34. Bölüm

Bölüm 33

Ceren Su Karadağ
karadagceren

Selamlar hepinize! Nasılsınız?

Umarım hepiniz çok iyisinizdir.

Bölümü biraz geç attığım için kusura bakmayın lütfen.

---

Alpay Yenilmez...

Kız kardeş...

Uzakta olsa bile hep en yakınınızda, en zor anlarda bir tanıdık bakışı, gülümsemesi dünyalara bedel, uğruna ölünesi...

Hepsiydi. Hepsi Senem'di. Kendimi bildiğimden beri her zaman bir elim Senem'in elinde olmuştu. Korunmaya ihtiyacı yoktu şuan. Özel Kuvvetlerin en iyi askerlerinden biriydi. Ama benim içi hâlâ o beş yaşındaki küçük kızdı.

Baba ve anneden çok şiddet gördüm, hakaret işittim. Ama ben yanındayken ikisinin de Senem'e bir adım bile yaklaşmasına izin vermedim. Onun yerine ben dayak yedim ama ona el sürmelerine izin vermedim.

Şimdi ise nerede bilmiyorum.

Nasıl, bilmiyorum.

Delirmiş gibiydim. Tek istediğim kardeşimi bulmaktı.

Normal abi kardeş ilişkisinin dışında bir ilişkimiz vardı Senem'le. İkimizin de çocukluğu kolay geçmemişti. Ben o zamanların etkisinden kurtulabilsem bile Senem kurtulamamıştı.

Tek duam, onların elinde olmamasıydı.

Diğer adamlara savaşabilirdi ama annemle babamsa onu kaçıran, savaşamazdı. Biliyordum, tanıyordum kardeşimi.

Ellerim titriyordu, ama silahımı sıkıca kavramaktan geri durmadım. Her adımda aklımda yankılanan tek düşünce Senem'di. Onun o kocaman gözleri, bir anlık masumiyeti ve yüreğindeki sonsuz güçle nasıl da çocukken bile bana sığınmıştı. Ne yapıyor, nerede saklanıyor, nasıl bir tehlike altında olduğunu düşünmeden edemiyordum.

Kalbimdeki sıkışma her geçen saniye artıyordu. Etrafta yankılanan emirler, silah sesleri bile sanki derin bir sisin içinden geliyormuş gibiydi. Tek bir görüntü gözümün önünden gitmiyordu: Senem'in gülen yüzü. Bana her zaman güç veren o tanıdık gülümseme.

"Senem," diye fısıldadım, hiç kimsenin duyamayacağı bir sesle.

Kendime gelmem gerekiyordu, ama nasıl? Bu savaşı içimde veriyordum. Senem'le olan bağımızı düşündüm, bizi birbirimize bağlayan o görünmez ipleri. Onu korumak, kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacaktım. Ama ya çok geç kaldıysam? Ya annem ve babam onu benden kopardıysa?

Adımlarım hızlandıkça zihnimdeki düşünceler, korkular birbirine karışıyordu. Tek bir şeyden emindim: Senem, seni bulacağım. Seni tekrar koruyacağım.

"Alpay," Onu duydum. Telsizden Asel'in sesini duyduğumda telsizimi çıkardım.

"Efendim komutanım?" İçli nefes alışını duydum.

"Sikerler rütbeyi, bırak şimdi. İyi misin?" Benden bağımsızca yarım bir tebessüm oluştu dudaklarımda. Onca işinin arasında bile beni düşünüyordu.

"İyiyim." Yalandı. Ama iyi olmadığımı ona belli etmek istemedim.

Telsiz elimdeyken bir an duraksadım. "Yalancı," Diye mırıldanan Asel'i duydum.

Asel'in sesindeki o içtenlik, her şeyi anlamış gibiydi. Yalanımı sezmişti. Beni rahat bırakmak istemediğini biliyordum, ama daha fazla üzmek de istemiyordu. İçimde kopan fırtınayı dışarı vurmamak için büyük çaba sarf ediyordum.

"Asel, gerçekten iyiyim," dedim, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak. O an aklıma tek bir şey geldi: Onu daha fazla endişelendirmek istemiyordum. Zaten yeterince işinin arasında bana da vakit ayırmıştı.

