası hafifçe terlemişti, aceleyle yanıma geldiği belliydi. Gözleri beni görünce yumuşadı. Hemen yanıma çöktü, çantasını yere koyarken bir an bile gözlerini benden ayırmadı. Ayağımı tutarken, bir şey söylemeden önce derin bir nefes aldı. Parmak uçlarıyla dikkatlice kesiğin etrafını yokladı.

“Gittiğin yol boyunca kanın da seninle gelmiş.” dedi gülümseyerek, sesi neredeyse bir fısıltı kadar sakindi. “Hiç merak etme, kanını yerde bırakmayacağım.”

Ona dümdüz baktım. O kadar yabancıydım ki şu an kendi vücuduma, hislerime. Ama Hakan’a bakarken bir şeyler tanıdık geliyordu. Çözülemeyen bir sıcaklık. Beni yormayan tek şey belki de onun varlığıydı. Dudaklarım kıpırdadı, fısıltıyla “Özür dilerim” dedim. “Şimdi kanı temizlerim.”

Gülümsemesi hiç kesilmedi. Pansuman yapmaya devam ederken bir an başını kaldırıp gözlerime baktı. O bakış, bana kelimelerden daha çok şey söylüyordu. “Esila, sakinleş. Regl mi oldun? Stres mi yaptın? Daha bir buçuk hafta vardı. Hiç normal davranmıyorsun bugün.” dedi. Sesinde hafif bir alay vardı ama gözlerindeki şefkat onu yumuşatıyordu.

O yine de tüm doğallığıyla ayağımdaki yarayı temizlemeye devam etti. Her dokunuşu nazikti, hiçbir hareketinde acele ya da öfke yoktu. Onun sabrı bir mucizeydi sanki. Parmağı derimin kenarına hafifçe değdiğinde içimden istemsiz bir ürperti geçti. Bunu fark etmişti, hafifçe kaşını kaldırıp belli belirsiz bir gülümseme daha bıraktı yüzüme. Ben gözlerimi kaçırdım, ama yanağımda ısınan o kızarıklığı hissettim.

“Markete gidip sana atıştırmalık bir şeyler alayım.” dedi sonra. “Çikolata, cips, gazoz ne istersen. Hem biraz kafan dağılır. Akşam on gibi kulüpten çıkar Yağmur'u Serpil abladan alırım. Uyumadan önce ona biraz masal okurum. Sonra yine kulübe geçerim. Sen burada dinlen. Bizi merak etme.”

“Çikolata olsun ama bitter. Cips de olsun ama baharatlı. Gazoz istemem.” dedim yavaşça, sanki sipariş verirken bile nazlanıyordum. O gülümsedi, sanki bu küçük kaprislerimi sevmiş gibi. Çantayı kapatırken elimi hafifçe tuttu. “Ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum ama kendini üzme. Bana anlat ya da Melek ve Sibel'e anlat. Kendi içinde büyütme.” dedi. Sesindeki o sıcaklık, kalbimin en derin yerine indi.

Kapıya yönelirken arkasından seslendim. “Hakan…” dedim. Döndü, kaşlarının arasındaki çizgi hafifçe yumuşamıştı. “Çok geç kalma.” dedim. Söylerken farkında olmadan dudaklarımda hafif bir gülümseme vardı. Belki de ilk defa ona böyle bakıyordum.

Yıllardır hayalini kurduğum her şey Hakan’dı. Sessiz bir sevgi. Bağırmadan koruyan bir el. Gözümün içine bakarak konuşan bir adam. Sevdiğini gizlemeyen, ilgisini eksik etmeyen, ne yaparsam yapayım beni küçültmeyen biri. Hayatı boyunca beni hep yükseltmeye çalışmıştı. Hep. Bir insanın ömrü boyunca yanında bir defa böyle birine denk gelmesi bile mucizeydi belki. Ben o mucizeyi yaşıyordum ama çoğu zaman farkında olmadan. Hakan, hayatın sert yüzünü bana kalkan gibi kapatan, fırtınada elimden tutup düşmeme izin vermeyen tek insandı.

On beş dakika sonra poşetler ile gelmişti. Bende salonda onu bekliyordum. Bir anda içimde biriken her şey ağzımdan döküldü. Ne için söylediğimi bilmeden, sesimin titreyip titremediğini umursamadan söyledim. “Dört yıldır evliyiz seninle.”

Gülümsedi. Gözlerinde ışık parladı. O ışık, bana her defasında güvenli bir yere döndüğümü hissettiren, derinlerden gelen o huzurlu parıltıydı. “Nice dört yıllara.” dedi. “Kırk dört yıl daha evli kalabiliriz.”

“Neden?” dedim, neredeyse fısıldar gibi. Kaşları hafifçe çatıldı. Gözlerinin içi bulutlandı. Sanki kelimelerimle havayı ağırlaştırmıştım. “Ne, neden Esila?”

“Neden hiç benden kaçmak istemiyorsun, Hakan?” dedim. Sesim kırılgandı ama kararlıydı. Gözlerim doluyordu ama ağlamadım. Sadece baktım ona, içimde yanıtı olmayan sorular gibi. “Neden başka birini bulup mutlu olmuyorsun? Hiç mi kızmıyorsun bana? Hiç mi mutlu bir yuva hayalin olmadı? Yağmur senin kızın bile değil. Benimle bir şey yaşamadın. Bu evlilik içinde yaşlanmak istemendeki arsızlığın neden?”

Bir an sustu. Beni koltuğa oturtup ayağıma tekrar baktı. Ellerini çekmedi, hâlâ ayağımdaydı. Sessizlik, konuşmasından daha gürültülüydü. O an sadece kalp atışımı duyuyordum. Sessizlik uzun sürdü. Sonra gözlerini kaldırdı. “Mutlu olduğumuzu düşünüyordum.” dedi sakince.

“Sen bizden daha iyisini hak ediyorsun.” dedim. Kelimelerim dudaklarımdan dökülürken boğazımda düğümleniyordu. “Ben iyi değilim Hakan. Hiçbir zaman da olmayacağım. Düzgün değilim. Duygularımı taşıyamıyorum. Herkese zarar veriyorum.”

Gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Onu hemen silmeye çalıştım ama o ellerimi tuttu. Parmaklarının sıcaklığı, sanki içime kadar işledi. “Beni iyi biri sanıyorsun ama değilim.” dedim. “Sadece seni kaybetmeye korkuyorum. O kadar kötü biriyim ki senin kalmanı bile kendime yediremiyorum.”

“Esila.” dedi yumuşak bir tonla. “Kötü biri olsaydın bunu zaten düşünmezdin. Sen sadece yorgunsun. Ve bazen sevildiğimizde bile kendimize kızarız. Ama ben seni bırakmam. Sen itene kadar gitmem. Ve itersen emin ol tekrar sana dönerim.”

Söylediği her kelime içime işliyordu. İstemeden yutkundum. Sanki boğazımdan geçen her nefes, biraz daha acıtıyordu.

Hakan elini çekmeden baş parmağıyla ayak bileğimi okşadı. “Birazdan işe gideceğim. Döndüğümde sen yine burada olacaksın. Ve daha sakin bir Esila olarak.” Gülümsedi. O gülüş, hafifçe yanaklarını yukarı kaldırırken gözlerinin kenarında beliren ince çizgilerle tamamlanıyordu. Gülerken yüz hatları daha tatlı bir hal alıyordu.

“Güzel kesim, bir de telefonda boşanmak istemediğini söylemiştin. Ölsen bile beni bırakmak gibi bir niyetin yoktu. Çok çabuk fikir değiştiriyorsun.” dedi. Sesi hem sitemkâr hem de alışılmış o sakin tondaydı. Dudaklarımdaki çatallaşmayı, içimde büyüyen kırgınlığı hiç umursamadan bana baktı. O bakış, sanki benim göremediğim bir tarafımı görüyordu. Kendimi ondan saklamaya çalışsam da beceremiyordum.

Ben ise sessiz kaldım. Ona bakarken gözlerimin önüne geçmişten sahneler geldi. İlk tanıştığımız gün. Bana kızmak yerine hep anlamayı seçtiği o sessiz savaşlar. İçimdeki bütün karmaşaya rağmen bana inanmaktan vazgeçmemesi. Belki de bu yüzden en çok Hakan’a yükleniyordum. Çünkü o hep kalıyordu. Kalacağını biliyordum.
“Sen bana güvenme, Hakan.” dedim alçak bir sesle. “Güvenilecek biri değilim.”

“Sen bana güvenme diyorsun ama sen niye bana güveniyorsun, Esila.” dedi. “Belli ki güveniyorsun. Yoksa beni böyle en kırılgan anlarında yanına yaklaştırmazdın. Karı kocalar birbirlerine güvenmeli.” Cevap veremedim. O haklıydı. Ve ben, haklı olduğunu kabul etmeyecek kadar gururlu ama bunu derinden hissedecek kadar da ona bağlıydım.

Mutfağa yöneldi. Omzunun üzerinden bana bir bakış attı. “Beni bekle.” dedi. Ve o an anladım ki, ne kadar kaçarsam kaçayım, beklemekten de, dönmesinden de asla vazgeçmeyecektim.

Gözleri yavaşça dudağıma indi. O an zaman yavaşlamış gibiydi. Göz bebekleri genişledi, bir an için sanki benden bir sır keşfediyormuşçasına derinleşti. Sonra başını hafifçe çevirdi. Bu hareketi öylesine doğal, öylesine içten bir gülümsemeyle yaptı ki, sanki yakalanmış gibi, utangaç ve biraz da eğlenceliydi. Bu gülüş; dışarıdan bakan biri için sadece masum bir tebessüm gibi görünürdü. Ama ben, onun o gülüşünün arkasındaki sinirleri, içten içe kıpırdanan o küçük heyecanı hissedebiliyordum.

Tekrar bana döndüğünde, gözleri bu kez doğrudan dudağımın üstündeki bene odaklandı. Hafifçe eğildi, sesi alçaldı, adeta kulaklarımı okşayan bir tonla söyledi. “Dudağının üstündeki ben’i kalemle yapan kadınlar var. Senin doğuştan olduğu halde onu kapatıcıyla saklaman resmen haksızlık.”

Parmaklarını yüzüme doğru uzattı. Eli, özenle, temkinli bir hassasiyetle hareket etti; ne çok yakın, ne çok uzak, tam kararındaydı. Dudaklarımın hemen üstünde hafif bir temasla, kapatıcıyı silmeye çalıştı. Parmağıyla küçük bir daire çizdi, tenimdeki o doğallığı nazikçe ortaya çıkardı. Gözlerini birkaç saniye boyunca yüzümdeki o ben’in üzerinde tuttu. Sanki ilk kez görüyormuş gibi, hayranlıkla, keşfetmenin verdiği huzurla baktı. Sonra yavaşça gözlerini kaldırıp tekrar gözlerime çevirdi. Artık istediği görüntüyü elde etmiş gibiydi. Dudaklarının kıyısında hafif bir memnuniyet, küçük bir tebessüm oluştu.

