9. Bölüm

9.Baş Belası

Yalives Doğan
kambersizyazar

Lütfen beğeni yapmayı unutmayın. Tek isteğimi göz ardı etmeyin.

Okumadan evvel BEĞENİ butonuna tıklayarak başlayalım

____________

"Sabah oldu işe geç kalacaksın."
Hayri Bey, her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde kızı Melek'i uyandırmak için olağan dışı çaba sarf ediyordu. Yıllardır değişmeyen bir sahneydi bu. Melek, uykuyu seven bir insandı. Öyle sıradan bir sevgi değil. Uyku onun için adeta bir sığınaktı. Hayattan, insanlardan, işten, hatta bazen kendinden bile kaçabildiği, kısa süreli de olsa huzuru bulduğu tek yerdi. "Baba, işe gitmek istemiyorum." Sesi yorganın altından boğuk bir şekilde geliyordu. Gözlerini açmamıştı bile. Cümleyi kurarken bile umutsuzluk taşıyordu sesi. Belki de biraz umut. Babasının acıyıp tekrar uyumasına izin vereceğini umuyordu. Hayri Bey’in yumuşak kalbini biliyordu.

"Dün geç geldim. Çok değil. Sadece biraz daha uyumam gerekiyor." Sözleri uzatmak, yatakta daha uzun kalabilmek için bir bahaneydi. Ama içinde başka bir şey daha vardı. Zaten iş yerinde hoş karşılanmıyordu. Her sabah kalkmak, işe gitmek, o ofise adım atmak başlı başına bir savaş gibi geliyordu. Ve bu savaşı her gün kaybedecek gibi hissediyordu. Biraz daha uyursa belki olanları unutabilirdi. Belki biraz daha geç giderse, karşısına dikilen sorunların boyutu küçülürdü.
"Tamam. Sen bilirsin. Uyu kızım."

Hayri Bey iç çekerek odadan çıktı. Odanın kapısını kapatırken durdu. Geriye dönüp tekrar söyleyecek gibi oldu ama vazgeçti. Kızını hiçbir zaman zorlamamıştı. Küçüklüğünden beri onun doğasını biliyordu. Baskıyla değil, anlayışla yaklaşılırsa Melek’in içinden iyi bir insanın çıkacağını biliyordu. Eğer ısrar etseydi bu bir alışkanlığa dönerdi. Her sabah aynı tartışmalar. Aynı bahaneler. Aynı kırgınlıklar. Uyumak istiyorsa uyusun. Ama iş yerinde yaşayacaklarının yükünü de kendisi taşımalıydı.

Melek, babasının ayak sesleri uzaklaşınca tek gözünü hafifçe araladı. Tavanı izledi bir süre. Sonra gözünü tekrar kapatıp yorganın altına iyice gömüldü. O an başka hiçbir şeyi düşünmek istemiyordu. Zaman geçti. O, uykunun içinde kaybolmuşken dışarısı çoktan canlanmaya başlamıştı. Kuşlar ötüyordu. Komşular işe gitmişti bile. Bakkal dükkanını açmıştı. Fırından taze simit kokuları sokağa yayılmıştı. Melek nihayet uykusunu az da olsa almış şekilde gözlerini açtı. Göz kapakları hâlâ ağırdı ama kalkmak zorundaydı. Ne zaman kalktığını bilmeden esneyerek doğruldu. Saate bakmamıştı. Saate bakmamak, geç kaldığını fark etmemek gibiydi onun için. Gerçeği bilmemek, gerçekle yüzleşmemek gibiydi.

Ayağa kalktı. Sürüklenir gibi banyoya gitti. Aynaya bile bakmadan yüzüne soğuk su çarptı. Suyun serinliği bir an için canlandırmış gibiydi onu. Saçları dağınıktı. Göz altları uykusuzluktan morarmıştı. Ama umursamıyordu.
Yavaşça mutfağa yöneldi. Mutfak kapısından içeri adım attığında babasını gördü. Hayri Bey, sandalyede oturuyordu. Önünde küçük, eski bir radyo vardı. Radyoda Türk halk müziği çalıyordu. Hafif bir sesle. Uzak bir köyü anlatan bir türküydü. Hayri Bey bir yandan müziği dinliyor, bir yandan da akşam yemeği için bezelye ayıklıyordu. On parmağıyla ustalıkla taneleri kabuklardan ayırıyordu. Yaşı ilerlemişti, bir eli felç kalmıştı ama el becerisi hâlâ yerindeydi. Mutfakta hiç acemi değildi. Yıllar içinde Melek için yemek yapmayı öğrenmişti. Hem de severek.

Kızının halsiz, mutsuz ve uykulu halde içeri girdiğini görünce yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. "Kalktın mı uykusuz kaplan? İş nasıl gidiyor bakalım?"
Sesinde hem neşeyle karışık bir merak, hem de kızının halinden bir şeyler sezinleme çabası vardı. Eğer Melek'in canı sıkkınsa, işe gitmemesi gerektiğini düşünecekti. Belki bir gün izinli olması iyi gelirdi ona. Melek, babasının karşısına geçip sandalyeye oturdu. Sırtını biraz geriye yasladı. Gözleri hâlâ tam açılmamış gibiydi ama gülümsedi.
"Çok iyi. Beni aşırı benimsedi patron. Şimdiden en güvendiği eleman oldum."
Ses tonu neşeliydi ama içinde onlarca küfür vardı. Dışarıya söylediğiyle içinden geçen tam zıttıydı. ‘Nefret ettim. Patron değil, zıvanadan çıkmış deli. İlk günden kapıyı gösterdi. Dengesiz işte. Psikopat.’

Bu düşünceler içinde yankılanırken babasının sözleriyle irkildi. "Ben hep derim. Sen iyi olursan karşındaki de iyi olur. Benim kızım iyi. Patronu da iyi oldu." Bu sözler Melek’i düşündürdü. Belki de sorun sadece karşıdakilerde değildi. Belki de bazen insan kendine de bakmalıydı. Ama yine de Murat gibi bir adamı hak edecek bir kötülüğü olmadığını biliyordu. "Ya öyle. İyi kalbimin ekmeğini boğulana kadar yiyorum. Sütte leke var. Kalbimde yok."
Sözlerini biraz alayla biraz da kendine inanmaya çalışarak söylemişti. "Akıllı, iyi kalpli kızım benim."

