
Merhaba, lütfen beğeni ve yorum yapmayı unutmayın.
Okumadan önce Beğeni butonuna tıklayarak başlayalım 💞
❤❤❤
Elindeki dosyanın sayfalarını hararetle çeviren Melek’in parmak uçları titriyordu. Harfler gözlerinin önünde dans ediyor, kelimeler sanki yabancı bir dilden fırlamış gibi anlamını kaybediyordu. Yine de vazgeçmedi. Gözlerini kısıp odaklanmaya çalıştı, cümlelerin arasında gizlenmiş bir mantık kırıntısı arıyordu. Her satırın sonuna geldiğinde iç çekiyor, kendisini aptal gibi hissetmemek için inadına geri dönüp baştan başlıyordu. İçinden 'Anlamıyorsam eksik yazılmıştır' diyerek kendini teselli etmeye çalıştı. Kalbinin atışı hızlanmıştı. Odayı dolduran sessizliğin içinde Murat’ın parmaklarıyla telefonuna tıklama sesi Melek’in sinirini bıçak gibi kesiyor, her vuruşta sabrından bir parça daha alıp götürüyordu.
Bir an durdu, gözlerini dosyanın üzerinden kaldırdı ve karşısındaki masada telefonuyla oyalanan patronuna baktı. Gözlerinde boşlukla karışık bir küçümseme vardı. Bu adamın gayet kıvrımlı kıvırcık saçlarını yolmak istedi. O anda içinden geçenleri bastıramadı. Dudaklarını oynatmadan 'Ne sinir bozucu bir adam, gerçekten dayanılacak gibi değil' diye geçirdi aklından.
Murat’ın sesi ani bir fısıltı gibi keskin ve alaycı biçimde ulaştı kulağına. "Beş dakika kaldı. Çabuk ol biraz, deve kuşu gibi dosyaya gömülmüşsün." Bu sözler, onu dosyaya geri döndürmek yerine beynine çarpan bir tokat gibi etki etti. Kalbi göğsünde sıkıştı, gözlerini devirdi, göz ucuyla Murat’a baktı, ardından kafasını salladı. Fakat içinden yükselen öfke artık yerinde durmuyordu
İçindeki ateşin yönlendirmesiyle birden ayağa fırladı. Masanın önüne dikildi. Elindeki dosyayı hiç düşünmeden Murat’ın masasının üzerine değil, tam önüne bir hışımla bıraktı. Dosyanın çıkardığı tok ses odada yankılandı. Gözleri alev alev yanarken ayakkabısının topuğunu Murat’ın dizine indirdi. Acı ya da tepki umursamadan konuşmaya başladı “Senin gibi patronun ben var ya.” dedi, nefesi hızlı hızlı çıkıyordu. “Ağzına tükürürüm zengin bebe. Sen kimsin ki beni küçük görürsün angut. İstifa ediyorum sıçan. Seni uzaktan görsem bile erkek demem tipsiz. Salata kafa. Hem de limonlu, kıvırcık salatası gibi ekşi suratlısın. Ne var bu suratında, altın mı kaplattın da bu kadar yukarıdan bakıyorsun?”
Söylediklerinin ne kadar absürt olduğunun farkında bile değildi. O an içinde biriken her şey kelime olup dışarı dökülüyordu. Sanki yıllarca susmuş, sustukça taşlaşmış tüm kelimeleri Murat’ın suratına fırlatıyordu. Murat ne diyeceğini bilemez haldeydi. Birkaç kez gözlerini kırptı, ne yapacağını bilemeden ağzını açtı ama kelimeler çıkmadı. Gözlerindeki şaşkınlık ve bir parça korku, Melek’in içinde tuhaf bir tatmin hissi oluşturdu Tam o an, uzaktan gelen kalın ve sert bir ses tüm bu delilik halini kesti. “Sekreter bozması, daldın gittin daha halen okumadın mı?”
Melek birden gözlerini açtı. Gerçekle hayal arasındaki sınır göz kapaklarının arkasında çatlamıştı. Masada oturuyordu. Elindeki dosya hâlâ açıktı. Aynı sayfadaydı. Ne dosyayı fırlatmıştı ne de ayakkabısını Murat’ın dizine indirmişti. Ne salata demişti ne de angut. Sadece düşünmüştü. Ve bu düşünceler bile nefesini kesmişti. Göz kapaklarının arasından Murat’a baktı. Hâlâ telefonuyla oynuyordu. Ama bu kez Murat başını kaldırdı ve tek kaşını kaldırarak ona baktı. Elindeki telefonu masanın üzerine yavaşça bıraktı. Sonra bir elini Melek’e doğru uzattı. Melek ne olduğunu anlamasa da kısa bir tereddütten sonra refleksle kendi elini uzattı. Dudaklarında yorgun bir tebessüm belirdi. Belki de bu kez kavga etmeden geçecekti. Belki de az önceki hayaline gülüp geçecekti
Ama Murat elleri kavuşacakken bir anda Melek’in elindeki dosyayı hınzırca bir hareketle çekip aldı. Gözlerinde tanıdık o alaycı parıltı vardı. “Dosyayı ver dosyayı. Hayırdır sen ne sandın ki elini uzattın. El mi tutacağız mı zannettin? Çok komik bir kız olduğunu şimdi daha iyi anladım. Çok eğleneceğim seninle.” dedi. Melek’in gözleri büyüdü. Dudaklarını ısırdı. İçinden gelen ikinci bir fırtına hayalini gerçeğe çevirme isteğiyle kulaklarını uğuldatıyordu. Fakat kendini tuttu. Sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Başını hafifçe sağa eğdi. Gözlerini Murat’a dikti. “Komik. Ben mi komiğim. Kafamı allak pullak ettiniz. Daha fazla ne yapabilirsiniz diye ciddi ciddi merak içindeyim. Şiddet içeren bir merak. Hani böyle dizilerde olur ya, acaba bu kız daha ne kadarına dayanabilir, derler. İşte öyle bir şey. Ve inanın bende bu davranışlarınıza karşı cephe alabilirim. Tırnak içinde söylüyorum, cephe alırım.”
Son cümlesini söylerken tek kaşını havaya kaldırdı. Bu onun artık geri adım atmayacağının, kendine ait bir savaş ilanı olduğunun küçük ama keskin işaretiydi. Murat bir an sustu. O bile böyle bir karşılık beklememişti. Gözlerinde beliren kısa süreli bir hayranlık parıltısı, hemen ardından gelen umursamazlık maskesiyle silindi. Fakat Melek fark etmişti. O parıltıyı görmüştü. Ve bu onun için yeni bir oyun alanıydı
Şirket telefonunun tiz ve keskin sesi odayı doldururken Melek, o ana kadar nefes almadan sürdürdüğü cümlesini nihayet sonlandırabildi. Sözlerini zorla bastırarak bitirmişti, boğazı kurumuş, içi öfkeyle dolmuş haldeydi. Gözleri sinirden damarlar çıkmış, burnunun ucu bile kızarmıştı, ama en çok gözlerinde biriken o kan kırmızısı öfke dikkat çekiyordu. Başını çevirip yeni patronuna, Murat’a baktı. Murat onu görmezden gelircesine ofis koltuğuna yayılmış, telefon ekranına odaklanmıştı.