"Beni kandıramazsın, Alpay," dedi Asel, sesi biraz yumuşamıştı, ama hâlâ kararlıydı. "Bak, ben de kardeşim için neler yapabileceğimi biliyorum. Ama kendini kaybetmeden, dikkatli olman gerek. Kendini riske atma, Senem seni böyle görmek istemez."

Sözleri kalbime saplanan bir bıçak gibiydi. Doğruydu. Senem beni böylesine parçalanmış görmek istemezdi. Ama yine de içimde bir boşluk vardı; her şey boştu onsuz.

"Senem'i bulacağım," dedim, sesimde inatçı bir kararlılık vardı. "Ona verdiğim sözü tutmak zorundayım."

Asel'in derin bir nefes alışını duydum. "Seni anlıyorum," dedi, "ama unutmaman gereken bir şey var: Burada yalnız değilsin. Biz hep birlikteyiz, tamam mı? Senem'i bulacağız."

O an Asel'in söyledikleri içimde bir kıvılcım yaktı. Senem'i bulmak, onu korumak benim sorumluluğumdu, ama yalnız değildim. Asel ve diğerleri de benimleydi. O an fark ettim ki, yalnızca bir kardeş değil, bir ekip olarak savaşıyorduk.

"Teşekkür ederim, Asel," diye fısıldadım. Duygularımın kontrolünü geri kazanmaya çalışarak. "Gerçekten."

"Asıl ben teşekkür ederim, Alpay," dedi Asel. "Ama şimdi dikkatli ol. Daha her şey bitmedi."

"Asel," dedim bir anlık sessizlikten sonra, boğazım düğümlenmiş halde, "bu işi bitirdiğimizde, her şey yoluna girecek değil mi?"

Telsizden kısa bir cızırtı geldi. Sonra Asel'in sakin sesi yankılandı, ama bu sefer alışılmış sert komutan tonunun ötesinde bir şefkat vardı.

"Alpay, emin değilim. Ama ne olursa olsun, biz yanındayız. Ben yanındayım."

Sözleri beklediğimden daha derin bir yere dokundu. Gözlerimi sıkıca kapattım, içimdeki karmaşayı bastırmaya çalışarak. Asel'in desteği, sesi, beni hayatta tutuyordu ama Senem'in varlığı olmadan hiçbir şeyin tam anlamı yoktu. Kendimi toparlamalıydım.

"Anlaşıldı komutanım," diyerek yine duygularımı geri çekmeye çalıştım. Ama Asel susmadı.

"Alpay," dedi tekrar, sesi bu kez daha sert ve ciddi, "kendini zorlayıp tükenme. Eğer bir şey yolunda gitmezse, hepimiz burada düşeriz. Senem'i bulacağız ama kendini mahvetmeden."

Telsiz susarken, Asel'in sözleri kulaklarımda yankılandı. Kendimi mahvedip mahvetmediğimden emin değildim. Tek düşündüğüm, tek hedefim Senem'di. Onu bulmalıydım.

"Anlaşıldı," dedim kısa bir nefes alarak.

Ama içimdeki fırtına dinmemişti. Asel'in endişesi beni durdurmayacaktı.

Telsizi kapatıp tekrardan eski yerine koydum. Arkamdan beni takip eden tim üyelerine döndüm. Asel'in emri ile bize katılan on beş asker en arkada, Sönmez Timi önlerinde olacak şekilde yürüyorlardı.

"Tim, beş dakika ihtiyaç molası!" Dediğimde hepsi bir ağızdan konuştu. "Emredersiniz komutanım!" Hepsi çantalarını bırakıp ihtiyaçlarını giderirken bende çantamdaki mataramı ve konserve yemeklerimi çıkardım.

Yemeğimi yiyip suyumu içerken gözlerimi çaprazımda oturan Kürşad'dan ayırmıyordum. Mola verdiğimizden beri yemek yememiş, su içmemişti. Sadece oturmuş, boşluğu seyretmişti.

İçimde bir parça ona kızgındı. Senem'e o kadar ağır konuşmasaydı Senem bizimle birlikte Rize'ye gelmeyecekti belki. Hiç kaçırılmayacaktı da. Ama içimden bir parça onu anlıyordu da.

İlk önce anne babasını kaybetmişti, sonra gözlerinin önünde kız kardeşine işkence ederek öldürmüşlerdi. Öfkeliydi. Fazla öfkeli. Bu yüzden o kadar sert çıkmıştı. Bunu anlayabiliyordum.