Hayri Bey’in bu sözleri Melek’in içini birden burktu. Babası ona hep iyi biri olduğunu söylemişti. Ama ya değilse. Ya gerçekten kötü biri olduysa. Ya birisinin ahını aldıysa. Ya farkında olmadan birine zarar verdiyse. “Çürümüş kıvırcık salatası.”

"Efendim?" Hayri Bey şaşkınlıkla kızına baktı. Melek ise cümleyi fark etmeden yüksek sesle söylemişti. Kendi içinden konuştuğunu sanıyordu ama sesli söylemişti. Yutkundu. Hafifçe gülümsedi.
"Yeni bir karar aldım. Kıvırcık salatasını artık sevmiyorum."

"Ne alaka. En sevdiğin salataydı."

"Dün itibariyle domates salatası oldu."
Önündeki domates tabağını kendine çekti. Yarım kalmış bir domatesi eline alıp ağzına attı. Masada sessizlik oluştu. Hayri Bey, kızının haline anlam vermeye çalışıyordu. Ama alışkındı. Melek bazen böyle saçmalardı. Hayatta çok fazla şey vardı anlayamadığı. İş, insanlar, Murat, geçmişi, geleceği... Her şey karışıktı. Ve bazen saçmalamak, hayatla baş etmenin tek yoluydu.

Hayri Bey bezelyeleri ayıklamaya devam etti. Radyoda bir uzun hava çalmaya başladı. Ses mutfağın köşelerinde yankılandı. Melek domatesin tadını hissetmeye çalıştı. Belki de gerçekten en sevdiği salata artık domates salatasıydı. Ya da sadece başka bir şeyden bahsetmek istemişti. Masada sessizlik vardı. Babası üzülmesin diye şimdilik sessiz kalmanın en iyisi olduğuna karar vererek sustu. Gözlerini yavaşça yere indirdi. İçinden bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeleri bastırdı. Hayri Bey'in yüzüne bakmak istemedi. Çünkü babasının gözleri her zaman fazlasıyla şey anlatırdı. Ve o gözlerde üzüntü, endişe, hatta çaresizlik gördüğünde içi daha da daralıyordu.

Hayri Bey bir nebze rahatlamıştı. Kızının kahvaltı yapmasa da mutfağa gelip oturması onu sevindirmişti. Ama yine de tam anlamıyla huzur bulamamıştı. Kızının içinde bir sıkıntı olduğunu sezmişti. Sessizliği, uykulu bakışları, çürümüş salata gibi durduk yere söylediği şeyler... Bunlar boşuna değildi. Melek bir şey yaşıyordu. Zorlandığını düşünmeden edemedi. Ve bu düşünce içini kemiriyordu. "Geç kalmadın mı?" diye sordu usulca. Kızını panikletmek istememişti ama bir yandan da işe geç kalmasının ciddi bir sonuç doğuracağından korkuyordu. Bu söz üzerine Melek istemeye istemeye telefonuna uzandı. Ekrana baktı. Gözleri birden kocaman açıldı. Kalbi sıkıştı. Nefesi boğazına takıldı. "Yok. Daha var. Dokuzda orada olmam lazım." dedi ama sesi tedirgindi. Gözleri hâlâ saate odaklıydı.

Hayri Bey başını hafifçe yana eğdi. Hafif bir iç çekerek sakince konuştu. "İyi de saat dokuz buçuğu geçiyor." Melek’in içi buz gibi oldu. Kalbi hızlı atmaya başladı. Dudakları titredi. Yutkundu. Panikle nefes almaya çalıştı. "Ne. Ne. Ne. Dokuz olmuş. Bir de aptal saat geçmeye devam mı ediyor." diye bağırmaya başladı. Kendi kendine sinirleniyordu. Ellerini başının iki yanına koydu. Yataktan fırlayıp odanın ortasında birkaç adım attı. "Baba. Beni neden uyandırmadın? Şimdi kapı dışarı edecekler beni. Zaten her şeyi bahane ediyorlar." Hayri Bey sakin kalmaya çalıştı. Panikle hiçbir şey çözülmezdi. "Sakin ol. Hemen ara. Uykuda kaldığını söyle." dedi.

Ama Melek duymak istemedi. "Beni kovmak için bahaneleri olsun diye mi. Zaten üzerime geliyorlar. Daha fazla oyalanmadan gitmem lazım." diyerek yatak odasına doğru koştu. Dün giydiği kıyafeti tekrar giydi. Yeni bir şey düşünemeyecek kadar panikti. Aynı eteği, aynı ceketi, aynı beyaz gömleği üzerine geçirdi. Aynaya bile bakmadan saçını hızlıca toparladı. Elini çantasına atarak telefonunu, cüzdanını aldı. Ayakkabılarını ayağına geçirirken neredeyse dengesi bozuldu. Koşar adımlarla kapıya yöneldi. Dışarı çıkar çıkmaz sokağa hızlıca bakındı. İlk gördüğü taksiyi eliyle işaret ederek durdurdu. Taksi şoförü frene bastı. Araç hafifçe sarsıldı. Kapıyı açıp panik içinde içeri girdi.

Şoför dikiz aynasından kıza baktı. Panik hali her halinden belli oluyordu. Kemerini takmaya çalışırken elleri titriyordu. Telefonuna bakıyor. Sürekli saate göz atıyor. Dudaklarını kemiriyordu. Yollar beklediğinden daha boştu. Sabah trafiği bir şekilde atlatılmıştı. Şoför sessizce sürüyordu. Melek ise camdan dışarı bakarken gözleri doldu. Her sabah böyle geç kalırsa sonunda her şey bitecek diye düşünüyordu. Taksiye binmek büyük bir külfetti ama geç kalırsa daha kötü sonuçlar doğacaktı. İşe ihtiyacı vardı. Paraya ihtiyacı vardı. Oraya alışmaya çalışıyordu ama insanlar bu çabayı görmüyordu.