“Sakın burada olduğumu söyleme. Her kimse, dışarı çıktığımı söyle.” dedi Murat, gözünü bile kaldırmadan. Sesi kararlıydı, ama altında belli belirsiz bir endişe vardı. Melek onun ne demek istediğini anlamıştı. Bu kaçış hali, bu gizlenme çabası... Melek içten içe gülümsedi. Patronunun o çok havalı tavırlarının, bir kişinin karşısında ne kadar kolay eridiğini görmek hoşuna gitmişti. Arayanın büyük ihtimalle Murat’ın babası, yani şirketin asıl sahibi olduğunu sezmişti
Elini yavaşça telefona uzattı, cihazı kavrayıp kulağına götürdü. Aynı anda yüzünde sinsice yayılan bir gülümseme vardı. Gözleri Murat’tan ayrılmıyordu. Başını küçük bir hareketle tamam anlamında salladı. Murat bu hareketi görünce derin bir nefes verdi, ama rahatlayacak vakti olmadı. “Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim.” dedi Melek, sesi mükemmel bir profesyonellikle süslenmişti. Ama içinde kopan fırtınanın sesi o an yüzüne hafif bir pırıltı bırakıyordu.
Telefonun öbür ucundan gelen ses boğuktu ama tehdit edici bir güç taşıyordu. Bu sesin sahibinin ne iş yaptığına dair hiçbir bilgiye ihtiyaç duymadan onun her zaman emir vermeye alışmış biri olduğunu anlamak mümkündü. “Yanındaki patronun olacak dana’ya ver. Çabuk!” Melek o an duraksadı. ‘Dana’ kelimesini duyduğunda istemsizce gözleri büyüdü ama sonra yüz ifadesi toparlandı. Bu kelimeyle kim kastediliyor olabilir diye düşünmesine bile gerek kalmadı. Odaya şöyle bir baktı. ‘Dana’ kelimesinin temsil ettiği tüm fiziksel özellikleri taşıyan, burnundan kıl aldırmayan, burnunu havaya kaldırınca tavanla selamlaşan tek kişi vardı. Evet, Murat’tan başkası değildi bu kişi. “Tabi efendim, bir dakika...” dedi ve hiç acele etmeden telefonu Murat’a uzattı.
“Murat Bey sizi istiyorlar.” Murat gözlerini bir an kapattı. Sanki kısa bir dua eder gibi iç çekti. Sonra gözlerini açtı, suratında bir rahatsızlık ifadesiyle Melek’e bakarak başını iki yana salladı.
“Yok de yok. Hadi hadi!” Melek içten içe gülerken, telefonu yeniden kulağına götürdü. Bu defa sesi daha da ciddi, daha da kendinden emin bir tonla yankılandı.
“Efendim, yok olduğunuzu söylememi istiyor. Şu an burada olduğunuzu bile bile, istemeden sizi kandırmış oluyorum. Ama ben yalan söylemekten nefret ederim. Bu yüzden kusura bakmayın. Murat bey, burada yokmuşsunuz gibi davranmaya çalıştım ama olmadı.”
Karşıdan gelen ses ani bir öfke patlamasıyla telefonu kapattı. Melek kulağını telefondan çekerken hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. Bu anı uzun süredir bekliyordu sanki. İçinden bir zafer çığlığı yükseldi. Tüm sinir bozucu davranışlarının, hor görmelerinin, umursamaz bakışlarının cezasıydı bu. Küçük ama anlamlı bir intikam. Murat bir anda yerinden kalktı. Gözleri öfkeyle kıvılcımlandı. Kaşları çatılmış, dudakları ince bir çizgiye dönüşmüştü. Melek’e doğru birkaç adım attı. Siniri tüm vücudunu kasmış gibiydi. “Sen şimdi ne yaptın?” dedi dişlerini sıkarak.
Melek gözlerini dikti, gayet sakin bir şekilde başını eğdi, ardından kaldırıp hafif bir tebessümle konuştu. “Sizin benden istediğinizin tam tersini efendim.” Cümle o kadar düzgün ve netti ki, Murat’ın suratında oluşan karışık ifadeyi Melek gözlerinin içine işleyerek izledi. Bir şaşkınlık, ardından öfke, en sonunda ise çaresizlik. “Sebep?” diye bağırdı Murat. “Sana ne dedim aklın mı almadı dediklerimi.”
Melek başını hafifçe sağa yatırdı. Gözlerinde bilerek oynanmış bir masumiyet vardı. “Evet efendim, aklım almadı.” dedi kendinden emin bir şekilde. “Siz dediniz ya boş kafa ile içeriye gir. Aklım dışarıda kalınca istem dışı yanlış anlama oldu. Vallahi kafamı içeri soktum ama aklım dışarıda kaldı. Ne yapabilirim ki.” Elleriyle yapacak bir şey yok dercesine omuz silkti. Her hareketi Murat’ın sinirlerini biraz daha geriyordu. Adamcağız neredeyse titremeye başlamıştı.
Bir adım daha attı Murat. Bu kez Melek’in kolundan yakaladığı gibi onu hızla duvara itti. Ama bu öfke hareketinin içinde garip bir dengesizlik vardı. Melek’in sırtı sertçe duvara çarptıysa da yüzündeki ifade değişmedi. Ne acı vardı ne de korku. Tam aksine, Murat’ın bu kontrolsüz halini izlerken keyif alıyordu. “Cüş karşında insan var insan.” dedi Melek alayla. Ses tonu o kadar rahattı ki, sanki sinirlenmiş bir patronun değil, aşırı heyecanlı bir tiyatro oyuncusunun karşısındaydı. Hatta sırtı acımadığı halde acı çekmiş gibi yüzünü buruşturarak Murat’ı daha da sinirlendirmek için kendince bir oyun sergiledi.
O anda kapı açıldı. İçeriye giren kişi, yılların otoritesini taşıyan Fahri Bey’di. Gözleriyle bir an durumu süzdü. Ardından Murat’ın yanına yaklaştı, onu yakasından ve boynundan tutarak ileri doğru itti. “Dışarı çık sen kızım” dedi Melek’e. Melek hiçbir şey demedi. Başını eğerek kapıya doğru yöneldi. Ama sırtı dönükken elini sırtından çekmeden, yavaşça kapıdan çıktı. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Hatta dışarıdan bakan biri onun kırıldığını, incindiğini bile düşünebilirdi. Ama gerçek tam tersiydi.
İçeride olanlara rağmen içi içine sığmıyordu. İçten içe bayram ediyordu. Yüreğinde şenlik havası esiyordu. Saatlerdir içini kemiren, onu değersiz hissettiren adamın karşısında sessizce ama zekice kazandığı zafer, onu öyle mutlu etmişti ki... İçinden dans etmek, şarkı söylemek geçiyordu. Dağ, bayır, dere, tepe gezmiş gibi neşeliydi. Adımlarını yavaş attı, ama kalbi zıplıyordu. Üstelik Murat’a o tok sesiyle bağıran adamın, yani ona bu işte fırsat veren kişinin bizzat büyük patron olduğunu görmek, bu neşesini iki katına çıkarmıştı. Hayatın ona bu küçük ama etkili sahneyi izleme şansı tanımış olmasını bir ödül gibi kabul etti.