Kürşad'ın boş bakışları karşısında, içimdeki karmaşayı ve öfkeyi bastırmak zorundaydım. Her ne kadar ona kızgın olsam da, öfkesinin ve acısının kaynağını biliyordum. İhtiyacı olan şey, belki de yalnızca biraz anlayış ve zaman.

Yemek kutusunu kapatıp, mataramı yerine koyarken gözlerimi Kürşad'dan ayırmadım. Hüzünle karışık bir kararlılıkla yanına doğru yürüdüm. Hızlı ama sessiz adımlarla yanına oturdum.

"Bir şeyler atıştırmayacak mısın?" dedim, sesim bir duvar gibi sertti. Bu basit teklif, belki de biraz olsun dikkatini çekebilirdi. "Yemek yemezsen güçsüz düşersin. Arama için gücün sana lazım."

Kürşad, başını yavaşça bana çevirdi. Gözlerinde hala derin bir boşluk vardı ama bu defa bir nebze yumuşama gördüm. Bir an için sessizliğini bozmadan, gözlerini bana dikti. Belki de biraz cesaret toplamak için zamana ihtiyacı vardı.

"Teşekkür ederim komutanım," dedi, sesi hüzünlü ve yorgun. "Ama şu anda... canım hiç bir şey yiyip içmek istemiyor."

Gözlerimdeki endişeyi gizlemeye çalışarak, "Anlıyorum," dedim. "Ama unutma, gücünü toplaman için yemen şart. Güçsüz düşmen sadece kendine eziyet olmaz, bizi ve arama işlerini de yavaşlatır."

Kürşad'ın derin bir nefes aldığını görebildim.

Bir süre sessiz kaldık. Kürşad'ın içindeki acıyı paylaştığını ve onu bir nebze olsun rahatlatmaya çalıştığımı bilmek, içimde bir huzur sağladı. Onunla konuşmak, belki de onun acısını anlamak, kendi yükümü biraz hafifletmeme yardımcı oluyordu.

"Biliyor musun, bazen tek ihtiyacımız olan şey, birinin bize acımasızca değil de, anlayışla yaklaşmasıdır," dedim yavaşça. "Senem'in yanındayken bile bazen sadece bir bakış, bir söz çok şey ifade edebilir."

Kürşad başını eğdi. "Söyledikleriniz doğru komutanım. Belki de bu yüzden bu kadar öfkeliyim. Sözlerimin ağırlığını hesaplamadan konuştum onunla. Senem'in şuan yanımızda olmamasının en büyük sebebi benim."

Bu sözler, acının derinliğini bir kez daha gözler önüne serdi. İçimde, onun acısını anladığımı belirten bir sessizlik oldu.

Ayağa kalkarak omuzlarımdaki o görünmez yükle diğer askerlere döndüm. Kürşad'a bir bakış attım, yüzündeki suçlulukla karışık öfke gözümden kaçmamıştı.

"Tim, toparlanın," diye sert bir sesle komut verdim. Gözlerime baktıklarında benim hissettiklerimi anlamışlardı. Hepimiz içten bir şekilde yaralıydık, ama bunu düşünmenin zamanı değildi. "Devam ediyoruz."

Askerler birer birer toparlandı, silahlarını ve teçhizatlarını kontrol etmeye başladılar. Ortamda soğuk bir kararlılık vardı, kimse konuşmuyordu ama her hareketleri görev bilinciyle doluydu.

Kürşad yerinden ağır ağır kalktı. Silahını kontrol ederken yüzündeki ifadeden, söylediklerinin ağırlığını hâlâ taşıdığını görebiliyordum.

O an derin bir nefes aldı ve bakışlarını tekrar uzaklara çevirdi. Sessizce ekibe doğru yürüdü, ben de arkasından takip ettim. Hedefimiz belliydi, yolumuz zordu, ama geri dönüş yoktu.

"Hazır mısınız?" diye sordum, gözlerim tek tek tüm ekipten cevap bekliyordu. Sessizce başlarını salladılar. Her biri, önlerindeki zorlukları kabul etmiş gibiydi.

Son kez etrafa göz gezdirdim. "Hadi gidelim," diyerek önden ilerledim. Arkamda adım sesleri yükseldi, hep birlikte bir bütün olarak yola devam ediyorduk.