Yarım saatlik yolculuk sonunda taksi plaza önünde durdu. Melek parayı çıkardı. Üstü kalsın demek istedi ama yeterli parası yoktu. Şoför bozukları çantadan çıkarırken o çoktan araçtan inmişti bile. Gözleri çevreyi kontrol etti. Asansörde Murat ile karşılaşma ihtimali vardı. Bu ihtimal tüm bedenini gerdi. Kalbi hızlandı. Midesi bulanmaya başladı. O yüzden asansöre binmek yerine merdivenleri tercih etti.

Topuklu ayakkabılarıyla merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı. Nefesi kesiliyordu ama durmak istemedi. Her adımıyla öfkesini, paniğini bastırmaya çalıştı. Dördüncü kata geldiğinde neredeyse nefessiz kalmıştı. Yine de üstünü düzeltti. Gömleğini çekiştirdi. Ceketini düzeltti. Derin bir nefes aldı. Hafif bir gülümseme takınarak kapıyı açtı. Sekreter odasına usulca girdi. Her sabah olduğu gibi içten ve samimi bir ses tonuyla. "Kolay gelsin." dedi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Beş kadın içerideydi. Masalarında oturmuş çalışıyor ya da çalışıyor gibi yapıyorlardı. Melek'in içeri girmesiyle birkaç baş hafifçe kaldırıldı. Merve ve Hacer başlarını tam kaldırmasalar da göz ucuyla ona baktılar. Dudaklarının kenarıyla hafifçe tebessüm ettiler. Bu bile Melek için önemliydi. Geri kalan üç kadın ise onu görmezden gelmişti. Başlarını bile kaldırmadılar. Ne bir selam. Ne bir göz teması. Ne de bir tebessüm. Melek’in içi bir anlık burkuldu. Görülmemek, duyulmamak... Sanki yokmuşsun gibi hissetmek dünyanın en acı veren duygusuydu. Ama belli etmedi. Her zaman yaptığı gibi tebessüm etti. Kendi masasının başına geçip usulca oturdu.

Sekreter odası sessizdi. Ama o sessizliğin içinde farklı duygular vardı. Rekabet. Kıskançlık. Mesafe. İlgisizlik. Soğukluk.
Ayşe. Suzan. Yaren. Hacer. Merve.
Hacer baş sekreterin yardımcısıydı. Aynı zamanda Salih Saraç’ın sağ kolu olarak biliniyordu. Disiplinliydi. Her şeye hâkimdi. Soğukkanlıydı ama adildi. Merve ise Melek'in bu şirkette kendini en rahat hissettiği insandı. Ona içten yaklaşan, ilk günden sıcak davranan tek kişiydi. Hacer’in olmadığı zamanlarda Salih Bey’in ikinci sekreteri gibi davranıyordu. Bu geçici bir durumdu. Çünkü Esila Hanımın sekreteriydi Merve

Ayşe, Suzan ve Yaren ise bambaşka bir dünyadaydılar. Üçü de aynı bölümdeki henüz yüzünü bile görmediği başkanların sekreterleriydi. İsimlerini bir şekilde öğrenmişti. Onlar şirkette yıllardır çalışan, kalıcı olan, çevreleri güçlü, ilişkileri sağlam itici kadınlardı. Giyimlerinden, oturuşlarından, konuşmasalar bile duruşlarından belli oluyordu. Üzerlerinde pahalı takımlar. Parmaklarında taşlı yüzükler. Çantaları markaydı. Saçları kuaförden yeni çıkmış gibiydi. Hacer ve Merve dışında diğer üçü insanlara tepeden bakıyorlardı. Kendilerini farklı görüyorlardı. Melek gibileri sanki geçiciymiş gibi görüp ciddiye almıyorlardı.

Uzaktan, adımları kendinden emin, omuzları dik, bakışları vakur bir adam belirdi. Giydiği dar, vücuduna tam oturmuş, lacivert çizgili takım elbisesiyle ofis koridorunu ağır ağır geçerek sekreter odasına doğru ilerliyordu. Elinde tuttuğu deri evrak dosyası dikkatli bir şekilde kavranmıştı. Ayakkabılarının tabanı sessizce zemine değiyor, her adımında bulunduğu ortama ağırlığını hissettiriyordu. Kravatı kusursuz düğümlenmişti. Gömleği bembeyazdı. Ve o meşhur bakışları... Yeşilin en masum, en derin tonu... Sanki bir orman gölgesinde kaybolmuş ışık huzmeleri gibiydi. Salih Saraç.

Şirketin yöneticilerinden biri. Patronun sağ kolu. Soğukkanlılığı, zekâsı ve tarzıyla herkesin dikkatini çeken bir isimdi. Konuşmasa bile ortamda varlığı hissedilen, cümleleri ölçülü, mimikleri kısıtlı ama etkileyici olan bir adamdı.
Sekreter odasının kapısını yavaşça açtı. İçeriye girdiği anda içerideki hava hafifçe değişti. Masalarına eğilmiş çalışan beş kadın başlarını hafifçe kaldırdı. Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Ardından Salih, göz ucuyla bile kimseye bakmadan doğrudan Hacer'in masasına yöneldi. "Kolay gelsin arkadaşlar." dedi.

Sesi alçak ama netti. Etrafında oluşan ilgiden habersizmiş gibi görünse de her şeyi fark ediyordu. Elini masadaki dosyalara uzattı. Gelişigüzel değil, özenli bir şekilde birkaç tanesini aldı. İncelemeye başladı. Sanki orada saatlerdir duruyormuş gibi rahattı.
Sekreterler anında gülümsemeye başladılar. Kimisi başıyla selam verdi, kimisi mırıldanarak “Sağ olun” dedi.