***
Fahri Bey'in sesi duvarlardan sekerek yankılandı. Odanın içinde gerginliği artıran bu patlama, bir anda tüm havayı ağırlaştırmıştı. Sert adımlarla arkasını dönerek, elini hiddetle salladı ve gözlerini oğlu Murat'a dikti. Gözleri dolmuş gibiydi ama öfke, o nemi hemen kurutuyordu. “Sen, sen, sen nasıl bir evlat olduğunun farkında mısın?” dedi, her "sen" kelimesinde sesi daha da yükseliyordu. Murat yerinden kımıldamadı, sadece başını hafifçe yana eğmiş, kollarını göğsünde kavuşturmuş şekilde duruyordu. Her zamanki gibi ilgisiz görünüyordu. Bu tavır Fahri Bey’i daha da sinirlendirdi. “Ne istiyorsun sen benden?” dedi gözlerini kısarak. “Toplantıya gelmek bu kadar mı zor. Bu saltanat çok mu fazla geldi. Bu kadar zenginlik, bu kadar kolaylık boğdu mu seni oğlum.”
Murat dudaklarını ısırarak başını hafifçe çevirdi. Siniri gitgide artıyordu ama bu babasının karşısında öfkesini kontrol etmeye alışkındı. Yine de yüz ifadesi, söylediklerinden rahatsız olduğunu ele veriyordu. Babası dışarıya karşı oğlunu hep savunsa da onun yanında o şekilde davranmazdı. Gerçekleri oğlunun yüzüne hiç üzülmeden söylerdi.
“Baba biraz daha sesini yükseltirsen bütün holding duyacak. Beni değil, seni konuşurlar sonra. Bana alışıklar.” dedi sesi kısık ama alaycı bir tonda.
“Sen hâlen dalga mı geçiyorsun?” diye bağırdı Fahri Bey, sesi bu kez neredeyse tavanı titretti. “İşe yaramayan kişiliğini herkes duysun istiyorum. Belki biri bana acır da senin için dua eder. Belki hayırlı bir evlada dönüşürsün. Şirketin başına geç diye yıllarca hayal kurduğum oğlum, bugün herkesin korkulu rüyası olmuş. Çalışanlar senden korkuyor ama saygı duymuyor. Sana güvenmiyorlar. Senin yanında olmak istemiyorlar. Anlamıyor musun bunu.”
“Buraya geliyorum yetmezmiş gibi, senin yüzünden hayırsız evlat damgası da yiyorum." dedi Murat.
"Esila’nın yokluğu, sandığımdan daha fazla içimi yakıyor. Seninle uğraşmaktan artık onun eksikliğini düşünemez hale geldim. O burada olsaydı, seni ona şikayet eder, kendime bir parça nefes alacak alan bulurdum. Ama o da yok.”
Murat başını önüne eğdi. Bu konuda konuşmak istemediği belliydi. “Böyle davranmayı kökünden bitirmekle başla baba. Sonra o püsküllü cadıyı düşünürsün.” dedi, ama son cümledeki alaycılık, babasının içindeki öfkeyi yeniden alevlendirdi.
“Sen ne dediğinin farkında bile değilsin. Hâlâ Esila’ya dil uzatacak kadar sorumsuzsun. O bela sen ondan bela."
"Başka zaman tartışalım mı? Sonra konuşalım istersen, şimdi benim çıkmam lazım. Çok önemli bir işim var.” dedi Murat, kaçma moduna geçmişti artık. Konuşmanın sonuna geldiğini, daha fazla burada kalırsa kendini tutamayacağını biliyordu. Fahri Bey başını iki yana salladı. “Bu kadar lafa rağmen söyleyeceğin bu mu. Sonra konuşalım mı. Tövbe yarabbim. Ne günah işledim ki bana böyle iki deli verdin. Allah affetsin ama sabrımın sınırı kalmadı. Git o zaman, aklını başına al ve yarın on bininci kez yeniden başlayalım. Bakalım bu kez ne kadar sürecek.” dedi ve arkasını dönerek hızla odayı terk etti
Murat derin bir nefes aldı. İçindeki öfkeyi bir kenara itmeye çalışarak masasından anahtarlarını aldı ve kapıya yöneldi. Gözleri yorgundu ama adımlarında hâlâ o kibirli tavır vardı. Koridordan geçerken Melek’in kendisini izlediğini fark etti. Göz göze geldikleri an gülümsedi. “Hey boş beyin. İmza atamadım. Kulübe gidiyorum. İçimden bir ses bugün biraz yorulacağını söylüyor.” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. O kadar kendinden emindi ki, söylediklerinin ne kadar ukala durduğunu fark etmiyor ya da umursamıyordu.
Melek şaşkın bir ifadeyle arkasından seslendi. Gözlerini iri iri açmıştı, kelimenin tam anlamıyla dili tutulmuştu. Ama hemen toparlandı. “Murat Bey bir imza sadece. Lütfen. Bekleyin hemen getiriyorum.” diye seslendi ve koşar adım odaya geri döndü. Masanın üzerindeki dosyayı hızla kaptı. İçinde bir acele, bir panik vardı. O dosya bugün imzalanmazsa başına neler geleceğini düşünmek bile istemiyordu.
Kapıya çıktığında Murat’ın çoktan asansöre binmiş olduğunu gördü. Kat numarası düşüyordu bile. Zamanla yarışır gibi merdivenlere yöneldi. Topuklu ayakkabılarıyla basamakları ikişer üçer inmeye çalıştı. Nefesi kesilmişti ama duramazdı. En alt kata vardığında Murat’ın arabasının çoktan hareket ettiğini gördü. Aracın farları hızla uzaklaşıyordu. Melek bir an durup derin bir nefes aldı. Elindeki dosyayı sıktı. Sinirliydi ama daha çok çaresizdi. Tekrar binaya döndü ve doğrudan danışmaya yöneldi. “Taksi çağırır mısınız hemen.” dedi. Sesinde bir kararlılık vardı. Danışmadaki görevli ona kısa bir bakış attıktan sonra aramayı yaptı.
O sırada Melek telefonunu çıkarıp baş sekreteri aradı. Telefon çaldı, sonunda karşıdan o kendini beğenmiş ses duyuldu. “Yine ne soracaksınız?” dedi sekreter, sesi bıkkın ve ilgisizdi. Danışma günde iki üç kez arıyordu ve bu bile Ayten hanım için fazlaydı. “Merhaba Ben Melek... Melek Kapya... Murat Bey'in sekreteri... Bir şey soracaktım. Murat Bey’in takıldığı kulüpler hangileri acaba?” dedi Melek, sesini olabildiğince nazik tutarak. Bir umut, belki bir şey öğrenirim diyordu.
“Bu tür bilgileri vermek yasak. Başka işin yok mu?” dedi sekreter. Yüz ifadesi bile telefonun ucundan hissediliyordu.
Melek duraksadı. Dosyayı elinde biraz daha yukarı kaldırarak bir kez daha konuştu. “Verdiğiniz dosyayı imzalamadı. Yani...” Sekreter lafını kesti.
“Sana bir görev verdim. Bugün o dosya burada olacak. Üzgünüm. Bahane dinlemek istemiyorum.” Bu sözleri öylesine net ve baskın bir tonla söylemişti ki, Melek’in içinden geçen bütün sözler yutkunup boğazında kaldı. Aslında sekreterin kendisi bile bu dosyayı bir haftadır imzalatamamıştı ama yeni gelen birine bunu açık edecek hali yoktu. Şimdi yeni sekreterin hiçbir bahanesini duymak istemiyordu. Başarısız görünmek istemediği gibi, birilerinin başarılı olmasına da tahammülü yoktu.