“Nerede kalmıştık?” diye fısıldadı, sesi bu kez daha derin, daha sıcak bir yerden, kalbime dokunan bir tınıyla çıkıyordu.
Gözlerimi kaçırdım. Yutkundum. Boğazımda biriken düğüm gitmemekte inat ediyordu. Korku, heyecan ve biraz da utanma birbirine karışmıştı. “Hakan, ben artık çok sinirli bir insanım.” dedim, sesim kırılgan ama kararlıydı.

O ise gözlerini benden ayırmadı. Gülümsedi, o gülüşü dalga geçer gibi değildi. Daha çok “Senin fark etmediğin yanlarını ben biliyorum” dercesine, yumuşak, içten bir bakıştı. “Yağmur’a karşı fazlasıyla tatlısın. Melek ve Sibel’in yanında da kuzu gibisin. Serpil ablanın yanında minnoş bir kedisin. Ama bana gelince tekir olasın tutuyor, tırmalıyorsun.”

Kendi söylediklerine kendisi bile hafifçe güldü. Gözlerindeki şaka ve sıcaklık karışımı ifadeye hayran kalmamak mümkün değildi. “Kişiye göre sinirlilik diye bir tanım yok. Karakter bir bütündür,” dedi, kelimeleri ustalıkla seçerek, sesi sakin ama etkileyiciydi.

Onun bu tarafını sevmemeye çalışsam da hayran kalmamak imkânsızdı. Niye bu kadar akıllıydı ki? Niye tam da tamir edilmesi en zor parçalara dokunuyor, onları yumuşatıyordu?

Derin bir nefes aldım. Havayı ciğerlerimde fazla tutup, burnumdan yavaşça saldım. Odaya dolan sessizlik, kalbimin sesini daha bir artırdı. “Hiçbir şeye tahammül edemez haldeyim.” dedim. Sesim, odanın içine düşen ağır bir taş gibi sessizliğe çarptı ve yankılandı.

Kısa bir duraksama oldu. Hakan, sanki önümde bir dosya inceliyormuş gibi dikkatle yüzüme baktı. Yüzündeki ciddiyet, her zamanki sakinliğin altında gizlenmiş derin bir anlayışı gösteriyordu. “Kendine haksızlık etme.” dedi yumuşak ama kesin bir tonla. “Kaya gibi sabrın var.”

Ve sonra, gülmemek için kendini zor tutarak kahkaha atmamak için çenesini sıktı. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. O an o kahkahası, içimde bir yerleri ısıttı, gözlerimin kenarına ince çizgiler çizdi. "Hakan ya..."

"Efendim yaaa..."

Kaşlarımı çattım, her zamanki gibi beni hafife aldığını sandım ama aslında içimi okuyordu. Kaç zamandır hissettiğim ama tarif edemediğim şeyi, tek bir cümlede özetlemişti. O yüzden canım acıdı.

“Hakan, senin kafandaki kadın tipini biliyorum. Sarışın, açık kahverengi veya renkli gözlü.” dedim, sesi biraz alçaldı. Gözlerim karanlık bir noktaya odaklandı. “Biriyle görüş. Sonra tekrar konuşalım. Bir kadınla duygusal bir şey yaşadıktan sonra, bu evlilik sana ağır gelecek. Bunu ikimiz de biliyoruz.”

Sustum. Gözlerimi ona çevirmedim. İçimdeki fırtınalarla baş başa kaldım. Nasıl bunu söylemiştim? Hakan, karşımdaki sessizliğin içinde bana uzanan o güven dolu ellerini ve sabrını gösteriyordu. Derin, anlamlı ve tarifsiz bir sessizlikte, sadece kalplerimizin konuştuğu anlarda, gözlerimin içine bakarken, kalbimin ritmini duyuyordu.

Biliyorum, konuşmalarımız bitmedi. Ama o an, kelimelerden daha fazlasını hissettiğim, birlikte atılan adımların ilk yankılarını duyduğum bir andı. Ve ben, o anda, tüm kırgınlıklarımı, öfkelerimi, korkularımı ve umutlarımı Hakan’a bırakmaya karar verdim.

Bunu söylemek kolay olmamıştı. O anlarda, kelimelerin hafifliği kadar, yürekten dökülen her cümlenin ağırlığını da taşıyordum. Onu en çok sinirlendiren şey, sürekli olarak kadın ayarlayıp durmamdı. Ama uzun zamandır böyle bir şey yapmamıştım, aslında yapmaya da niyetim yoktu. Bu yüzden, onun aniden kararan gözlerinde gördüğüm ciddiyet, beni şaşırttı. İfadesi değişmiş, yüzü sertleşmişti. Kalktı. Hızlı ama sert olmayan bir hareketle ayağa dikildi. Gözleri gözlerimdeydi, ama sesi benden çok başka bir yerdeydi. Boğuk, yorgun, kırgın ve biraz da vazgeçmiş bir tonla, “Ayarla Esila,” dedi. “Ne bok yersen ye.”

O an odada bir sessizlik oldu. Ama bu, sadece sessizlik değildi. Bir tür boşluktu, derin bir uçurumdu sanki. Çünkü o cümleden sonra hiçbir şey söylenemezdi. O cümle, kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu; bir bitişti, sondu. Her kelimesi, birer bıçak gibi tenime saplanıyordu. Ama en çok da, ses tonundaki kırgınlık, o derin ve paramparça eden acı beni yok ediyordu.

Hiçbir şey demeden gitti. Kapı sertçe kapanmadı, ama o kadar kararlıydı ki ardında neredeyse fiziksel bir duvar bıraktı. Olduğum yerde kaldım. Hareket edemedim. Sanki bedenim, kalbimle beraber donmuştu. Elim, istemsizce dudağımın üstündeki bene gitti. Aynaya baktım. Gerçekten silmişti o ben’i. Kapatıcı yoktu artık, doğallığım ortaya çıkmıştı. Ama ya görünmeyen? Ya o derinlerde, gizlenen yaralar? Onlar da bir gün silinebilir miydi?

Onun başka birisiyle görüşmesini istemediğim halde, bunu yapmak istiyordum. Kalbim daralıyordu, midemde bitmek bilmeyen bir sancı vardı. Ama yine de geri adım atmıyordum. Çünkü bazen birini çok sevince, onunla birlikte olmanın tek yolu gitmesine izin vermek olabiliyordu. Belki de sevgi, sahip olmak değil; özgür bırakıp bile bile acıya dayanmak demekti. Başka bir kadınla konuşsun, başka bir kadınla gülsün, başka bir kadın onun kalbini okşasın istiyordum. İstemesem bile. Çünkü ancak o zaman anlayabilirdi. Belki o zaman, dönüş yolunu bulurdu. Dönmezse, en azından içimdeki bu karmaşık, tutkulu ve acı dolu duygularla yüzleşmiş olurdum. O zaman kabullenirdim. O zaman vazgeçerdim. Belki de.

Bir hafta boyunca onun ilgisini çekebilecek kadınlar aradım. Delilik gibi görünse de kararlıydım. Sarı saçlı, mavi gözlü, süt gibi beyaz tenli kızlar... Benim tam zıttım olanlar. Bilerek, bilinçli olarak... Çünkü yıllar önce onun yanında gördüğüm kadınların çoğu bu kalıptaydı. Sanki onun zevki buymuş gibi, o imge aklıma kazınmıştı. Belki değişmişti, belki hiç öyle biri olmamıştı ama ben yine de o kalıptaki kadınları aradım. Kendimi devreden çıkarmak ister gibi, kendime zarar vermek ister gibi.

İki kadın buldum. İkisi de sosyal, bakımlı ve güzeldi. Onlara Hakan’ın fotoğrafını gösterdim. Ne işim vardı tanımadığım kadınlara eşimi pazarlamakla? Ama yaptım. Zoraki bir gülümsemeyle evli olduğumuzu bile söyledim. Ne kadar garipti değil mi? Kocamı başka kadınlara “iyilik” adına sunuyordum. İçimde bir yer kırılıyordu ama yüzümdeki ifadeye yansımıyordu. Alışkındım acıya makyaj yapmaya.

Kadınlar Hakan'ı beğendiler. Fazlasıyla yakışıklı bulduklarını söylediler. Ve görüşmeyi kabul ettiler. O an içimde ince, boğuk bir çığlık koptu. Sustum. Kendi kendimi duymadım. Çünkü artık kimseye yük olmak istemiyordum.

Yaptığımı Melek’e anlattım. Gözlerini devirdi. Sinir krizi geçirdi. Evde bulduğu her şeyi üstüme attı. Kesinlikle haklıydı. Beni yakalasa eminim döverdi. Murat ise hiçbir şey söylemeden başını iki yana salladı. Deli olduğuma emindi. Serpil teyze, lafı ağzımdan alır almaz bir terlikle üstüme yürüdü. “Kendi yuvanı yıkmak için uğraşan ilk insan sensin! Kızım ben size hiçbir şey niye öğretemiyorum? İnsan kocasına kadın ayarlar mı? Kafayı yedirteceksin bana." Önce dizlerini dövdü. "Komşular gelin kızım beni ne hale koydu görün.” diye bağırdı. Beni kızından ayırt etmiyordu. Sonra da dövdü. Sibel ve Melek gibi, hata yapınca dayak yediğim için alışmıştım. Sibel ise ilk duyduğu anda güldü sanmıştım ama sonra ağzı açık bir şekilde oturduğu sandalyeye yığıldı. Bayılmıştı.

Hepsini hak ediyordum. Ama yine de geri dönmedim. Çünkü bu, içimdeki en temiz niyetten doğmuş bir çılgınlıktı. Hakan’ın ikinci şansı olmasını istiyordum. Bu gece görüşecekti onlarla. İkisiyle de. Aynı anda beğendiğiyle ne yapmak isterlerse yapacaktı. Bunu düşünmek istemiyordum. Kadınlara kulüpte olacağını, nereye oturacağını, ne giyeceğini bile ben söyledim. Kendimden bir şey eksiltip ona yol yapıyordum.

Belki bu gece eve bile gelmeyecekti. Belki o kadınlardan biriyle bir şey yaşanacaktı. Belki benim vermediğim her şeyi onlar verecekti. Ve bu düşünce beni parça parça ediyordu. İçimden bir şey kopuyor gibiydi. Ama hâlâ yerimdeydim. Hâlâ nefes alıyordum. Bu da mucizeydi.