Melek ise ne yapacağını bilemedi. Herkesin tepkisi bu kadar ölçülü ve profesyonelken, içinde büyüyen bir sıkışmışlık hissetti. Salih’in odaya girişiyle içi birden ısınmıştı. Bu kadar kısa sürede bir insanın bir diğerine böylesine etki etmesi onu şaşırtıyordu. Salih’in varlığı hem bir tehdit hem de bir hayranlık sebebiydi. Kendini tutamadı. Hiç düşünmeden, ses tonunu ne kadar ayarladığına bile dikkat etmeden konuşuverdi. "Teşekkür ederim Salih Bey. Yine görüştük, çok şükür."

Odada adeta bir an dondu. Kimse bu kadar doğrudan ve duygusal bir cümle kurmamıştı ona karşı. Hepsi aynı anda Melek’e döndü. Üç sekreter Ayşe, Suzan ve Yaren önce birbirlerine baktılar, sonra ağız birliği etmişçesine alaycı bir kahkahayla gülmeye başladılar. Dalgalarını geçtikleri belliydi. Melek’in sözlerini, utangaç bir hayranlığın komik yansıması olarak görüyorlardı. Merve ve Hacer ise başlarını yeniden dosyalara gömerek duymamış gibi yaptılar. O anın gerginliğine müdahale etmek istememişlerdi. Belki de bu tür şeylere karışmamak onların politikasıydı. Ya da Melek’in daha fazla düşmesini engellemek içindi.

Melek ise ağzından çıkan sözlerin yankısıyla yüzünün kızardığını hissediyordu. Kendi söylediklerini sorguluyordu. İçinden “Keşke susaydım.” diyordu ama artık çok geçti. Tebessüm eden Salih’in gözleri ise doğrudan ona kilitlenmişti. Yüzünde alay yoktu. Ama biraz şaşkınlık, biraz da anlayış vardı. Belki de hafif bir sempati. Bakışları duvar gibi delip geçiyordu. Herkesin içinde yalnızca Melek’in varlığını fark etmiş gibiydi. Melek daha fazla göz teması kuramadı. Elindeki dosyaları karıştırıyormuş gibi yaptı. Başını eğdi. Rezil olduğunu düşünüyordu.

Salih ise tüm bu olup bitene rağmen gayet sakin, doğal bir gülümsemeyle dosyaları yerine bırakıp odayı terk etti. Hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp çıktı. Bu bile Melek için bir rahatlama olmuştu. En azından üstüne gitmemişti.
"Neden güldü acaba? Aptal olduğumu düşündüğü için mi? Yoksa sempatik buldu mu? Belki de sadece dalga geçti." Kendi içine gömülerek soru deryasında boğuluyordu. Tam bu sırada odada yankılanan bir ses düşüncelerini böldü.

"Hey yeni eleman..." Ses sertti. Tonlamasında küçümseme vardı. Suzan konuşuyordu. Yüzünde hafif bir alay vardı. "Salih Bey. Patronun sağ kolu. Senin gibi cesaret cahil kesiminde bile yok." Melek yavaşça başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Suzan’ın yüzünde küçümseyici bir ifade vardı. Melek’in içine sinen utanç yerini öfkeye bırakıyordu. "Cahil mi dedin sen? Benden mi bahsediyorsun? Salak mısın? Ben bu şirketin patronunun oğlunun sekreteriyim." diyerek ani bir hareketle ayağa kalktı. En son cümleyi kurarken çok yorulmuştu.

Ayşe, Suzan ve Yaren sanki önceden anlaşmışlar gibi beraberce kahkaha attılar. Bu kahkaha karşısında Melek’in elleri yumruk olmuştu. Dişlerini sıktı.
Merve, dosyasından başını kaldırmadan sakin ama ciddi bir ses tonuyla konuştu.
"Lütfen. Ağzınızdan çıkan sözlere dikkat edin." dedi sekreterlere ama Yaren ellerini beline koyup alayla devam etti.
"Haklısın. Zaten birkaç günlük canı var. Murat Bey oyuncak misali oynuyor. Bir de biz oynamayalım mı? Yazıktır. Baksana nasıl da masum."

Bu sözlerle yeniden kahkaha attılar. Melek’in sabrı taşmak üzereydi. Ellerini masaya dayamış, ileriye doğru eğilmişti.
"Burada teletabi grubu varmış. Ne tatlı. Ama ben sizin gibi içi geçmiş tatlıları sevmem. Siz bana baksanıza, hiç dayak yemediniz herhalde. İstiyorsanız beş dakikada sizi ipe asayım çamaşır gibi. Sevabına iki de yapıştırayım. İster misiniz?" Bu sözler üzerine diğer sekreterler hâlâ küçümseyerek gülüyorlardı. Onlar için Melek hâlâ zayıf, hâlâ geçici, hâlâ önemsizdi. Melek ayağa kalktı. Birkaç adım attı. Gerçekten üzerlerine yürümek istiyordu. Ama yapamazdı. Bu şirkette yeniydi. Göze batmak onların ekmeğine yağ sürmekti. Disiplin kuruluna verilebilirdi. İşten atılabilirdi. İçinde biriken öfkeyi bastıramasa da, sessizce geri dönüp sandalyesine oturdu. Titreyen ellerini dizlerinin üstüne koydu. Parmakları istemsizce kıpırdıyordu. Kendi kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.

Üzerine neden geldiklerini bile anlamamıştı. Murat Arsel yetmiyormuş gibi şimdi de bu üçlü koalisyon başlamıştı. Kimsenin ona neden bu kadar düşman olduğunu anlamıyordu. Kendisiyle uğraşılacak ne yapmıştı? Varlığı mı rahatsız ediyordu? Yoksa Salih’e laf atması mı onları bu kadar hırslandırmıştı? Tam o sırada, tüm gerginliği dağıtacak gibi gelen bir ses yükseldi. "Murat Arsel’in odasını temizledin mi?" diye sordu Hacer. Sesi yumuşaktı. Dudaklarında küçük bir tebessüm vardı. Gözlerinde sıcaklık taşıyan bir ifade belirmişti. "Hayır." dedi Melek. Şaşırmıştı. Hızla ayağa kalktı. "Temizlemem mi gerekiyor?"