Melek telefonunu kapattı. İçinde bir öfke daha kabardı ama sustu. Elindeki dosyaya baktı. Ardından gözlerini camdan dışarı çevirdi. Bu dosya bugün imzalanacaksa, peşinden kulübe kadar da giderdi. Gerekiyorsa taksinin üstüne atlayacak, o imzayı alacaktı. Çünkü artık vazgeçmek, onun için seçenek değildi.
Baş sekreter telefonu Melek’in yüzüne kapattığında, içindeki öfke dalga dalga yayılmıştı. Derin bir nefes aldı, ama yetmedi. Kalbi hızlı atıyor, gözleri yaşla doluyordu. İçine bastırdığı gurur, haklı öfkesi ve hissettiği yalnızlık birleşmiş, göğsünde koca bir yük gibi duruyordu. Ofisin koridorlarında birkaç adım atıp durdu. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Bir anlığına yere çöküp ağlamak, her şeyi bırakıp gitmek istedi. Ama yapamazdı. O Melek’ti. Başladığı işi yarım bırakmazdı. Gözyaşlarını içine akıtarak telefonunu bir kez daha eline aldı. Bu kez sekreter yardımcısını aramaya karar verdi. Umut etmekten başka şansı yoktu. Belki o yardımcı olurdu.
Telefon üç kere çaldıktan sonra karşıdan nazik ve tanıdık bir ses duyuldu.
“Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?”
Melek bir an duraksadı. Eli titriyordu. Sesini alçaltarak konuşmaya çalıştı.
“Şey... Lütfen belli etme benim olduğumu. Ne olur kimse duymasın.”
“Tamam ama siz kimsiniz ki?” dedi Hacer ve ardından hafifçe gülerek bir kıkırtı duyuldu. Melek utanarak, biraz da sıkılarak yanıtladı.b“Ben... Murat Arsel’in sekreteriyim. Yeni işe başladım ya, hatırladınız mı? Birbirimize başımız ile selam vermiştik. Sizinle asansörde karşılaşmıştık hatta. Üzerinizde o yeşil ceket vardı. Güzel durmuştu. Köleye bakar gibi yüzüme bakmıştınız. O zaman anlamamıştım ama şimdi anlıyorum. Bir nevi köle muamelesi görüyorum.”
Hacer kısa bir sessizlikten sonra “Tamam hatırladım” dedi. Sesi yumuşak ve dostaneydi. “Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?” Melek, konuşmasının başında olduğu gibi yine temkinli bir tonla devam etti. “Murat Arsel’in bugün nereye gittiğini bilmiyorum. İmza atması gereken belgeler vardı ama hiçbirine bakmadan çekip gitti. Onu bulmam lazım. Çok önemli bir evrak. Eğer bugün imzalanmazsa benim için çok kötü olur. Sadece kulüp dedi.” Hacer’nin sesi biraz gerginleşti. “Ama böyle şeyleri söylememiz yasak biliyorsunuz değil mi? Hangi kulübe takıldığını vermem çok riskli. Kamera kayıtları bile gizli tutuluyor. Birinin haberi olursa işime mal olabilir.”
Melek nefesini tuttu. Bu son umuduydu.
“Bak, senin adını asla veremem. Söz veriyorum. Bu belge çok önemli. Bir imza, sadece bir imza için. O kulübe giderim, belgeleri gösteririm, imzasını alıp çıkarım. Senin adını kimse bilmeyecek. Allah aşkına yardım et bana.” Telefonun diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Hacer bir şeyler düşünüyor gibiydi. Sonunda pes edercesine bir iç çekti. “Takıldığı tek bir kulüp var. Hep oraya gider. Ama lütfen beni zor durumda bırakma.”
Melek hemen atıldı. “Adını verir misin? Çok acil. Taksiye biner binmez çıkacağım. Lütfen.” Hacer, birkaç tuşa bastı, bilgisayarda bir şeyler kontrol etti. Dakikalar geçiyor gibiydi Melek için. Ayakta, koridorun kenarına yaslanmış halde bekliyordu. Elindeki telefonu sıkı sıkı tutuyordu. En ufak bir kötü haberde elinden kayıp düşecekti sanki. Sonunda Hacer’in sesi yeniden duyuldu. “Red Club. Adresi sana mesajla gönderiyorum şimdi. Ama dikkatli ol. Girişte kimlik sorabilirler. Kurumsal kartın yanındaysa işin kolaylaşır.”
Melek’in yüzüne ilk kez gün boyunca bir umut ışıltısı yayıldı. Dudakları hafifçe kıvrıldı, gözlerindeki kararlılık yeniden canlandı. “Çok çok çok sağ ol. Allah razı olsun senden. Kolay gelsin.” Telefonu kapattığı gibi hızla aşağıya indi. Holdingin önünde bekleyen ilk taksiyi fark etti. Kapısını hızlıca açtı ve neredeyse nefes nefese şoföre seslendi.
“Red Club. Acil, lütfen çok hızlı gitmeniz lazım. Bir hayat kurtaracaksınız.”
Taksi hareket ettiğinde Melek koltuğa yaslandı ama içi durulmamıştı. Bir anlığına bile gözlerini yummaya cesaret edemiyordu. Yol boyunca camdan dışarı baktı. Düşünceleri birbirine karıştı. İçinde bulunduğu bu karmaşa, ona bu kadar sorumluluğun altında ezilmemesi gerektiğini tekrar tekrar hatırlatıyordu. Ama bir şey vardı. O, vazgeçen biri değildi. Haksızlığa uğrasa da, yalnız bırakılmış olsa da, hor görülse de...
Eğer Murat Arsel’i bulamazsa, başına gelebilecekleri tahmin edemiyordu. Ama yine de denemeliydi. Ne pahasına olursa olsun, o imzayı alacaktı. Yalnızca bir evrak değildi bu. Kendine, çalışkanlığına, emeğine, onuruna sahip çıkmak için verilmiş bir mücadeleydi bu. Taksi hızlandıkça kalbi de hızlandı. Işıklar, yollar, tabelalar birbirine karışıyor ama onun aklındaki tek şey Red Club’ın önüne varmak ve o kapıdan içeri adım atmaktı.
***
"Hakan, viski ver Dewar's olsun," diyerek bar sandalyesine oturdu Murat. Omuzlarından düşen ceketini kollarına kadar sıyırmış, öfkeli bir genç gibi de görünüyordu. Gözleri kan çanağı gibiydi ve alnındaki ince damar hafif hafif atıyordu. "Oğlum daha açılmadı kulüp," dedi Hakan, bar tezgâhının arkasından gülerek. Ciddi gibi konuşsa da, dostunun bu hâlini görünce sesinin tonunda alay gizliydi. "Açtın farzet. Müşteri her zaman haklıdır, hem bir kadeh viski istedik senden tapu istemedik. Naz yapma." dedi Murat, gözlerini barın üzerine dikerek. Zaten sinir olmuştu. Yeni gelen sekreterle yaşadığı tartışma, sabah babasının telefonla açtığı hesap, üstüne bir de Hakan’ın saat muhabbeti… Bardağını almadan bile içi yanıyordu sanki.