Titreyen ellerimle telefonuna mesaj attım. Parmağım ekranda titrekçe gezindi, kelimeleri seçmekte zorlanıyordum, çünkü içimdeki karmaşa kelimelere sığmaz gibiydi.

_ Kulübüne gelecekler. Resimlerini buraya atayım mı?

Cevap anında geldi.

_ Gerek yok. Kocanın iki kadınla görüşmesini dert etmiyor musun?

Bu satırlar ekranda yanıp sönerken, bir an donup kaldım. Gözlerimi ekrandan ayıramadım, kelimelerin soğukluğu içimi ürpertti. O an ne hissettiğimi, ne düşüneceğimi bilemedim. Duygularım birbirine karışmış, kalbim sanki yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Kıskançlıktan ölüyordum. Ama yine de, en derin hislerimi bastırıp yazdım.

_ İnan bana, senin için mutluyum.

Mesajı gönderdikten sonra telefonun ekranını kapattım. Yüzümde donuk, boş bir ifade vardı. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Çünkü bu hikâyede kimse beni ağlarken görmemeliydi. Çünkü ben, içten içe, bir başkasını kendime tercih edebilecek kadar çok seviyordum onu. Bu gerçekle başa çıkmak zorundaydım.
İçimde fısıldanan küçük bir ses vardı:
'Eğer bu gece bir başkasında kendini bulursan. Lütfen bir daha beni arama.'

Bu fısıltı, kalbimin en kırılgan köşesinden yükselen bir acıydı. İçim kan ağlıyordu. Salih’den sonra başka bir erkeğe bakmayacağıma dair yeminler etmiştim. Ama şimdi Hakan için bu temiz aşk, kabuğunu kırmış ve tüm benliğimi sarsmıştı. Yıllarca üstünü örttüğüm, gizlediğim bu his gün geçtikçe büyüyordu. Ve şimdi beni paramparça ediyordu.

Telefonu elimde tutmaktan gözlerim sulanmıştı. Dakikalar geçti. Yazıp yazıp göndermediği mesajı bekliyordum, nefesim bile kesilmiş gibiydi.

_ Akşam dokuz gibi orada olacaklar. Bizi düşünme erken yatacağız.

Bu satırları yine sessizlikle gönderdim. Bu gece o gelene kadar bana uyku yoktu. Cevap gelmedi. Telefonu koltuğa bıraktım, derin bir boşluğun içine düştüm. Kalbim deli gibi atıyordu. Kendi kendime sorular soruyordum. "Acaba… Bu gece gerçekten bizden gidecek mi? Giderse, o başka kadının yanında kendini bulacak mı? Ya ben?"

Kendimi toparlamaya çalışarak Yağmur’un odasına gittim. Ders çalışıyordu. Sessizce yanına oturdum, saçlarını okşadım. Minik elleri elimdeydi, ama kalbim koca bir uçurum gibiydi. "Anne," dedi, bakışları endişeliydi, "Hakan abim kaç gündür seninle küs mü? Seninle hiç konuşmuyor ama arkanı döndüğünde hep sana bakıyor."

Cevabımı bekliyordu. İçim buruk, sesim titrek çıktı. "Hakan abinle bazen böyle olur, canım. Ama aramız düzelir. Endişelenme." Bir süre sessizce oturduk. Sonra cesaretimi topladım, sorumu sordum. "Hakan abin gitmek isterse, sen nasıl karşılarsın?"

Gözlerimi kaçırmadan bana baktı. O küçük kalbiyle verdiği yanıt içimi eritti.
"Hakan abim gitmek istemez ki. O bizi çok seviyor." Bu sözler içimde bir parça huzur yarattı ama yanıtlar aramaya devam ediyordum. "Anne, sen neden onun odasında kalmıyorsun? Belki de o yüzden küstü." dedi, biraz hazırlıksız yakalanmıştı. "Bütün arkadaşlarımın anneleri babasının yanında yatıyormuş. Hakan abi senin kocan olduğuna göre benimde yarı babam oluyor. Neden yanında yatmıyorsun?" Konuşurken bir yandan da ödevini yapıyordu.

Nasıl cevap vereceğimi bilemedim, düşüncelerim çarpıştı. Okulda Hakan'ı baba olarak gösteriyordu. Bizim yanımızda Hakan abi diyordu ama kalbinde babalık yerine taşımıştı. Baba kız aktiviteleri vardı. Her şeyi kutluyorlardı. Sözlü ve yazılıdan düşük puan alsa bile Hakan motive etmek için kutluyordu. Çok iyi anlaştıkları kesindi.

Elindeki kalemi bırakıp başını göğsüme yaslayınca, düşüncelerimden sıyrıldım. "Babam, eminim seni görse gurur duyardı. Ama biraz da üzülürdü." dedi, sesi yumuşaktı ama içten bir bilgelikle doluydu. "Niye üzülsün ki?" diye sordum, kendime bile inanamadan.

Yağmur gözlerini ufka dikti, sonra hafifçe fısıldadı. "Anne... Hakan abimle evlisin. Ama hep ayrı duruyorsun. Hep sende onun arkasından bakıyorsun. Yüzünüze bakmıyorsunuz. Pazar günleri onun ve benim sevdiğim yemekleri yapıyorsun. Cumartesi günleri de Hakan abim senin sevdiğin yemekleri yapıyor."

Gerçekten haklıydı. Pazar günleri hep onun sevdiği yemekleri yapardım. Hafta içi Serpil teyze yollardı. Parasıyla alırdım ama çok kızardı bu duruma. Parasını almazsa, yemekleri almayacağımızı söyleyip onu ikna etmiştim. Serpil teyze, aslında başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi.

"Anneciğim." dedi usulca, "Babam öleli dört yıl oldu. Ben onu arada hatırlıyorum ama Hakan abim ve senle çok güldüğüm, çok mutlu olduğum zamanlarda bazen unutuyorum. Bu ona değer vermediğim anlamına gelmiyor." Gözlerim doldu. Küçük elleri, ellerimin arasındaydı. Yüreğim onun sözleriyle yumuşadı.

"Yağmur, sen on yaşındasın. Böyle konuşarak beni ağlatacaksın," dedim, sesi kırılmış ama sevgi doluydum. Hep çok aklı başında bir çocuk olmuştu.
"Anne," dedi gururla, "Ben on bir yaşına gireceğim sekiz ay sonra, yani on buçuk yaşındayım. Ve birini sevmek suç değil. Emin ol Hakan abim seni çok seviyor. Beni ne kadar çok sevdiğini görüyorsun çünkü senin için değerliyim. Bana olan davranışına bakarak seni ne kadar sevdiğini anlayabilirsin."

Sözleri içimde bir şeyleri kıpırdattı. Onun küçük yüreği bile bu karmaşık duygular arasında böyle bir sevgiye tanıklık edebiliyordu. Ben ise yıllardır bu sevginin içinde boğuluyor, çıkış yolunu arıyordum.

Kendi hayatımda kaybolmuşken, onun çocuk masumiyeti bana umut ışığı oluyordu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bu gece, önümüzdeki yol her ne kadar belirsiz olsa da, içinde bir parça ışık vardı. Hem Yağmur için, hem kendim için, hem de Hakan için.

Belki bu hikâye, parçalanmakla başlayan ama yeniden kurulacak bir hikâyeydi. Ve belki, en derin yaralar bile zamanla iyileşebilirdi.

Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, içindeki ışığı görmek cesaret isterdi. Ben, o ışığı yakalamak istiyordum. Çünkü artık yaşamaktan, sevmekten ve sevilmekten başka hiçbir şey istemiyordum.

Bazen küçük bir kız çocuğu, tüm hayatını altüst edebilir. İyi yönde, şaşırtıcı bir şekilde, bütün dengeleri yerinden oynatır. O an, onun dünyamın tam merkezine yerleştiğini fark etmiştim ama bunu söyleyecek ya da gösterecek gücüm yoktu. Daha fazla konuşmaya, kendi içimde yaşattığım fırtınaya kelimelerle sınır koymaya halim kalmamıştı. Sadece onu yatağına yatırdım, sakinleşmesi için sessizce bekledim. Odayı terk ederken içimde tuhaf bir boşluk oluşmuştu. Sanki zamanı durdurmuş, hayatın nefesini kesmişti bu küçük varlık.

Salona geçip sessizce beklemeye başladım. İçimde öyle bir fırtına vardı ki, kelimelerle anlatmak mümkün değildi. Görüşmesini istemek tam anlamıyla bir zayıflıktı; kendime karşı bir ihanet gibi geliyordu. Ama bir yandan da o kadar çaresizdim ki, yapmamam gerektiğini bile bile başka bir kadınla ikinci şansı olmasını istemiştim. Çünkü sevgi öyle kolayca verilmezdi, hele ki benim gibi kırık dökük ruhlara hiç vermezdi. Düşüncelerim arasında gidip gelirken, o ihtimali yok saymaya çalışıyor, kendimi o duygudan korumaya çalışıyordum. Ama kalbimin derinlerinde, istemeden bile olsa o ihtimalin küçük bir kıvılcımı vardı. Benden ömür boyu gitmesi.

Eğer gitmek isterse, onu nasıl tutardım? Nasıl engel olurdum? Bu sorular, cevapsız ve boğucu bir sis gibi üzerime çökmüştü. Önce Hakan'ı aradım. Durumu bilmese bile, her şeyi orada bırakıp bir şekilde evde olmasını istiyordum. Yanımda olmalıydı. Ama telefon kapalıydı. İnatla başka numaralarını denedim, kulüpte olduğunu duydum. Hemen kulübü aradım, ama onlar da meşguldü. İyice panikleyip, bana haberleri getiren garson kızı aradım. O da açmadı. Telefon elimdeydi; titriyordu, dudağımı ısırarak çaresizce bekledim. Her saniye kalbime bir hançer saplanıyordu.

Sabahı nasıl ettim bilmiyordum. Kıskançlık, ağlama, pişmanlık hepsini tek tek yaşadım. Gözlerim şişmiş, altları morarmıştı. Uykusuzluktan ve ağlamaktan bitmiştim. Gözlerimi ovuşturup toparlanmaya çalıştım. Sibel’e mesaj attım; Ahmet’in gelip Yağmur’u almasını istedim. Kendim için değil, kızımın bu karmaşanın içinde kalmaması içindi bu. Yüzüme siyah bir krem maskesi sürüp onu kaldırdım. Yüzümdeki yorgunluğu ve çaresizliği saklamak zorundaydım. O anlarda cilt maskelerimi yanında yaptığım zamanlar aklıma geldi. Alışık olduğu için hiç yadırgamadı; maske takılı yüzümle bile bana güvendi. Yarım saat içinde Ahmet de geldi. Yanında biraz olsun güven ve rahatlık getirmişti. "Esila, iyi misin?" dedi, Sibel benimle alakalı bir şey anlatmazdı ama bilirdim Ahmet beni de Melek'i de kardeşi gibi severdi. Ne zaman işim düşse bir söyleme ile gelir elinden geleni yapardı. "İyiyim, iyi... Sana zahmet veriyorum."