Hacer hafifçe başını salladı. Onaylamıştı.
"Hemen şimdi temizlerim." diyerek adımlarını hızlandırmaya çalıştı.
Hacer bu sırada küçük elleriyle Melek’in omzuna hafifçe dokundu. Yüzünde annesel bir ifade vardı. "Heyecan yapma. Bugün Murat Arsel yok. Sadece odasını her gün temiz olmasını istiyor. Takıntılı biraz." Melek, Hacer’in ses tonunda bir güven, bir koruyuculuk sezmişti. Belki de bu şirkette yalnız olmadığını hissettiği ilk andı. Tam yürüyüp gidecekken Hacer tekrar arkasından seslendi. "Dün verilen dosyayı imzaladı mı?" Melek başını çevirdi. Büyük bir iş başarmış gibi omuzlarını kaldırarak konuştu.

"Evet. İmzalattım. Biraz zor oldu ama sizin sayenizde işim bir nebze de olsa kolay oldu. Dün akşam baş sekretere ulaştırdım." Tebessüm etti. Hafif bir özgüven gelmişti yerine. Düşman karargâhı gibi gördüğü odaya doğru yürümeye başladı. Orası artık sadece bir ofis değil, kendini kanıtlama alanıydı.
Kapının önüne geldiğinde durdu. Ne olur ne olmaz diyerek iki kez nazikçe kapıyı tıklattı. Otuz saniye kadar bekledi. İçeriden ses gelmediği için yavaşça kapıyı açtı ve içeri girdi. Oda genç odasını andırsa da dağınık bir sadeliğe sahipti. Kâğıtlar masa üzerinde gelişigüzel duruyordu. Koltuğun üzerine bir ceket atılmıştı. Birkaç kalem açık bırakılmıştı ama yerler pırıl pırıldı. Masanın üstünde toz yoktu. Pencereden giren gün ışığı cam sehpa üzerinde parlıyordu. Aslında temizdi. Ama Melek işi daha da ileri götürmek istedi.

Dışarı çıkarak temizlik bölümünden birkaç malzeme aldı. Bez, sprey, bir de fırça. Tek tek her bibloyu sildi. Kalemleri düzenledi. Kâğıtları hizaladı. Sehpanın altını, pencerenin pervazlarını bile temizledi. "Salata kafa her şeyi tam teşekküllü istiyor. Kendisi yarım yamalak." dedi kendi kendine. İçinde biriken her şeyin, bu temizlik sırasında uçup gitmesini umarak çalıştı. Belki bir yerlerde iyi bir iz bırakabilirdi. Belki bu defa kimse arkasından gülmezdi.

Temizlik yarım saat bile sürmemişti. Melek işini titizlikle yapmış, her yüzeyi parlatmıştı. Elleri hâlâ sprey kokusuyla kaplıydı. Toz bezini lavaboda yıkayıp bıraktıktan sonra ofise geri döndü. Derin bir nefes alarak Murat Arsel’in odasına bir kez daha göz attı. Pencerelerden süzülen ışık, cam sehpada, masa kenarında ve koltukların üstünde dans ediyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi. Tertemiz, düzenli ve sessizdi.
Biraz dinlenmek istiyordu. O an için sadece birkaç dakikalığına bile olsa bedenini bir yere bırakmak ve zihnini susturmak istiyordu. Kenarda duran uzun kahverengi deri koltuğa yürüdü. Deri koltuğun parlak yüzeyi ışıkla yarışıyordu. Tam oturacakken, sekreter bölümünde kendisine ait olan şirket telefonu çalmaya başladı. Çalan telefonun sesi bütün sessizliği delip geçti. Melek koltuğa oturmaktan vazgeçerek hızlı bir hamleyle ofisten çıkıp masasına doğru ilerledi.

Ayağındaki topuklu ayakkabının zemine vuran sesi adımlarına kararlılık katıyordu. Telefon çalmaya devam ediyordu. Masasına ulaştığında bir an duraksadı. Dalgınlıkla ahizeyi kaldırdı. Telefona kulağını yaklaştırıp, sesi daha net duyabilmek için hafifçe başını yana eğdi. "Alo." dedi. Nefesi hâlâ düzensizdi. Biraz önceki koşuşturmadan kalma yorgunluk sesine sinmişti. Karşısındaki kişiden yanıt gelmesi uzun sürmedi. Kalın, tok ve otoriter bir erkek sesi konuşmaya başladı. Tınısında gerginlik değil ama sabırsızlık vardı. Sanki her kelimesi bir komut gibiydi.

"Murat Holding’e giriş yapmamış. Nerede?" Melek’in yutkunduğu duyulabilirdi. Ses telleri gerildi. Duruşunu düzeltti. İçgüdüsel olarak omuzlarını dikleştirdi. Karşısındaki kişinin kim olduğunu bilmeden yanıt verdi. "Efendim şu an nerede olduğunu bilmiyorum." dedi. Sesi sakin ama çekingen çıkmıştı. Sonra hemen ahizenin altını eliyle kapatarak Hacer’e döndü.
Gözleriyle yardım istedi. Fısıltıyla konuştu. "Murat Arsel’in hangi kulüpte ya da otelde olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Sesi çaresizce yardım arıyordu. Hacer, elindeki kalemle oynarken başını kaldırmadan yanıtladı.
"Evinde olmalı." dedi. Bu cevap sanki sıradan bir bilgiymiş gibi rahat verilmişti. Hacer, Murat Arsel’in ortadan kaybolmasına alışkındı.