"Bu saatte ağır gelir, çarpar seni. Hafif bir şeyler vereyim bari. Soda gibi." dedi Hakan, elinde şişe tutuyormuş gibi yaptı. Ardından omuz silkti. Gerçekten de Murat'ın bu hâlinde viski iyi gelmeyecekti ama onun dinleyecek hâli de yoktu. "Babam oldun yine başıma. Parasıyla değil mi, ver işte." diye karşılık verdi Murat. Sanki çocukmuş gibi konuşulmasına içerlemişti. Giydiği tişörtün yakasını sinirle ileri geri çekiştirirken bir yandan ayaklarını bar sandalyesinin ayaklarına sürtüyordu. Gergindi, ama aynı zamanda dağınıktı.
"Yine mi tartıştın babanla, şuursuz," dedi Hakan ve parmağıyla Murat’ın alnına hafifçe vurdu. Yüzünde dostça bir gülümseme vardı ama gözlerinde endişe saklıydı. Bu tartışmaların sonu olmadığını biliyordu. Murat ellerini saçlarına geçirdi, avuçlarını kafasının üstünde gezdirdi, derin bir iç geçirdi.
"He. Ne yapacaksın? Dizinde uyutup pış pış mı yapacaksın? Yoksa masal mı anlatacaksın bana? Şu halime bak," dedi Murat, hafifçe gülümseyerek ama gözlerinde bir parıltı eksikti.
"Babanın eşek yüküyle parası olsa ne yazar. Senin çalışmaya gönlün olmadıktan sonra hiçbir anlamı yok," dedi Hakan ve bir bezle barın üzerini silmeye başladı. Gülmeye başladılar. Birbirlerine bakmadan, aynı anda aynı duyguyu hissetmiş gibi kahkaha attılar. Hakan, Murat’ın en yakın arkadaşıydı. Sırdaşıydı, dostuydu, kardeşiydi. Dokuz yıllık arkadaşlıklarında ne zaman biri düşse, diğeri onu omuzlamıştı. Her zaman deli olmaktan vazgeçmemişlerdi. Aralarındaki bağ, konuşulmasa da bilinir bir dostluktu.
Murat için, Hakan’ın işlettiği bu kulüp bir sığınaktı. Burada kimse ondan hesap sormazdı. Akşamları müzik eşliğinde sabahlara kadar eğlenir, karaoke yapanları dinler sabah ise ya işe gitmek için kalkar ya da ikindiye kadar bir daha gözünü açmazdı. Bu ritim onun için düzensiz bir düzen olmuştu. Hakan bir kahkaha daha attı. Ardından başını yana eğerek, barın ucundaki bölmeye göz attı. “Buraya gelmen akıl işi değil. Seninki burada.” dedi ve çenesini bar bölmesinde duran kıza doğru salladı.
Murat viskisini yudumlarken kaşlarını çatıp Hakan’a baktı. “Benimki kim?” dedi, yorgunluğun etkisiyle hafif sersemlemişti ama söylediklerini duyuyordu. “Geçen gece götürdüğün var ya,” dedi Hakan, sanki ortada çok açık bir gerçek varmış gibi. “Nereye götürdüğüm, ne diyorsun oğlum? Kafan mı kıyak? Düzgün konuşsana,” dedi Murat, bir anda sinirlenmişti. Ses tonu yükselmiş, bakışları keskinleşmişti.
“Bok yoluna. Tövbe tövbe, nereye olacak? Oğlum içki içersin, sonra da benim elemanı götürüp…” dedi Hakan, ellerini havaya kaldırarak devamını getirmekten vazgeçti. Kendi kendine sinirlenir gibi başını iki yana salladı.
Murat bir an sustu. Şaka mı ciddi mi anlayamamıştı. Hâlâ kimden bahsedildiğini çözememişti. Etrafına göz gezdirdi, salon neredeyse boştu. Sadece kenarda, bar bölümünde sırtı dönük şekilde bardakları silen bir barmaid vardı. Uzun siyah saçları sıkı bir atkuyruğuyla toplanmıştı, ince bilekleriyle dikkatli bir şekilde cam bardakları kuruluyordu. Tebessüm ederek Hakan’a döndü. “Nerede kız?” dedi.
“Kör müsün oğlum? Karşında. Bardakları siliyor. Görmeden uçuş takımlarını ayarla ve git,” dedi Hakan, başıyla barmaid’i işaret ederek. Murat göz ucuyla kıza baktı. Gözlerini fazla kısmadan, sanki bakışları kayarmış gibi kısa bir süzüş yaptı. İçkili olduğunda yatağına aldığı kızların kim olduğu, ne yaptığı ya da yarın nerede uyanacakları umurunda olmazdı. Onların hayat hikâyelerini merak etmezdi. O an için yaşar, o anın gerçekliğiyle yetinirdi.
“Şu barmaid mi benimki? Fakir kızları sadece içkili olduğum zaman kadın olarak görüyorum. Bu huyumu törpülemem lazım,” dedi alnını bara dayayarak. Yorgundu. Ama asıl yorgunluk ruhundaydı. İçinden geçirdiği kelimeleri ilk kez dışarı bu kadar açık söylediğini fark etti. Geri dönmek istese de sözler çoktan havada asılı kalmıştı.
“Kendi çevremdeki kızlar varken, fakir ağzı çekmek hiç bana göre değil.” dedi Murat, kelimeleri söylerken yüzünü buruşturdu. Sanki kendi cümlesinden tiksinmiş gibi başını salladı. “Fakir ağzı çekmek istemiyorsan, topukla buradan kardeşim,” dedi Hakan sertçe. Sesinde biraz alay biraz da ciddiyet vardı. “Ne gideceğim. Hatırlamıyorum bile,” dedi Murat, bar sandalyesinde kendini dengelemeye çalışarak. “O gece olanlar gecede kaldı.” dedi.
“Öyle olsun,” dedi Hakan. Ardından kıza dönerek bağırmadan ama duyulacak bir sesle konuştu. “Seval, bana bir viski getirsene.” Kız hiç arkasını dönmeden cevap verdi. Sesi sakindi ama tonunda alışkanlıkla gelen bir oturmuşluk vardı. “Tamam patron, getiriyorum,” dedi.
Cümle bittiğinde, kulübün içinde hafif bir müzik yükselmeye başladı. Gecenin sesi yavaşça sızmaya, karanlık sohbetlerin arasında kıvrılmaya başladı. İçkiler hazırlanırken, dostlukla gerilim arasında gidip gelen bu sessiz hesaplaşmanın üzerine gecenin perdesi iniyordu.
Bardağa doldurduğu viskiyi dikkatlice tepsiye yerleştiren Seval, topuklu ayakkabılarının çıkardığı tiz tıkırtılar eşliğinde masaya doğru yürüdü. Şeffaf cam bardağın içindeki kehribar rengi sıvı, ışıklarla oyun oynayarak göz kamaştırıyordu. Murat’ın karşısına geldiğinde, bardağı masasının üzerine yavaşça bıraktı. Ardından dik duruşunu bozmadan Murat’ın tarafına geçip, gözlerini ondan hiç ayırmadan dikildi. Dudaklarında koyu kırmızı bir ruj vardı. Dişlerinin arasından hafif bir tebessüm sızarken, gözlerinde bilinçli bir iddia, hatta meydan okuma okunuyordu.