☪☪☪

Senem Yenilmez...

Bacaklarımı kendime doğru çekmiş, vücudumdaki yaraları umursamadan yere uzanmıştım. Annem, saat başı gelerek bana vuruyor, bana eziyet ediyordu. Vücudumun çoğu yeri yara içindeydi.

Ateşim fazlasıyla çıkmıştı. Üşüyordum, titriyordum.

Bacaklarımı daha sıkı sararak, vücudumdaki sızıyı unutmaya çalıştım ama her nefes alışımda acılar yeniden kendini hatırlatıyordu. Annemin sesi kulağımda yankılanıyordu; her adımında içimde bir korku büyüyordu. Yerde yatarken, gözlerim yarı kapalı, ateşin vücudumu nasıl sardığını hissediyordum. Titreme, vücudumu sarsıyor, kontrol edemediğim bu durum beni daha da güçsüz hissettiriyordu.

Üşüyordum. Odayı sanki bir buz gibi hissediyordum, ama yine de hareket edemiyordum. Karanlık etrafımı sarmıştı, ve o karanlıkta yalnızdım. Annem bir kere daha gelecekti, biliyordum. Kapı aralık olduğu halde bana ulaşması için bir engel yoktu.

Bacaklarımı sıkıca kendime sararken, odanın soğukluğu derime işlerken annemin her an içeri gireceği korkusu beni daha da sıkıştırıyordu. Yaralarım sızlıyor, acı tüm vücuduma yayılıyordu ama artık ona da alışmıştım. Bir süre sonra sadece donuk bir hissizlik kalıyordu geriye. Ateşim iyice yükselmişti, başım dönüyordu. Üşüyordum, ama ateşin verdiği o garip sıcaklık vücudumu yakıyordu. Titriyordum, ama vücudumu ne kadar sıkarsam sıkayım ısınamıyordum.

Kapı sertçe açıldığında, tüm vücudum istemsizce gerildi. Annemin adımlarını duyduğumda zaten ne geleceğini biliyordum; acı, küçümseme ve çaresizlik. İçeri girdiğinde yüzündeki o tanıdık ifadeyi görmek, her seferinde biraz daha içimdeki gücü tüketiyordu.

"Şu haline bak, zavallı." Sesindeki küçümseme, kelimelerinden daha çok acıtıyordu. Beni baştan aşağı süzerken yüzünde beliren soğuk bir tebessüm, yıllardır alıştığım o kırıcı bakışları taşıyordu.

"Özel Kuvvetlerin en iyi teğmenlerinden olan şu kıza bakın," dedi, sesi alayla karışık bir öfke taşıyordu. "Benim karşımda kolunu bile kaldıramıyor. Ne acı..."

Gözlerimi kapattım, sanki onun sözleriyle daha fazla yaralanmamak için kendimi koruyabilecekmişim gibi. Ama bilirdim, bu acı geçmezdi. Her darbede, her hakarette biraz daha içime işlemişti. Vücudumdaki yaralar belki iyileşebilirdi ama kalbimde ve ruhumda açılan bu yaralar... Onlar sonsuza dek kalırdı.

En büyük yara ailemdi. Onlardan gelen sözler, darbeler, hep daha derin izler bırakmıştı. Beni hayatta tutan tek şey olan güçlü, sağlam iradem bile bu yükün altında eziliyordu bazen. Dışarıda bir asker, içeride ise bu evin içinde küçücük bir çocuk gibi hissediyordum.

Ailemin sevgisizliği, en zayıf yönümdü.

Beni böyle kıran şey, düşmanlarım değil, sevmesi gerekenlerin bana yaptıklarıydı.

Çocukken, bana her zarar verdiklerinde hatayı onlarda değil, kendimde arardım. Çocuk aklımla o gün yaptığım davranışları ertesi gün yapmazsam annemle babamın beni seveceğini düşünürdüm. Ama hiçbir zaman öyle olmazdı.

Ailem, hiçbir zaman beni sevmezdi.

Karnıma yediğim kuvvetli bir tekme ile dudaklarımdan kısık bir inleme döküldü. Vücudumda birçok kemiğimin kırıldığını biliyordum. Ama bu kadın durmuyordu.

Ve ben, Senem Yenilmez, o gün hayatında hiç ağlamadığım kadar çok ağladım.