"Sibel teyzesi ve anaannesinin yanına götürüyorum ne zahmeti. Şeref çok mutlu oluyor Yağmur ablasını görünce. Büşra da anneme gelir birazdan. Oynarlar hep birlikte." Yağmur elinde çantası ile yanımıza geldi. Buzdolabından Kore'den getirttiğim dondurmayı da almıştı. Paketin yarısını yemiştik. İkimizde şaşkınlıkla bakınca konuşma gereği duydu. "Anne, enişte öyle bakmayın. Şeref, matcha'lı dondurma hiç yememiş. O severmiş böyle şeyleri Büşra dedi. Ona götürüyorum." Ahmet kahkaha attı. Evdeki her şeyi götürsün hiçbir şey demem ama yarım bir şeyi götürmesi değişik gelmişti. "Ahmet, o yarım paket. Ben sizin eve yenisini sipariş vereyim."

"Esila bir şey olmaz. Hadi küçük hanım biz gidelim. Ben bile matcha nedir bilmiyorum oğlum biliyor." deyince Yağmur zıplayarak arabaya doğru koştu.

Onlar gidince şimdi evde tek başıma bekliyordum. Zaman ağır akıyordu. Öğlen ikiye doğru saat yaklaşırken koltuğa yapışmış gibiydim, yerimden kıpırdamaya halim yoktu. O an kapının anahtarı çevrildi. İçeri girdiğini gördüm, içimde tarif edilemez bir burukluk büyüdü. Hakan usulca, halsiz bir şekilde eve girdi. Yorgun ve dağınık duruyordu. Yanıma gelmeden odasına geçti. Ne yapacağımı bilemez halde peşinden gittim. Kapısını açtığımda tişörtünü başından çıkarmış, yere atmıştı. Yüzündeki yorgunluk gözlerimden kaçmadı. Gözlerine baktım ama ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemiyordum. "Çık dışarı Esila, banyo edeceğim," dedi, o kadar keskin ve net. İkiletmeden odadan çıktım.

Önce banyo edip rahatlamasına izin verecektim. Yarım saat boyunca odanın dış kapısında volta atarken banyo kapısı açılınca çıktığını anlayıp tekrar içeri girdim. Üstünde rahat bir kıyafet vardı. Saçları ıslaktı. "Onlarla görüştün mü? Seni aradım, açmadın." dedim, sesim titrek ve kırılmıştı. Hakan bana acı dolu, hiddetli ve şaşkın bakışlarla baktı. "Kocana kadın ayarlayacak kadar şuursuzsun Esila." dedi, elini öfkeyle başına vurdu. "Esila Direnç, seni ne mutlu etmedi de benden böyle şerefsiz bir şey yapmamı istedin? Ne yaptım sana? Dört yıl boyunca hayatımı her şekilde sana sunmak dışında ne yaptım? Böyle devam etsek olmaz mıydı?" Hala kendi soyadıyla bana sesleniyordu, aramızdaki mesafeyi kapatmak ister gibi.

"Yapamıyorum..." dedim, sesim titriyordu. Yutkundum, kelimelerin ağırlığı boğazıma dolmuştu. "Evlilik sana bu kadar mı ağır geliyor? Neyi yapamıyorsun?" Hakan çılgına dönmüş gibiydi, öfkesi gerçekti, haklıydı.

"Seni seviyorum ve sana karşı hissettiklerim sende yanıt bulmaz diye korkuyorum. İkinci bir şansın olursa senin için daha iyi olur diye düşündüm. Ama benim için iyi olmadı." dedim, gözlerimden yaşlar süzülürken. "Benden uzaklaşmandan, beni terk etmenden korkuyorum. Bana karşı bu tavrının, bana acıdığın için olduğunu düşünüyorum."

İçimde büyüyen korkuları, çaresizliği dile getirmek zorundaydım. Çünkü artık saklayamıyordum. İnsan, ağzından çıkan kelimeleri geri alamazdı. Ben de istemesem bile tüm kalbimi ortaya koymuştum. Hakan şaşkınlıkla bana baktı, kafası karışmıştı. "Hakan! O kadınlarla görüştün mü?" diye sordum, kelimelerim sertti.

"Bırak o kadınları." dedi, yüzünü buruşturdu. "Görmedim bile. Arkamdan yaklaştılar, karımı sevdiğimi söyledim. Onlar da gittiler, sanırım. Yüzünü görmediğim için bilmiyorum." Yine de dürüstlüğünü gizleyemiyordu. "Karımı aldatmayacağımı, ilk evlilik görüşmemizde baştan söylemiştim. Şimdi biraz önce dediğin konuya dönelim."

Hala gözlerinde şaşkınlık vardı. Saklanmadan, lafı çevirip kaçmadan doğrudan devam ettim. "Biz anlaşmalı evlendik. Tek amacımız Yağmur’u yanımızda tutmaktı. Onu bu dünyada yalnız bırakmamak için, bencilce davranıp seni bu yola ittim. Benim hayatım sadece Yağmur’dan ibaret olmalıydı ama olmadı. Sana bağlanırsam bırakmam diye korkuyorum. O yüzden başkalarıyla görüşürsen, belki bizden vazgeçersin diye düşünüyorum. Ama içim acıyor, canım çok yanıyor."

Sonra kalbimde büyük bir balon patladı. Söylediklerimin ağırlığı altında ezilmiş, yıkılmıştım. Önce dediklerimi algılamaya çalıştı. "Ne... Esila, bir dakika, bir dakika bir şey söyleme." dedi ani bir hareketle. Yanıma gelerek, sahiplenici bir şekilde dudaklarıma yapıştı. Tereddüt etmeden, istemsizce karşılık verdim. O an dünya durdu, sadece ikimiz vardık.

Zaman yavaşlamıştı, hayatın acısı ve umudu aynı anda gözlerimizde parlıyordu. Öfkem, korkum, sevdam ve çaresizliğim bir aradaydı. Hakan’ın teninde hissettiğim sıcaklık, kalbimin paramparça olsa da atmaya devam ettiğinin kanıtıydı. Beni terk etmekten korkan bu adam, aslında benim için her şeydi.

Kendimi sorgulamayı, Yağmur ile o uzun ve içten sohbetten sonra bırakmıştım. Kafamdaki karışıklıklar, endişeler ve korkular yerini bir huzura bırakmıştı. O an, içinde bulunduğum duygusal girdaptan sıyrılıp sadece hissetmeye başladım. Ellerinin vücudumun her yanında dolaştığını hissetmek, beni tamamen gerçekliğe çekiyordu. Tenim onun dokunuşlarına karşılık verirken, bedenim sakinleşti, kalbim hızlandı. Yavaşça, nazikçe, beni yavaş yavaş yatağa doğru çevirdi. Gözlerimi açtım ve onun gözlerine baktım. Orada, o derin bakışlarda bir kabulleniş ve bekleyiş vardı, devam etmesi için sessiz bir onay.

Tereddüt etmeden, kollarımı boynuna doladım. Onun güçlü ama bir o kadar da nazik kucağına kendimi bıraktım. Bu devam etmesi için gerekli onaydı. Ellerimi sımsıkı tutarken, yumuşak yatağın üzerine usulca bırakıldım. Diliyle dudağımın üstünde, kapatıcı ile gizlediğim 'ben'i açığa çıkardı; tenime değdiğinde titredim. Gözlerimi ona dikerek, kısık bir sesle “Böyle daha güzel.” dedi, gülümseyerek.

“Delisin sen.” diye fısıldadım, hayranlıkla onu izliyordum. O da bana, o an gözlerimizde kaybolmuştuk. Bir erkeğin bana böylesine tutkuyla bakacağını hiç düşünmemiştim. Tutkusu, sevgi dolu bakışları arasında adeta eriyordum. “Delirtene bakacaksın.” diye espri yaptı, kalbinin derinliklerinden yükselen bir gülümsemeyle.

“Seni delirttiğim için ödül almalıyım.” diye karşılık verdi., dudakları kıvrılmıştı, iç geçirerek bana bakıyordu. Utangaç biri değildim, ama bu an, o kadar içten ve yoğun hissettiriyordu ki, yer yarılsa içine girsem diye düşündüm. “Esila'mmm... Güzel kadınım. Benim Esila’m. Kesinlikle beni delirttiğin için ödül almalısın,” diye mırıldandı, boynumu tutup hafifçe ensemi okşadı. Kalbimin hızlı atışı beni bile şaşırtmıştı. Sanki içinde fırtınalar kopuyordu, dizlerim tutmuyordu, nefesim kesiliyordu.

Birden durdu, gözlerime derin derin baktı ve usulca, yumuşacık bir sesle sordu. “Benimle evlenir misin? Belki yeri değil, belki zamanı bile değil ama gelinlik ile bana doğru gelir misin? Beni her anlamda kocan olarak kabul eder misin?” Nefesim kesildi, yutkundum. Böyle bir söz beklemiyordum. Kalbim göğsümde deli gibi çarparken, gözlerim doldu. “Çok isterim,” diye fısıldadım. “O kadar çok isterim ki… Eminim, gelinlikle beni görünce aşık olursun,” diye gülümseyerek ekledim, içimde büyüyen umutla.

“O dönemi çoktan geçtik.” dedi, gözlerimi asla bırakmadan. “Ben sana yıllardır aşığım. Ama karımın bana gelişi, her adımı, bende ki her şeyi tepetaklak eder. O an, hayatın tüm anlamı değişir.” Boynuma doğru uzandı, uzun, yavaş ve şefkatli bir öpücük yolculuğu yaptı. Dudakları, tenimi keşfedercesine gezdi, içimi ısıttı. Ellerim kaslı göğsünde dolaştı, kalp atışını hissetmeye çalışarak. Nefesimi kesene kadar, tişörtümü yavaşça çıkardı. Sonra yeniden dudaklarımdan hiç kopmadan beni öptü, bu öpücük ateşle doluydu, her hücremi uyandırıyordu.

O günün bütün saatlerini sadece birbirimize ayırdık. Zamandan kopmuş, sadece biz vardık. Vücutlarımızı, isteklerimizi keşfetmeye devam ettik. Her dokunuşumuzda bir öncekinden daha fazla şefkat, daha fazla tutku vardı. Ellerimizdeki sıcaklık, tenimizdeki elektrik, ruhlarımızdaki bağın kanıtıydı. En çok da aşk ile birbirimizin olduk. Göz göze geldiğimizde, kelimeler gereksizdi çünkü tüm duygularımız, hareketlerimizde saklıydı.