Murat, gözlerinin üzerine yapışmış gibi duran bu bakışlardan rahatsız olmuştu. Ama alışkanlıkla hiçbir taviz vermedi, vücudu kıpırdamadı. Göz teması kurmaktan kaçındı ama bir an bile yüzünü çevirmedi. Hatırlamıştı. Nasıl unuturdu ki. O geceyi, dört gün önceki o karanlık ve gürültülü geceyi. Kırmızı şişme dudaklar, yoğun parfüm kokusu, bulanıklaşmış sohbetler, alkolün içinde kaybolmuş saatler ve sabaha karşı bir yerde uyanmanın verdiği anlamsızlık. Murat için çok olağan, çok sıradan bir şeydi bu. Ne ilk ne de sondu. Ama karşısında şimdi tüm o anı tekrar yaşamak ister gibi dikilen bu kıza, tek bir kelime etmeden tahammül etmek zordu.
Hakan’ın telefonu masada çalmaya başlayınca Hakan elini cebine attı, gelen aramaya göz gezdirip sandalyesinden kalktı. Öbür tarafa geçerken başını eğdi ve Murat’a gülümseyerek göz kırptı. Aralarındaki bu hareket, bir şaka gibi görünse de Hakan'ın bu durumda Murat’ı yalnız bırakmak istememesiyle ilgiliydi. Ancak daha oturduğu yerin sıcaklığı geçmeden, Seval fırsat bu fırsat deyip Murat’ın koluna ani bir refleksle uzandı. İnce ama ısrarlı parmakları Murat’ın dirseğine sarıldığında Murat kendini geri çekmek istedi fakat bunu hızla ve biraz da öfkeyle yaptı. Kolunu kurtardı ve sandalyesinden doğrularak ayağa kalktı. “Şimdi yanlış anlama ama bu samimiyet nedir?” dedi sesini bastırarak. “Bir günlük, hatta anlık bir şey için yaptığın bu laubalilik fazla mide bulandırıyor.” Sertti, ama aynı zamanda şaşkın. Bu kadar cesur bir karşı duruş beklemiyordu. Seval ise neye uğradığını anlayamamıştı. Gözlerinde şaşkınlık vardı ama dudakları hâlâ aynı iddiayı taşımaya devam ediyordu.
“Ama benden hoşlandığını söylemiştin. O gece gözlerinle, kelimelerinle başka biri yapmıştın beni. Ben bambaşka biriydim senin gözünde,” dedi Seval, sesi incelmişti ama hâlâ kararlıydı. İçinde bir hak arama dürtüsü vardı, belki de yarım kalan bir hikâyeyi tamamlamak için çırpınıyordu. “Ne, ben mi söylemiştim? Sende içkili konuşan birine inandın mı,” dedi Murat, sesini alaya kaçırarak. Hafifçe başını salladı, sonra derin bir iç çekti. “Yalan mı söyledin bana?” diye sordu Seval, gözlerini kısmıştı, öfke dalga dalga yükseliyordu. Omuzları dikleşmiş, vücudu gerginleşmişti.
“Bir gecelik yalan diyelim.” dedi Murat, gözlerini kapatıp tekrar açarak. Göz kapaklarının altında bir ağırlık vardı, utanma değildi bu, tamamen boş vermişlikti. “İçkili olmasam, benim gibi biri senin gibi birisiyle aynı yatağı paylaşır mı. Aklın alıyor mu,” diye devam etti, sesi hafifçe titredi. Belki pişmanlık değildi bu ama bir tür yorgunluktu. Seval, karşısındaki bu adamın ne kadar umursamaz olduğunu görmekten fazlasıyla rahatsız olmuştu. Ama sesi çıkmadı, sadece içten içe yandı.
“Bak, senin bile aklın almıyor,” diye devam etti Murat, sesinde küçümseyici bir tını vardı. “Bana sorarsan işinin başına geç. Rahatsız edilmekten hiç hoşlanmam.” Ardından göz kırptı ve sanki her şey normalmiş gibi sandalyesine tekrar oturdu. Tam o anda, kulübün kapısı açıldı. Dışarıdaki sıcak gece havasının içeriye karışmasıyla birlikte, Melek içeriye adım attı. Taksiye son parasını vererek gelmişti. Etrafta kimsenin olmamasını fırsat bilip hızlıca giriş yaptı. Mekân loş ışıklarla süslenmiş, her köşesi göz alıcı detaylarla bezeli lüks bir ortama dönüşmüştü. Fakat Melek’in dikkatini hiçbir şey çekmedi. Gözleri yalnızca Murat Arsel’i arıyordu. Gördüğü anda yüzü asıldı. İçinden geçiriyordu sözcükleri, ‘Allah’ın cezası babasına imtihan olmuş, yetmezmiş gibi bir de bana oldu.’
Elinde tuttuğu dosyayı biraz daha sıkıca kavradı. Hızlı adımlarla masaya doğru ilerledi. Ayak sesleri kulübün müziğine karışırken, bedeninden taşan öfke de adımlarına yansıyordu. Murat’ın arkasına yaklaştı ve sessizce ama oldukça net bir tonda konuştu.
“Efendim, rahatsız ediyorum ama dosyaya imza atabilir misiniz?” dedi. Sesi nazikti ama soğuktu, içinde buz gibi bir sabır gizliydi. Murat bir anda başını çevirip şaşkınlıkla ayağa kalktı. “Oha, sen beni takip mi ettin?” diye bağırdı. Sesi alçak ama vurgulu çıkmıştı. Şaşkınlığı kızgınlığa dönüşüyordu.
“Yok efendim, ne takibi. İmzanın yetişmesi gerekiyordu. Lütfen, şuraya imzalar mısınız.” dedi Melek, yüzündeki ifadeyi değiştirmeden. Onun için bu sadece tamamlanması gereken bir görevdi. Murat başını iki yana sallayıp alayla güldü. “İmza için dedektif gibi peşimden mi geldin. Bu kadarı fazla değil mi sence,” diyerek bir anda yüzünü Melek’e değil, diğer kadına çevirdi. Sırtını Melek’e döndü.
Melek dişlerini sıkıp birkaç saniye Murat’ın arka profiline baktı. Bu adamda bakılacak hiçbir şey yoktu ona göre. Ne yakışıklılığı, ne cazibesi, ne de bir karizması vardı. Tek sahip olduğu şey, yetkisi ve soyadıydı. O yüzden sabredecekti. “Şuraya bir imza atarsanız ben de giderim. Sonra siz kaldığınız yerden devam edersiniz.” dedi. Bu teklifin oldukça mâkul olduğunu düşünüyordu. Ama Murat’ın umurunda bile değildi. Ona göre gereksiz ve sinir bozucu bir ısrardan ibaretti.
Murat sandalyesinden kalkarak Melek’in kolunu kavradı. Hiç kimsenin duymayacağı şekilde kulağına eğildi. “İmza atmamı istiyor musun.” dedi. Melek gözlerini devirdi, ama kolundaki baskı yüzünden yerinde saymak zorundaydı. Uzaklaştırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. “Aa tabii ki imza istemiyorum,” dedi alayla. “Ya sabır, boşuna gelmedim tabii ki peşinizden. Elbette imza istiyorum,” diye devam etti.