☪☪☪

Asel Sönmez...

Gözlerim tekrar bilgisayar ekranına odaklanırken zihnimde tek bir düşünce vardı: Senem'i bulmak.

Yorgunluk her yanımı sarmıştı, başım zonkluyor, omuzlarım gerginleşiyordu ama duramazdım. Zaman daralıyordu, her geçen saniye bizi ya kurtuluşa ya da sonsuz bir kayba yaklaştırıyordu.

Ekrandaki bilgileri hızla tararken, içimdeki çaresizlik giderek büyüyordu. Onu bulmak zorundaydık. Diri ya da ölü... O iki kelime beynimde yankılanıp duruyordu.

Onun bir mezarı olması fikri bile midemi bulandırıyor, boğazıma bir yumru oturuyordu. Hayattaysa eğer, onu kurtarmak zorundaydık. Sadece bir asker olarak değil, bir insan olarak, bir kardeş olarak bunu yapmalıydık.

Ama ya şehit olmuşsa? O ihtimal... İçimi kemiren o karanlık ihtimal. O zaman bile onu bulmak zorundaydık. Bayrağa sarılı bir tabut, son yolculuğunda ona eşlik etmek, onun hak ettiği onuru vermek zorundaydık. Ama içim buna razı değildi. Senem'in adının, bir şehit töreninde yankılanmasını istemiyordum.

Şehadet şurubunu hepimiz elimizde tutuyorduk ama o şurubu benim askerlerimden birinin içmesine dayanamazdım.

Timimdeki askerlerden birini daha kaybetmek... O acıya dayanamazdım. Her birinin hayatı benim sorumluluğumdaydı, Senem de o hayatlardan biriydi.

Ellerim titreyerek klavyeye uzandı, bilgi aramaya devam ettim. Ne kadar saat geçmişti, bilmiyordum artık. Ama ne olursa olsun, Senem'i bulacaktık. Ya onu eve getirecektik ya da onu son görevine uğurlayacaktık. Ama kaybolmasına izin veremezdik.

İkinci ihtimalin gerçekleşmemesi için her şeyimi vermeye hazırdım. Bir şehit töreni görmek, bu timden bir askerimi kaybetmek istemiyordum.

Bilgisayarın tuşlarına basan parmaklarımın titremesi artınca oturduğum sandalyeden ayaklanarak bir süre ayakta durdum.

Ellerim masaya yaslanmış bir şekilde ayakta gözlerim kapalı bir kaç dakika bekledim. "Selim," Arkadaki askerlerden birine seslendim.

Selim, hızla yanıma geldi. "Bana bir ağrı kesici bul." Hızla harekat merkezinden ağrı kesici bulmak için çıktı.

Tekrardan bilgisayarın başına oturduğumda kahverengi gözlerim hızlıca ekranda dolanıyor, her bir bilgiyi en ince ayrıntısına kadar inceliyordu.

Selim, yanıma bir tablet ağrı kesici ve bir bardak su koydu. Suya dokunmadan ağrı kesiciyi kuru bir şekilde yuttuğumda tekrardan bilgisayara döndüm.

"Komutanım," Dedi çekingen sesi Selim'in. Benim öfkemden nasibini almış bir askerdi, o yüzden neler yapabileceğimi az çok biliyordu.

"Söyle, asker." Dedim, düz bir sesle.

"Komutanım, yanlış anlamazsanız eğer, saatlerdir bir şey yemiyorsunuz. Ağrı kesiciyi aç karnınıza içmeniz... sizce doğru bir şey mi?"

Gözlerimi ekrandan hiç ayırmadan sert bir sesle konuştum. "Bana ne yapıp ne yapacağımı hangi ara sen söyler oldun, asker?"

Selim, hızla kendini savunmaya geçti. "Estağfurullah komutanım, ne haddime. Ben sadece..." Diyecekken devamını getirmesene izin vermedim.

Bir elimin avcunu setçe masaya vurduğumda çıkan ses başta Selim olmak üzere odadaki bütün askerleri susturmuştu. Hepsinin bakışları bizdeydi.

Öfkemin altında biriken şeyin sadece çaresizlik olduğunu fark ediyordum, ama bunu kimseye göstermemek için sert olmam gerekiyordu.