Melek bu bilgiyi duyunca elini ahizeden çekti. Derin bir nefes aldı. Sesini olabildiğince profesyonel ve nazik tutmaya çalışarak konuştu. "Evinde istirahat ediyor. Mesajınız varsa ben iletirim." dedi. İçten içe bu konuşmanın uzamaması için dua ediyordu. Ancak telefondaki adam cümlesini daha da beklenmedik bir emirle sürdürdü.
"Ev adresini al. O dananın evine git. Zorla işe getir." Bu cümle Melek’in sinir uçlarına dokundu. Gözleri büyüdü. Yanağındaki kaslar istemsizce kasıldı. Masaya hafifçe yaslanarak destek aldı. Ses tonunu bir anlık yükseltti.
"Hıı. Yanlış mı anladım sizi? Başka derdim yokmuş gibi gidip bir de şımarık, kazık kadar adamı evinden alıp buraya mı getireyim?" dedi. Sonra hemen ağzını eliyle kapattı. Ne söylediğini kendi de anlamıştı. İkinci iş gününde, hem de kim olduğunu bilmediği bir üst düzey yöneticiyle bu şekilde konuşmak... İçinden “Yandım.” dedi. Ama geri dönüşü yoktu artık.

Derin bir nefes aldı. Sesi titriyordu ama toparlamaya çalıştı. Kendi cümlesine sahip çıkmak zorundaydı. Sesini bu defa biraz inceltti. Daha nazik, daha diplomatik konuşmaya çalıştı.
"Kusura bakmayın ama... Kocaman adamı getirmek iş etiğine uymaz. Sonuçta çocuk değil. Öyle davransak bozulur. Beni de bozuk para gibi harcar. Ben sadece sekreterim." dedi. Cümleleri özenle kuruyordu ama içinde saklayamadığı bir ironi vardı. Adeta yersiz bir güç gösterisine girmişti ama farkında olmadan savunduğu şeyin arkasındaydı.

Tam bu cümlesinden sonra telefonda beklenmedik bir kahkaha patladı. Karşıdaki adam uzun uzun güldü. Kırılmış kahkahalar Melek’in kulağında çınladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Yüz ifadesi şaşkın ve sinirliydi.
"Niye gülüyorsunuz?" dedi. Sesi yükseldi. "Şaka mı yapıyorum beyefendi? Beni harcar diyorum siz işin eğlencesindesiniz. İyi günler. Başka eğlence arayın." Parmakları telefonu kapatmak üzereydi ki, karşıdan gelen ses onu durdurdu.

"Dur. Bir dur kızım. Sekreter Hacer’e bağla sen." dedi adam. Ses tonu bu defa biraz yumuşamıştı ama hâlâ buyurgandı.
Melek, içini çeken bir hıçkırık gibi bir iç geçirmeyle başını çevirdi. Söyleneni yaptı. İçinden “Başına iş açtın, Melek. Tebrikler.” diyordu. Hacer ahizeyi kaldırdı. Gözünü kırpmadan konuştu. Her cümlesinin sonunda sadece "Tabii efendim." dedi. Karşısındaki kişi ne diyorsa onaylıyordu. Ne sorguladı, ne karşı çıktı. Sanki yıllardır bu tür konuşmaları ezberlemiş gibiydi. Duyduğu şeyler onu şaşırtmıyordu. Melek yanındaki sandalyeye oturmuş, içten içe Hacer’in yüz ifadesinden bir ipucu yakalamaya çalışıyordu.

Telefon kapandı. Hacer gözlüğünü düzeltti. Masasındaki küçük not defterinden bir sayfa kopardı. Kalemle birkaç şey yazdı. Sonra ayağa kalkarak Melek’e doğru yürüdü. Sesi sabit, yüzü ifadesizdi. "Murat Bey’in adresi." dedi. Cümlesini tamamlayamadan Melek konuşmaya başladı. Sesi gergin, gözleri buğulu gibiydi. "Ben sekreterim. Çocuk bakıcısı değilim. Hem harcanmak istemiyorum." dedi. Bu sözleri söylediğinde hem öfke hem kırgınlık hem de gurur vardı içinde. O adresi alıp gitmek istemiyordu. Kendini küçülmüş hissediyordu. Bir iş tanımının ötesine itilmişti. Sanki çalışan değil, kullanılacak bir araç gibiydi. Parmakları titriyordu. Elini kağıda uzatmak istemiyor, bunu yaptığında teslim olmuş gibi hissedeceğini düşünüyordu.

O an ofis sessizdi. Herkes kendi işine gömülmüş gibi görünse de kulaklar Melek’in üstündeydi. Üçlü koalisyon hâlâ onu izliyordu. Göz ucuyla bile izlendikçe içine daha da çekiliyordu. Kendi iradesine sahip çıkmak istiyordu ama bu şirkette irade bile hiyerarşikti. Hacer, hâlâ elindeki kâğıdı uzatıyordu. Melek ise derin bir nefes aldı. Gözlerini kıstı. Düşünüyordu. 'Şimdi reddedersem ne olur? Kabul edersem neye dönüşürüm?' Kendini bir sınavın ortasında hissediyordu. Kağıt uzatılmıştı. Sınav başlamıştı.

Kendi kendine yaptığı tartışma devam ederken sekreter odasında hava daha da gerilmişti. Melek’in sesi titriyordu ama inatla kendini savunuyordu. Hacer ise her zamanki soğukkanlılığıyla karşısındaydı. Tam o sırada sekreterlik ofisinin kapısı açıldı. İçeri giren kişi Salih’ti. Sol elinde tuttuğu deri çanta, adımlarına sertlik katıyordu. Yürüyüşü kararlı, duruşu kendinden emindi. Ortamın gerginliğini bir anda fark etti. İçeri adım atarken Melek ve Hacer’in hararetli konuşmasına takıldı. Birkaç saniye durup etrafı süzdü. Sonra boğazını temizleyerek öksürdü. Bu, her zaman kullandığı bir sessizlik kesme yöntemiydi. Ortamdaki tüm dikkat o an ona yöneldi.