O an, zamanın durduğunu, dünya etrafımızda dönmeyi unuttuğunu hissettim. İkimiz de birbirimizi tamamlayan, birbirimizin eksik parçalarıydık. Gecenin sessizliğinde birbirimizin nefeslerini dinledik, şefkatle dokunduk, ateşle yandık. Sıcacık elleri tenimde gezinirken, beni sadece bir sevgili değil, aynı zamanda en iyi dost ve sırdaş olarak da görüyordu. Bu, beni hayatta tutan, varoluşuma anlam katan en kıymetli şeydi.

Her öpücüğünde, her dokunuşunda, sanki yeniden doğuyordum. Korkularım, endişelerim eriyordu. Onun yanında, cesaret ve umut yeniden yeşeriyordu. O beni delirtiyor, ben onu kendimden geçiriyordum; aramızdaki bağ, hem şefkatin yumuşaklığı hem de tutkunun aleviyle örülmüştü.

Ve o gece, biz sadece birbirimizin bedenlerinde değil, ruhlarında da kaybolduk. İyi ve kötü tüm anılarımızın üzerine koyduk, geleceğe dair umutlarımızı fısıldadık. Artık biliyordum, hayat ne getirirse getirsin, onunla her şeyi aşabilirdim. Çünkü biz birlikteydik, bütünlüğümüzle, aşkımızla, ateşimizle.

***

Melek'in ağzından

Okul müdürünün odası, o an sanki küçük bir ring alanına dönüşmüştü. Üçümüz, kaplan gibi tırnaklarını göstermekten çekinmeyen avcılar gibiydik. Odanın ortasında ince ahşap bir masa, masanın arkasında ise kaşlarının ortasında derin bir çizgi oluşmuş, kravatını gevşetmeye çalışan müdür oturuyordu. Masanın karşısında, nefes nefese, dudaklarının kenarından salyalar fışkırarak konuşan bir kadın… Büşra’nın dövdüğü çocuğun annesi. Öyle bir coşmuştu ki, sanki birazdan o değil de o masanın altına saklanmak zorunda bizim kalacağımızı düşünüyordu.

Ama biz geri adım atacak tiplerden değildik. Kadının sesi, incecik bir bıçak gibi havayı yarıyordu. "Sizin kızınıza terbiyeyi kim verecek? Böyle mi yetiştiriyorsunuz çocuklarınızı? Bu nedir ya, bu nedir!" diye bağırırken, elleri havada sallanıyor, işaret parmağı bir suçlu dedektifi edasıyla bize saplanıyordu. Sanki salonun ortasında yargılanan bizmişiz gibi…

O sırada Sibel, kollarını kucağında birleştirmiş, yere bakarak dinliyordu. Sanki biraz daha sessiz kalsa, suç üstü yakalanmış gibi kelepçelenip götürülecek. Yan gözle ona baktım, dudaklarımı büzüp kolunu çimdikledim. Bu bir "kendine gel" sinyaliydi. Gözlerimle ona "dik dur, omuzlarını kaldır" dedim. Sibel biraz toparlandı ama hâlâ sessiz.

Tam o sırada Esila, müdürün masasının kenarına eğilerek konuşmaya başladı. Sesi, kelimeleri duvarlara çarpıp geri dönecek kadar netti. "Biz niye buradayız? Ve niye bu kadın kendini bu kadar yırtıyor?" Kadın şaşkınlıkla birden sustu. Sonra konuşmaya devam etti. Esila onun varlığını kabul etmeyerek müdüre tekrar döndü. "Müdür bey, şimdi ben yanlış mı anladım? Yağmur, kuzenlerini korudu diye mi disipline gönderildi? Kafayı mı yediniz? Bakın sesimi yukseltemiyorum." Kucağını gösterdi. "Beni deli etmeyin."

Adamın beti benzi atmıştı. Hangimize yaranacağını şaşırmış iki tarafı da sakinleştirmeye çalışıyordu. Esila’nın kaşları, öfkeyle birbirine yaklaşmış, üçgen bir yay gibi yukarı kalkmıştı. Bu, onun savaş moduna geçtiğinin işaretiydi. Kadının sesi yeniden patladı. "Oğlumu iki kızınız birden dövmüş. İki zır deli kızınız! Bunun bir bedeli olacak!"

Neredeyse gülecektim. Bedeli olacak dediği şey, sanki mafyayla pazarlık yapıyor da fidye istiyor. Kendimi zor tuttum, sonra sesimi daha da yükselterek kadının sözünün üzerine bindim. "Sizin o değerli oğlunuz, bizim değerli oğlumuzu zorbalamadan önce düşünecekti! Bütün sınıfı gaza getirip Şeref'i dövmeden önce."

Sözlerim havada bir bıçak gibi asılı kaldı. Kadının gözleri irileşti, dudakları titredi ama geri adım atmadı. Ben de etmedim.
"Hem siz kimsiniz ki, çocuklarımız hakkında ileri geri konuşuyorsunuz? Oğlunuz bütün sınıfı kışkırtıp üç çocuğun üzerine saldı. Hem de ne tesadüf, oğlunuz ve o sınıftaki bütün çocuklar on iki yaşında! Benim Yeğenim Şeref ve kızım altı yaşında. Büyük yeğenim Yağmur da on bir yaşında."

Kadın biraz geri çekilir gibi oldu ama hemen toparlandı. "Oğlumu zorbaladınız!"

"Aynı şeyi papağan gibi tekrarlama. Bin kere tekrar etsen suçlu senin yetiştirmeye çalışmadığın oğlun. Özür dileyeceğine bizden hesap soruyorsun. Vallahi kimse elimden alamaz seni." diye tane tane konuştum.

Tam o sırada Esila’nın dudakları ince bir çizgiye dönüştü. Soğuk bir tonla, sanki karşısında bir müvekkilini savunmuyormuş da mahkemede rakip avukatı darmadağın ediyormuş gibi konuştu. "Avukata verelim." Ben hemen ekledim, gözlerimi kısıp bilerek sesimi bir perde daha yükselterek. "İtibar suikastı yaptılar. Okul ile birlikte donlarına kadar alalım!"

Müdür, sandalyede kıpırdanmaya başladı. Ellerini masanın üzerinde birleştirmişti ama parmakları birbirine çarpıyor, sabırsızca tıkır tıkır ses çıkarıyordu. Kadın hâlâ bağırıyordu.
"Bu yaptığınızın bedelini ödeyeceksiniz!"

Benim sabrım taşmak üzereydi. Avuçlarımı masaya koyup hafifçe öne eğildim. Sanki masayı kaldırıp fırlatacak gibiydim. "Çocuklarımız okumaya geliyor buraya, milletin şımarık zorba çocuklarına savaşmaya değil. Bedel ne ya. Ağzına s*çarım senin. Görürsün bedeli. Bedelmiş." Sibel beni sakinleştirmeye çalışıyordu.

O an müdür ağzını açtı. "Lütfen… Sakin olalım…" Ama benim gözüm kararmıştı. Ona doğru dönüp tüm ciddiyetimle konuştum. "Makamına tüküreyim senin. Şeref bu okulun en zararsız çocuğu. Haftalardır çocuğu sıkıştırıp tehdit etmişler. Büşra anlatıyordu ama Şeref korkudan kabul etmediği için yalan olduğunu düşünüyordum. Muhabirleri buraya toplar akşam haberinizi yaptırırım. Bu okula kimsenin ayak basmayacağına emin olana kadar uğraşırım."

"Melek hanım bizim ne suçumuz var? Çocuklar kendi aralarında eğlenmişler."

"Altı yaşında bu çocuk altı. On iki yaşındaki bir çocuk kalemini, suluğunu kırıp beslenmesini alıyor. Bu çocuğa korkunç hikayeler anlatıp birilerinin onu kaçıracağını söylüyor. Bu çocuk her şekilde zorbalanıyor. Gece korkudan uyuyamıyor sabah okula gitmek istemiyor. Annesi ile babasına anlatırsa öleceklerini söylemiş. Şeref belki yardım edersiniz diye size gelmiş ama bu durumu düzeltmek yerine üstünü örtmüşsünüz. Bu çocuk ne hakla bu kadar ayak altına alınır. Gerçekten yüzünüze tükürülmesi lazım." dedim o kadar baskın konuşuyordum ki adam ne yapacağını bilemedi.

Aslında tükürmek gibi bir niyetim yoktu. Kelimeyi sırf damarına basmak için seçmiştim. Ama… O anda yanımda oturan Sibel, hiçbir uyarı vermeden birden öne atıldı ve adamın yüzüne, hem de tam alnından aşağıya doğru, gürül gürül tükürdü. "Benim Şeref'im sizin oyuncağınız değil." diye bağırdı.

Odanın içi bir saniye boyunca sessizleşti. Hatta dışarıdaki koridorda yürüyen ayak sesleri bile durmuş gibiydi. Müdür, elini yüzüne götürürken nefesi kesildi. Kadının gözleri kocaman açıldı, dudakları aralandı ama ses çıkaramadı.

Esila ile ben birbirimize kısa bir bakış attık. O bakışta “Ne yaptı bu?” şaşkınlığı vardı ama yüz ifademiz taş gibiydi. En ufak bir gülümseme yoktu. Bu, savaşın ortasında düşmanı şaşırtan hamlelerden biriydi. Arabaya binince bunun konuşması yapılıp kahkahalar atacaktık ama şimdi ciddiyeti bırakmadık.

Sibel ise yerine yaslandı, kollarını göğsünde kavuşturdu. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Biz de onunla birlikte aynı pozu aldık. Artık top onlardaydı.

Müdür, mendil ararken kadın hâlâ şoktan çıkamamıştı. Biz üçümüz ise aynı anda ayağa kalktık. Sandalyeler geri kayarken çıkan ses, odanın içinde metalik bir gıcırtı bıraktı. "Avukatlarımızı yollarız." dedim. "Bu iş burada bitmeyecek."

"Melek Hanım… Lütfen oturun, konuşalım." Müdür hâlâ yüzündeki tükürüğü mendille siliyordu. Sesi yalvarır gibiydi ama gözlerinde hâlâ “Ben buranın otoritesiyim giderseniz sarsılır” bakışı vardı.