"Burada her birinizin bir görevi var," diye başladım, sesim buz gibi soğuktu. "Benim görevimse sizi hayatta tutmak. Senin görevin, emirleri uygulamak, sorgulamak değil."

Selim kıpırdamadı, boynu bükük, suçlulukla doluydu ama sessizce ayakta durdu.

Başımı yavaşça çevirip ona baktım. "Anladın mı, asker?" dedim, aynı ses tonumla.

Selim başını eğdi, sesi fısıltı kadar zayıftı. "Emredersiniz, komutanım."

Ona daha fazla yüklenmek istemiyordum. Bu anı geçmemiz, göreve odaklanmamız gerekiyordu. Dışarıda hala kayıp olan bir hayat vardı, ve biz onu bulana kadar duramazdık. Açlık, yorgunluk, hepsi önemsizdi.

"Tamam," dedim biraz daha sakinleşmiş bir sesle. "Bir daha bu konuda bir şey söyleyecek olursan, cezanı benden bulursun Selim. Şimdi çık dışarı, görevinin başına dön. Bir daha da emirleri sorgulama."

Selim, hızlı bir selam verip geriye doğru çekildi. Odaya tekrar sessizlik çöktü. Gözlerimi tekrar ekrana diktim.

"Umarım hayattasındır Senem... umarım hayattasındır kardeşim..." Diye kendi kendime fısıldayarak işime devam ettim.

☪☪☪

Saatler geçmiş, zaman adeta birbirine karışmıştı. Yorgunluk, düşüncelerimi bulanıklaştırsa da bir an bile durmamam gerektiğini biliyordum. Aramaya giden tim geri dönmüş, karargâhtaki çalışmalara katılmıştı. Yüzlerindeki ifade, onların da boş dönmenin hayal kırıklığını taşıdığını gösteriyordu. Ama buna yer yoktu; pes etmek bir seçenek değildi.

Masadaki haritaya odaklanmıştım. Gözlerim, bölgeyi tarıyor, olası kaçırılma veya çatışma noktalarını inceleyip tekrar tekrar değerlendirmeye çalışıyordu. Her detayı gözden kaçırmamak için kendimi zorluyordum, ama sanki bir şeyler elimize geçmiyordu. Sessizlik odayı boğucu bir havaya bürümüş, herkesin üzerine çökmüştü.

Bir adım geriye çekilip derin bir nefes aldım. Herkesin gözleri üzerimdeydi, bir emir bekliyorlardı. Onlara ne söyleyebilirdim? Tüm planları tüketmiş gibiydik, ama Senem hâlâ dışarıdaydı. Diri ya da ölü...

Başımı yavaşça kaldırıp odadaki askerlere baktım. "Aramaya devam edeceğiz," dedim, kararlı bir sesle. "Haritayı yeniden değerlendireceğiz. O son bölgeyi daha dikkatli incelememiz lazım. Hiçbir detayı gözden kaçırmayacağız."

Etrafımdaki askerler, yorgunluklarına rağmen itaatkâr bir şekilde başlarını salladılar. Onlara güveniyordum, ama kendime daha fazla güvenmek zorundaydım. Ellerim haritaya döndüğünde parmaklarım, olası geçiş noktalarını işaret ederken içimdeki o tek düşünce bir kez daha yankılandı: Onu bulmak zorundaydık.

Sinirleri iyiden iyiye gerilen Alpay, aniden elini vurup dışarı çıktığında kalan adamlara döndüm. "Siz incelemeye devam edin."

"Emredersiniz komutanım." Diye hepsi bir ağızdan konuştuğunda bende dışarı çıkarak Alpay'ı takip ettim.

"Alpay!" Koşarak yanına vardığımda hızlıca kolunu tuttum.

Alpay durdu, ama geri dönmedi. Kolunu tuttuğumda gerginliğini, içindeki öfkeyi derisinden hissedebiliyordum. Nefesleri hızlanmıştı, ama sadece dışarıda yaşadığı gerginlik değil, içinde biriken duygular onu bu hale getirmişti. Gözlerim hâlâ onun sırtındaydı, o an bir patlama yaşanacak gibiydi. Bunu daha fazla taşıyamıyordu, ben de farkındaydım.

"Alpay!" dedim tekrar, bu sefer daha sakin bir sesle. Kolunu bırakmadım. "Dur. Sakinleşmelisin."