Melek, Salih’i fark ettiği an başını hızla başka yöne çevirdi. Onunla göz göze gelmek istemiyordu. Köleliğini alenen göstermek istemiyordu. Yüzüne kan hücum etti. Bir saat önce yaşadığı o talihsiz telefon konuşması gözlerinin önüne gelmişti. Kendi kendine “Keşke konuşmadan önce iki kez düşünseydim.” dedi. Salih’i gördüğünde kendini çocuk gibi, hatta biraz aptal gibi hissediyordu. İçindeki utanç yüzüne yansımıştı. Salih, odadaki sessizliğe rağmen gayet doğal bir tavırla konuştu. "Sorun mu var burada hanımlar?" dedi. Sesi ne yargılayıcı ne de sertti. Aksine meraklı ve nötr bir tondaydı. Hiçbir tarafı tutmadan, olayın ne olduğunu öğrenmek istiyordu.

Hacer, hemen yerinden kalktı ve Salih’in yanına giderek olan biteni sessizce anlattı. O anlatırken Melek, bakışlarını sürekli başka yönlere çeviriyor, duvarlara, masalara, hatta kendi parmak uçlarına bile bakıyordu. Kahverengi gözleri bir türlü sabitlenemiyordu. Sanki göz teması kurarsa içinde patlamaya hazır olan duygular dışarı taşacaktı. İçinden, “Ne olur şimdi gitse de ben de derin bir nefes alsam.” diye geçiriyordu.

Salih, Hacer’in söylediklerini dikkatle dinledikten sonra başını hafifçe salladı. Ardından odada bulunan herkese döndü. Yine o naif ve samimi tonuyla konuştu.
"Toplantıya yetişmem lazım. Hepinize kolay gelsin." dedi. Ardından kapıya yöneldi. Ancak birkaç adım attıktan sonra duraksadı. Arkasını dönmeden konuştu. Sözleri doğrudan Melek’e hitap ediyordu. "Melek Hanım. Asansöre kadar bana eşlik eder misiniz?"

Bu cümle Melek’in kalbine sert bir şekilde çarptı. Gözlerini kapattı. İçinden geçen ilk tepki, şaşkınlık ve sonra panikti. Dudaklarını ısırdı. Omuzları istemsizce düştü. Ne diyeceğini bilemedi. Kekeleyerek konuşmaya başladı. "Ben mi. Niye. Yani niçin. Offf ya. Özür dilerim." dedi. Ayaklarını yere sürüyerek birkaç adım attı. Derin nefes aldı. İçinden “Toparla Melek. Kendine gel.” diyordu.

Sonunda kısa ve net bir yanıt verdi.
"Geliyorum." dedi ve Salih’in peşinden yürümeye başladı. Adımlarını dikkatli atıyordu. Sessizlik koridorun duvarlarına çarpıp yankılanıyordu. Birden Salih durdu. Melek’in adımları da durdu. Salih hafifçe döndü ve doğrudan Melek’in yüzüne baktı. Salih’in gözleri uzun bir an Melek’in yüzüne odaklandı. Yeşil yosunları andıran gözlerindeki ifade farklıydı. Yüzü berrak ve saf bir duruluğa sahipti. Konuşmadan önce birkaç saniye boyunca Melek’e sadece baktı. Bu bakış bir değerlendirme değil, bir hayranlık taşıyordu. Sanki bu genç kadının içinde bir cevher keşfetmişti.

Melek nefes alamıyordu. Boğazında bir yumru hissediyordu. Kalbi çırpınan bir kuş gibi göğsünde çırpınıyordu. Kendini durdurmak istese de başaramıyordu. Ağzından çıkan ilk cümle yine düşünmeden edilmişti. "Allah belamı verdi. Farkında değilim sanırım." dedi. Kelimeler ağzından çıkarken pişmanlığı çoktan başlamıştı. Kaşlarını çatıp hemen ağzını kapattı ama iş işten geçmişti.
Salih gözlerini kısıp bir süre baktı. Ardından gülümsedi. "Anlamadım." dedi gülerek. Oysa anlamıştı. Her kelimesini. Ama Melek’in daha fazla utanmasını istemiyordu. Durumu yumuşatmak için böyle davranmıştı.

Melek hemen savunmaya geçti.
"Neyi anlamadım dediniz Salih Bey?" dedi. Bu cümleyle birlikte asıl gafı yaptığını fark etti. Sesi titredi. Gözlerini kaçırdı. Başını eğdi. Utanmıştı. Yine kendini ele vermişti. Salih nezaketle konuyu değiştirdi. "Gideceğim toplantıdan sonra bir tane daha toplantı var. Murat o toplantıda bulunmak zorunda." dedi. Böylece gerginliği yavaşça dağıttı.

Melek derin bir iç çekti. "Ben sadece sekreterim. Başka yetkim yok ki. Hem o beni dinlemez." dedi. Bu cümleyi söylerken hem kendini savunuyor hem de çaresizliğini ifade ediyordu. Salih, asansörün düğmesine bastı. Işığın yanmasını beklerken konuşmasına devam etti. "Seni arayan Fahri Bey'di. Oraya gitmeni isteyen de o. Sebep böyle olunca holding için elini taşa koymak zorundasın." dedi. Sesi yumuşaktı. Açıklayıcı ama baskıcı değildi. Anlayışlıydı. Bir an duraksayıp devam etti. "Huysuz, serseri bir patronun var. Ama holding ona ait. İmza yetkisi lazım. Toplantıda varlığı lazım. Fahri Bey eğer evine git dedi ise senin ikna yeteneğine güveniyor demektir."

Melek başını salladı. Gözlerini yere dikti. Omuzları düştü. "Ben sizi anlıyorum. Ama Murat Bey’den bir imza almak için nasıl zorlandığımı anlatsam. Murat Bey’in yanında dün itibariyle çalışmaya başladım. Yine de öldürmek ve yaşatmak arasındaki ince çizgiyi sorgulamama sebep oluyor." dedi. Salih bu sözleri duyunca hafifçe gülümsedi.
"Dün aldığın imza sayesinde bugün toplantı ve iş anlaşması yapmaya gidiyorum. Sen çok yeteneklisin. Akıllı ve güçlüsün." dedi. Bu sözleri içten gelerek söylüyordu. Ama Melek’in bu cümleleri kabullenmekte zorlandığını biliyordu. Ona göre bu sadece görevdi. Bir zorlama. Salih ise bu görevdeki inceliği, zekayı ve sabrı fark etmişti.