"Bırak otoriteyi... Makamını yerinden sökene kadar peşindeyim." diye sakince nefes aldım. "Melek hanım lütfen konuşalım. Bir yanlış anlama var."
Konuşmak mı? Şu saatten sonra ne konuşacaktık? Şeref, o kadar naif bir çocuktu ki, sınıfta birisi onun kalemini bile izinsiz alsa sesini çıkaramazdı. Her zorbalıkta biraz daha içine kapanmış, kelimeleri azalmıştı. Büşra, daha altı yaşına bile basmamış, minicik elleriyle üst sınıfa giden bir çocuğu dövdüyse tek sebebi kardeşini korumaktı. Bundan tek zerre şüphem yoktu.

Omuzlarımı dikleştirip gözlerimi müdüre diktim. "İlk yanlışınızda bu konuşmayı yapmalıydık. Artık çok geç. Böyle bir okulda kalmaya devam etmeyeceğiz. Çocukların kayıtlarını hemen alıyoruz. Bu aileyi de şikâyet edeceğiz. Ve sizi de, müdür bey. O sınıfın öğretmenini de…"

Tam sözümü bitirmiştim ki, kadının tiz sesi yeniden patladı. "Üstüme iyilik sağlık! Benim Aslan oğlum yediği dayakla kalacak, bir de ben mi şikâyet edileceğim?" Aslan dediği, on bir yaşındaki o şımarık ve zorba çocuktu. Kadın yerinden kalktı, gözlerindeki öfke ateşiyle yanıma geldi. Birden kolumu tuttu ve kendine çevirdi. Parmağının baskısı bile haddini aştığının kanıtıydı.
"Sümüklü kızınız oğlumdan özür dileyecek!"

Sonra Esila’ya dönüp, gözlerini daraltarak ekledi. "Sizin kızınız da özür dileyecek!"

Kolum hâlâ kadının sert kavrayışındaydı. Sakin bir nefes aldım, ardından bileğimi sertçe kendime çektim. O anki hareketimle kadının dengesi bozuldu, topukluları yere takıldı ve koca gövdesiyle öne doğru yıkıldı. Ben kenara çekilince halının üzerine uzun boylu uzandı.

Üzerine eğilip tok bir sesle söyledim. "Ben Melek Arsel… Bir daha sizi herhangi bir yerde bu tavrınızla görürsem döverim. Emin ol tillahin gelse seni dövmeden bırakmam." Üstü kapalı tehdit edecek değilim. Ne yapacaksam bilmesi lazım.

Kadının yüzü bembeyaz kesildi. Kapıdan çıktığımızda, koridorda bizim çocuklar ip gibi dizilmiş, sessizce bizi bekliyordu. Gözlerinde hem merak hem de “olay çıktı” heyecanı vardı. Tam karşıda, zorba Aslan, kendi tayfasıyla birlikte sandalyeye yayılmış oturuyordu. Ama gözleri başka yerde değil… Şeref’in üzerindeydi.

O bakış… On bir yaşında bir çocuğun, altı yaşına bile girmemiş bir çocuğa taktığı, küçümseyen ve korkutmaya çalışan o bakış… İçimdeki kanı kaynattı. Küçük velet.

Yavaş adımlarla ona yaklaştım. Gözlerimi hiç ayırmadan, yanına kadar geldim. Sözlerimi öyle bir tonla söyledim ki, kelimeler sanki kulak zarına değil, beynin içine işliyordu. "Bana bak delikanlı… Seninle ciddi bir konuşma yapalım."

Çocuk kollarını göğsünde kavuşturdu, dudaklarının kenarında küçümseyen bir gülümseme vardı. Gözleri “Sen kimsin ki?” der gibiydi. Minik çete üyesi.
"Seni önce hastaneye, sonra polise vereceğim." dedim. Sesim alçalmıştı ama tehdit, havadaki soğuk gibi hissediliyordu. "Yandın sen, sidikli."

Çocuğun yüzündeki gülümseme hafifçe soldu ama hâlâ meydan okuyordu. Bir adım daha yaklaşıp sesimi iyice alçalttım. "Bir daha kavga edersen uyurken sana solucan yediririm. Hem de canlı canlı."

Gözlerini kıstı, “Öyle şey mi olur” der gibi baktı. Ama ben devam ettim.
"Sadece solucan değil… Fare kuyruğu da yerleştiririm yastığının altına. Gece sen uyurken kulağına tırmanır. Uyandığında orada olur. Sen gözünü kapattığında karanlıktan çıkar. Her yaptığını izleyip seni bulur.

Artık nefes alışverişi değişmişti. On bir yaşında olmasına rağmen gözlerinde çocukça bir korku parlamaya başlamıştı. O an cümleyi kilit vuruşla bitirdim. "Ve seni gerçek canavarlara veririm. Derinin altına girerler, seni kimse bulamaz.

Çocuk aniden kalktı. Dudakları titriyordu ama kendini toparlamaya çalışıyordu.
"Öyle bir şey yok! Yalancı! Anneme söyleyeceğim!"

Tam o anda annesi, içeriden bağıra bağıra geliyordu. Kadını gördüğümde gözlerimi tekrar çocuğa diktim. "Bir daha çocuklara kötü davran… Bak bakalım canavar var mı, yok mu? Ama bil ki, ben olurum o canavar. Ve seni öyle bir korkuturum ki, bez bağlamak zorunda kalırsın. Hem de okulda, arkadaşlarının önünde."

Bu son cümle bardağı taşırdı. Çocuğun gözleri kocaman açıldı, dudakları aralandı. Yüzünde “belki de doğru söylüyor” ifadesi vardı. Annesinin koluna yapışıp hızla onun yanına gitti.
Biz ise arkamızı dönüp Yağmur, Şeref ile Büşra’yı ortalamış, ağır adımlarla okuldan çıktık.

Arabanın içinde çocukların bağırışları birbirine karışıyordu. Adeta bir pazar yerini andırıyordu. Ben direksiyona odaklanmaya çalışsam da arka koltuktan gelen sesler öyle yüksek ve hızlıydı ki, farlar bile titriyordu sanki.

Şeref öne doğru eğilip heyecanla anlatmaya başladı. "Melek teyze, ben dedim ki, beni dövmeyin, dedim. Ama dinlemediler. Dövdüler. Sonra Aslan sırtıma bindi. Resmen at gibi bindi. Ben onun atı olmuşum. Öyle dedi."

Yan koltukta oturan Sibel’in gözleri dolmuştu. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, başını yana eğerek oğluna bakıyordu. Hep nazik, kırmayan incitmeyen bir evlat yetiştirmeye çalışmıştı. Ama işte dünya o kadar nazik değildi. "Anne, bende gittim Aslan’ın saçını çektim. Şeref’in sırtından indirdim" dedi Büşra, sesi öyle kararlıydı ki sanki bir savaş kahramanı rapor veriyordu. "Aslan denilen çocuğun arkadaşları da geldi. Onlar da Şeref’i sıkıştırmak istedi. Sonra Yağmur ablam hepsini dövdü."

Büşra, anlatırken hala yumruklarını havada sallıyordu. Parmak eklemleri beyazlaşmış, yüzü heyecanla parlıyordu. Adeta kavgaya geri dönmeye hazırdı.

Yağmur, kendinden emin bir şekilde omuzlarını dikleştirdi. "Benden minnacık ay farkı var diye diye azıcık dövdüm. Yoksa Melek yenge, ben çok güçlüyüm. Daha fazla döverdim. Onlar şanslıydı."

Arka koltukta Büşra ile Şeref, bu sözleri alkışlarla karşıladı. Küçük elleri arabanın içinde pat pat ses çıkarıyordu. Yağmur, coşkuya iyice kapılıp olmayan kol kaslarını gösterdi. Dirseğini büküp biseps varmış gibi şişirdi. "Bakın çocuklar işte bu güç. Tek yumrukta düşürürüm. Okulda ben varken kimse size karışamaz."

"Bir daha kimseyi dövmek yok" dedim, sesimi sertleştirerek. Ama arabada bu sözün ciddiye alındığını pek sanmıyordum. Büşra hemen atıldı.
"Ama anne, sen de onun annesini dövdün."

Anında döndüm. "Ben öyle bir şey yapmadım Büşra. Hem ne alaka. Kocaman anneler niye kavga etsin. Değil mi Esila, değil mi Sibel?" İkisi de başlarını sallayıp beni onayladı ama yüz ifadelerinden bu onayın tamamen formalite olduğu belliydi. "Tabii canım biz kimseyi dövmeyiz. Kocaman kadınlarız" dedi Esila, ses tonuyla inandırıcılığı yerle bir ederek. Sibel dudaklarını sıkıp gülmemeye çalışıyordu.

Ben direksiyona daha sıkı tutundum.
"Bakın çocuklar. Bir daha kavga çıkarsa önce öğretmene gidiyorsunuz. Yumruk atmak yok. Saç çekmek yok." Şeref, gözleri yuvarlanarak karşılık verdi.
"Ama öğretmen Aslan’dan korkuyor."

Büşra hemen ona destek verdi.
"Evet, öğretmen bile korkuyor. O yüzden biz dövdük zaten." Yağmur, burun kıvırarak güldü. "Benim olduğum yerde kimse Şeref’i dövemez."

Sibel, oğlunun saçlarını okşadı. Sesinde tatlı bir kırgınlık vardı. "Ben Şeref’i karateye yazdıracağım. Nazik erkek yetiştirmek ne zor bir durum. Kardeşi Büşra gibi doğduğu anda bu yetenek ona verilmedi. Yağmur ablası gibi güçlü de değil."

Büşra gülümsedi. "Ben doğduğumda yumruk atmayı biliyordum. Boksör olmaya bebekken karar verdim."
Yağmur gözlerini kısıp gururla ekledi.
"Ben de doğduğumda tekme atabiliyordum. Yoksa bu kadar güçlü olmazdım." Şeref dudak büktü. "Ben doğduğumda süt içiyordum."

Arabanın içinde kahkahalar patladı. Ama ben hâlâ ciddi görünmeye çalıştım. "Yine de kavga etmek yok. Biz haklı olduğumuz için kavga etmeyiz. Konuşarak halledebiliriz." Büşra başını salladı. "O zaman çok düşünürüz değil mi anne?"
Esila sırıtarak fısıldadı. "Çok çok düşünürüz."

Çocukların istediği hamburger menüsünü alıp Serpil teyzeye geçtiğimizde hepimiz bir köşeye serilmiş haldeydik. Ev, kızarmış patates kokusu ve çocukların mutfaktan gelen çatal bıçak sesleriyle doluydu. Onlar mutfakta yiyeceklerini yerken biz salonda, kanepelere dağılmış bir halde, yorgun ama huzurlu oturuyorduk.

Arda kucağımda derin uykuya dalmıştı. Minicik nefesi göğsüme hafifçe çarpıyor, her nefeste sıcacık bir huzur veriyordu. Odada sadece arada bir duyulan “cık cık cık cık” sesleri vardı. O ses, bir bebek emzirme sesiydi. Gözlerim yavaşça o tarafa kaydı.