Murat, farkında olmadan kolundaki baskıyı biraz daha artırdı. “Laf sultanlığı yapma. Bir daha söylemeyeceğim. İmza atmamı istiyor musun,” dedi yeniden. Gözleri parlıyordu. Öfkesi değil, sabrının sınırları dolup taşıyordu. Ama aynı zamanda bir oyun gibi bakıyordu olaya.
Melek başını salladı, sonra dosyayı gösterdi. Murat, kolundaki baskıyı hafifletti. Ardından bakışlarını Seval’e çevirerek sert bir tonda konuştu.
“Bu kıza öyle bir şey söyle ki, bir daha buraya geldiğimde yanıma yaklaşmasın,” dedi. Gözleri Seval’in üzerinde sabitlenmişti. Bu, hem bir emir hem de bir vedaydı. Ne duygusal ne de insani bir ton taşımıyordu. Sadece soğuk ve netti. Melek, artık bu kulübün havasını daha fazla içine çekmemeye kararlıydı. Dosyayı uzattı. İçinde öfke, gurur ve bir tutam iğrenme vardı. Ama sesi hâlâ sakindi. Sadece gözleri bağırıyordu.
Melek, Murat’tan gözünü bir an olsun ayırmayan kadına bakarken şaşkınlığını gizleyemedi. Kadının yüz ifadesi sanki bir ödül töreni kazanmışçasına gururluydu. Dudaklarındaki kırmızı ruj ışıkta parıldıyor, bakışları Murat’ın üzerinde dans ediyor, bir kadının zafer anını yaşar gibi hissediliyordu. Melek, burnundan derin bir nefes aldı. İçinde biriken sabrı ittirerek başını eğdi, gözlerini yere kaçırdı ama sonra toparlanarak Murat’a döndü. “İyi de Murat Bey, ben ne söylersem söyleyeyim inanmaz ki bu kız. Baksana panter gibi bekliyor. Hazırda bekleyen asker gibi. Sanki ben söyleyince cayacakmış gibi değil,” dedi fısıltıyla. Sesinde bir yorgunluk, bir bıkkınlık vardı. Bu saçma oyunun içinde bulduğu kendine şaşıyordu ama o imza, o lanetli kağıt parçası, onun şu anki tek önceliğiydi.
Murat hafifçe gülümsedi. “İmzayı unut o zaman.” dedi keyifle, sanki bu küçük oyun eğlenceli bir şeymiş gibi. Melek gözlerini kısıp başını hafifçe geriye attı, sabır sınırlarını zorlamamak için kendi iç sesine yöneldi. “Yok yok tamam,” dedi, çabucak toparlanarak. “Ne dediğim önemli mi, cümle yapısı mı, duygusal tonu mu? Umrunda mı? Her şey mübah mı?” diyerek kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Hayır ne dediğin önemli değil. Yeter ki aşk böceği gibi dolaşmasın peşimde. Romantizmden başım döndü zaten,” dedi Murat, bardağındaki son yudumu alırken. Melek, bu laubaliliğe cevap vermek yerine yutkundu. Kendini ciddiyetsizlikle boğmamak için içinden birkaç dua mırıldandı. “Tamam anlaştık. İmzayı at, ben de konuşayım,” dedi Melek, dosyayı eline aldı, kalemini çıkardı, kalemin kapağını açarken Murat bir hamleyle geri çekildi. “Önce git konuş, sonra imza iste. Güzel konuş, etkileyici konuş. Hatta duygusal konuş,” diyerek gözlerini devirdi.
“Yok. Kusura bakma. Önce imzayı at, sonra konuşayım. Birinin lafıyla seni ikna etmeye çalışmak zaten yeterince aşağılayıcı.” diyerek dosyayı Murat’ın önüne itti. İmza atılacak yeri parmağıyla gösterdi. Bu konuda taviz vermeyeceği belliydi. Murat oflayarak kalemi eline aldı, dosyaya göz ucuyla bakıp imzayı attı. Kalemi sertçe masaya bırakırken başını kaldırdı. “Şam şeytanı bilir misin?” diye sordu.
“Yok,” dedi Melek, sabırla.
“Aynaya bak,” dedi Murat, küçümseyen bir gülümsemeyle. Melek gözlerini devirdi, zoraki bir gülümsemeyle geçiştirdi. Elinde tuttuğu dosyayı göğsüne bastırarak, yüzüne özgüvenli ama umursamaz bir bakış yerleştirdi. Ardından gözlerini kısarak Seval’in yanına yürüdü. Kadının yanına geldiğinde kulağına hafifçe yaklaştı. Seval’ın hâlâ Murat’a olan bakışları keskin, tutkulu ve beklenti doluydu. Melek, sesi yeterince alçak ama net olacak şekilde konuştu. “Yanlış anlama ama patronum sana göre değil,” dedi. Sesi bir yargı değil, bir gerçeklik bildirimi gibi tınlıyordu.
Seval yüzünü Melek’e döndürdü, dudaklarında ince bir tebessüm belirdi. “Şaka mı bu? Bir gece geçirdik. Nasıl bana göre değil? Bilakis tam da bana göre. Sadece kendisi henüz farkında değil,” dedi. Sesinde hem kibir hem umut vardı. Melek kaşlarını kaldırarak birkaç saniye yüzüne baktı. Kadının gerçekten inandığını görmek ona daha fazla görev yükledi. “Erkek arkadaşı var,” dedi sakince. “Kendisiyle arada çelişiyor. Sana zarar vermek istememişti. Onu anla ve onu özgür bırak. Anlarsın ya, biraz farklı. Kolay bir adam değil. Hem kafası karışık hem geçmişi karanlık.”
Seval’in gözleri büyümeye başlamıştı. Melek’in sesi yavaş yavaş etkisini gösteriyordu. “Sevdiği adam için ülke değiştirecek kadar delirmiş,” diye devam etti Melek. “O sebepten bu dosyaya imza attı. Bu kağıt onun için bir vize. Yeni hayatının anahtarı. Kimsenin bilmesini istemiyor. Sevdiği adama kavuşmak için her şeyi göze aldı. Ailesine karşı geldi. Paradan, itibarından, yaşadığı şehirden, konforundan vazgeçti. Bir kadının başka bir erkek için yapacağı en büyük fedakârlığı yaptı. Erkek başka bir erkek için.” dedi ve elindeki dosyayı Seval’e doğru gösterdi.
Kızın yüzü düşmeye başlamıştı. Gözlerinde beliren hüzün, yavaş yavaş duygusal bir kırılmanın habercisi oluyordu. Murat’ın birkaç dakika önce attığı imzayı kendi gözleriyle görmüştü. Melek’in söyledikleri, uydurma bile olsa içinde bir parça gerçeklik barındırıyordu. Seval başını salladı, gözlerini Murat’a çevirdi. Artık o tutkuyla bakmıyordu. Şefkatli, acıyan bir bakış yerleşmişti yüzüne. Sanki kalbinde bir şeyler çatlamıştı ama Murat’a değil, kendi beklentilerine öfke duyuyordu.
Murat’ın yanına ağır adımlarla yaklaştı. Elini kalbinin üstüne koydu. Başını eğdi. Vücudu saygı duyan bir insanın duruşunu almıştı.