Salih Melek’in hâlâ tereddütlü olduğunu anladı. Yüz ifadesi değişmemişti. Gözleri bir türlü ikna olmuyordu. "Önce sizin ikna olmanız lazım. Bakışlarınıza baktığımda ikna olmayacağınızı anlıyorum. Daha fazla konuşmak isterdim." dedi. Kolundaki saate baktı. Minik ama pahalı duran saat gösterişli olmaktan çok işlevseldi. "Ne yazık ki yetişmem gereken bir toplantı var. Sizi zorlamak saygısızca bir davranış oldu. Kusura bakmayın." dedi. Ardından başıyla hafifçe selam vererek asansöre bindi.

Melek orada donup kalmıştı. Gözleri Salih’in üzerindeydi. Kendini suçlu hissediyordu. Salih’in nazik sözleri, duruşu, anlayışı ona kendini daha da eksik hissettirmişti. Bir yandan da “Sanırım yapabilirim.” diyordu içinden. Bir kere imza almıştı. Bir kere de şirkete getirebilirdi. Ne kadar zor olabilir ki. Kendini buna ikna etmek istiyordu. Gözleri yeniden Salih’e kilitlendi.
Asansör kapısı kapanmadan önce Salih’in yavaşça tebessüm etmesi Melek’in içinde bir şeyleri yumuşattı. Birkaç dakikalığına da olsa bütün kaygılarını unutturdu. "Merak etmeyin. Toplantıda mutlaka bulunacak." dedi Melek. Kendi sesini bile yabancı buldu. Bu sözleri söyleyenin kendisi olduğuna inanmakta zorlandı.

Yine büyük bir söz söylemişti. Başına buyruk Murat Arsel, bir sekreterin lafına bakarak nasıl gelecekti. Olması muhtemel bile değildi. Belki ihtimal dahilindeydi ama akılla açıklanamaz bir mucize gerektiriyordu.

_____________

Yeni bölümde görüşmek umuduyla beğeni ve yorum yapmayı unutmayın lütfen...

Bölüm : 11.10.2024 19:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yalives Doğan / Resmen Aşık (TAMAMLANDI) / 9.Baş Belası
Yalives Doğan
Resmen Aşık (TAMAMLANDI)

129.84k Okunma

11.31k Oy

0 Takip
132
Bölümlü Kitap
1. Ne var ne yok2. Geri Dön3.Dost4.Haber Gelir Geriden5.Tembel Patron6.Melek7. Korkusuz Korkak8.Ağzı Bozuk9.Baş Belası10.Zorla Geleceksin11. Çelişki12. Kovuldun Sözde Kaldı13. Dostluk14. Düzmece Düzen15. Çapkın16. Tehdit17. Yalan Makinesi18. Melek Ve Yalancı Aşk19. Kimler Gelmiş20.Görev Bakışlar Hücum21. Saldırı22. Çöküntü23. Yoksa Kafayı Yiyeceğim24. Kılıçlar Fora25. Ağır Yaralar26. Yeniden27. Esila ve Sonsuz Aşk28. Bela Geldi Hoş Geldi29. Sabır30. Kum Torbası31.Başlangıç veya Bitiş32. Ölüm KalımÖnyazı33. Kalbe Şiddet AğırdırÖnyazı34.Seni Kimler AldıÖnyazı35. Yük DeğilsinÖnyazı36. Sevdiğim KadınÖnyazı37. O olabilir miydi?Önyazı38. Benimle Çıkar Mısın?Önyazı39. Unutulmaz TeklifKısa BilgiÖnyazı40. SalihÖnyazı41. Sen Miydin?Önyazı42.Cadı ile PazarlıkÖnyazı43. Kural 1 Hadi OradanÖnyazı44. Nefret Aşkı GüçlendirirÖnyazı45. PiknikÖnyazı46. Tek Kıvılcım47. Aşk Bildiğin YakarKalıcı BilgiÖnyazı48. Evlerden Irak OlsunÖnyazı49. Huysuz Oğlunuzla İlgileniyorumÖnyazı50. Öptüm NefesindenÖnyazı51. GİTMEÖNYAZI52. Ben Yanında DeğilimÖnyazı53. Bitti Derken BaşlamakÖnyazı54. Her Zaman Deli Gibi SeveceğimÖnyazı55. Biz Kime Ait OlacağızÖnyazıKapak Tasarımı56. Yasak MeyveÖnyazı57. İntikam ÇanlarıÖnyazı58. Bana aitsinÖnyazı59. Zaten AşığızÖnyazı60. GüzelimSAHTE EŞLEŞME kitap tanıtımı🫶Önyazı61. Yemişim KaslarınıYeni Hikaye Tanıtımı: Köle🫶💞Biraz Ondan ŞundanÖnyazı62. Unutulan GerçeklerÖnyazı63. Ben İyiyim Baba📸 Gülümse ÇekiyorumÖnyazı64. Ömürlük NüfusumÖnyazı65. En Çok OÖnyazı66. Sürpriz KaçırmaÖnyazı67. Kendimden KaçarÖnyazı68. Tamamlanma HissiÖnyazıAramızda Kalsın 👌69. Sonsuz İsteklerÖnyazı70. Yalanlar ve YalancılarÖnyazı71.Evlere ŞenlikYeni Hikaye| Gülümse ÇekiyorumÖnyazı72. Zamansız GelenÖnyazı73. Benim İçin Yaşa, Söz mü?Davet Ediyorum SiziÖnyazı74. Kazanılmayan Savaş75. Annem Beni BırakmazVazgeçmekten vazgeçtim.76.Bize Ait Her ŞeyBi Konuşalım 🫶77. Benim Büyük Ailem (Final)
Hikayeyi Paylaş
Loading...