Esila, koltuğa yan yatmış şekilde oturuyordu. Bir omzu düşük, saçları dağılmış, yüzünde hem yorgunluk hem de huzur vardı. Üzerinde yarı açık bir gömlek, kucağında üç aylık olmuş oğlu Metehan. Memesi dışarıdaydı, Metehan doya doya emiyordu. Örtü örtmek gibi bir derdi yoktu. Zaten evdeydik, aramızdaydık.

Bize her zaman söylediği şeyleri kendisi birebir yaşıyordu. “İnek gibi memeleriniz hep dışarıda” derdi. Şimdi onunki ortadaydı. Çocuğun parmakları annesinin gömleğini hafifçe tutmuştu. Emme sesi kesilince gözlerini yarı açıp tekrar devam ediyor, Esila ise başını arkaya yaslayıp derin nefesler alıyordu.

Çocuklardan en keyifçisi Metehan olmuştu. Memeyi bırakmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Hatta bugün toplantıya bile Esila o şekilde katılmıştı. Emzirme ortüsünü üstüne örtüp, bir yandan konuşup bir yandan emziriyordu. Esila için emzirme çok sıradan bir şey haline gelmişti.

Esila bu durumdan fazlasıyla memnundu. Evden çalışıyor, gündüzleri Hakan ile sırayla bebeklerine bakıyordu. Okuldan geldikten sonra ise Yağmur devreye giriyordu. Biz başta “Yağmur kıskanır” diye düşünmüştük. Ama o öyle bir sevinmişti ki. Küçük bir anne gibi davranıyordu. Metehan’ın ismini bile o koymuştu. Hatta “Ben koyacağım, çünkü ben ablasıyım” diye direk masaya yumruğunu vurmuştu.

Arda’yı kucağımdan dikkatlice indirdim. Yanakları kırmızı kırmızı olmuştu. Battaniyesini üzerine çektim. Sonra Esila’nın kucağından uyumaya geçmiş Metehan’ı aldım. O kadar hafifti ki, sanki kollarımda bir tüy var gibiydi. Onu Serpil teyzenin yatağına yatırdım.

Arda ne kadar ses çıksa tınlamaz, derin uyurdu. Ama Metehan öyle değildi. Çıt sesi duysa, yüzünü buruşturur, dudaklarını büzüp hemen uyanırdı. Şimdi de kaşları hafifçe titredi ama yeniden sakinleşti. Kapıyı yarım aralık bırakıp salona tekrar geçtim.

“Ya ben çok mutluyum kızlar” dedi Esila, gözlerini kapatıp koltuğa iyice yayılırken.
“Kocam, kızım, oğlum. Hepsini çok seviyorum.” Bu, ondan sık sık duyduğumuz bir cümleydi. Ama her söylediğinde içten geliyordu. Sözleri dudaklarından çıkarken gözleri hafifçe doldu, yanaklarına sıcak bir pembe yayıldı.

Serpil teyze mutfaktan kafasını uzattı.
“Kızlar, hamburgerlerin içine fazla ketçap koymuşlar. Şeref ile Büşra'nın eli kolu batmış. İyice kirlensinler yıkarız.?”

“Tamam teyze” dedim gülerek. “Ben Sibel ile hallederim.”

Sibel kanepeye uzanmış, elinde çay bardağıyla bizi izliyordu. “Adamın yüzüne lama gibi tükürdüm ya.” O anı hatırlayıp öyle bir kahkaha attı ki, çayı neredeyse üstüne dökecekti. “Tahammül edemeyecek kadar fazla dinlemiştim. Yoksa bilirsiniz, hiç tükürmem.”

Esila gözlerini araladı, hafifçe gülümsedi.
“İyi yaptın. Ağzına sağlık. Eşek yüküyle para alıp mal gibi yüzümüze gülemez. Bir de üstüne utanmadan çocukları suçladı.”

Tam o sırada mutfaktan tıkırtılar geldi. Serpil teyze elinde yelpazesiyle salona girdi. Yüzünde hem yorgun hem de eğlenmiş bir ifade vardı. “Şeref hamburgerin köftesini halının altına saklamış. Büşra ile çoğaltma büyüsü yapacaklarmış. İkisi de halının üstünde on köfte olacağını düşünüp bekliyorlar. Yemin ederim bu ikisi milli felaket.”

Hepimiz kahkahaya boğulduk. Çocukların hayal gücüyle baş etmek bazen imkânsız oluyordu. Akşama kadar Şeref ve Büşra’nın enerjisi hiç düşmedi. Ellerimizde, kollarımızda, sinirlerimizde tükenmişlik hissi vardı. En büyük eğlenceleri kaos yaratmaktı. En sakin eğlenceleri ise evdeki bebekleri öpücük yağmuruna tutup ağlatmaktı.

Bir ara, belki enerjileri azalır diye parka götürdüm. Ama parkta da aynı tempo devam etti. Sallanırken bağırmalar, kaydırakta itişmeler, kum havuzunda “altın arıyoruz” diye toprakları eşelemeler… Yarım saat dayanabildim. Koşa koşa eve döndük.

Şimdi yemek masasının başında oturmuş, onların çizgi çalışmalarına bakıyordum. Çizgiler kâğıt üstünde sağa sola eğrilmiş, bazıları resmen dans ediyordu. Serpil teyze yanımda durdu, yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. “Vallahi kızım ben anlamadım. Ben bu çocuklara siz yokken gül gibi bakıyorum. Ne zaman siz geliyorsunuz bu çocuklar değişiyor. Yoksa benim torunlarım bebek bebek.”

Bir eliyle Şeref’in yanağını okşadı, diğer eliyle Büşra’nın saçlarını düzeltti. O sevgi dolu dokunuşta bir anda iki çocuk da masumlaştı. Yağmur mutfaktan su almak için girince, Serpil teyze ona da sarıldı.
“Hele bu… Evimin neşesi. Gülüşüyle odaları aydınlatıyor.” Çocuklar Serpil anaannelerini çok seviyordu. Onun yanındayken kural dinlemeseler de sevgisini her daim hissediyorlardı.

Tam o sırada kapı çaldı. Hepimiz kafamızı çevirdik. Sibel bir anda yerinden fırladı, adeta koşarak kapıya gitti. “Kocam geldi!” diye bağırdı. Sesi tüm evi çınlattı.

Serpil teyze kaşlarını kaldırarak mutfaktan çıktı. Elinde hâlâ yelpazesi vardı, yavaş adımlarla kapıya baktı.
“Bu da kocam diye diye geziyor. Sanki padişah geliyor. Neymiş efendim, kocam gelmiş.” Sonra kendi kendine söylenmeyi bırakıp ellerini hafifçe açtı. “Rabbim bozmasın. Ahmet'im iyi adamdır.”

Ahmet ile evlendiğinden beri Sibel bir kere bile pişman olmamıştı. Hep el üstünde tutuluyordu. Ahmet’in ona bakışında hâlâ ilk günkü sevgi, ilgisinde ise hiç eksilme yoktu. Kapıdan içeri girişi bile evin havasını değiştiriyordu.

Kapı açıldığında, Sibel’in kocası içeri girdi. Elinde poşetler vardı. Sibel, onun elinden poşetleri alırken gözleri parlıyordu. “Bakın kızlar, kocam bana baklava almış. Hem de fıstıklı. Adam anlıyor gönülden.”

Esila hemen başını kaldırdı.
“Bize de var mı yoksa yine saklayacak mısın?” Sibel kahkaha atarak poşeti masaya koydu. “Saçmalama ya. O gün sen dedin tatlıları benden saklayın diye.”

"Doğru hiç bizi suçlama." dedim.

“Babam geldi babam geldi. Demedim mi sana benim babam daha güçlü en hızlı o eve gelir.” Şeref her zamanki gibi Büşra’yı sinir edecek bir şey bulmuştu. Haklı galibiyetini kutluyordu. Ahmet mutfağa geçip Şeref’i kucağına alınca Büşra hiç onlara bakmadı, dudaklarını büzüp başka tarafa döndü. “Prenses hadi sen de diğer koluma zıpla.” dedi Ahmet gülerek.

“Enişte.” diye bağıran Büşra, vatan toprağına kavuşmuşçasına kucağına zıpladı. İki çocuk da mutlu, Ahmet’in kollarında bir sağa bir sola sallanıyordu.

Serpil teyze, “Kalkın bakalım, çaylarınızı ben dolduracağım” diyerek mutfağa yöneldi. Şeref, babasının yardımıyla eline bir baklava alıp Büşra’ya gösterdi. “Büyü yapalım mı? Bundan on tane olsun.” Büşra’nın gözleri parladı. “Olur. Ama bu sefer halının altına değil, koltuğun altına koyalım.” Hepimiz aynı anda “HAYIR!” diye bağırdık.

Ahmet başını bana çevirdi.
“Melek dünden beri nasılsın?”

“Daha iyi günlerim oldu. Çocukları okuldan aldık.” dedim.

“Bugün hafta sonu. Niye okula gittiler ki?” Sibel hâlâ ona anlatmamıştı. “O okula artık yollamayacağız.” dedim kısaca. Ahmet kaşlarını hafifçe kaldırdı. Tam detay soracaktı ki kapı tekrar çaldı. Şeref ile Büşra hızlı bir çırpınışla Ahmet’in kucağından inip koridora koştular.

Hakan gelmişti. Ardından Murat arabasını park ediyordu. Salona geçtiğimizde Hakan’ın yüzünde karısına bakarken oluşan o şapşal gülümseme hemen fark edildi. Fazla aşıktı. Esila belli etmemeye çalışıyordu ama onun da gözleri parlıyordu. Kocasına karşı fazlasıyla işveliydi. Beş yıldır evlilerdi ama son bir yılı karı koca olarak geçirmişlerdi. Ve yeni evli bir çift gibi her şey onları heyecanlandırıyordu. Hepimiz bu anı izliyorduk ve bu inanılmaz hoşumuza gidiyordu.

“Enişteee hoş geldin.” diye bağırdılar çocuklar, bacaklarına yapışarak. Hakan onların hizasına inip yanaklarını öptü. Ardından kapının önünde bekleyen Yağmur’a kollarını açıp gelmesini işaret etti. Yağmur koşarak geldi, sıkıca sarıldı. Elindeki pastayı hafifçe salladı. “Hakan abi bugün neyi kutluyoruz?” dedi Yağmur merakla. “Senin ve kardeşlerinin o okuldan ayrılmalarını kutluyoruz.” diye cevapladı Hakan.