“Nasıl bir erkek bu kadar bencil davranır? Seni anlamakta güçlük çekiyorum. Lütfen kendine ve karşındaki kadınlara artık zarar verme. Aptal mısın kalbinin attığı yere uç.” dedi. Sesi ne alçaktı ne de öfkeliydi. Sanki bir akşam haberinde duyduğu dramatik bir hikâyeyi anımsar gibiydi. Ardından kollarını Murat’ın omzuna sardı. Ama bu sarılma tutkuyla dolu değildi. Teselli edici, yumuşak, kalpten gelen ama romantik olmayan bir sarılmaydı.
Tam o sırada Hakan telefonu kapatmış, kulübün diğer ucundan yavaş yavaş yaklaşmıştı. Gözleri Murat’la Seval arasında dondu. Yüz ifadesi önce şaşkınlığa, ardından hayrete dönüştü. Ayaklarını yere sabitlemiş gibi birkaç saniye oldukları yere çakıldı. Gördüğü manzara, anlamlandırabileceği bir sahneye benzemiyordu. Seval başını geri çekti, kırmızı rujlu dudakları titriyordu. Gözlerinde dolan yaşlar kirpiklerini ağırlaştırmıştı. Derin bir nefes aldı, ardından dudaklarını araladı.
“Saygı duymam gerekiyor.” dedi. “Kırgınım ama yine de tek geceyi unutacağım. Hayatın kararmasın. Sen de unut kendini beni düşünerek üzme.” Ardından arkasını döndü, bar bölümüne doğru ağır adımlarla yürüdü. Sanki her adımında kendi kendine telkinde bulunuyordu. “Geçti, geçti, geçti” diyordu içinde. Hakan hâlâ olduğu yerdeydı. Gözleri Murat’taydı. Sanki dostunu tanıyamıyormuş gibi uzun uzun süzdü. Murat ise bardakların arkasındaki loş ışığa gözlerini dikmiş, hâlâ aynı yerde oturuyordu. Elindeki bardak boştu, ama aklındaki boşluk çok daha derindi. "Ne yaşandı şimdi burada?" dedi Hakan.
Murat tebessüm ederek kafasını sallayıp yanındaki dostu Hakan’a baktı. İkisi de ne olduğunu pek anlayamamıştı. Az önce yanlarından geçen kız Seval omuzlarını düşürmüş, yüzüne yerleşmiş belli belirsiz bir hüzünle uzaklaşıyordu.
Hakan hafifçe yan döndü, Murat’a doğru eğilerek gülmeye başladı. "Nasıl kurtuldun? Bir de üzüldü sana... O ne bakıştı öyle? Kanser falan mı dedin kıza? Yoksa AIDS mi? Dengesiz misin oğlum sen?"
Murat gözlerini kısıp hafifçe başını salladı. "Bilmiyorum... Gerçekten bilmiyorum, ben de şok oldum. Yeni sekreter bir şey söyledi sanırım, bir şey yaptı ama ne yaptı hiçbir fikrim yok."
Murat kafasını kaldırıp Seval’in az önce oturduğu yöne doğru baktı ama kız çoktan gözden kaybolmuştu. O sırada ayak sesleri yaklaştı. Topuklu ayakkabının çıkardığı tok ses ve ardından gelen kararlı adımların sahibi, gururla, kendinden emin bir şekilde yürüyerek onların bulunduğu köşeye geldi. Melek’ti bu. Elindeki dosyayı sanki kupa gibi kavramıştı, bakışları hafif yukarıdaydı, yürürken eteğinin kıvrımları dans eder gibi salınıyor, yüzündeki özgüvenli gülümseme olduğu yerde durmuyordu.
Hakan'a bakıp gözleriyle başını eğerek selam verdi. Hakan da gülümseyerek karşılık verdi. Murat, yüzüne yayılan belirsiz bir gülümseme ile Melek’in gelişini izledi. Kıvırcık saçlarını parmaklarının arasına alıp yavaşça karıştırarak konuştu. "Nasıl hallettin?" dedi hâlâ Seval’in gidiş yönüne bakarak.
Melek, hafifçe başını yana yatırdı, gözlerini kısarak dosyayı daha da sıkı bir şekilde göğsüne bastırdı. "Sonra anlatsam size? Yada anlatmasam." diye sordu, alaycı ama sevimli bir tonla. Ardından başını hafifçe Hakan’a çevirip gülümsedi.
Murat kaşlarını kaldırdı, bu kez daha ciddi bir tonla konuştu. "Hakan ile aramızda gizli saklı bir şey yok, anlat bakalım... Ne söyledin?" Melek bir anlık duraksadı, gözleri Murat’ınkilerle buluştu. "Şey olduğunuzu söyledim."
Murat, ne demek istediğini anlamamış gibi başını eğdi. "Ne olduğumuzu söyledin?" diye tekrarladı. Melek dudaklarını ısırdı, ne söyleyeceğini tartıyor gibiydi. "Yani… Şey işte, biraz..."
Tam o anda Hakan, bir kahkaha patlattı. Başını geriye atarak öyle bir gülmeye başladı ki, etraftaki birkaç çalışan merakla kafalarını çevirip bakmak zorunda kaldı. Melek’in gözleri kısıldı, Murat ise hâlâ olan bitene anlam verememiş bir ifadeyle Hakan’a bakıyordu. "Ne gülüyorsun ya, ne anladın? Ne dedi ki bu kız şimdi?" diye sordu Murat, bir adım öne atarak.
Hakan gülmekten kıpkırmızı olmuştu. Zorlukla soluklanıp elini kaldırarak “bir saniye” işareti yaptı. Nefesini toparlayıp konuştuğunda, sesi hâlâ kıkırdamalarla doluydu. "Kardeşim... Sana gay demiş bu..." Murat'ın yüzü bir anda boşaldı. Gözleri büyüdü, dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı. Olduğu yerde kalakaldı. Sanki zaman durmuştu. Bir an için kulakları uğuldadı, Melek’e baktı, Melek de ona... Ama ne utanma ne pişmanlık vardı kadının yüzünde. Bilakis, başını dik tutmuş, çenesini hafifçe kaldırmıştı. Gözlerinde bir meydan okuma vardı.
Melek elindeki dosyayı göğsüne daha sıkı bastırdı, ardından sesi yavaş ama net çıkan bir tonda konuştu. "Efendim… Yarın görüşmek üzere. Dosyayı yetiştirmem gerekiyor." Arkasını döndü, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Omuzları dimdikti, adımlarında kararlılık vardı. Arkasında kalakalmış iki adam, hâlâ neye uğradığını anlayamamıştı. Murat, birkaç saniye boyunca arkasından öylece baktı. Sonra gözleri kısıldı, yüzü sertleşti. Yumruğunu sıkarak olduğu yerde bağırdı. "Sen bela mısın? Gerçekten mi? Bir de kaçıyorsun! Seni yakalarsam çok kötü olacak bu iş!"
Melek cevap vermedi. Kulaklarında yankılanan o sesin altında bile gülümsemeye devam etti. O gün şirkette Melek'in adı resmen fısıltılarla konuşulmaya başlandı. Bazıları onun çılgın, bazıları ise zeki olduğunu söyledi. Ama herkes hemfikirdi. O kadın sıradan biri değildi. Murat içinse oyun henüz başlıyordu. Çünkü ilk kez biri ona kendi sahasında çelme takmıştı.
_____
Teşekkürler okuduğunuz için❤❤❤
Lütfen yorum ve beğeni yapmayı unutmayın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 129.84k Okunma |
11.31k Oy |
0 Takip |
132 Bölümlü Kitap |