O ise hâlâ olduğu yerde kaskatı duruyordu, ama hareket etmedi. Sessizlik bir an için ikimizin arasında gerildi, sonra yavaşça kolunu çekip bana döndü. Gözlerindeki öfke ve çaresizlik öylesine yoğundu ki, ona başka bir şey söylemeye cesaret edemedim. Bir adım geri çekildi, derin bir nefes aldı ve bana bakmadan konuştu.

"Asel, Senem'i bulamazsak... Eğer onu kaybedersem ben bütün ailemi kaybederim. Ailemi, kardeşimi, kanımı, canımı... Her şeyimi kaybederim. Onu diri görmek zorundayım. Ölü görmek... Hayır. Buna katlanamam. Kaldıramam Asel..."

Sesindeki titremeyi gizlemeye çalıştı, ama ben anlamıştım. Alpay'ın bu kadar güçlü durmaya çalışması, aslında içten içe nasıl parçalandığını gösteriyordu.

"Onu bulacağız," dedim, her kelimeyi kararlılıkla vurgulayarak. "Pes etmiyoruz, anladın mı? Bu senin için bitmediği sürece, bizim için de bitmeyecek. Kardeşinin sendeki değerini çok iyi biliyorum ama eğer şuan öfkenin esiri olursan ona daha çok zarar veririz, lütfen... ben her zaman yanındayım. Bulacağız onu, söz veriyorum."

Gözleri bir an için bana döndü, ama içinde hâlâ o mücadele vardı. Zor bir kararın eşiğinde gibiydi, öfkesini yutmaya çalışıyordu. Derin bir nefes daha aldı ve sonunda biraz sakinleşmiş gibi göründü.

"Biraz hava almam lazım," dedi, gözlerini kaçırarak. Koluna girdim. "Gel, biraz hava alalım." Bahçeye çıktığımızda arka taraftaki banklardan birine oturduk. "Asel," Diye mırıldandı Alpay, titrek bir sesle. "Senem iyidir değil mi?"

Alpay'ın titreyen sesi ve gözünden süzülen o bir damla yaş, benim de içimde derin bir sızı oluşturdu. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da, onun bu kırılgan hali bana ne kadar büyük bir yük taşıdığını gösteriyor, içimi parçalıyordu. Gözlerinden akan yaşı hızlıca silip, gözpınarlarını öptüğümde, onun içindeki çaresizliği biraz olsun hafifletmek istedim.

"Senem çok güçlü bir asker, bir kadın," diye fısıldadım, sesimdeki kararlılığı ona hissettirmek istiyordum. "Onu bulacağız, sana söz veriyorum."

Birkaç saniye gözlerime baktığında sanki benden güç almak ister gibi, kollarını sıkıca bana doladı. Onun bu sarılışında hem bir çaresizlik hem de güç arayışı vardı. Yüreğimdeki her bir parçayla ona güven vermeye çalışıyordum, çünkü o da tıpkı benim gibi Senem'in hayatta olduğunu bilmek istiyordu.

Başını boynuma gömdüğünde, ellerim yavaşça saçlarına kaydı. Onu teselli etmeye çalışıyordum ama içten içe ben de Senem için endişeliydim. Herkesin önünde güçlü kalmalıydım, ama burada, Alpay'ın yanında o yükün ağırlığını bir an olsun paylaşmaktan başka bir şey yapamıyordum.

"Alpay," diye fısıldadım, saçlarını okşarken. "Ne olursa olsun, biz bunu beraber atlatacağız."

O an sessizlik içinde birbirimize sığınmıştık. Onun bu sessiz ağlayışına karşılık, içimde yankılanan tek şey onu yalnız bırakmayacağıma dair verdiğim sözlerdi.

Tam o sırada Poyraz, bize doğru koşuyordu. Alpay hızla arkasını dönüp yaşlarını sildikten sonra önüne döndü.

"KOMUTANLARIM!" Diye bağırdı var gücüyle. Telaş ve endişe bütün hücrelerime ulaşmıştı.

"Ne oldu Poyraz?" Diye sordum tek nefeste. Poyraz, yorgunca gülümsedi. "Senem Komutan'ımın yerini bulduk..."

-Bölüm Sonu-

-Bölüm nasıldı?

-Bir sonraki bölümde ne olacak?

 

Bölüm : 03.02.2025 20:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...