Esila dudaklarını bastırıp gülümsedi.
“İlk iki saat söylemedim. Söylemezsem çatlardım. Her şeyi anlatmadım.” Esila gerçekten hiç değişmezdi. Ağzından bakla ıslanmıyor sözü onun için söylenmiş gibiydi.

Sibel merakla “Sen neyi anlatmadın?” diye sordu. “Her şeyi.” dedi Esila gözlerini kocaman açarak. Hepimiz bir anda gülmeye başladık. Serpil teyze mutfaktan seslendi. “Aman dikkat edin, pastayı devirmeyin. Yoksa ben de sizi devireceğim.”

Ahmet kahkahasını tutamadı. “Serpil anne, bu çocuklar için pastanın devrilmesi bile eğlence sebebi.”

“Evet ama ben yerken düzgün olsun istiyorum.” dedi Serpil teyze salona girip masaya otururken. Hakan pastayı dikkatlice ortaya koydu. Üzerinde çilekler, fıstıklar ve parlak çikolata sosu vardı. Çocukların gözleri adeta pastaya kilitlendi.

“Tamam tamam. Önce büyükler bir dilim alsın, sonra siz yiyin.” dedi Sibel.
“Niye hep önce siz?” diye homurdandı Şeref. “Çünkü önce anneler pastanın zehirli olup olmadığını kontrol eder.” dedim gülerek.

Bu sözüm üzerine Büşra ciddi bir ifadeyle bana baktı. “Gerçekten zehirli olabilir mi?”

“Olmaz da biz işte öyle bir kontrol yapıyoruz. Annelerin görevi bu.” dedim.
Hakan göz kırparak “O zaman Murat geldiğinde ilk dilim senin olsun Melek.” dedi.

Son kez kapı çaldığında ben gittim kapıyı açtım. Murat buraya gelirken hiç eli boş gelmezdi. Yine kolları dolu dolu bana gülümsüyordu. "Oh be, güzel karımı nihayet gördüm." diyerek içeriye girdi.
Poşetlere yardım etmek istesem de bırakmadı. "Sen sadece bana gülümse yeter." dedi, gözlerinde tatlı bir yorgunlukla.

Serpil teyze artık laf anlatmaktan bıktığı için bu durumu kabullenmeye başlamıştı. Hiçbirimizle baş edemiyordu. Üçümüzün kocası da bu konuda çok eli açıktı. Aldıkları her şeyin fazlası vardı ama yaptıkları alışverişler onları mutlu ediyordu. Serpil teyze mutfaktan salona geçip, "Aldıklarınız evde yer bulmazsa bahçeye raf yaptıracağım artık." dedi, ama yüzünde istemsiz bir gülümseme vardı.

Murat mutfağa poşetleri bıraktı. Herkes salondaydı. Beni kendine çekip dudaklarıma kapanıp hızlıca geri çekildi. Eminim ev boş olsa bir dakikayı boş geçirmezdi. Salona geçip bütün çocukları teker teker öptükten sonra Arda’yı kucağına alıp yanıma oturdu. Hakan’ın kucağında da Metehan vardı. Esila, onun omzuna yaslanmıştı. Sibel ile Ahmet oturduğu koltukta el ele tutuşmuşlardı. Hepimiz yorgun ama bir o kadar huzurluyduk.

"Ben müdürün yüzüne tükürdüm." dedi Sibel, hafif utanarak ama içinde hâlâ azıcık gururla. Ahmet, inanamaz gözlerle karısına baktı. Yanlış duymuş olmalıydı. Karısından beklemeyeceği hareketlerdi bunlar. "Ben işte bunu söylemedim. Ağzım sıkı diyorum." dedi Esila omuzlarını dikleştirerek. "Söz verdim ve söylemedim."

"İnanılmaz bir andı. Hiç tahmin etmediğim bir şeyi benim tatlı arkadaşım yaptı." dedim yüreklendirerek. "O müdür daha fazlasını hak etti ama neyse."

"Sibel tükürdüyse sizin ne yaptığınızı merak ediyorum. Karıcığım sen ve Esila daha ileri gittiğinize eminim. Avukatlık bir iş var mı?" dedi Murat, gözlerini kısarak bana bakıp hafif gülümseyerek.
Dudaklarımı bükerek Murat’a baktım. "Bana olan güvenin gözlerimi yaşarttı."

"Vallahi Metehan kucağımdaydı yoksa oranın altını üstüne getirirdim." dedi Esila, bir yandan oğlunun başını okşayarak. Hakan da karısını teskin etmeye çalışıyordu. "Eminim yapardın. Bu konuda sana güveniyorum." Bir yılı aşkın süredir tam anlamıyla karı koca olmuşlardı. Ve çok güzel ilişkileri vardı. Esila mükemmel, çok aşık bir eşti. Hakan ise tamamen Esila’nın varlığı ile yaşam sağlıyor gibiydi. Onların bakışmaları bile ortamı yumuşatıyordu.

"Ama Melek o zorba kadının bir elini döndürdü. İçim öyle bir hoş oldu anlatamam." dedi Esila, bana bakarak. Uzaktan bana öpücük attı. "Ellerin dert görmesin."

"Küçük bir dokunuştu. Hem hangi ara konu yine bana geldi. En son Sibel’in müdüre attığı tükürük hakkında sohbet edecektik." dedim. Ne yaparsam yapayım konu bir şekilde bana geliyordu. Bu hem çok tatlı hem de çok komik bir şeydi.

O sırada Şeref ile Büşra salona daldı. Ellerinde Murat’ın getirdiği atıştırmalıklar vardı. "Anne bunları açalım mı?" diye bağırdı Büşra.
"Bekleyin, pastayı yiyeceğiz önce." dedim. "Yine önce büyükler mi?" dedi Şeref, hayal kırıklığı ile. "Tabii. Biz zehir kontrolünü yapmadan olmaz." dedim göz kırparak.

Sohbet, kahkahalar ve çocukların bitmeyen enerjisiyle akşam daha da güzelleşti. Bir ara Hakan, Murat ve Ahmet kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Hepimiz merakla bakınca Ahmet, "Erkek sohbeti hanımlar." dedi. Biz kadınlar birbirimize baktık. Esila kaşlarını kaldırdı. "Aman çokta meraklı değiliz." Ama hala kulaklarımız onları duymak için hazırdı.

Hepimiz evlerimize dağılmıştık. Murat arabayı kullanırken bir eli benim bacaklarımda duruyordu. Evlendiğimiz andan beri bu şekilde araba sürüyordu. Yolun sessizliği, arabanın hafif uğultusu ve onun parmaklarının varlığı bana güven duygusunu her seferinde yeniden hatırlatıyordu. Telefonumun bip sesiyle ekrana baktım. Kız grubumuzun ismi değişmişti. Esila aklına estikçe değiştiriyordu. "Çıtır Tavuklar Evlendi." Yeni ismiydi.

Esila yazıyor yazısı göründü.
_Kızlar bu yıl tatili nerede geçireceğiz?

Sibel hiç beklemeden yazdı.
_Beni rahatsız etmeyin. Ben bu yıl tatile gelmeyeceğim.

_Sebep. 😡

_Melek🥹 Bu yıl bebek düşünüyorum. Ahmet beni ikna etti.

Bir an şaşkınlıkla ekrana baktım. Mesaja birkaç defa göz gezdirdim. Gözlerim doldu. Şeref çok uysal bir çocuktu, kavgalara girmez, kendi halinde yaşar, sadece Büşra ile takılırdı. Sibel yıllardır ikinci çocuğu düşünmüyordu. Diğer çocuğu da Şeref gibi ezilir diye korkuyordu.

_Sibel çok mutlu oldum. Şeref'e bir kardeş çok güzel olur. Nasıl sevinir yavrum.

_Melek. Kocam dedi ki, Melek’in resmine sabah akşam bak ona benzesin. Şeref gibi akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine Melek gibi deli olsun dünya onun kahrını çeksin.

_Ahmet’e söyle çok konuşmasın. Serpil teyzeme söylerim, görür o.

_Sibelll. Ya bebeğin olursa Metehan ve Arda ile kanka olurlar. Ben şu anda ağlıyorum, Hakan ile Yağmur kahkaha atıyorlar.😭

_Esila ağlama kız. Şeref’i uyutmam lazım, yarın konuşuruz.

_Melek, bende şu ikisini oda oda kovalayayım. Yarın görüşürüz.

_Görüşürüz.

Telefonu kapatınca eve geldiğimizi fark ettim. Çocuklar arabada uyumuştu. Arda’yı ben, Büşra’yı Murat aldı. Onları odalarına yatırdık. Yorganlarını düzelttim, saçlarını okşadım. O huzurlu nefes alışları, günün bütün yorgunluğunu unutturuyordu. Nihayet sakin bir şekilde günü sonlandırmıştık.

Elimde kahve kupasıyla son kalan dosyanın üstünden geçiyordum. Murat banyosunu yapmış, rahat bir şeyler giyip yanıma uzandı. Başını dizlerimin üstüne yatırıp belime sarıldı. "Karıcığım, seninle yaşamak her gün nefes almak demek. Bir gün bile pişman olmadım. Seninle alakalı keşkem hiç olmadı."

Dosyayı kapatıp hafif ıslak kalmış saçlarına ellerimi daldırdım. O an yüzündeki huzuru görmek bile yetiyordu. Hafifçe gülümsedi. "Karıcığım, iyi ki beni kendine layık gördün. Sen bu dünyada gördüğüm ve ölene kadar göreceğim en değerli varlığımsın."

Kahkaha atarak dudaklarını ellerime alır gibi yapıp öptüm. O, dizleri üzerine oturup boynumu okşayarak tuttu. Yüzümde öpülmedik tek bir nokta bırakmayana kadar öptü. "Seni seviyorum Bayan Arsel."

"Ben de seni seviyorum kıvırcık saçlı çok yakışıklı kocam."

Ve ben biliyordum. Bizim hikâyemiz bitmiyordu. Sadece yeni bir sayfa açılıyordu.

SON

_________

Bu bölümü de bitirdikten sonra final yapmış bulunuyorum. Çok yorucu aynı zamanda çok zevkliydi.

Ben baştan itibaren her bölümü düzenledim. Daha okunaklı oldu. Tekrar hiç beklemeden okumak isteyen olursa haberiniz olsun.

Yorumlarınızı bekliyorum. Final hakkında hikaye hakkında ne olursa. Lütfen çekinmeden benimle paylaşın.

Yeni hikayelerde görüşelim. Sahte Eşleşme'ye de bekliyorum. Profilime girip hikayeyi görebilirsin.

Görüşürüz 🫶🫰😘

Bölüm : 12.08.2025 08:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 77. Benim Büyük Ailem (Final)
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...